Son yıllarda İktidar bazı radikal adımlarını, kamuoyuna “normalleşme” olarak sunuyor. Bu öyle bir şey ki, “-eski bildiklerinizi unutun.” Demenin en zeki açıklaması olsa gerek.
Asker, her ülkenin olduğu gibi bu ülkenin en üst dinamiklerinden biridir. Rejimin korunması, caydırıcılık ve manevi gurur bu kurum tarafından halka aşılandığı için güven duyulması gereken bir kurumdur. Ancak statükoya yenilmiş ve kendini yenilemeyi hep bir sonrakine bırakan, her seferinden yeniden sorgulayıp baştan başlayan bu tutum, Kabotaj Bayramlarında yağlı direğe tırmanmaya çalışanların hep aynı yere gelince düşmesine benzemektedir. İşte tüm bu normalleşme çalışmalarının kilidi konumunda olan bu kurumun özeti bu idi. Kıyamete kadar sürmesini planladıkları 28 Şubat kararları maalesef beş yıl sürebilmişti. O ne mağrurluktu allahım. Birkaç ciddi adam dışında, herkes köşe başı tutma peşindeydi. Ülkemizi 28 Şubat’a götüren gerçekler nelerdi? Şimdilerde bunlar hiç irdelenmeden neredeyse darbecilerle beraber 28 Şubat esnasında komuta kademesinde olanları da yargılayacaklar. Ne olmuştu 28 Şubat’tan önce… Elimizi vicdanımıza koyalım ve öyle konuşalım. Hepimiz askerdik o zamanlar. Özellikle 12 Eylül darbesinden sonra ordu içinde irticai yapılanmalar başlamıştı. İmam hatiplilerin asker ocağına kabulü sonrasında maalesef korkulan oldu. Laik Cumhuriyetimize karşı olanların eline bir fırsat daha geçmişti. İmam Hatip kökenli arkadaşlarımızı ve maalesef çoğu kırsal kesimden gelmiş, mutaassıp, ordunun belkemiği assubayları kullanmaya başladılar. Seksenli yıllarda lojmanlarımızda kırsal kesimden gelmiş başı kapalı kardeşlerimizin yerini, yavaş yavaş türbanlı adını verdiğimiz, bilinçli ve tepkili kapanan bir kesim aldı. Hâttâ bu arkadaşlarımızın sosyal ortamları ile diğer personelin sosyal ortamları ayrışmaya başladı. Başını kapatan bu tepkili kesim birbirleriyle görüşmeyi tercih ettiler. Türban ile mücadele Türk Silahlı Kuvvetlerinde arttıkça maalesef (diyorum çünkü tamamen siyasi amaçlı) türbanlıların sayısı arttı. Hatırlıyorum ki, 1996 yılında bulunduğum lojmanlar kırk hane idi. Başını kapatıp, eşli olarak belli bir birlikte hareket tarzında inançsal direniş yapan arkadaşlarımızın sayısı dörtte bire kadar ulaşmıştı.Hâttâ başları kapalı olanların lojmandan çıkarılacağının söylentileri bile o arkadaşlarımızın lojmandan çıkıp mağdur pozisyonunu yaşamalarına yetmişti. Artık iyice birbirlerine bağlanmışlardı. Lojmanda bunlar olurken dışarıda neler oluyordu? Birazcık eskilere gitmek istiyorum. 1992 yılında samimi bir imam arkadaşımın beni Erbakan’a oy vermeye davet etmesi üzerine kendisine şunu söylemiştim. “-Sen bana anlat, ben de sana anlatayım. Kim öbürünü ikna ederse o öbür tarafın partisine oy versin.” Ancak aldığım cevap o kadar çarpıcı idi ki… “-Biz topluca Kuran’a el bastık. Başka yere oy veremeyiz.” İşte böyle bir olgu ile karşı karşıyaydık. Beni ikna edilmesi gereken kişi değil, işlenmesi gereken ham madde olarak gören bir zihniyet ile karşı karşıyaydım. O zamanlar bekar evlerinde yaptığımız derin sohbetlerde dikkat çekici noktalar maalesef bugün konuştuklarımızdan hiç farklı değildi. Lisede din öğretmenliği yapan bir arkadaş hararetle Abdülhamit’i savunuyor ve Atatürk’ü yerden yere vuruyordu. O tartışmaların alevli bir döneminde arkadaşım bana şöyle bir laf savurmuştu. Biz belki şimdi iktidar olamayacağız. Ama şunu unutma on yıl sonra iktidardayız. Başbakan “Tayyip” olacak. O zaman ilk kez “Tayyip” adını duymuştum. Geçen yıllarda gelişmeler hep onları doğrular nitelikteydi. Bence TSK’de irtica tehdidi ile mücadele çok aptalca idare ediliyordu. Bu esnada siyasi hayatımıza Refahlı belediyelerin girmesi ile yeşil sermaye yapılanmasının hızla yükselmesine şahit olduk. Bu kapsamda İhlas Mağazaları, Yimpaş, Kombassan gibi yapılanmalar gücünü Avrupa’daki cemaatlerden alıyorlardı. Türk Silahlı Kuvvetleri iki binli yıllara gelindiğinde, demode olmuş Demirperde sisteminin çöküşü gibi bir döneme girmişti. Terörle mücadele kahramanlığı “in” , irtica ile mücadele “aut” olmuştu. Bu yeni “ben” akımı esnasında bazı Laik Generallerin durumun vahametine binaen “irticai eylem planları” hazırlamaları kadar doğal bir durum yoktur. Tabii ki her zamanki gibi başarısız, düşüncesiz ve yeteri kadar ciddi olmayan bu tutum tamamen aristokrat bir bakışın kronik rahatsızlığı idi. Çözülmesi gereken ve tekrar kodlanıp yapılanması gereken bu kurum şu an bir hamur misali ustasının elindedir. Mülkiyelilerle başlayan bu değişim rüzgarı, bir kasırga misali TSK’nın duruşunu yerle bir etmiştir.
Milli Eğitim Sisteminin delinmesi ve Diyanet İşleri Başkanlığı ile eşgüdümlü yeni bir Milli Eğitim politikasının adım adım önümüze koyulması; bekarlar, çocuğu büyümüş ve İlköğretim çağını geçmiş insanlar için hâlâ ikinci dereceden önemli bir şehir efsanesi gibi algılanması ne kadar acı…Fen ve Anadolu Liselerinin nitel ve nicel olarak itibarının azaltılması ve İmam Hatiplerin başarılı çocuklar için iyi eğitim verilen cazibe merkezleri haline getirilmesi için geçen yıl bizzat Başbakan tarafından düğmeye basıldı. Ancak Milli Eğitim Bakanları radikal adımları atmakta vicdanî tereddüt yaşasalar da yavaş yavaş Başbakanın dediği noktaya geliyorlar. Fen Liselerinin sınıflarının öğrenci sayısı arttırıldı. Böylece baraj puanları aşağı çekildi. Bir çok düz lise sadece isim değişikliği yapılarak, içeriğinde hiçbir şey değişmeden Anadolu Lisesi haline getirildi. Özellikle ortaöğretimdeki çocuklarımız başarıyı yakalamanın yolunun cemaat yayınlarından geçtiğine kanaat getirdiler. Cemaat dersanelerinin yayınlarının soru tiplerine göre, bu kesimi kayırıcı ve gözetici soru çeşitleri sınavlarda çıkmaya başladı. Milli Eğitime alternatif bir okul sistemi olan Cemaat okulları sadece Türkiye’de değil dünyada yaygınlaştı. Bu okulların öğretmenleri aynı memur gibi tayin ve rotasyona tabi tutulmaktadır. Bu okullarda kızlar sınıfı ve erkekler sınıfı oluşturulmakta, teneffüs zilleri kızlar için ayrı, erkekler için ayrı çalmaktadır. Günlük programlar taaa en başından beri namaz saatlerine uygun yapılmaktadır. Her yerde mescit vardır. Yatılı yurtlarda nöbetçi öğretmenler yatak yatak dolaşıp sabah namazına kaldırmaktadırlar. Ülkemizin en ücra köşesinde bile son derece modern donanımlı Kız ve Erkek Yatılı Kuran Kursları ve dini okullar işletilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı Milli Eğitim Bakanlığı gibi çalışmaktadır. Kuran kursları özellikle maalesef kırsal kesimde halk tarafından büyük oranda desteklenmektedir. Bunda en etkili unsur feodalitedir. Sanki laik Türkiye Cumhuriyeti içinde yeni bir devletin yapısı kurulmuş, işletiliyor gibidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılıp yeni İslam Cumhuriyetinin kurulmasına bir lahzalık iş kalmıştır. Cumhurbaşkanının Cumhuriyet Bayramında söylediği “Nice Cumhuriyetlere” temennisi içi boş bir temenni değildir. Hele hele bir Cumhurbaşkanı için…
Milli Bayramlar’dan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Gençlik ve Spor Bayramı, Zafer Bayramı yavaş yavaş kaldırılıyor. Önce meydanlarda yapılan kutlamalar kaldırıldı. Sonra okul çocuklarının bazı bayramlara katılması engellendi. Bazılarına da kısıtlı ve Okul bahçesinde bir kutlama programı dayatıldı. Şu anda önlerinde tek bir adım kaldı. Bu günlerin resmî tatil olmaktan çıkarılması… Ama “İzinde” olan vatandaşlarımızın bu resmî tatil işine gerçekten çok bozulacakları kesin…
Bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı düşünün, komşu bir ülkenin Devlet Başkanı hakkında televizyondan seslenirken, ağzından köpükler saçarak, gözlerini patlatarak “Yezid” diyor. Bir devlet büyüğü ÖSYM başkanına iyidir diyor. Bir başkası MİT müsteşarının vatan severliğine kefilim diyor. İşte onların hukuk anlayışı. Kadı da onlar…
Bu listele çok uzun. Zamanı gelince adım adım yapmaya gerek yok. Toptan normalleşelim yeter. Bir sabah kalkıtığımızda Anadolu İslam Cumhuriyetinde uyanalım. Her şey birden normalleşsin gitsin.
İroni yaparken bile utanıyorum. Keşke birileri “dur” diyebilse… Keşke gerçek normalleşmeyi bu cahil halkın kafasına sokabilse… Keşke doksan yıllık Cumhuriyetin bu halka öğretemediği “ayıp” anlayışının yanlışlığını bu halka anlatabilse. . Keşke demokratikleşme ve özgürleşme konusu halkları ayrıştırarak bedava işlenmese de, çalışma şartları ve bireysel özgürlükler konusunda gelişse. Keşke bu halka birileri gerçek normalleşmeyi anlatabilse… Keşke bu halk oynanan bu oyunu anlayabilse.
Suriye’de iç savaştan on beş gün önce çekilmiş resimleri seyrettim. Öyle ki, bu resimlere bakınca Suriye’de on beş gün sonra insanların birbirini acımasızca öldürdüğüne inanamayız. Ülkemiz maalesef her an toplu katliamların olabileceği bir ortama sürüklenmektedir. İnançsal dayatı, her ne kadar çıkar odakları ve feodal düşünce tarafından desteklense de buna şiddetle karşı çıkanlar da azımsanmayacak kadardır. Tabii ki başka hesapları olanlar da cabası… Bir trajediye sürükleniyoruz. Ama hiç farkında değilmişcesine çılgın bir farkındalık sessizliği içindeyiz. Mağdur rolü oynayanların şark kurnazlığı, yaşanabilecek bir trajedide bile sağduyu ile değil mağdur edebiyatıyla sürdürüleceğini gösteriyor. Gezi olaylarında yatıştırması gereken Başbakanın kışkırtıcı tavrı maalesef gerektiği gibi irdelenemiyor. Kazlıçeşme’ye taraftar toplayan, öç almak için planlar yapan, dini inançları hemen malzeme yapan, yakınlarına saldırıldığı, camide içki içildiği palavralarını atarak taraftarlarını galeyana getirmeye çalışan bir Başbakanı başrollerde izledik. Cumhurbaşkanının, kendi yardımcısının, Gezi olayları sırasındaki açıklamalarını tabiri caiz ise buruşturup atan bir başbakandan söz ediyoruz. Sağlıklı olmayan bir monarşik bir tutumdan söz ediyoruz. Etrafında korku imparatorluğu kurmuş bir şahsiyetten söz ediyoruz. Anormalleşmiş bir durumdan söz ediyoruz.
Saygılarımla…
Bu ülkenin tüm vatandaşlık haklarından eşit yararlanmasına rağmen emperyalistlerin kölesi olan hainlerin kahpe tuzaklarla şehit ettiği vatan evlatlarına kendisinin ihtiyacı olduğu bir evi bağışlayan ve birlik beraberlik ruhuna katkıda bulunan bu vatanseverin PKK yandaşları tarafından tehdit edilmesi Fransız polisinin ilgisizliğine rağmen devletimizin konuya müdahil olmaması kabul edilemez.
Bu vesile ile tekrar bu kahraman fedakar vatan evladına sevgi ve minnettarlığımızı sunuyoruz.