Saygıdeğer Halkım,Basın Mensupları, Belediye Başkanım, Valim, Amiralim, Generalim, Komserim, Padişahım,
Ben 70 yaşına merdiven dayamış bir Astsubayım. On dört yaşına kadar olan hayatımın bölümünü pek hatırlamıyorum. Ancak hatırladığım kadarıyla anamın, babamın içinde bulundukları yoksulluk, toplumla eşdeğer bir yoksulluktu. Hiç birimiz aç değildik. Köyde topraktan evimiz vardı. Bahçemizde tavuklarımız, kazlarımız, damda ineğimiz, ahırda atımız, çayırda üç beş kuzumuz vardı. Yoğurdumuz, kuru fasulyemiz, buğdayımız vardı.
Köyümüzden çıkıp Türk Silahlı Kuvvetlerinin saflarına katıldığımda, ütülü şık elbiseler, deri ayakkabılarla tanıştım. Daha doğrusu bunlar beni cezbetti. Kolumdaki rütbeler arttıkça mesleğimin içinde yoğruldum. Allah devletimize zeval vermesin. Çalıştığım koşullardan şikayetçi olmamayı öğrendim. Devletin kudretine leke getirmekten korktum.
Bizlerin görev yaptığı zamanlarda Kamu işçileri çok fazla idi. O zamanlar sendikalar, onların sosyal kazanımlarını kopara kopara alırdı. Her bayram harçlıkları verilirdi. Maaş ikramiyeleri olurdu. Üstüne üstlük maaşları da hep bizden çok fazla olurdu. İçimden kendi kendime sorardım. “Neden?” Neden bir siyasetçinin oy toplama kaygısıyla fabrikalara depolanan insanlar benden fazla maaş alırdı? Neden ben hala bu işe kilitlenmiştim? Çıkıp gitsem bir siyasetçinin paltosuna yapışsam, ben de bir fabrikaya kapağı atsam. Tersanede işçi olsam, madende çalışsam diye iç geçirirdim. Sonra da kulaklarıma fısıldanmış olan cazibeli kelime olan “Komutanım”ı işitince hepsini bir kenara bırakır işime dört elle sarılırdım. Bir taraftan sırtıma yazılmış on beş yıl vardı. Avunmak için kendi kendime derdim ki; “-Bizim de lükslerimiz var elbet. Ordu evinde hafif enstrumantal müzik eşliğinde ucuz kahvaltı yapmak, askerin getirdiği çayı yudumlamak… Ohhhh…” Sonradan anladım ki kafasını kuma sokmuş bir kazdan farkım yok. Benim sosyal imkanlarımın tümü başka kamu kuruluşlarında da vardı. Sümerbank’ın fabrikalarının tesislerinde, Devlet Su İşlerinde, Orman İşletmelerinde…. Her yerde… Ama halk onların değil bizim keyif sürdüğümüzü görüyordu. O zamanlar bizim reklamımız yapılıyor gibi gelen bu laflar kulağımızı hoş tırmalardı.
Ben varmam inekliye,
Yoğurdu sinekliye,
Allah nasip eylesin,
Omuzu tüfekliye…
Şarkılar bizi söylerken ve dillerde nağme adımız olmuşken, rüzgarın tersten estiği durumlar da olurdu. Eeee dilin kemiği yok ki… Asker bu… 20 yaşında hayatı öğrenmeden gelmiş. Birazcık sohbet etsen, bir iki lakırtıdan sonra diyeceği laf belli. “Komutanım siz bu işi bunca yıl tel örgü içinde nasıl yapıyorsunuz yavvv?” Tezkereyi alınca da söyledikleri belli. “ Bizim bir Yüzbaşı vardı. Baba adamdı. Bir gün astsubay kıdemli Çavuş nöbetçiydi, beni dövdü. Adamların bir eli yağda bir eli balda…” Zaten askerlik anılarının adı çıkmış.
Bir de aybaşlarımız vardır bizim. Kadınlarınki gibi ağrılı geçer. Devletin rütbeli memuruyuz. Bir yere borç tak da göreyim. Hemen önce ayıplarlar, sonra da işten atarlar. Biz bu terbiye ile ay başı gelince borçlarımızı öder, kalan para ile ayın ortasını getirmeye çalışırdık. Bir dönem vergi iadeleri alıyorduk. “Benim memurum işini bilir.” modunda legalleşmiş bir tarzda 30 kg salatalık,400 ekmek fişleri ile vergi iadelerini alır, tıpkı kafası suyun içinde olan birinin, kafasını çıkarıp derin nefes alıp kafasını tekrar suya sokması gibi bu paralarla bir nefeslenir, kendimizi tekrar parasız günlere adapte ederdik. Mağrur ve gururluyduk. Başımız dikti. Bazen şunları da duyardık. Pazardaki esnaf bile bizim askeri servislerin ayrıldığı saate kadar fiyatları sabit tutarlar, sonra indirime geçerlermiş. Hey baba hey…
Yıllar, bir taraftan su gibi akıyordu. Bir çok cumartesimiz, pazarımız, bayramımız ve tatillerimiz mesainin üzerine gelen nöbetler yüzünden burnumuzdan gelirdi. Çocuklarımız, hanımlarımız evlerimizde kertenkele yavruları gibi bizleri beklerdi. Baba eve gelecek de şöyle bir alışverişe gidilecek. En büyük zevk… En büyük mutluluk… Derken geldi çattı emeklilik. Çalışan ve halinden memnun olmayan biri için emeklilik iple çekilesi bir şeydir. Hiç düşünmeden koyarsınız masanın üzerine dilekçeyi… Elinde “Ful As”ı olan bir kumarbaz gibi bir sevinç kaplar içinizi… Buğulu ama yine de beyaz bir gelecektir hayalinizden geçen… O zamanlar birinci dereceden emekli olmak çok zordu. Altı yıl doksan üzeri sicil almak gerekiyordu. Bunu bilen sicil amirlerinin çoğu bu durumu şantaja çevirmişti. Soruyorum hala… Neden?… Neden?… Yirmi yılını bir mesleğe verip tam sırtını sandalyeye yaslayıp, tecrübesi, bilgisi, birikimiyle kılavuz olacak birinin önüne çıkarılan bu engel tüm motivasyonu yok ediyordu. Bir çoğumuz bu işkenceye dayanmak istemeyip, “al atını, ….. tımarını” dedik. O yıllarda açık öğretim diye bir şey kurulmuştu. Sağolsun Yılmaz Büyükerşen. Adını tüm assubayların saygıyla anması gereken bu profesörümüzün büyük çabaları sayesinde binlerce memur yüksek öğrenim imkanına kavuşmuştur.
Şimdilerde emekliyim. Sanmayın ki, çok rahatım. Sanmayın ki, açım. Asla… Evde diz dize oturduğum kader arkadaşım, benim mahkumum ve mahdumum ile gün sayıyoruz hala… Hesaplar farklı ama cetveller aynı…
Kahveye çıkmak, gazete okumak, bir yerlere gitmek, birileriyle tanışmak vaktimi alsa da moralimi bozuyor. Beni Türk Silahlı Kuvvetleri kandırdı. Beni devlet kandırdı. Hiçbir değerine sahip çıkmadıkları gibi bana da sahip çıkmadılar. Bu kandırılmışlıkta yalnız olmamam tek tesellim.
Bizim mahallede çok emekli var. İçlerinde en az emekli maaşı alanlardan biri benim. Mahalleyi değiştirsem, şöyle daha kendime göre gariban işi bir yere gitsem mi diyorum. Bazen kendi kendime keyif yapıyorum. İyi ki şu külüstür evi almışım. Yoksa ne olurdu halim… Sonra birden kirada yaşayan emekli astsubay arkadaşlarım aklıma geliyor. Onların durumunu düşünüyorum. Kendi kendime sormuyorum nasıl başardıklarını? Sorun haznem dolu.
Mektubuma başlarken size kendi durumumu arz edeceğim dememiştim. Hatta bu mektubumu en çok okuyabilecekten, en az okuyabileceğe göre hitap etmiştim. Hem hile, hem aldatmaca yaptım. “Arz-ı halimdir” dersem dinlemezdiniz. Biraz emrivaki yaptım. Özür dilerim. Bu benim durumum…
Köye gitsem, tavuklarımın, kuzularımın başına geçsem diye gördüğüm, sabahlara dinç uyanmak, ağrılarımdan kurtulmak için kurduğum, uyku getiresi hayallerim, bir ırmağın şırıltısı gibi… Parlak… göz kamaştırıcı… Güzel…
Yaşamak çok güzel, hayallerde de olsa…