Dile kolay, aradan çeyrek asır geçmiş. Fakat “Emret Komutanım” kitabını elinize alıp okuduğunuzda pek çok şeyin hiç değişmeden durduğunu görüyorsunuz. Hatta bazı konularda durumun daha da kötüleştiğini söylemek olası… Örneğin, o zamanlar en azından Uzman Çavuşlar sorunu yoktu. Ordumuzun üst kademesinde bulunanlar, geçen zaman içinde, küstürülmüş bir kitle daha yaratmayı başardılar nitekim.
Kitaptan bazı çarpıcı tespitleri belirteceğiz şimdi. Bunlar 1986 yılında söylenmiş. O dönemde kamuoyuna sunulmuş. Eğer zamanında durum değerlendirmesi yapılsaydı ve çözüme yönelik adımlar atılabilseydi, çok yakın tarihimizde yer alan bir takım üzücü olaylar hiç yaşanmamış olabilirdi. Keşke diyoruz, keşke hem asker kesimi hem sivil kesim bu kitaptan yeterince ders çıkarabilseydi…
İşte birbirinden ilginç satırbaşları:
Subay ülkeyi nasıl görüyorsa, sivil de o şekilde görmelidir. Sivil’e o şekilde göreceği, aynı değerleri ve değer yargılarını vermek gerekir. Böyle bir eğitim verilmedikçe asker-sivil sürtüşmesi sürecektir. Atatürk, bu ilkeleri ve vatanı bana (Türk Subayına) emanet etmiştir. Sahibi benim.
Türk subayının da okumaktan fazla zevk aldığını ve ne kadar işi olursa olsun kendine okumak için vakit ayırdığını söyleyemeyiz. Bu okumadan kopma, meslek eğitimini etkileyeceği gibi, subayın aldığı önemli rolde kendini günün koşullarına ve sorunlarına, dünyada olup bitenlere uyum sağlamakta güçlük çekmesine de yol açar.
Subaylarda evlenecek eş seçimi kariyer açısından önemlidir. Rütbe terfilerinde ve özellikle generallik aşamasında etkin hale geliyor.
Subay eşleri arasındaki rütbeye sahip çıkma veya rütbeyi kullanma, kocalardan çok daha fazladır. Bazı eşler için rütbe alamamak kendinden çok eşini (hanımefendiyi) rahatsız eder.
Kurmaylık öylesine önemlidir ki, bazen evlerde aile kavgasına bile konu olur. ‘Hâlâ kurmay olamadın. Bak sınıf arkadaşın nerede’ diye bağırmalara rastlanır.
Batı’da askerlik bir meslek olarak uygulanıyor. Bizde ise bir hayat tarzı olarak kabul ediliyor. Batı’daki subay sadece askerlik değil meslek de ediniyor. Sivil dünya ile ilişkisi sürüyor. Onlarda askeri liseler yok. Amerikan ordusunun subay kaynağı, Harp Okulları, er ve assubay okullarından yetenekli gördüklerini alma olanakları ve sivil üniversitelerden gelenler. Bizde ise tüm bunlar göstermelik olarak uygulanıyor.
Bizde ülkenin koşullarından ve geleneklerden dolayı giderek yoğunlaştırılan “Atatürk İlkeleri ve Ordunun Vatanı Koruma ve Kollama Görevleri” ise, Batı ülkelerinin hiç birinde görülmüyor. Askere sadece dışarıdan gelecek saldırıya karşı, kendisini ve ülkesini “koruma” sanatı öğretiliyor.
Batı’nın disiplin anlayışı oldukça farklı! Amerikalı bir teğmen görev başında değilse, subay kulübünde veya bir eğlence yerinde karşılaştığı komutanına küçük adıyla hitap edebiliyor. Rahat davranabiliyor. Bundan kimse gocunmuyor. Bizde ise askerlik özel yaşamın da içine girmiş. Komutan her yerde, her zaman komutan… Daima ayrıcalık bekliyor ve istiyor.
Batı ordularının bir diğer karakteristiği de, kendilerini tamamen sivil yönetimin emrinde görmeleri. Denetimler ve yapılan eleştiriler normal karşılanıyor. Bizde ise ordu; üstün ve dokunulmaz. Yönetimsel konularda (ülkenin) istediği gibi ahkâm kesebiliyor.
Batı ordularında en üst düzey general terfileri ve ordu-kuvvet komutanlarının atamaları bizden farklıdır. Bizde bu atamalara sivil hükümetler, kesinlikle karışmazlar. Batı’da ise Genelkurmay Başkanlarının önerileri arasından seçimi sivil kanat, yani Milli savunma Bakanları yapar. Genelkurmayın önerileri dikkate alınır. Fakat geri çevrildiği de olur. Bazen genelkurmay başkanının bunlardan haberi dahi olmaz.
Milli savunma Bakanlığı bizde işlevsiz bir bakanlıktır. İnşaat ihaleleri ve para bulma işlevi dışında etkisiz ve yetkisiz bir kuruluş durumundadır.
Avrupa’daki akademilerde kurmay subaylar için tartışma ortamı yaratılır. Subayın düşünmesi tahrik edilir. Bizdekilerde ise sadece ders veriliyor.
Generallere ve subaylara tanınan ayrıcalıklara ise şu tespitlerle değiniyor: “Subay Orduevlerindeki özel katlar; Sheraton Oteli’nin kral daireleriyle karşılaştırıldığında zevk yönünden epey farklı olmasına rağmen lükslük açısından başa baş denilebilir. Bu özel katlar, genelde orgenerallere tahsis ediliyor.
General olunca yani paşalıkta yaşam tamamen değişiyor. Paşalara en çok ilgiyi siviller gösteriyor. Özel sektör olsun, bürokrasi olsun, daha küçük düzeydekiler ile mahallelilerin olsun daima yakın ilişki kurmak istedikleri bir ‘dost generalleri’ vardır. Çeşitli niyetlerle (Hava atmak, torpil ve yardım talebi, darbe ya da özel durumlarda bir tür güvence) bu dostluğu sürdürür ve kullanırlar.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üst yönetimini en çok kızdıran tespitlerden birisi de Jandarma Genel Komutanlığı’na ilişkin söylenenlerdi. M. Ali Birand’ın yorum ve değerlendirmesine göre, T.S.K.’nin ana gövdesini oluşturan kuvvetler (Kara-Deniz-Hava), Jandarma’yı kendilerinden görmüyor ve daha çok Polis Teşkilatına benzediğini düşünüyorlardı. Hatta Birand daha da ileri gidiyor, bu iki arada bir derede kalmışlık nedeniyle, Jandarma Genel Komutanlığı için “Talihsiz Kuvvet” tabirini kullanıyordu.
Assubayların eylemler yapıp sokaklara taştığı dönemlerde (1970 ve 1975) pek çok gazeteci ve yazar, konuyu dile getirdi ve assubaylara destek verdi. Yine de kimse assubayların sorunlarını gerçekçi olarak ortaya koyamadı. Kim olduklarını, ne istediklerini ve hangi haksızlıklara uğradıklarını kamuoyuna tam olarak anlatamadı. Assubaylarların farklı dünyasına derli toplu olarak ilk kez bakabilen kalem sahibi Mehmet Ali Birand oldu. Onları önce anlamaya, sonra yazmaya çalıştı. Ordu içinde yapılan ayrımcılığa çuvaldızı soktu. İltihabı akıttı. Yıl 1986 idi. Hâlâ 12 Eylül İhtilalı’nın güçlü generalleri iş başındaydı. Bir takım tehlikeleri göze almadan gerçekleri kamuoyuna sunmak o kadar da kolay değildi anlayacağınız.
Şimdi, M. Ali Birand’ın assubaylarla ilgili tespitlerine göz gezdireceğiz. Onun değerlendirme ve yorumlarıyla assubayları ve sorunları nasıl tanımladığına değineceğiz:
Assubayların sorunlarını keşfedip Türkiye kamuoyuna sunmasının yanında, ordu personeli ile maaş kıyaslaması yapanlara da, kitap içeriğinde, M. Ali Birand tarafından okkalı bir cevap verilir:
Askeri sivilden ayıran en önemli unsur 24 saat görev yapmasıdır. İç Hizmet Kanunu’na göre bir asker yirmi dört saat görev yapmakla sorumludur. Bu ne mesaidir ne icaptır, tamamen görevdir. Devlet memurlarının önemlice bir bölümünde olduğu gibi ‘Tamam, saat 17.00 oldu, büro kapandı’ diyemez. İstese dahi bunu yapamaz. Komutan karargâhtan ayrılmadan kimse birlikten çıkamaz. Cumartesi-Pazar bile durum böyledir. Her şey komutana bağlıdır. Bunun gecesi gündüzü, yazı kışı yoktur.
Maaşlarını assubaylarla kıyaslayanların bu gerçeği dikkate alması gerekir. Kaldı ki daha bu işin tatbikatları var, denetlemeleri var, vardiyalı nöbet sistemi var. Yediğinize, içtiğinize ve hatta tuvalet ihtiyacınıza bile karışıldığı, her şeyin emir-komutaya bağlandığı durumlar var. Kimi memur kesimi; hem ek mesai ücreti alır, icap parası alır, hatta döner sermayeden pay bile alır ama yine de maaşını, gözüne kestirdiği assubay kesimi ile kıyaslamadan yapamaz. Aslında kendilerine biçtikleri rol daha yukarılardaki rütbe ve makamlardır lakin oradakilerle kıyaslama yapmaya cesaretleri yoktur zannımca.
Aydın Kulak