Afyon’da cephaneliğin patlaması yirmi beş cana mâl oldu. Olan gidenlerin canına oldu ama tartışmalar uzadı gitti. Bir kayıkçı kavgası başladı. Herkes inandığı yerden tutup konuyu istediği yere kadar çekiyor. Gelin biz bu işin içinde olan insanlar olarak konuya birazcık farklı yaklaşalım.
Maalesef bu bir iş kazası gibi görünüyor. İçinde muhakkak ihmal vardır. Ancak ölü sayısı yirmi beş değil de bir iki asker olsaydı veya kimse ölmeseydi bu kadar tartışma olmazdı. Oysa bizler sonucu daha vahim olan veya olabilecekken tabiri caiz ise sıyırdığımız o kadar çok olay yaşadık ki…
Görev başındayken her şey oluyor. İster fazla mesainin sonucu diyelim, ya da birilerinin dediği gibi işgüzarlık diyelim… Oluyor arkadaş… Ancak meslek hayatımızda bize bir şey öğretildi. Tecrübe hayatta yenilen kazıkların bileşkesidir. Ya da bir musibet bin nasihatten iyidir. Kısaca tecrübe pahalı bir ders.
Çok gerilerden başlayalım. Sarıkamış’ta sadece tedbirsizlik nedeniyle binlerce askerimiz donarak ölmüştür. Dumlupınar denizaltımız maalesef o zamanki nöbetçi heyetinin hatası sonucu batmıştır. Kocatepe muhribimiz Kıbrıs savaşında maalesef parolaya doğru cevap verilmemesi nedeniyle kendi uçağımız tarafından batırılmıştır. Çıkarma gemimiz Doğanbey açıklarında batmış ve içinde altmış kadar askerimiz teçhizatıyla Ege’nin soğuk sularına gömülmüştür. Etimesgut lojmanlarında kalorifer patlamış ve erlerimiz hayatını kaybetmiştir. Onlarca uçağımız düşmüştür. Gölcük Depreminde çürük yapılan askeri binaların altında kalan onlarca askerimiz şehit oldu. Kendi döşediğimiz mayına kendimiz bastık. Yüzlerce silah kazası yaşadık. Kırıkkale’de mühimmat fabrikaları patladı. Bütün şehir neredeyse etki altına girdi. Bunlar sayabildiklerim…
Daha sayamadığım bir çok kaza vardır. Ancak bu kaza kadar hiç biri bu kadar politik bir sürece çekilmedi. Bu kaza kadar hiç birinde ölenlerin kemikleri sızlamadı. Hiçbir kaza Türk Silahlı Kuvvetlerinin saygınlığını bu kadar azaltmadı. Neyse bu tartışmaları da konjoktür diye kapatalım.
Her kazadan sonra birtakım düzenlemelere gidildi. Bu kazadan sonra da yine birtakım düzenlemelere gidileceği kesindir. Ancak neden bu kadar çok kaza oluyor? Tabii ki yıllara dayalı olarak korkudan kaynaklanan taşın altına elini sokmamaktan veya vurdumduymazlıktan… Gelin bu işin içinde olan kişiler olarak kafamızı iki elimizin arasına alalım. Yanlış giden ve kazaları tetikleyen uygulamaları irdeleyelim.
Eskiden fakir bir ülkeydik. Aynı zamanda büyük ve hantal bir orduya sahiptik. Çok eski model bir top veya bir araba bile envanterden kolay kolay çıkmıyordu. Ordumuzun tamir teknisyenliği, ilgili araç veya cihazı üreten ülkeleri bile şaşırtacak kadar gelişmişti. Ancak artık tamir ve eskiyi kullanma dönemi hemen hemen sona erdi. Modern araçların kaçınılmaz üstünlüğü var. Yeni anlayışlar hakim oldu. Güvenli yazılımlar ve bilgisayar teknolojisi eski teknolojileri etkisiz hale getirdi. Gereksiz zimmet korkuların artık yaşanmaması gerek. Eski teknolojilerden bir an önce kurtulup tabiri caiz ise çöp ev haline gelmemeliyiz.
Askere bir şey anlatıyorsun. Asker bağırarak cevap veriyor. “Emredersin Komutanım.” Bizim eğitim sistemimizde disiplin komutana itaat etmek olarak algılanıyor. Görev bilinci disiplin tanımının içinde değil. Bir çok asker biliriz. Emredersin diye bağırır ama hiçbir şey anlamadığına da eminsinizdir. Bağırmak insanın içinden gelen itaat etmek gibi algılanıyor. Bağırırken kıçını yırtan adam da en disiplinli asker… Biz de, “emredersin” diyoruz ama bazı şeyleri hiç anlamıyoruz. Yönetmelikler ve kontrol pusulaları bazılarımız için tıpkı bankalardaki kredi sözleşme kağıtları gibi. İçeriğini okumadan altına imza atarız. Hoş, bankacı da çok okumamızı istemez. Nasıl olsa değişecek bir şey yoktur. Bizim kontrol pusulalarımız da biliriz ki her halükarda sorumluluğu bize veriyor. Üzerinde tartışamayız. İmzalar geçeriz. Biraz gerçek örnekler verelim. Bakın size neler anlatacağım.
Doksanlı yıllarda Assubayın biri, bir karakola görevli gider. Karakol dağ başındadır. Assubaya yine Astsubay olan karakol komutanı der ki; “-Bizim yemeklerimiz kazan mevcuduna göre çıkıyor. Ben erimin yemeğini başkasına yediremem. Kusura bakmayın.” Karakol komutanı astsubay haklıdır. Ancak insani olarak düşününce dağ başında ikmali haftada bir gelen karakola geçici görevle gelen şahıs nasıl olacak da aldığı görev tazminatı ile kendine yiyecek alacak, pişirecek ve yiyecek? Konu on yıllarca sorun olup devam eder gider. Bu sorunun sona ermesi için geçici görevdeki bir Assubayın açlıktan ölmesi mi gerekmektedir? Allah’tan Karakol komutanları insaflı, böyle durumlarda yardımcı oluyorlar. Haaa… bir asker tutupta, “Benim yemeğimi başkasına yediriyorlar. Doymuyorum.” diye şikayet ederse hiç düşünmeden gelip sorgulamayı da yaparlar. Bir astsubay dağ başındaki karakola geçici görevle iki üç ay süreliğine gider de kazan mevcuduna dahil edilmez mi?
“Asker ocağı peygamber ocağıdır.” deriz. Bulunduğumuz ortama kutsallık katarız. Ancak küçük düşünceler ile bu kutsallıkla alakası olmayan şeyler yaparız. Öncelikle askerlerin dağıtımında objektif kriterlerden uzaklaşırız. Sonra sağlık şartlarını lastik gibi kullanırız. Babası zengin olan birinin bir alerjisi askerlik yapacağı yeri değiştirirken, astım hastası olan fakir askerin bu rahatsızlığı görmezden gelinebilir. Sonra sorarız; Neden hep fakir çocukları şehit oluyor? Halk olarak içimize adalet sinmediği için, devletin adaletine inanmadığımız için her fırsatta kendimize ayrıcalık sağlayacak her konuya düşünmeden atılırız.
Bağırarak konuşma, hemen rütbeye sarılma ve “Ben sana kim olduğumu gösteririm?” tarzı akıldan uzak yaklaşımlar kişilerle sağlıklı iletişimin önünü kapatıyor. Özellikle askerlik ortamına alışık olmayan biri için bu durum bunalım sebebi bile olabiliyor. Askerlik yaparken çok değişip geldiğini söylediğimiz çocuklarımız aslında bir sağlık uzmanına gösterilirse, bir depresyon belirtisi de çıkabilir. Mantar ve hemoroid gibi hastalıklar maalesef sağlıklı olmayan koşullarda çalışmak zorunda kalındığı düşünülen hastalıklardır. Bunu kabullenmek yerine neden üzerine gidilip askerlik çağında kazanılan rahatsızlıklara karşı koruyucu hekimlik uygulamaları devreye sokulmaz ki? Yukarıda bahsettiğim mevzu askerlikten soğutmak olarak uzun süre tepki topladı. Ancak insana sormazlar mı? Öyle mi? Değil mi?
Birde şu çay ocakları var ya çay ocakları tam bir baş belası. Her birlikte çay ocağı vardır. Bu çay ocaklarında çay, tost,hamburger gibi şeyler satılır. Hepsinin başında da bir astsubay sorumludur. Satılan her şeyin bir muaddel bedeli vardır. Yani eldeki ürün satılınca ele geçmesi gereken para bellidir. Ben size çaydan örnek vereyim. Bir kilo çay ve bir kilo şeker ile falan sayıda çay çıkmalıdır. Ancak bu muaddeli belirleyenler hep yüksek rakamlar kullanırlar. Neden mi? Az çay yazarlarsa astsubay fazla çay satar ve cebine atar. Ancak çayı çok çıkarmak isteyen bir görevli bayatlasa da o çayı sattırmalıdır. Fakat gel gör ki, komutanın misafirleri gelir. Tavşan kanı yeni demlenmiş çay istenir. Falanca Astsubay gelir “oğlum bu çay ne böyle” der. Bu nedenle çay ocakları bol bol açık verir. Çay ocağı sorumlusu astsubay işi bırakınca ne kadar zararla çıkacağını hesap eder. İşgüzarlık yapıpta cebinden çay alıp açık kapatmaya çalıştıysa vay haline… Gelsin savunmalar, mahkemeler… Bu sorunların çözülmesi için medyaya konu ile alakalı kötü bir tecrübenin yaşanması mı gerek? İntihar eden bir çok personel var. Bunların çoğu uğradıkları haksızlık ve çaresizlik sonucu yaşanan bunalım intiharları… Kimi komutanının sözünü hazmedemez, kimi de ufak tefek paralar için düştüğü durumları kaldıramaz… Sosyal tesis, çay ocakları ve kantinlerdeki sorunları anlatsak bir kitap olur. Kışlalardan ticareti uzaklaştırsak fena olmaz mı?
Üst rütbeli subaylar başarılı olup daha üst rütbelere yükselmek için performansa dayalı bir sürece girerler. Bu süreçte çalışma tempolarını ve sürelerini arttırırken bazı stratejiler belirlerler. Mesela bazıları komutan çıkmadıkça birlikten ayrılmazlar. Ancak diğer personel normal olarak akşam çıkar evine gider. İşte bu durumu hazmedemeyenler de vardır. Komutan çıkmadan nereye gidiyorsun diye bir de hesap sorarlar. Bu kişilerin hazımsızlık durumuna göre mesailer uzar da uzar… Şimdiyi bilmem ama eskiden gemilerde daha da ileri giderlerdi. Komutan çıkmadan mesai bitmezdi. Akşam mesaiden önce komutan çıkardı. Düşünün ki komutanın işi çıktı oturuyor veya çay içip sohbete daldı kaldı. Tüm personel bekler dururdu. Bireysel ihtiraslardan personeli koruyacak kurallar oluştursak, saygıyı katılaştıran geleneklerden uzaklaşsak hoş olmaz mı?
Yurt dışında birtakım kurslar açılmaya başlanmıştır. Bu kurslardan biri de yerinde lisan eğitimidir. Yerinde lisan eğitimleri, o lisan ile ilgili görev yapmış ve yapmakta olan, bu kursa gittiği taktirde verimliliği artacak olan kişiler düşünülerek istenmiş ve programa alınmıştır. Ancak uygulamaya gelince maalesef saç baş yoldurtacak kadar akıl dışı işler olmuştur. Bu programa gitmesi gerekenlerin yerine, hiç bu işlerle alakası olmayanlar bu kurslara gönderilmiştir. Bu örneğimi atamalara da uygulayıp çoğaltabiliriz. Yerinde lisan eğitimlerine başta olmak üzere görevlendirmelerde objektif kriterleri yaygınlaştırsak hoş olmaz mı?
Basında sık sık duyarız. Bazı köşe yazarları askerlik yapanların kötü hatıralarını köşelerine taşırlar. Sonra da onlara kızarız. Türk Silahlı Kuvvetlerini karalıyorlar diye… Bu yazarlardan bazıları menfaat çarkından söz eder. Kimi de üst rütbelilerin sorumsuzluğundan veya bencilliğinden. Biz Assubaylar tüm bunlardan kendimizi soyutlayamayız. Birçok yerde bu ilişkilerin içinde astsubay da bulmak mümkündür.
Adaletsizliğin içinden adalet yaratmaya çalışmak çok komik olmaktadır. OYAK başta olmak üzere askeri yan kuruluşlar ve derneklerde ıslah çalışması yapılması gerekmiyor mu?
Şöyle de düşünebiliriz. Hiçbir şey mükemmel değildir. Her orduda veya her kurumda maalesef istenmeyen şeyler oluyor. Bu olaylarda yapılması gerekenlerin yapılmamasının sebepleri ortada iken bunun üzerine gidilmiyor ise bunun sebebi sorgulanmalıdır. Engellenemese de en aza indirmek için gereken akılcı yaklaşımlar dinlenmelidir. Biz assubaylara sadece kendi haklarımız hakkında değil, Türk Silahlı Kuvvetlerinin daha akılcı yönetilmesi için de çok görev düşüyor.
Hepimiz az ve orta gelirli bir aileden geldik. Bir taraftan teknik öğrendik, diğer taraftan da hiyerarşi. Teknik denilen şey doğru ve yanlışın test edilip bulunduğu pozitif bilim. Ancak hiyerarşi denince insan davranış tarzı akla geliyor ki; şu an bile tartışmak için birkaç fırın ekmek yememiz gerekiyor.
Mesela diyorum ki… Bir ast komutanına hiç çekinmeden diyebilmeli ki… “Çok yoruldum” . Subay mesai dışında bir astsubay veya uzman çavuşla arkadaşlık etmekten kaçınmamalı. Sosyal alan birlikteliği ne kadar artarsa mükemmele giden yola ulaştıran sinerji o kadar artar. Ön yargılardan arınmış bir iletişim modeli geliştirilmeli. Teftişe gelen müfettişe, birkaç çay veya çikolata, gofret veya bir top kağıt için personeli mahkum edecek pozisyona getiren anlayışa son verilmeli. Bunu söylerken denetleme yapılmasın demiyorum, ancak en azından kişiler branşları dışında çalışmazlarsa daha az hata yaparlar. Ancak kişilere bilmediği görevler verilirse, istenirse o kişi ile kedi fare gibi oynanır. Personel ile kedi fare oyunu oynanmamalı. Korkak ve savunmada kalan bir yapılanmadan çok aktif ve bilgiye dayalı personel tipi üretilmeli. Asker; düşünülenin aksine, katılımcı, kendini küçük ya da büyük görmeyen, kompleksli olmayan, öz güveni yüksek birey olmalı. Bir Genelkurmay Başkanının iki dudağı arasından çıkan bir gece yarısı hassasiyeti ile maalesef Türk futboluna katkısı tartışmasız olan silahlı kuvvetlerimizin hakem görevlendirmelerine son verilmesi çok anlamsız idi. Toplumun bir alanında kişisel performans sergileyen personelin o işlerden alınması maalesef bir kol kesmek kadar acı idi. Tabii ki buna sevinenler de olmuştu. Sayın Toroğlu’nun anti yorumları sayesinde yüzlerce genç hakem adayı assubayın rüyaları sona ermişti. İşte personel komutanlarını böyle tanıyordu. Basiretsiz ve personelinin haklarını gözetmekten aciz… Düşününce bu da bir kazadır. Hem de çok sık yaptığımız kazalardan biri. Hukuk gaspı kazası…
Cezaya dayalı verimlilik modelinden vazgeçilmeli. Ama bazılarımız diyecek ki.. Yahu askerlik bu. Hiç öyle şey olur mu? Olur. Neden olmasın ki… Ceza on dokuzuncu yüzyıl üretim arttırma modelidir. Yirminci yüzyıl emeğin sermayedeki öneminin ön plana çıktığı bir yüzyıl olmuştur. Dolayısıyla cezanın ön plana çıktığı yönetim modeli çağdışıdır.
Hiç birimiz aptal değiliz. Ancak zaman zaman kafamız zehir gibi çalışsa da, bazı şeyleri görmeyip aptal gibi davranmayı o kadar güzel başarıyoruz ki…
Bahriyede bir söz vardır. “Zincir en zayıf halkası kadar sağlamdır.” Bu zayıf baklayı bulmaya neden çaba sarf etmeyiz de kalan sağlam baklaları gösterip övünürüz? Her birliğin girişinde bir sürü veciz sözler vardır. Bazı yerlerde şu yazar. “Önce emniyet.” Sizlere bir zayıf bakla da ben göstereyim. En basitinden çoğumuz lojmanlarda yaşıyoruz. Ailelerimizi o lojmanlara bırakıp gidiyoruz. Lojmanlarımız maalesef çoğu seksenli, doksanlı yıllarda yapılmış ve sağlamlığı ciddi derecede tartışılan yapılar. Lojmanlar bölgesinde askerlerin görevlendirilmesi uygulaması sona erdirilince her apartmana sivil görevliler alındı. Bu görevliler apartmanların giriş katlarına yerleştirildi. Öyle ki bazı daireler içinde oturulamayacak durumda iken bile içine kapıcı konup oturulması sağlandı. Yani, derme çatma çözümlerle işler halledildi sayıldı. Lojmanlarımızın depoları sanki antika deposu. İçine girip bakın altmışlı yıllardan kalma gaz sobalarını, merdaneli çamaşır makinelerini bile görürsünüz. Ama biz çöpe atmayı ya da başka kullanıcının faydalanmasına sunmayı bilmediğimizden ve “belki lazım olur.” Diye düşündüğümüzden lojmanlarımızın altını çöple doldurduk. Tayin oluruz endişesiyle boş kolilerimiz de yığılı durur bu sözde sığınaklarda. Lojmanların çoğunun altı fare ve haşerat yuvası halini bu şekilde alıyor. Bunun yanı sıra su ve elektrik tesisatları çoğu eski sistem ve özellikle su arızaları bir türlü kalıcı olarak düzeltilmiyor. Benim yaşadığım lojmanda sığınakta taşıyıcı kirişten aşağıya su akardı. Bu su leğende birikirdi. Belirli bir süre sonra görevli bu suyu boşaltırdı. Kiriş ıpıslak idi. Bu belirli bir dönem değil görev yaptığım dört yıl boyunca böyleydi. Ayrıca düşünün ki bir koskoca Tugayın içindeydik. Ayrıca bina aşırı derecede oturduğu için de kuvvetlendirilmiş bir bina idi. Şimdi biz, komşularımız ve çoluk çocuğumuz ölmeden o binadan sağ salim çıktık diye gerekli tedbirler alınmasın mı? Benim gibi bunu dile getirenler hemen, asılsız konuşan, milleti galeyana getiren veya yaygara çıkaran olarak lanse edilirse bir gün gelecek o bina maalesef çökecektir. O olay olduğunda, daha önce o binada oturmuş bir kişi olarak neyim? Şanslı mı? Suçlu mu? Sorumsuz mu? Zavallı mı?
Başlık ağır olunca insanın durup durup aklına bir şeyler geliyor. Kim bilir sizin de aklınıza neler neler gelmiştir.
Bir de gölgede kalan başkalarının acıları var. Maalesef kundaktaki bebeğin bile bir teknenin deposunda kilitlenip ölüme terk edilmesi bizim acımız olamadı. Biz batının medeniyetinin peşini bırakıp kendi saltanat ve halifeliğimizi kuraduralım, bir çok Ortadoğu ve Uzakdoğu vatandaşı, daha iyi yaşam şartlarına kavuşmak için, Türkiye üzerinden, beğenmediğimiz ve doğrusu dinine karşı cihat ilan edilmesine inanılan, ancak din olgusunun devletteki yerini iki yüz yıl önce aşmış Laik Avrupa’ya koşuyor. Bu uğurda Ege ve Akdeniz’in sularına gömülen insanların sayısı o kadar çok ki… Kim bilir, Avrupa’ya kaçmayı başaranlar çok daha fazladır. Kaçanı, kaçamayanı bir kenara bırakırsak Türkiye Cumhuriyeti topraklarında adına insan ticareti denen çok kirli bir oyun oynanıyor. İnsan kendi kendine soruyor. Afyon’da şehit olan yirmi beş vatan evladının üzerinden yaratılan polemik yerine asıl tartışılması gereken, insan ticaretinin önüne nasıl geçilemiyor? Bu işin içindeki rantın boyutları nerelere uzanıyor? Kim görevini iyi yapmıyor? Sanki Afyon’daki cephanelik patlaması bazıları için çok güzel bir gündem kaydırma aracı oldu. Devlet artık “Ülkeye para girsin de nasıl girerse girsin ?” diye mi düşünüyor? Acaba o zavallılardan toplanan para hangi markette harcandı? Hangi bankada mevduat oldu? Hangi devlet memuruna rüşvet oldu? Sorgulamayalım mı?
Tanka, topa, tuvalete, arabaya ceza verip insanları ne kadar caydırabiliriz? Yaptığımız işin akıl dışılığının milletin ağzına düşmesine vesile olan “şeytanın bile aklının ermediği” askerlik modeli ile nasıl övünebiliriz?
Askerlerine komutanlık ederken, bir gram menfaat gözetmeden sadece ve sadece vatanın ve milletinin hizmetinde olan, haksızlıklara karşı susmayıp, dilsiz şeytan olmayan tüm komutanlara saygılarımı sunarım.
Devleti yönetirken bir gram menfaat gözetmeden sadece ve sadece vatanın ve milletinin hizmetinde olan, haksızlıklara karşı susmayıp, dilsiz şeytan olmayan tüm siyasiler ve yetkililere saygılarımı sunuyorum.
Toparlarsak saygı duyulacak insan ne kadar az değil mi?…
Diyorum ki; (Sivil, asker fark etmez.) “Masum değiliz hiç birimiz.”
Tüm dostlarımın,meslektaşlarımın bayramını kutluyorum.Her şeyin gönlünüzce gerçekleşeceği evinizden bayram günlerinin çocuksu şenliğinin hiç eksik olmayacağı sağlık,başarı ve mutluluk dolu nice bayramlar diliyorum.
İnsanların boğazlandığı komşu coğrafyamızda insanlık insan kılığındaki yaratıklarca tehdit edilirken, gelecek bayramların tüm dünya için şiddetsiz,kansız ve insanca bayramlar olmasını diliyorum…