Dolar 34,8615
Euro 36,7504
Altın 3.044,51
BİST 10.058,47
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara 7°C
Hafif Yağmurlu
Ankara
7°C
Hafif Yağmurlu
Per 4°C
Cum 3°C
Cts 4°C
Paz 4°C

SEKSEN SEKİZ YILLIK CUMHURİYET VE ASSUBAYLAR

"Yazarların yazıları kendi düşünce ve sorumluluklarını taşır"
29/10/2011 6:11 PM
2

88-yillik

Dile kolay, 29 Ekim 1923’den bugüne tam 88 yıl geçmiş. Saltanatçı yapıdan cumhuriyete koca bir devrimle geçişin seksen sekizinci yılını kutluyoruz. İstiklal Savaşıyla yazılan o efsanevi destan hem atalarımızın işgal günlerinde yaşadığı  acıları gözler önüne seriyor hem de ne denli özgürlüğüne düşkün bir millet olduğumuzu apaçık ortaya koyuyor. Tam da Atamızın dediği gibi; karakteri bağımsızlık olan bir milletin çok zor şartlar altında dahi nasıl mucizeler yaratabileceğini, nasıl birlik ve dirlik olabileceğini, yoklukların içinden nasıl koca devrimlerle çıkılabileceğini cümle cihana ispat eden bir destandır cumhuriyetimizin kuruluş hikâyesi.

Nazım Hikmet’in dizelerinde ne kadar da çarpıcı anlatılıyordu, o varoluş mücadelesini gerçekleştiren insanların onurlu ve fedakâr duruşu…

dağlarda tek  tek  
ateşler yanıyordu.  
ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki  
şayak kalpaklı adam  
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden  
güzel, rahat günlere inanıyordu  
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,  
birdenbire beş adım sağında onu gördü.  
paşalar onun arkasındaydılar.  
o, saatı sordu.  
paşalar : «üç,» dediler.  
sarışın bir kurda benziyordu.  
ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.  
yürüdü uçurumun başına kadar,  
eğildi, durdu.  
bıraksalar  
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak  
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak  
kocatepe’den afyon ovası’na atlıyacaktı.

İşte dağlarda tek tek yanan ateşlerle başlamıştı hikâye. Yıllardır cepheden cepheye koşan Anadolu insanı bıkmıştı savaşlarla gelen yokluklardan. Açlıktan ve ümitsizlikten bitap düşmüştü. Barış gelsin de bu bereketli topraklara adı ne olursa olsun diyordu artık. İşgale bile razıydı. İşte bu umutsuz ve acı sağanakların baş gösterdiği günlerde adı Kuvay-ı Milliye olan bir avuç insan dağlara çıkıyor ve işgale direniyordu. İsimleri Ethem’di, Şahin’di, Mehmet’di, Ali’ydi, Kara Fatma’ydı… Onlar biliyorlardı ki, teslim olmak çözüm değildi. İşgale boyun eğmek, acıları ve yoklukları sürekli kılacaktı. Bağımsız yaşamaya alışmış bu topraklar, köleliğe alıştırılacaktı. Öz değerlerini bir bir yitirecekti.

Onlar biliyorlardı ki, küçücük ateşlerle başlar ve kocaman olurdu yangınlar. Anadolu’nun dört bir yanına serpiştirdikleri bu küçük kıvılcımlar elbette ki kocaman bir ateş topu olacaktı. Onlar küçük ama kahraman insanlardı. Küçük zabitti, zabitti, köylüydü, kadındı, asker kaçağıydı, dağların efesiydi… Yüreklerini sıcak tutan şey, kurtuluş gününe olan imanlarıydı.

Bu küçük çoban ateşleri teker teker birleşmeye başladı Samsun’da, Amasya’da, Erzurum’da, Sivas’ta ve Ankara’da. Artık Atatürk’ün önderliğinde tüm Anadolu’yu kasıp kavuran dev bir İstiklal ateşi yanıyordu. Kim durabilirdi ki, yüreği bağımsızlık hasretiyle yanan bir milletin önünde? Çığ topu gibi çoğalan ve sıradanlıktan kahramanlığa tereddütsüz geçiş yapan bu halkı, kim nasıl esir alabilirdi ki?

Ve sonunda tarihinin başlangıcından bugüne bağımsız yaşamayı ilke edinmiş Türk milleti, yeni destanını yazıyor; Atatürk’ün ilke ve devrimleriyle birlikte yeni yaşam düzenini Cumhuriyet olarak kuruyordu.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? 
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ! 
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, 
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli: 
Değmesin ma’ bedimin göğsüne nâ-mahrem eli! 
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli 
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

ATATÜRKÇÜLÜK VE TOSUNCUK PAŞALAR

Atatürk’ün ilke ve devrimleriyle yepyeni bir yaşam düzenine geçiliyordu. Artık saltanat olmayacaktı. Herkes hür ve eşit olacaktı. Batıdan doğuya, kuzeyden güneye medeniyetle bezenmiş bir memleket yaratılacaktı. Batı tipi demokrasiyle yaşanacak ve ayrıcalıkların, imtiyazların, sınıflaşmanın önüne geçilecekti. Kimse kimseden üstün olmayacaktı. Hakta, hukukta, emekte ve cinsiyette eşitlik olacaktı. İşte cumhuriyete inanç böyle başlamıştı. Bir millet yokluktan varlığa böyle geçmeyi arzulamıştı. Atasına içten ve samimi olarak bağlanmış ve inanmıştı.

Ne olduysa, o hastalandıktan ve öldükten sonra olmaya başladı.

Eski alışkanlıklar bir bir geri gelmeye yüz tuttu. Birileri yeniden imtiyazlı olmak istiyordu. Ayrıcalıkları olsun istiyordu. Kendisinin halktan daha akıllı olduğunu sanıyordu. Cahil halkın kendisini yönetemeyeceğini, o yüzden de zamanı gelince ayar verilmesi gerektiğini savunuyordu. Hatta hep iktidarda olmayı istiyordu. Herkese nizam ve intizam vermek ve böylece devleti daim kılmak çabasındaydı. Nizam ve intizam olmazsa, yıkılırdı yoksa rejim. Devlet öncelikli olmuş, halk ikinci plana atılmıştı. Devleti koruyan ağır ağabeyler hızla imtiyazlı sınıfı oluştururken, cumhuriyetin kendisine tanıdığı hakları kullanmak isteyenler itilip kakılmaya ve kurşunlanıp asılmaya başlanmıştı.

Cumhuriyetçilik, egemenliğin kayıtsız  şartsız halkta olduğunu söylüyordu. Fakat bunu halktan almayı isteyenler güçlenmişti. Palazlanmıştı.

Halkçılık, memlekette sınıfların olmadığını, söz konusu olanın iş bölümü ve dayanışma olduğunu söylüyordu. Fakat onlar, halkı sınıflara bölüyorlardı. Üstelik bunu Atatürk’ü, adını ve ilkelerini kullana kullana yapıyorlardı.

Laiklik, dine ve ibadete karışmamayı, hatta halkın inancına saygı duymayı ve korumayı  savunuyordu. Oysa onlar, bir zamanlar savaştıkları komünizm gibi davranıp, dinsiz ve inançsız toplum yaratma çabasına giriyorlardı. Dindar olanı fişliyor, ötekileştiriyorlardı. Oysa yapılması gereken sadece yobaz olanı diğer samimi inananlardan ayırmaktı. Çünkü Türk’ün karakterinde nasıl bağımsızlık varsa, nasıl vatana ve bayrağa düşkünlük varsa, dinine de düşkünlük vardı. Bu ülkenin gurur ve onurla söylenen İstiklal Marşı, apaçık bir belgeydi. Türk Milleti, Tanrısının kutsamış olduğu bir milletti.

Devletçilik, devletin ve özel teşebbüsün gereken yerde ve zamanda işbirliğini öngörüyordu. Fakat bunu da eş, dost ve akrabayı zenginleştirme kaynağı olarak kullanmaya başladılar. Arpalıklar yarattılar, her şeyi adamlarına peşkeş çektiler. Devletçiliğin ruhuna Fatiha okudular. Ona buna peşkeş çektikleri de, ziyan olup gitti. Çünkü tüccar aklıyla değil, yağma aklıyla yönetiliyorlardı. Öyle anlar geldi ki, kimilerinin adı “Kalebodur Paşa”ya bile çıktı.

Milliyetçilik, millet olma kavramı  ve düsturuyken onu da Hitler’in ırkçılığına çevirdiler. Vatan haini olmayı o kadar ucuzlattılar ki, beylere selam sabah vermeyen herkes kolayca hain ilan olundu. Farklı düşünen, farklı  söyleyen tüm sesler bu yolla kolayca susturuldu. Özellikle komünistler ve sosyalistler bu yöntemle tu kaka ilan edildi. An geldi, kendilerine en yakın olan ülkücüleri bile damgalamaktan çekinmediler.

En önemlisi de devrimciliği  öldürdüler. Atatürk devrimciliğini durağan bir şey sanıp tabiat varlıklarını korur gibi korumayı amaçladılar. Oysa Atatürkçülük, çağdaşlaşma ve medenileşme yolunda devamlı akan bir nehirdi. Her gün yenilenen, yeni ufuklara açılan bir çağlayandı. Teneke kafalarıyla bunu anlayamadılar, algılayamadılar. Atatürk, muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı hedef koyuyordu, onlar bir kaplumbağa gibi kabuğunda yaşamayı seçtiler. Atatürk, “İlk hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” diyordu, onlar Edirne’den ötesini umursamadılar. Hep geriye baktılar, herkesi düşman gördüler. Herkesi düşman görmekle kalsalar yine iyiydi ama uygulamalarıyla, herkesi devletine düşman yaptılar. Herkesin herkese düşman olduğu bir toplumun nasıl millet olacağını düşünmediler bile…

İşte size cumhuriyetimizin seksen sekiz yıllık tarihinin kısa bir özeti.

Biz assubaylar hep kandırıldık. Kemalistliği Atatürkçü olmak sandık. Atamızın kalpaklı resimlerini görünce, ay yıldızlı bayrağımızı görünce; sahiden de O’nun izinden gittiğimizi düşündük. Oysa Atatürkçülük, Kemalizm gibi sığ bir yapı değildi ki. Atatürkçülük Türkiye’yi çağdaşlaştırmak, bilimde, teknikte, eğitimde, sosyal yaşamda ve daha pek çok alanda ileriye taşımaktı. Bir ideoloji değil, bir anlayış, bir zihniyet devrimiydi. Fark edemedik.

Bugün hak ve adalet arıyoruz. Alın terimizin ve emeğimizin karşılığını istiyoruz. Peki, bunu kimden talep ediyoruz? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üst yönetiminden tabi ki… Öte yandan bir tarafımız da sızlıyor. Diyoruz ya onları sahiden Atatürkçü sanıyoruz, bu yüzden de “ya hak isteyelim ama ülkemizde Atatürkçü bir onlar kaldı, aman fazla incitmeyelim” şeklinde düşünüyoruz. Onların Atatürk’le ve Atatürkçülükle zerre kadar bir bağlarının olmadığını göremiyoruz. Vatanımıza, bayrağımıza ve milletimize olan sıkı bağlılığımız, aldığımız devlet terbiyesi gözlerimizi kör ediyor. Farklı düşünmeyi, sorgulamayı ve haksızlığımızın ana kaynağını keşfetmeyi bir türlü başaramıyoruz. Kıdemli Albayına 3500 lira emekli aylığı bağlarken; ömrünü ordusuna, vatanına ve milletine adamış Kıdemli Başçavuşuna bin küsur lira emekli maaşını reva gören bir bozuk zihniyetin nasıl Atatürkçü olabileceğini sorgulayamıyoruz. Görevdeki hiyerarşiyi, yaşamın her alanında hiyerarşiye çevirmelerinden ders alamıyoruz. Hatta onların bize sunduğu oyuncakla, TEMAD denen yapıyla hakkımızı savunabileceğimizi safça düşünebiliyoruz.

Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi ile takke düştü ve kel göründü. Bu “dümenden Atatürkçülüğün” foyası meydana çıktı. Amaç, ülkeyi uluslar arası sermayenin istediği şekilde biçimlendirmek ve hazır fırsatını bulmuşken de farklı düşünenleri şöyle bir sopadan geçirmekti. Bunu başardılar ve devam eden yıllarda da sürdürdüler. Her geçen gün Atatürk’ün yıktığı, parçalayıp tarihin çöplüğüne attığı değerleri yeniden geri getirmeye uğraştılar. “Osmanlı Paşalığını” yeniden hortlattılar. Biliyorsunuz ki, Cumhuriyetin son paşaları İstiklal Savaşımızda bu unvanı alan Atatürk ve Silah arkadaşlarıydı. Tam da laiklik ilkesi kapsamında, 26 Kasım 1934 tarihinde “Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştı.

İşte bundan sonrasındadır ki, Cumhuriyetimiz tek bir paşaya sahip olmuştur. O da sanat güneşimiz Zeki Müren Paşa! Ha bir de sünnet çocuklarının paşalık unvanları vardır. Önlerinde kocaman “Maaşallah” yazısıyla birlikte bir günlüğüne “Paşa” oluverirler oğlan çocuklarımız. Çünkü işin ucunda, “ucundan azıcık” kestirmek vardır. İşte yeni cumhuriyetin gerçek paşaları sadece bunlardır, geri kalanlar Osmanlı Paşası özentisi, Tosuncuk Paşalardır.

Hatırlayacaksınız, 28 Şubat Muhtırası, laiklik elden gidiyor diye verilmişti. Haklı mıdırlar, haksız mıdırlar bilmem ama televizyon ekranlarında sunucuların “Paşaaam!” demesiyle yağları eriyen Tosuncuk Paşalar; zaten bu paşalığı kabul edişle, laiklik ilkesinin içine yapmışlardır. İnanmayan varsa, İlköğretim Sekizinci Sınıf İnkılâp Tarihi ders kitaplarının laiklik ilkesini anlatan sayfalarına bakabilirler. Durum gayet açık ve net!

Osmanlı paşaları her konuda ahkâm kesen, etkili ve yetkili olan adamlardı. İş o kadar ayağa düşmüştü ki, hani şeyini sallasan paşaya değiyordu. İşin suyu çıkmıştı. Zaten bu paşa enflasyonu ülkenin sonunu hazırladı.  İşgal günü geldiğinde de, İstiklal ve bağımsızlık hareketine baş olacak, Mustafa Kemal ve birkaç silah arkadaşı haricinde hiçbir Osmanlı Paşasına rastlanmadı. İşgalcilerden izzet ve ikbal beklentisiyle vatanını ilk satanlar Osmanlı  Paşaları olmuştu anlayacağınız. Üstelik devletin başına çorabı örüp ilk fırsatta kaçanlar da zaten onlardı.

Kim bilir, belki de doğru olan şey; yükseldikçe astlarından uzaklaşan, onların emek ve alın terini, vatan ve bayrak sevgisini kendi kişisel hırslarına basamak yapan ve bir türlü Osmanlı Paşalığı özentisinden kurtulamayan “Generallik” müessesesini top yekûn ortadan kaldırmaktır. Tıpkı bazı çağdaş ülkelerde uygulandığı  gibi… Böylece olası kurtarıcılarından kurtulmuş  ve gerçek anlamda Atatürkçü anlayışa yönelmiş çağdaş  bir cumhuriyete ve gerçek demokrasiye kavuşmamız daha akılcı  bir hedef haline gelir.

12 EYLÜL 1980 DARBESİ  VE ASSUBAYLAR

Bu darbe sırf sivilleri vuran bir darbe değildir. Türk Silahlı Kuvvetlerini de derinden yaralayan bir darbedir. Bu darbe ile birlikte, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki yapı tam anlamıyla Atatürkçülükten uzaklaşmış ve “Tosuncuk Paşa” zihniyetine meyletmiştir. Statükolar yaratmış, ayrıcalıklı sınıfların, imtiyazların ve önü alınamayacak haksız uygulamaların doğmasına sebep olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin omurgasını oluşturan assubayların ve genç yaştaki subayların emekleri ve alın terleri çalınmış ve çeşitli yöntemlerle onların aleyhine kullanılmıştır. Malum yerdeki kılları ağarmış bir takım kişilerin kişisel ikballerine ters düşen şeyler, sanki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tümünün rahatsızlığıymış gibi topluma aktarılmış, medyadaki bir takım Tosuncuk Paşa Yalakaları “Genç subaylar rahatsız” türünden manşetler atmıştır.

Yetmişli yıllarda gerçekleştirilen assubay eylemleri, üst komuta kademesinin gözünü açmış ve işi daha sıkı tutmalarını sağlamıştır. Bildiğiniz gibi İç Hizmetler Kanunu ile Askeri Ceza Kanununun kısıtlılığı  altındaki assubayların bunca katı kanun ve kural içinde hak aramaları nerdeyse imkânsızdı. Fakat çabalar sonuç vermiş  ve mucize bir çıkış yolu bulunmuştu. Sonunda, assubaylar eşleri aracılığıyla seslerini tüm ülkeye duyurmayı başarmıştı. 1979 yılında Donanmada yaşanan Çelenk Olayları da üst kademenin gözünü oldukça korkutmuştu.

Darbeyle birlikte, tüm bu eylemlere kılavuzluk ettiği düşünülen assubay dernekleri yeni bir düzenlemeye tabi tutulmuş ve zapturapt altına alınmıştır. Bugün TEMAD dediğimiz yapının önceki derneklerle pek bir benzerliği yoktur. Bu yapı assubayların hak ve hukuku için değil, Kuvay-ı Milliye türü bir organizasyon amacıyla tesis edilmiştir. Soğuk Savaş döneminin zihniyetiyle oluşturulan bu yapı, barış zamanında kâğıt oynanan, geziler düzenlenen ve meslek anılarının yaşatılacağı bir dernek olarak gözükecek ama olur da ülke işgal edilirse ya da komünizm gelirse; tıpkı İstiklal Savaşı öncesinde olduğu gibi ülkenin küçük zabitleri yeni bir bağımsızlık direnişi başlatacaklardır. Kurgu budur.

Özellikle OYAK, ordu personeline ek katkı sunacak şekilde yeniden yapılanacak ve insanların ağzına bir parmak bal çalınarak, sizi koruyoruz mesajı iletilecekti. Böylelikle assubaylar sistemle bütünleşecek ve verilene razı olacaktı. Daha fazlasını isteyenler ise verilenin de elinden alınması korkusuyla hareket edemez duruma getirilecekti. Komünist teorem açısından bakıldığında bu tam anlamıyla bir tür “Küçük Burjuvalaştırma” operasyonuydu.

Netice olarak seksen sekiz yıllık cumhuriyet tarihinde assubaylar külfeti paylaşırken eşit ama nimeti paylaşırken eşit olmaktan hep uzak tutuldu. Hakkını arama çabasına girenler, çağına göre, kimi zaman komünist, kimi zaman vatan haini, kimi zaman bölücü olarak damgalanmaktan kurtulamadı. İşte bu vatan hainliği meselesini en iyi anlatan, cumhuriyet tarihimizin bilindik vatan hainlerinden(!) olan Nazım Hikmet Ran’dır. Defalarca vatan hainliği damgasını yiyen Nazım Hikmet, 1938 yılında bir avuç deniz assubayı ile birlikte “Donanmayı İsyana kışkırtmaktan” hüküm giymiş ama işin aslının kitap okumaktan öteye gitmediği herkesçe görülmüştür. “Şimdiye kadar yapmadıysan da gelecekte yapmayacağın ne malum?” denilerek işlenmemiş bir suç için yıllarca haksız yere hapislerde yatmıştır. Deniz assubayları ile birlikte Erkin gemisinin sintinelerinde iki büklüm hapis yatmış, zulüm ve işkenceler görmüş ve ayrıca insan onuruna yakışmayacak muamelelere maruz bırakılmıştır. İşte onun dilinden haksızlığa uğrayanların vatan hainliği… Hep birlikte okuyalım ve ne kadar vatan haini olduğumuzu birlikte öğrenelim:

“Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt  
hainiyim, ben vatan hainiyim.  
Vatan çiftliklerinizse,  
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,  
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,  
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,  
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,  
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,  
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,  
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,  
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,  
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,  
ben vatan hainiyim.  
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :  
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”

YOKUM DİYORSAN EĞER, SAHİDEN DE YOKSUNDUR!

Biz assubaylar görevde olduğumuz sürece katı kanunların, kural ve yaptırımların boyunduruğu altında hakkımızı arayıp soramaz hale getirildik. Tek başımıza mücadele etmeye kalktığımızda hiç olmadık yerlerden darbeler aldık. İki kişi, üç kişi, beş kişi olduğumuzda askeri isyanla suçlandık. Ne yana dönsek ağaların sopasından kurtulamadık. Namusumuzla, şerefimizle çalışıp ettiğimiz, anamızın ak sütü  kadar helal olan emeğimizin karşılığını bir türlü  alamadık. Vermediler, yetmiyormuş gibi bizim payımıza düşene de göz koydular.

Emekli olduğumuzda ise onca yılın bıkkınlığı ile “illallah” diyenler oldu. Artık asker değilim deyip, her şeyden elini eteğini çekenlerimiz oldu. Üstelik bunlar o kadar çoklar ki… Sessizliği seçtiler, sessizce yok oldular. Kendilerine başka yaşamlar seçtiler, geçmişlerini unutmaya ve unutturmaya çalıştılar. Sessiz oldular ama sessizliğin sesi olmadığını unuttular. “Yokum!” dedikçe, sahiden de yok olacaklarını, hak ve adalet adına sahiden de unutulacaklarını bir türlü anlamak istemediler. Sadece seslerin ayak sesi olabileceğini görmediler, inanmadılar, inanmak istemediler. Çok erken vazgeçtiler:

“Ayak sesleri var başka işiteceksin

Bizlerin ayak sesinden

Toprağın var suların var ağaçların var

Günlerin gecelerin

Sözlerin biçimlerin ayak sesleri

Ayak sesleri elele

Ayak sesleri kıyamet gibi

Işığın ayak sesi

Gölgenin ayak sesi

Seslerin ayak sesi

Çocuğum ilk ağızda bunları belle

(Arif Damar)”

Kimileri eldeki hakları da kaybederiz diye bize düşman gibi baktılar. Uğradıkları haksızlıkları  sinsi yüreklerinde saklayıp verilenle yetinmeyi savundular. Kazansaydık eğer, eğri bile işemeden hazıra konmanın sevinciyle kahkahalar atacaklardı.

Assubayların onur mücadelesi hep bir avuç idealist insana kaldı. Onlar yılmadılar, yokluklardan varlıklar çıkardılar ve mücadele ateşini hep istim üstünde tuttular.

Eylemler yapıldı, yürüyüşler yapıldı ama ne çare ki, aldığımız devlet terbiyesiyle ancak yirmi üç nisan çocukları gibi, Ankara’nın ıssız bir sokağında bayrak sallamakla yetindik. Kendimiz yağdık, kendimiz gürledik. “Aman ona buna slogan atmayın vereceği varsa da vermez!” korkusuna girdik. “Aman polisimizi üzmeyelim, onlar da bizim gibi devlet terbiyesi görmüş insanlar, devletin memuru birbirini üzüyor” dedirtmeyelim diye uğraştık. Yani çok kibarcık oldu eylemlerimiz. Öyle bir hak aradık ki, bizden başka sesimizi duyan olmadı. Bir eylem olduğunu fark edenler de, elde bayrak görünce,  malum partinin mitingi var herhalde dedi.

Oysa öyle bir eylem olmalıydı  ki, yer gök inlemeliydi. Ankara’nın unutulmuş sokakları  yerine, İstanbul’un orta yerinde gümbür gümbür akan bir sel olmalıydık.

İşte bu yüzdendir ki, TEMAD üzerinden gerçek bir mücadelenin verilebileceğine inanmıyorum. Başka yollar, başka alternatifler üretmemiz gerektiğini düşünüyorum. Parasal kaynağını hak hukuk istediğimiz yerden sağlayan ve rica minnet hak talep etmek zorunda kalan bir dernek yapısıyla hangi hakkı, hangi adaleti nasıl alabilirsiniz ki?

YENİ  TEMAD, YENİ OLUŞUM VE GENÇ  KUŞAK ASSUBAYLAR

TEMAD hep yetmişli yılların anısıyla yaşadı ve yaşatıldı. Oysa yetmişli yılların dernekçiliğinin üstünden balyoz gibi bir darbe geçmişti. Üstüne üstlük, bir de günü kurtarma meraklısı yönetimler işbaşına gelince, TEMAD vasıtasıyla hak hukuk aramak iyice hayal olmuştu. Yıllar yılları  kovalarken, internet icat oluverdi. Sonra “facebook” , “blog yazarları” falan derken, herkes gibi assubaylar da sorunlarını özgür ortamlara taşımaya başladılar. Devlet terbiyesi gereğince hak arama adresi olarak sadece TEMAD’a yönelim olduğundan, tüm tartışmalar da o çatı altında birleşmekten yanaydı.

İnternet siteleri peş peşe açıldı. Birleşmeler, ayrılmalar, tartışmalar derken uzun bir sürecin sonunda TEMAD’ın uykuya yatmış yönetimi tahtının sallandığını hissetti ama vaziyeti nasıl kurtaracağını bir türlü kestiremedi. En sonunda yenilikçi hareketlere teslim oldu ve tasını tarağını toplayıp gitti.

Son TEMAD seçiminin en umut verici yönü, yönetime üç başkan adayının talip olmasıydı. Demek ki yıllardır yapılan uğraşılar sonuç vermiş, birileri değiştirmeyi arzulamış ve bunun için savaşmayı göze almıştı.

Elbette eski başkan ve listesinin yeniliklerden yana olduğunu söylemek zor. Buna rağmen eskinin eski kafalılığı olmasa, yenilerin kıymetini kim nasıl bilebilirdi ki? O yüzden bize değişimin bir zorunluluk olduğunu hissettirdiği için eski yönetime ne derece teşekkür etsek azdır. Onlar bir şey yapmamakta ısrarcı olmasa, asla alternatif adaylar çıkmayacaktı. Ortalık şenlenmeyecekti. Bizler de şimdiki beklentilerimizi yine erteleyecek ve başka baharları bekleyecektik.

Yeni Oluşum Grubu, “Sen yoksan bir kişi eksiğiz!” diyerek herkese seslendi. Herkesi mücadeleye davet etti. Eski seçim deneyimlerinden ders aldığını çevresine hep pozitif enerji dağıtarak gösterdi. TEMAD’ın değişimini gerçekleştirecek güce sahip olduğuna inandırdı delegeleri. Hak ve Onur Mücadelesinde beklenen adımların kendileri tarafından atılacağını müjdeledi. Şimdiden assubay camiasını büyük beklentilere sürükledi. Umuyor ve diliyorum ki, Sayın Ahmet Keser ve ekibi başarılı olur ve yüzümüzü sahiden de güldürürler.

Bu seçimde üçüncü bir aday ve liste daha vardı ki, çok eleştirildi ve yıpratıldı. Eski yönetimin denetiminde görev almış olan Sayın Cengiz Erten’di bu aday. Son anda ortaya çıktığı için eleştirildi. Eski yönetimden yana bir bölen olmakla suçlandı. Eskilerin açığını ortaya koymadığı için yargısız infaza tabi oldu.

Seçim günü geldiğinde ise gerçekten de bir bölen olduğu görüldü. Ama yanlış tarafı  bölmüş, değişimi arzulayan Yeni Oluşum Grubu’nun ekmeğine yağ  sürmüştü. Gerçi bunun böyle olacağı belliydi ama insanlar nedense kötü senaryoyu akıllarına getirdiler. Bay Cengiz Erten, eski yönetimin içinde değil miydi? Öyleyse yanına çekeceği delegeler de eski yönetime sempati duyanlardan olacaktı. Yeni Oluşum Grubu kadar kulis faaliyeti yapmadığı ve ortaya geç çıktığı  için de az oy alması kaçınılmazdı. Bu seçim için amaçları sadece kendilerini üyelere göstermek ve yeni dönemin muhalefeti olduklarını kamuoyuna duyurmaktı.

Seçimler bitti ve eski cepheler bozuldu. Şimdi yeni hatlar kuruluyor. Yeni bir iktidar ve yeni bir muhalefet var. Arada yaşanan tartışmaların ve çöp kutularını boylayan e-postaların üzerine sünger çekilmesi ve herkesin birbirine taze bir başlangıç sunması en doğrusu. Çünkü assubayların onur savaşında kişilerin üzerinden siyaset yapmak kadar anlamsız bir taktik olamaz. Kişiler küçük, amaçlar büyüktür.

Assubayların onur mücadelesi, www.emekliassubaylar.org sitesinin başarısıyla, Emekli Assubaylar Güç Birliği Platformunun çetin mücadelesiyle ve de özellikle TEMAD’ın yeni yüzü ile beklenen ivmeyi kazanmış ve gelecek adına umutlanmamızı sağlamıştır. Bundan sonra hepimize düşen görev, bu mücadeleyi sürdürenleri var gücümüzle desteklemek ve sesimizi olabildiğince güçlü duyuracak yeni yollar, yöntemler geliştirmek, bu sağlam temellerin üzerine yeni yeni tuğlalar ekleyebilmektir.

HATTI MÜDAFAA YOKTUR, SATHI MÜDAFAA VARDIR!

Seksen sekiz yıllık cumhuriyet tarihi boyunca bize yapılan haksızlıkları hepimiz az çok biliyoruz. Günlük yaşamımızda her gün yüreğimizi burkan acılar yaşıyoruz. Kimimiz siniyor, saklanıyor. Kimimiz eldekiyle yetinmeyi savunuyor, devlet terbiyesine yakışmayacak eylem ve davranışların zümremizi zarara sokacağını düşünüyor. Açıkçası, eldekilerin de alınacağı korkusunu taşıyor ama söyleyemiyor. Bu davaya gönül veren bizler ise hakkımız olanı söke söke almanın yolunu, yöntemini arıyoruz, onurlu mücadelesini veriyoruz.

Öyleyse daha derin düşünmeli ve olaylara daha farklı bakmayı becerebilmeliyiz. Kendi kuytularımıza çekilmekten sıyrılmalı, mücadele alanını genişletmeliyiz. Hattı müdafaa etmekten vazgeçmeli ve mücadeleyi geniş satıhlara yaymalıyız.

  • Bundan sonra gazetelere eciş  bücüş ilanlar vermek yerine, meramımızı tam anlatan kısa ve öz şeyler söylemeliyiz.
  • Bundan sonra terk edilmiş sokaklarda kibarcık mitingler yerine, tüm medyanın gözü önünde, İstanbul’da Taksim’de eylem düzenlemeliyiz.
  • Bize asla sendika hakkı tanımayacaklar. O yüzden resmi ya da gayrı resmi sendikal faaliyetlere yönelmeliyiz. Çağdaş ülkelerde nasıl askerin sendikası oluyorsa, Atatürk’ün modern Türkiye’sinde de bizim hakkımız olan sendikamızı  istemeliyiz. Vermiyorlarsa, diretmeliyiz.
  • Daha çok kişiye ulaşmalıyız. Özellikle sanal ağlarda kayıtlı üyelere ulaşacak e-dergi projesi üretmeliyiz. TEMAD Dergisi üzerinden söyleyemediklerimizi ya da söyleyemeyeceklerimizi bu e-dergi üzerinden kitlemize ulaştırmalıyız.
  • Tüm emekli assubayların kabuğundan sıyrılmasını ve toplumun içine girmesini sağlamalıyız. Bu kapsamda, herkes hangi görüşe inanıyorsa, o doğrultuda siyasi partilere üye olmalı ve gidebildiği yere kadar gitmeli. Delege olmalı, yönetici olmalı ve mutlaka assubayların onur savaşını  o mecralara taşımalı. Bu konuda hedef, özellikle meclise giren partiler olmalıdır. Ne söylediği bile belli olmayan tuhaf adamların ve grupların partisinden uzak durulmalıdır.
  • Bir sonraki seçim döneminde mecliste sesimizi duyurabilecek en azından üç-beş milletvekili sokmayı  denememiz gerekir. Artık zümremizi kandırmaya yönelik, göstermelik yapıldığı belli olan aldatmaca önerge ve tekliflere rıza göstermemeliyiz. Hangi şehirden nasıl milletvekili seçebileceğimizin hesabını şimdiden yapmalı ve alt yapısını oluşturmalıyız.
  • Bulabildiğimiz ya da ilgimizi çeken tüm yasal derneklere, kurslara ve benzer yapıdaki kurumlara üye olmalıyız. Bu ilçemizdeki Avcılar Derneği de olabilir, AKUT gibi deprem ve insani amaçlı yardım dernekleri de. Hatta spor kulüpleri bile bu kapsamda ele alınabilir. Bu topluma assubayların insan yüzünü de göstermemiz gerekir. “Bir assubay bile benden fazla maaş alıyor” diyenlerin bizimle tanışmasını mutlaka sağlamalıyız. “Eşidin olarak gördüğün Kıdemli Albaylara da bir şeyler fısıldasana” diyebilmeliyiz.
  • Kapasitemiz varsa, maddi kaynak temin edebilirsek; internet üzerinden yayın yapan televizyon kurmayı  denemeliyiz. Buradan en azından kendi kitlemize kendi programlarımızla sesimizi duyurmamız olasıdır.
  • TEMAD şubelerini yeniden ele almalı  ve kültürel etkinliklerin de tertiplendiği güzide yerler haline getirmeliyiz. Söyleşiler, paneller düzenleyebilmeliyiz. Emekli assubayların  “okeye dönmenin” ötesinde yetenekleri de olduğunu, bilgi ve kültür seviyesinin “kendini beğenmiş ve kutsamış”  pek çok meslek erbabından yüksek olduğunu uygulayarak göstermeliyiz.
  • Hiç oy almayacağını farz etsek bile, sırf oy pusulalarında gözükmesi için bir siyasi parti kurma yolunu da seçenekler arasında tutmalı ve değerlendirmeliyiz. Her yerde TEMAD şubesi olduğuna göre, uygun hamlelerle seçime girecek şartları sağlayabilmemiz mümkün. İş, çarpıcı bir parti amblemi seçmekte ve o amblemi etkin bir silah olarak kullanmakta.

Elbette ki, mücadelemizi daha etkin kılacak nice seçenekler bulunabilir. Bunlar benim sıkça dile getirdiğim fikirler. Daha nicelerini aramızda yapacağımız beyin fırtınalarıyla üretmemiz mümkün. Açıkça söylemek gerekir ki, bu süreçte bize en çok lazım olan şey; akıl ve cesaret.

TEMAD yönetimindeki değişiklikten sonra artık yarınlara daha bir umutla bakabiliyoruz. Üstelik “Yeni Oluşum Grubu” tek seçenek de değil. Hemen ardında bekleyen ve kendilerine “Genç Kuşak Emekli Assubaylar” diyen yepyeni bir oluşum var. Zaman içinde bu grup da kendisini ve hedeflerini kamuoyuna duyuracak ve mücadelemize kendi bakış açısından katkılar sağlayacaktır. En azından iyiye, güzele ve doğruya ulaşma yönünde alternatif bir seçenek olacak ve muhalif söylemleri ile davamıza ne derece sahip çıktığını, ne kadar inandırıcı ve samimi olduğunu zamanla gösterecektir. Eldeki seçeneklerin birden büyük olması o dava için bereketin bir göstergesidir.

Cumhuriyetimizin seksen sekizinci yılına kavuştuğumuz bu gün, yarına umutla bakmayı tercih ediyorum. Yarın ya da çok yakında assubaylar için güneşli, aydınlık ve güzel günlerin geleceğine inanıyorum. Kendimi avutacak sebeplerim var. Tıpkı şairin dediği gibi:

“İçimden hep iyilik geliyor 
Yaşadığımız dünyayı seviyorum 
Kin tutmak benim harcım değil 
Çektiğim bütün sıkıntıları unuttum 
Parasız pulsuzum ne çıkar 
Gelecek güzel günlere inanıyorum 

Gelecek güzel günlere 
Sonunda galip geleceğine eminim 
İyiliğin, zekânın ve cesaretin 
İmanım var zaferine 
Aşkın, adaletin ve hürriyetin

Şairleri peygamberleri düşünüyorum 
Yaşamak o kadar tatlı ki 
Daimî bir sevgi içinde 
Galip sesini işitiyorum hakkın 
Asırlarca zulme ve işkenceye

Necati Cumalı/Son


Aydın Kulak

(Kaynak gösterilerek ve yazar adı  belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.)

NOT: TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı kapsamında, 12 Kasım 2011 Cumartesi günü saat 18.00’da Sokak Kitapları Yayınevi (Salon-2 Stand-107A) standında imza günü etkinliğinde bulunacağım. Kitapsever dost ve meslektaşlarımla karşılaşmak ve tanışmak beni mutlu edecektir.

YORUMLAR

  1. Ersen Gürpınar dedi ki:

    Haksızlığa,hukuksuzluğa isyanına dile getirip birçok meslektaşımızdan daha azim ve özveri ile mücadaleye destek veren meslekdaşımızın eşi,kardeşimiz Sn.Gülbin YILDIZ’ın bu yazısından meslektaşlarımız,muhataplarımız ve mücadeleyi sekteye uğratmak isteyenlerin alacakları dersler olduğunu düşünüyorum. Eline yüreğine kalemine sağlık sevgili Gülbin YILDIZ

  2. Hüseyin ÇETİN dedi ki:

    Çanakkale seramik ve şampanya rengi boya hikayesini hepimiz yaşadık. Bizim umutlarımız hükümet yetkilileri ve Genkur.Bşk.nının iki dudağının arasında. Ama nedense onların iki dudağı o kadar kin ve nefret dolu ki iyileştirmenin aksine bizleri ÖTELEYEN kanunlar çıkarılmaktadır. Bu ÖTELEMELER nedeniyle iki zümre arasındaki uçurum artmış, kin ve nefret büyümüştür. Bu gün anket yapılsa emeklisi de görevdeki assubayıda ağzını açtığı zaman nefret sözcükleri çıkacaktır. Sayın Gülbin YILDIZ’a meselemize gönül verdiği için teşekkür ederim. Son 11 yıldaki Genkur.Bşk.larımız ve AKP hükümeti Silahlı Kuvvetleri bitirdiler adeta silahlı olmasına rağmen SİLAHSIZ BİR KUVVET yarattılar, ne kadar gurur duysalar azdır. İLAHİ ADALET BU DÜNYADA TECELLİ ETMESE DE HESAP GÜNÜ ÖTELEMELERİN HESABI ELBETTE SORULACAKTIR.

  3. Gülbin İnan Yıldız dedi ki:

    Yaklaşık 15 aydır facebook ,tweeterdan dilimiz döndüğü kalemimizin yazdığı kadarıyla bir şeyler karaladık.Çünkü haklı olduğumuza zaten inanıyorduk.Mücadele ruhuna sahip olmanın azmiyle başarıya gitmeye çalışırken yeniden yapılanma sürecine girdik.Bayrak yarışında değil hak alma yarışındaydık aslında.Mücadelemizin bir şekilde sekteye uğradığına inanıyorum.Daima birlik ve beraberlik içinde olunmasından yanayım.Bu mücadelede yine hak eden kazansın.Yine assubaylar kazansın.Sabırla beni okuma zahmetine katılan herkese TEŞEKKÜR ediyor,İyi Bayramlar diliyorum.Hoşçakalın.