Ufacık çocuktuk onunla tanıştığımızda… Küçücük sıralaırmıza oturmuş öğretmenimizin anlattığı dersi dinlerken birden o sesle tanıştım. “-Çıkarın kağıtları sınav yapacağım.” O an ne kadar sevinmiştim. Yine yeni bir oyun oynayacaktık. En çok bilen kazanacak idi. Bu oyunumuz gün geçtikçe ciddileşti. Öğretmen, bu oyunda başarısız olanlara kızmaya başlamıştı. Yavaş yavaş “sınav”ın bir oyun olmadığını öğrenmeye başlamıştım.
İlkokulda okurken sınavlarımız klasik olur ve beş soru sorulurdu. Sınav kağıdını arkalı önlü doldurur verirdik. Öğretmenimizin, konuyu bilmesek de belki çok yazmış veya güzel yazmış diye yüksek not vereceğini umut ederdik.
Sonraları ortaokula başladık. Her dersimize değişik öğretmenler geliyordu. Hayatımın ilk kötü notlarını orada almıştım bir çokları gibi… Bir taraftan da çok üzülüyor ve sınav kâbusları yüzünden bir türlü başka bir şeye konsantre olamıyordum. O kadar çalışmaya rağmen sınava girince hata yapıyordum.
Kopya denen şeyle o yıllarda tanıştım. Öğretmen sınıftan çıkar ve arkadaşlar kendi aralarında konuşmaya başlarlardı. Sınıfın çalışkanları da kopya vermek istemezlerdi. Bin bir türlü kopya çekme metotları arasında en bilineni masa üstüne, silgilere, kalem kenarlarına formül yazma idi. O kadar çok matematik formülü vardı ki… Ve Tarih… Tarihçinin her seferinde, “tarihler önemli değil önemli olan olayların doğru bilinmesi” demesine rağmen sınavda karşımıza bir şeyin hangi tarihte olduğuyla ilgili sorular gelirdi. Böylece tarih dersi sınavı kopya çekmek isteyenlerin antrenman sahası gibi idi.
Ne olduysa ortaokul bitince oldu. Öğretmen sınıfa askeri okul müracaat formları getirdi ve sınıfta birkaç öğrenciye verdi. Ben de onlardan biriydim. Bu öğrencilerin genel özellikleri sınıfın çalışkan ve maddi durumu fazla iyi olmayan aile çocukları olmasıydı. Hâttâ çalışkan bir arkadaşıma da aynı formu vermişti de sonradan o formu ondan almıştı. Neden aldığını şimdi anlıyorum.
Henüz on dört yaşında fakirliğin şekillendirdiği bir hayat. O sıralarda astsubaylık gömleği biçilen gençler ne kadar mutludur. Aileler kimbilir ne kadar gururludur. “-Benim oğlumun dersleri iyi. Bak öğretmen; astsubay okulunu kazanır, diyor.” Oysa o çağlardayken şunu düşünemezdik. Öğretmen köyün ağasının oğluna niçin bu mesleği tavsiye etmiyor? Çalışkanız ya… Akıllıyız ya… Sanki aklımız, şans gibi gökten zembille indi ya… Bazen düşünüyorum da kız olmak varmış. Sonra şiddetle karşı çıkıyorum. Yok yok yok… Düşünsenize, okulda çalışkan bir kız öğrencisiniz. Ekonomik eksiklikler de diğer tarafta. Zaten kız öğrenci olarak başarısız olunca ailenizin elini kolaylaştırıyorsunuz. Başarılı olunca korkarlar ne de olsa baş kakıntısından… Sonuç her iki ahvalde de haydi yavrum kocaya… “Neyse bu konuyu bırakalım.” derken son söz etmeden de geçemeyeceğim. Acaba bizi kocaya mı verdiler? Ne de olsa koca bu… Döver deeee, söver de…
Liseli yıllar sınav hayatımızda en ciddi yerleri tutar. Bizler bu sınavlar sayesinde hayatımızın geri kalanını şekillendiriyoruz. Kuşkusuz, o yıllarda aldığımız notların niceliği bizim ilerideki hayatımızın geçerliliği ve yine o yıllarda aldığımız notların niteliği ise bizim toplumumuzun geldiği medeniyet seviyesi olsa gerek.
Geldik askeri liseye; ahhhh ahh çektiğinizi duyar gibiyim ama şimdilik kalem bende. Ben anlatacağım. Varsa sizin de anınız artık yorum yazarsınız.
Liseli yıllar öğrencilerin öğretmenlerle çok uğraştığı yıllardır. Ne de olsa bir kişilik arayışının başladığı bu yıllar, insanın en eleştirel çağlarını da oluşturuyor. Bir sosyoloji öğretmenimiz vardı. Üsteğmen rütbesinde olan bu öğretmenin bilindik terminolojisini artık ezberlemiştik. Hâttâ işi ileri götürüp ders kaytarma yolu olarak zaaflarını kullanıyorduk. Sınıf tahtasının kenarına rütbesini “Öğretmen Yüzbaşı” yazıyorduk. Zavallı hemen kollarına bakardı. Şeritli denizci üniformasındaki rütbelerinin Yüzbaşıya benzemesi, onun üsteğmenden çok yüzbaşı zannedilmesi çok hoşuna giderdi. Sınıfa girerken yüksek sesle dikkat çekince ve “ 2 G sınıfı Sosyoloji dersinde emir ve görüşlerinize hazırdır Yüzbaşım.” diye tekmil verince iyice gevşerdi. Hâttâ bir arkadaşımız daha da ileri gitmiş ve “Binbaşım” diye hitap etmiş idi. O da gülümseyerek “olacağız inşallah” diye iç geçirmişti. Kimbilir ajandasında Cumhurbaşkanı olacağı tarih de işaretli mi idi diye şimdi kendi kendime soruyorum. Bu öğretmen sınıfta ders verirken Deniz Harp Okulunda derse girdiğini laf arasına getirip sokuştururdu. Bu derste Harp Okulunda derse girmenin bile bir önemli şahsiyet göstergesi olduğu izlenimini almıştım. Ne de olsa her öğretmen Harp Okulunda ders veremezdi, diye düşünüyordum.
Acı tatlı anılarımızın olduğu o yıllarda, içimizde bir isyan büyütüyorduk. Ufacık çocukken denetleme olacak diye yaptığımız temizliğin, geçirdiğimiz uykusuz gecelerin, dikildiğimiz saatlerin, yaşadığımız streslerin haddi hesabı yoktu. Elbiselerimize numara dikeceğiz, dolaplarımız muntazam olacak, yatak çarşaflarımız gergin olacak, her şeyimiz ütülü olacak. O kadar çok sıkıyorlardı ki, neredeyse uyurken bile bacaklarımızı kıvırmamızı yasaklayacaklar idi. İlk protestolarımız, başkaldırışlarımız o yıllarda başladı. Gece yatağımızdan kaldırılıp ceza talimi yaptırılıyor idik. Bu ceza talimini hangi sınıflar yapıyor ise diğer alt ve üst sınıflar çocuk akıllarıyla kıs kıs gülüp seyrederdi. Bir sınıf amiri yüzbaşının ceza taliminden sonra, herkesi sıra dayağına çekerken attığı tokatlar yüzünden saatinin düşmesine sinirlenmesi, o anda orada vururken saatinin düşmesine vesile olan çocuğu çift el ile tokatlamaya girişmesi, hiç gözümün önünden gitmiyor. Şu an bunları yazarken bile gözüm yaşardı. Allahım! Ne kadar çok korkuyorduk.
Bize sıkı sıkı tembih edilen sözleri sıralamak, elimize tutuşturulan notları ezberlemek için o kadar çok çaba sarf ediyorduk ki, denetleme çalışmalarında sınıf amiri gelip soru sorunca suratımız korkudan pancar gibi kızarıyordu. Yanımıza yaklaşınca kalbimiz küt küt artıyordu. Aslında denetlemeden hiç korkmuyorduk da hazırlıkları canımıza yetmişti.
Elimize tutuşturulan M-1 tüfeklerini düşününce şimdi daha da ürperiyorum. Herkesin 14-15 yaşlarında çocuğu vardır. Düşünün ki, sizin o yaşlarda çocuklarınıza birisi gelip 20 yaşındaki kişiye yaptırılan temel askerlik eğitiminin aynısını yaptırıyor. Tüfek söküp takmalar, sürünmeler, yatmalar, kalkmalar, manga çalışmaları, tüfekli yürüyüşler… O zaman aramızda çok küçükler de vardı. Bazen onların komik görüntülerine gülerdik. Silahı taşıyamazlardı. Zaten boyları silahtan birazcık büyük idi. Silahı omzumuza doğru yerleştirelim, zıplatıp kaydırmayalım diye köprücük kemiklerimizin üstü kızarırdı.
Tüm bu denetleme ve temel askerlik eğitimlerinin stresine bir de lise dersleri eklenince, o küçücük bedenlere ne kadar çok bilinçsizce yüklenildiğini şimdi çok iyi anlayabiliyorum.
Sonra ne oldu? Diğerlerinden ne farkımız oldu? Çok iyi asker mi olduk? Çok vatansever mi olduk? Çok itaatkâr mı olduk? Devlete uzun yıllar ihtiyarlayana kadar hizmet mi ettik? Boyumuz mu uzadı? Hayır… Kimseden üstün bir tarafımız olmadı. Sadece en güzel yıllarımızı çaldılar. Sanki öldürmek istedikleri hayallerimizi öldüremediklerinden bizi bir kafes içinde tutmaya çalıştılar. Her şeyi yasaklarla halledebileceklerini zannettiler.
Lise üçüncü sınıfta üniversite giriş sınavı olduğu gün, hafta sonu iznine çıkanlar belki sınava falan girerler diye, mevcut alıp sınavın başlama değil, bitiş saatine kadar beklettiler. Sadece üçüncü sınıfları değil, diğer sınıfları da beklettiler. Sözde, sınava girilmemesi sebebiyle çıkarmadıklarını kamufle edecekler.
Subayların yetiştirildiği Askeri Okullar da vardır. Oralarda da birtakım ezalar ve cefalar çekilmiştir. Onlar da kimbilir neler anlatırlar. Bir astsubay okulu öğrencisi ile bir subay okulu öğrencisinin arkadaşlıkları bu yıllarda biter. Hemşeri, arkadaş veya akraba oldukları için Kuleli’de okuyan bir genç ile Beylerbeyi Astsubay Hazırlama Okulu’ndaki bir genç önceleri birbirlerini arar sorarlar. Buluşur ve gezerler. Ancak üst sınıflarda bunu görmek imkansızdır. Kaderin ağlarını örmesi gibi bir durum söz konusudur. Peki biz o zamanlar çocuktuk ve göremiyorduk. Peki aklıselimlere ne oldu? Bilimle uğraşan öğretmenlerimiz neden sustu? Sınıf assubaylarımız neden karşı koymadı ya da koyamadı? Cevabı hazır. Şimdi gaz bombasını fırlatan polis nasıl kişiliksizleştirilmiş bir şekilde sadece emre göre hareket ediyorsa, bizim öğretmenlerimizin de bir farkı yoktu. Peki böyle düşünen, böyle görev yapan,düşünmeyen, sadece uygulayan birinin, seçimlerde bir makarnaya oyunu satan, dünya görüşü bir makarna ile sınırlı olandan ne farkı var?
Hâlâ hiç kimse, hiç kimseyi istediği çizgiye getiremedi. Beni istediğiniz gibi hâlâ yapamadınız. Ben hâlâ soruyorum. Duymayanlar hâlâ duymuyor. Görmeyenler hâlâ görmüyor. Zalimler hâlâ zulüm ediyor.
O ortaokul günlerinden sonra çok sınavlar olduk. Ufak ufak şeyleri gözümüzde çok büyüttük. Başaramayınca boğulacak, ölecek gibi olduk. Hışma uğradık. Hepsi geçti. Şimdi rehabilite zamanı. Şimdi hayatla hesaplaşma zamanı. Gelin hesaplaşalım. Bize yaşatılanların hesabını soralım. Onları insanlık sınavına sokalım.
Zaman,kavga zamanı değil. İki dudak arası mesai lafı etti diye TEMAD başkanımızı yermeyelim. Bilakis taktir edelim. “Kardeşim ben şimdi mesaiye falan gitmiyorum. Bana ne iki dudak arasından” gibi sığ düşüncelere girmeyelim. “Kardeşim bana ne askerliğini yapan erin sosyal hakları, bana ne uzman çavuşun başını sokacak lojmanı veya orduevi olmaması” demeyelim.
Bizim, sosyal ve ekonomik olarak adaletli bir toplum istemek gibi bir vizyonumuz var. Çünkü biz çok haksızlığa uğradık. Sınıf mücadelemizi yaparken, diğer sınıfların varlığını ve haklarını görmezden gelmemeliyiz. Emekli assubaylara 100 TL iyileştirme yapılınca bizim mücadelemiz sona ermeyecek, ermemeli.
“Damdan düşenin halinden damdan düşenin anlaması lazım.” Biz bu sınavı geçer miyiz bilmem. Ancak ya biz bu sınavı kopya çekip bir şekilde geçer de toplumun diğer katmanlarını unutursak …
Saygılarımla…