Pat pat’a bindik ve bize yaklaşık 6-7 km uzaktaki Kaletepe’ye bir çırpıda vardık. Tepenin üzerinde helikopter konacağı kadar düzlük olmadığı için Pilotun marifetiyle tek ayak yere değmiş, diğeri de askıda vaziyette tehlikeli bir şekilde helikopterden atladık. Sonradan duyduk ki bir çok pilot oraya inmeyi hiç istemezmiş. Kanyonların arasındaki hava akımı ve tepede inecek kadar düz yer olmaması nedeniyle pilotların korkulu rüyasıymış. Neyse biz malzemelerimizi de elden ele verip indirdik. Benim için yeni bir tecrübe olacağını düşündüğümden, içimde korku ve telaştan ziyade bir tatlı heyecan vardı.
İlk iş olarak orada bulunan timdeki arkadaşların yardımıyla bana hazırlanan yere gittim. Eşyalarımı bir kenara bıraktım. Bir taraftan yeni arkadaşlarımla tanışıyor, diğer taraftan da ilgiyle etrafı gözlemliyordum. Bana hazırlanan yer bir “Kom” idi. Bu kom kayalık olan arazideki bir avuç toprak kazılarak oluşturulmuştu. Üstümüz ağaç ve naylon ile kaplı, duvarlarımız mis gibi topraktandı. Kom’un içi toz olmasın diye bir bardak su ile ıslatıp süpürüldüğü belli idi. Ne de olsa insan dağ başında olsa bile imkanlar doğrultusunda yattığı yere dikkat etmeliydi. Taa ki bir sabah kom’a gelince iki yılanın birbirine sarılmış yattığını görene kadar… Anladım ki hayvanlar da burayı sevmişler. Bir daha oraya girip uyuyamadım. Ben de orduevine giderim deyip, çadıra yerleştim. Kom’u birlikte paylaştığım teğmen ise hiç yerini değiştirmedi. Korkmadan yatmaya devam etti. Helal olsun…
Her kom’un önünde beş taş vardı. Bu taşlardan dördü sandalye biri masa idi. Herkes matarasından biraz su çıkarıyor, bu sular ile çay yapılıyor ve içiliyordu. Bu sessiz bir film gibi olan sahne o zaman beni çok güldürse de şimdi duygulandırıyor.
Bulunduğumuz tepe dört bir tarafı uçurumla çevrili çok güvenli bir yer idi. İki adet makineli ile yaklaşmaya en müsait olan yerler kontrol altına alınmıştı. Kendimiz bile tepeden aşağıya inip pınarın başında yıkanmak, suyumuzu doldurmak ve kuru ağaç kesmek için bile çok büyük bir organizasyona girişiyorduk. Birkaç kez ben de aşağıya gidip duş almıştım. O aşağıya gidiş ve gelişlerimizi bir anlatmak isterdim. Ancak hâlâ orada görev yapan birilerinin olabileceğini düşündüğümden, onların şartlarını deşifre etmemek için yazmıyorum. Bir tek şunu söyleyebilirim ki, günlük yegane faaliyetimiz olan bu iş tam günü alıyordu.
Tepede bir çadırımız vardı. Buraya “gazino” diyorduk. Bu basit çadırın içinde bir televizyon, ortada da bir havan sandığı vardı. Sandığın içinde bol bol çekirdek vardı. Bu sandığa da “kantin” demiştik. Ancak daha sonra dadanan fareler yüzünden sandığın içini boşaltıp çekirdekleri iple tavana asmıştık.
Bir Trabzon’lu Çavuşumuz vardı. Allah razı olsun, hem askerlerin nöbetlerini düzenler, hem de sıhhıyeci olduğu için doktorluğumuzu yapar, her türlü ilacı muhafaza ederdi. Kantincimiz de oydu. Çekirdeklerin parasını ona öderdik.
Karşımızda Muş dağları vardı. Aramızda da dört askerimiz Muş’lu idi. Onlara şaka yapardım. “Çok şanslısınız. Kendi memleketinizde askerlik yapıyorsunuz.” Derdim. Timimizin çoğu Doğu Anadolu çocuğuydu. Hepimiz kardeş gibiydik. En ufak bir tartışma olmaz, bilakis yardımlaşma had safhada idi. Bir gece gazinodan su dökmeye dışarı çıktım. O gece ay yoktu. Etraf zifiri karanlıktı. Tam çadırın arkasına giderken arkamda birini hissettim. “Kimsin” diye sorunca, bir asker “komutanım çadırın arkası uçurum. Dikkat edin daha fazla gitmeyin” dedi. Asker benim karanlıkta uçuruma düşebileceğimi hissederek beni takip etmişti. Nitekim ertesi gün baktığımda çadırın beş altı metre arkasında uçurumun dibi bile görünmüyordu. O zaman öğrendim ki, geceleri orada fazla gezmemek gerek.
İki kayanın arasında pide kebap salonu açılmıştı. Antepli askerimizin baş aşçılığını, bir Muş’lu askerimizin de garsonluğunu ve bulaşıkçılığını yaptığı bu restoran her türlü doğal konfora sahip olsa da, teknolojik konfor yanından bile geçmemişti. O şartlar altında bize pide yaparlardı. Hâttâ bir keresinde döner bile yapmıştık. Oradaki pide ve dönerleri anlatıp biraz ağzınızı sulandırayım. Uçurumun dibinden getirilen meşeler çok değerli olduğu için yetecek kadar odun itina ile yakılıyordu. İki adet tenceremiz mevcut idi. Bu tencerenin birinin içinde hamur yoğrulur, diğerinde ise bir tahtanın üzerinde kıyma haline getirilmiş katkılı etlerimiz biriktirilirdi. Ağzı kesik bir pet şişenin içinde el yıkama suyunu eksik etmeyen, işine saygısı gereği hijyene önem veren baş aşçımız pideleri daha önceden beceriksiz bir demirci ustası tarafından düzeltilmiş teneke sacın üstünde uygun ateşte ağzımıza layık pişirirdi. Bu restoranın yemekleri o kadar lezzetli ve müşterileri o kadar sadık idi ki!.. Peki etler nasıl saklanıyordu o sıcak havalarda… Tabii ki toprağın altında… Haftada bir 10km yürüyüp tehlikeli patikalardan geçilerek getirilen etleri, toprağın altında muhafaza edebiliyorduk. Zaman zaman koksalar da yetenekli aşçımız bize bunu hissettirmeden yedirmesini bilirdi. Bu şartlar altında yapılan döneri de siz tahmin edin.
Tepe’nin üzerinde en sosyal faaliyetimiz, dürbünle karşı tepeleri izlemekti. Bizler, dürbünle karşı tepeleri izlerken restoranımızın bulaşıkçısı tepenin tam ortasında bulunan kayalar içine oyulmuş altı adet yağmur suyu toplama sarnıcının kenarına oturmuş, sarnıçtan çektiği su ile bulaşıklarımızı yıkıyordu. O su sarnıçlarının birinin yanına bir kez gittiğimde, suyun kirliliğinden, bu su ile bulaşıklarımızın yıkandığını düşünmemek adına bir daha uğramamıştım.
Zaman akıp gidiyordu. Derken dönüş vakti geldi çattı. Yaklaşık bir ay misafir olduğum o tepeden ayrılacaktım. Ancak helikopterle değil yürüyerek ayrılacaktım. O yürüyüş maceramızı da halen oralarda görev yapan askerlerimizin menfaati doğrultusunda anlatmak istemiyorum.
Ancak ben geri dönsem de yüreğim orada kalmıştı. Yıllarca Kaletepe’yi, Tim komutanı teğmen arkadaşımı, Trabzon’lu Çavuşu, Antep’li Aşçıyı, Muş’lu Steward’ı unutmadım. Her karakolumuzun olduğu gibi o tepemizin de en sadık dostu, koruyucusu, oyun arkadaşı “Haydut” seni de unutmadım.
Bir pilot binbaşı canını hiçe sayarak mermilere karşı uçuyor.
Bir Astsubay canını hiçe sayarak devriye geziyor.
Bir er canını hiçe sayarak kırk yıllık askermiş gibi profesyonelce savaşıyor.
Mataramızdaki suyu paylaşmadık mı?