Dolar 34,3377
Euro 36,1941
Altın 2.832,45
BİST 9.420,42
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara 14°C
Az Bulutlu
Ankara
14°C
Az Bulutlu
Cum 13°C
Cts 12°C
Paz 11°C
Pts 12°C

ÜÇ TANECİK İNSAN

"Yazarların yazıları kendi düşünce ve sorumluluklarını taşır"
13/08/2011 8:31 PM | Son Güncellenme: 30/03/2024 12:45 PM
4

uc-tane-insan

Sayın okurlarım bu sizlere köşemdeki son yazım. Gördüğüm lüzum üzerine köşemi bu son yazımla kapatmaya karar verdim. Site yönetimi bu yazımı kendilerince uygun gördükleri kadar bir müddette yayınlarsa sevinirim.

Bu güne kadar olan yazılarımdan dolayı benim görüşlerim hakkında az çok fikir sahibi oldunuz.   O nedenle kendimi ve düşüncelerimi anlatacak değilim. Sizlere üç insanın hayatı hakkında kendi yorumumu değil, bizzat tarihçilerin ve yazarların yorumunu alıntı yapacağım.


İsmail Gaspıralı (1851 – 1914)

gaspiraliTürk dünyasının büyük düşünce adamlarından ve reformistlerinden biri olan Gaspıralı İsmail Bey, Kırım Harbi (1853-1856) bütün şiddetiyle devam ederken, Bahçesaray’a iki saat mesafedeki Avcıköy’de dünyaya geldi. Babasının doğduğu köye nisbetle Gaspirinski (Gaspıralı) lâkabını alan İsmail Bey’in çocukluğu, Kırım Türk kültürünün beşiği olan Bahçesaray’da geçmiş ve bu şehir, onun ruhunda, sokakları, camileri, evleri ve özellikle Hansarayı ile, silinmez İzler bırakmıştır.

Henüz on yaşındayken Akmescit lisesine gönderilen İsmail, orada İki sene kaldıktan sonra Varonej şehrindeki askerî okula nakledildi. Daha sonra Moskova Askerî İdadisi’ne gitti.

Gaspralı bu dönemde en çok etkisinde kaldığı olay Ruslar’ın özellikle Türk karşıtlığından beslenen Panslavizm politikalarıdır. Genç İsmail buna karşı tepki koymak istemektedir. Bu yüzden okuldan ayrılmıştır.

Okuldan ayrılan Gaspralı Zincirli Medresesi’nde Rusça öğretmeni olarak göreve başladı. Bîr buçuk yıl kadar süren bu görevi sırasında, bol bol okuyarak Rus edebiyatı ve fikir akımları hakkında esaslı bilgiler edinen İsmail Bey, bir yandan da Rus basınını takip ederek politik gelişmeleri ve Rusya’nın içte dışta izlediği politikayı daha İyi kavramaya çalıştı. İleride kafasını çok meşgul edecek olan “sosyalizm” hakkında da hayatının bu döneminde epeyce bilgi edinen Gaspıralı, 1869 yılında maaşı 600 rubleye çıkarılarak Yalla’da Dereköy mektebine tayin edildi, burada da iki yıl kaldıktan sonra, Bahçesaray’a dönerek yeniden Zincirli Medresesi’nde Rusça dersleri vermeye başladı.

Gaspıralı, o zamana kadar kafasında teşekkül eden “yenilikçi” fikîrleri ilk olarak Zincirli Medresesi’nde uygulamaya çalıştı, talebelerine, asıl görevi dışında “usul-ü cedid” (yeni metod)’le Türkçe dersleri verdiği gibi, medreselerde uygulanan “skolastik” eğitim tarzını da eleştirmeye başladı. Fakat bu metod ilk başlarda tepkiyle karşılandı.

Gaspralı’nın en büyük hedeflerinden biri İstanbul’a gitmekti. İstanbul’a giderek zabit olmayı istiyor fakat yarıda bıraktığı eğitimin buna engel olacağını düşünüyordu. Bu sebepten dolayı da 1871 yılında Paris’e giderek yarıda kalan eğitimini tamamladı. Gaspıralı, 1874 sonlarına kadar Paris’te kaldı.

İsmail Bey, Paris’ten İstanbul’a gitmiş fakat bir türlü ideali olan memuriyeti yapma fırsatı bulamamıştı. Yazarlık hayatı da bu dönemde başladı. Zabitlik hayalinin gerçekleşemeyeceğini anlayınca, 1875 kışında Kırım’a dönen Gaspıralı, 1878’de Bahçesaray belediye başkanlığına seçilinceye kadar başka hiç bir işle uğraşmadı, sadece okudu ve milletinin hayatını inceledi.

Gaspıralı İsmail Bey, 1878 yılında Bahçesaray belediye başkanlığına seçildi; bu görev sayesinde düşündüğü bazı yenilikleri gerçekleştirebileceğini zannediyordu, ne var ki önüne yine bazı engeller çıktı. Belediye başkanı olarak görevlerini -bütün imkânsızlıklara rağmen-yerine getirmeye çalışırken, aslı misyonunu da hiç unutmayan Gaspıralı, 1879 yılında, bir gazete çıkarmak için Rus hükümetine müracaat ettiyse de, bu müracaatı reddedildi. Fakat o, mutlaka yayın yoluyla milletine hizmet etmek istiyordu. 1881 yılında, “Genç Molla” müstear adı ile, ileride kitap olarak da yayınlanacak olan “Russkoe Musulmanstovo” (Rusya Müslümanları) başlıklı makalelerini yazarak Akmescit’te çıkan “Tavrida” gazetesinde yayınlandı.

Gaspıralı, izin alamamasına rağmen, gazete çıkarma fikrinden asla vazgeçmemiştir. Bunun için, zemin yoklamak amacıyla, 1881 yılından başlayarak “Tonguç“, “Ay“, “Güneş“, “Yıldız“, “Mir’at-i Cedid” gibi çeşitli adlarla küçük risaleler yayınlamaya başladı. Ne var ki, Rus sansürü, bu risalelerin yayınını, adlan başka olsa da gazete hüviyeti taşıdıkları gerekçesiyle çok geçmeden yasaklayacaktır.

“TERCÜMAN”

Gaspıralı, bir gazete çıkarabilmek için tam dört yıl mücadele verdi, defalarca Petesburg’a giderek müracaatlarda bulundu ve nihayet 1883 yılında, Türkçe kısmı aynen Rusçaya da tercüme edilmek şartıyla “Tercüman-ı Ahval-i Zaman“ı yayınlama iznini kopardı. Adını Şfnasi’nin İstaNbul’da çıkardığı “Tercüman-ı Ahval“dan alan bu gazetenin Rusça adı da “Perevotcik” olacaktı. Zühre Hanım’ın ziynet eşyalarını ve annesinden kalan kıymetli elbiseleri satarak elde ettiği paraya, 300 ruble kadar abone parasını da ilave ederek eski bir makine ve bir miktar hurufat alan Gaspıralı, ilk nüshayı 10 Nisan 1883’te çıkardı.

Türcüman,Rusya’da çıkan ilk Türk gazetesi değildi, ama yaygınlığı ve oynadığı rol bakımından en önemlisiydi. 1903 yılına kadar haftalık, 1903-1912 arasında haftada bazan iki, bazan üç defa, Eylül 1912’den sonra da günlük olarak tam 33 yıl yaşadı ve 1916 yılında kapandı.

Küçük boyda dört sayfa olarak çıkmaya başlayan Tercüman çok geçmeden, devrin şartlarına ve okur yazarlık oranına göre çok yüksek sayılabilecek tirajlara ulaştı. Kafkasya, Kazan, Sibirya, Türkistan, Çin, hatta İran ve Mısır’da satılan Tercüman’ın büyük başarısı, Gaspıralı’nın sadece Rusya Türklerinin değil, bütün müslümanların meseleleriyle yakında ilgileniyordu. Bu aynı zamanda Dilde birlik fikrinin hayata geçmesi aynı dilin kullanılmasında önemli bir misyon yerine getirilmesi anlamına geliyordu.

1905 bunalımından sonra Kazan’da, Kafkasya’da, Türkistan’da ve Kırım ‘da yayınlanan 35’ten fazla gazete ve dergide, çok sayıda hikâye ve romanda “Gaspıralı dili” kullanılmıştır.

MÜSLÜMAN İTTİFAKI

Tercüman gazetesi sayesinde geçmişte hayali olan Dilde birlik fikrinin yanısıra usu-ü Cedid okulunu da oluşturan ve yaygınlaştıran Gaspıralı İsmail Bey’in 1905 İhtilali’nden sonra Rusya Müslümanlarının ittifakı gayesiyle toplanan üç kongrede de önemli roller oynadı. Eğitim meselesinin ağırlıklı olarak ele alındığı III. Kongre’de “dil birliği” ile ilgili görüşlerini bütün Rusya Müslümanlarına resmen kabul ettirdi. (1906).

Usul-ü  cedid” hareketinin başarısı ve Ekim Manifestosu ‘ndan sonra müslümanların kazandığı hürriyet, öte yandan “Müslüman İttifakı” için yapılan kongreler Gaspıralı’nın cesaretini arttırdı. Gerçekte, yaptığı bütün faaliyetler, onun Türk birliğinin daha ileri bir merhalesi olarak İslâm birliğini hedeflediğini, fikrî yapısının Türkçü olduğu kadar, İslamcı bir nitelik de taşıdığını göstermektedir. Nitekim 1907’de, Kahire’de bir “İslâm Kongresi” toplayabilmek için büyük gayret sarf etti. 1910’da ise Hindistan’a gitti ve Bombay’daki “Encümen-i İslamiye“nin toplantılarına katılarak görüşlerini anlattı.

Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a gelmiş  ve büyük bir heyecanla karşılanmıştır (1909). Türkiye Türklüğüne büyük bir ilgi duyan Gaspıralı, Kırım’da da Rus basınına karşı Türkiye’yi savunmaktan, aleyhteki yazılara cevap vermekten asla çekinmemişti. Birinci Dünya Savaşı arifesinde İstanbul’a tekrar gelerek Türkiye’yi savaşa girmemesi hususunda uyarmaya çalışan Gaspıralı, Türk dünyasının yetiştirdiği nadir zekalardan biriydi, büyük bir mücadele adamı ve gerçekten inanmış bir idealistti.

Gaspıralı İsmail Bey, 11 Eylül 1914 Cuma günü Bahcesaray’da vefat etti. Ertesi gün muhteşem bir cenaze töreniyle, Mengligiray Han türbesi civarında toprağa verilen büyük idealistin ölümü, bütün İslâm dünyasında çok büyük bir teessür uyandırdı.


Mustafa Abdulcemil Kırımoğlu (1943 – …. )

Mustafa_Abdulcemil_Kirimoglu13 Kasım 1943 yılında Bozköy’de doğdu. Babası Abdülcemil ve annesi Mahfure, Stalin döneminde Sudak’ın Ayserez köyünden “Kulak“, yani zengin aile çocukları oldukları gerekçesiyle Urallar’a sürüldü. II.Dünya Savaşı esnasında gizlice Kırım’a dönen aile Kırım’ın çöl bölgesindeki (Kırım’ın kuzeyde kalan ovalık bölüme verilen ad) Bozköy’e yerleşti. Ağabeyleri Hanefi ve Hasan, ablaları Şevkiye ve Vasfiye ile birlikte henüz altı aylık bir bebekken 18 Mayıs 1944’de, bütün Kırım Tatarları gibi Kırım’dan sürgün edildi. Yanlarında anneleri vardı. Babası sürgünden iki gün önce diğer Kırım Tatar erkekleri gibi muhtemel bir direnişe karşı tutuklanarak tecrit edilmişti.

Aile Özbekistan’ın Andican bölgesine sürgün edildi. Çocukluğu burada bir köyde geçen Kırımoğlu, 1955 yılında Taşkent yakınlarında bir kasabaya yerleştiler. 1959 yılında Rus dilinde orta öğretimini tamamladı ve Taşkent üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümüne girmek için müracaat etti. Ancak “Kırım Tatarlarını, yani Sovyetlere sadık olmayan bir milletin mensuplarını bu fakülteye almıyoruz” diyerek reddedilmesi üzerine bir fabrikaya işçi olarak girdi.

1961 yılında arkadaşlarıyla birlikte “Kırım Tatar Millî Gençlik Teşkilatı“nı kurdular. Bir kaç hafta sonra teşkilatın liderleri tutuklandı, Kırımoğlu işten çıkarıldı. 1962 yılında Taşkent Ziraat Mekanizasyon ve Sulama Enstitüsü’ne yazıldı. Ama üç yıl sonra KGB’nin isteği üzerine “Milliyetçi, Komünist Parti ve Sovyet Devleti aleyhine propaganda yapmak ve yazdığı, Kırım’da XIII-XVII. Yüzyıllarda Türk Medeniyeti adlı makalesini enstitü talebeleri arasında dağıtmakla” suçlanarak okuldan atıldı. Enstitüden atıldıktan sonra askere çağırıldı. “Benim milletimi yok sayan, tanımayan bir devlete askerlik yapmam” diyerek Kızıl Ordu’da askerlik yapmayı reddedince tutuklandı ve 1,5 yıl hapse mahkum edildi.

1968 yılında Sovyetler Birliği’nin Çekoslavakya’yı işgalini protesto eden Moskova’daki bir grup aydın arasında o da vardı. Bunun üzerine Sovyet Devleti aleyhine faaliyette bulunmak, Kırım Tatarlarının vaziyeti ve onların hakları hakkında mektuplar ve makaleler yazarak Sovyetler Birliği’nin millî siyasetini lekelemekle suçlanarak 1969 yılında yakalandı ve tutuklandı. Aynı suçlamalarla, Moskova’da yaşayan yahudi şairi İlya Gabay ve II. Dünya Savaşı’nın ünlü generallerinden Piyotr Grigorenko da tutuklanarak Taşkent’e getirildi. Ancak Grigorenko’nun davası onlarınkinden ayrıldı ve akıl hastanesine kapatıldı. Böylelikle bu Kızıl Ordu’nun ünlü generali, yalnızca Kırım Tatarlarının haklarını savunduğu için 5 yılını tımarhanede geçirdi. Kırımoğlu ve İlya Gabay 3’er yıl hapis cezasına mahkum edildiler.

Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu 1974 yılında üçüncü defa tutuklandı ve 1 yıl müddetle Sibirya’da ağır şartlı çalışma kampına sürgün edildi. Cezasının bitimine üç gün kala kamp arkadaşlarına ve akrabalarına yazdığı mektuplarla Sovyet Devleti’ne karşı propaganda yapmak ve iftira etmek gibi suçlamalar ile hakkında yeni bir dava açıldı. Bunun üzerine açlık grevine başladı. Açlık grevi 303 gün sürdü. Açlık grevi boyunca zorla ve darp altında beslendi. Ünlü fizikçi Andrey Saharov, General Piyotr Grigorenko gibi Sovyet aydınları ve insan hakları savunucuları onun serbest bırakılmasını talep etmeleri ve bu maksatla Birleşmiş Milletler’e, Dünya Kamuoyu’na İslam Dünyası’na, İnsan Hakları kuruluşlarına yazdıkları müracaatlar, mektuplar ile Kırımoğlu’nun adı ve Kırım Tatarlarının meselesi Dünya Kamuoyuna, bu meyanda Türkiye Kamuoyuna duyuruldu.

O yıllarda Türkiye’de Mustafa Cemiloğlu olarak tanınan ve halkı tarafında verdiği mücadele dolayısıyla Kırımoğlu olarak anılan bu ünlü insan hakları savunucusunun hapishanede öldüğüne dair haberler çıkınca, Türkiye’de pek çok yürüyüşler, toplantılar, protestolar ve açlık grevleri yapılmıştı. Sovyet Makamları onun yaptığı açlık grevine ve Dünya Kamuoyunun tepkisine aldırmadan onu Sibirya’daki Omsk şehrinde yargıladılar ve 2,5 yıl ağır şartlı çalışma kampı cezasına mahkum ettiler. Muhakemesine ne akrabalarını ne de onu savunmak üzere Omsk şehrine gelen Andrey Saharov ve eşi Yelena Bonner’i almadılar. “Halka açık” yargılamada dinleyiciler sırasını KGB ve İçişleri Bakanlığı mensupları doldurmuştu. Kırımoğlu cezasını çekmek üzere Çin sınırındaki Primoraki Çalışma Kampına gönderildi.

Ceza müddetini tamamladıktan sonra Taşkent şehrine getirildi. Şehri terketmesi, Akşam 20.00 sabah 06.00 saatleri arasında evden çıkması, halkla toplu bulunabileceği yerlere (kahvehaneler, çay salonları, tiyatro, pazar yerleri vb.) gitmesi yasaklandı ve her hafta karakola gitme mecburiyeti getirilerek açık nezaret altına alındı. Bir yıl sonra açık nezaret şartlarını ihlâl ettiği gerekçesiyle beşinci defa tutuklandı.. Taşkent’deki muhakemesine, Andrey Saharov’u, diğer arkadaşlarını ve akrabalarını almadılar. Kapalı yargılama sonucunda 4 yıl Yakutistan’daki Zıryanka Kasabasına sürgün edildi.

Yakutistan’dan döndükten sonra, ailesiyle birlikte yerleşmek maksadıyla Kırım’a geldi. Üç gün sonra cebren Özbekistan’a götürüldü. Yangiyul kasabasında yaşamaya başladı. 1983 yılı kasım ayında altıncı defa tutuklandı. Taşkent’deki yargılama sonucunda üç yıl ağır şartlı çalışma kampına gönderildi. Artık geleneksel olan öncekilerle benzer suçlamalarla, yani Sovyet Devleti’nin iç ve dış siyasetine iftira etmek, antisovyet olmak, Kızılordu’nun Afganistan’ı işgalini kınayan bir bildiriyi, Andrey Saharov ve bir kaç aydınla birlikte neşretmekle suçlandı. Ayrıca 1983 yılında Krasnodar bölgesinde vefat eden babasının naaşını yasak olmasına rağmen Kırım’a gömmeye teşebbüs etmek; bu esnada polisle ve askerle çıkan çatışmalara önderlik etmek gibi ek suçları vardı.

Magadan şehri yakınlarındaki kampta ceza müddetinin tamamlanmasına az bir zaman kala Kırımoğlu aleyhine yeni bir dava açıldı. 1986 yılı sonunda Magadan’da yargılandı ve üç yıl hapse mahkum edildi. Ancak yargılandığı haberinin alınmasıyla, Türkiye’de ve ABD’inde serbest bırakılmasına yönelik başlatılan yoğun kampanyalar ve Rejkyavik şehrinde yapılan ilk Gorbaçov-Reagan zirvesinde, Reagan’ın ön şart olarak aralarında Kırımoğlu’nun da bulunduğu hapisteki 5 insan hakları savunucusunun serbest bırakılmasını talep etmesi sonucunda şartlı olarak serbest bırakıldı. Siyasî faliyetlerde bulunduğu takdirde, 3 yıllık hapis cezasını tamamlamak üzere tutuklanacaktı.

Kırımoğlu hapisten çıkınca, Kırım Tatar Millî Hareketi’nin Teşebbüs grupları mensuplarıyla görüşerek milli faaliyetlerini sürdürdü. Arkadaşlarıyla birlikte, 1987 yılında Kızıl Meydan’da Sovyet tarihinde benzeri hiç görülmemiş Kırım Tatar gösterilerini organize etti. Bu gösteriler, gerek Sovyetler Birliği’nde gerekse Hür Dünya’da büyük yankı yarattı ve dikkatleri Kırım Tatar meselesine çevirdi. Kırım Türklerine Kırım’ın yolunu açtı. Kırımoğlu 1989 yılı Mayıs ayında Taşkent’te toplanan Kırım Tatar Millî Hareketi Teşebbüs Grupları Genel toplantısında kurulan Kırım Tatar Milli Hareketi Teşkilatı başkanlığına seçildi. Bu Teşkilatın öncülüğünde 1991 yılında, SSCB’nin Kırım Tatarlarının yaşadığı her yerinde yaptıkları seçimler sonucunda II.Kırım Tatar Millî Kurultayı 26 Haziran 1991’de Akmescit’de toplandı. Bu Kurultay’ın seçtiği ve Kırım Türklerini temsile yetkili en üst organ olan Kırım Tatar Milli Meclisi Başkanlığına seçildi. Haziran 1996’da toplanan III. Millî Kurultay’da seçilen Meclis’in başkanlığına yeniden seçilen Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, evli ve üç çocuk babasıdır. Bahçesaray’da yaşamaktadır.


CENGİZ DAĞCI

cengiz_dagciTürkiye dışında doğup Türkiye Türkçesi ile romanlar yazan Cengiz Dağcı’nın özellikle Sovyet baskısı ve Türklerin asimilesi siyasetiyle, Türkiye dışındaki Türklerin yaşamış olduğu çileleri okuyucuya taşıyan önemli bir yazar olduğunu söyleyebiliriz.

Cengiz Dağcı, modern Türk edebiyatının, Türkiye coğrafyası  dışında doğmuş ve yaşamış fakat eserlerini Türkiye Türkçesi ile kaleme almış ve Türkiye’de neşretmiş  bir romancısıdır. Ülkesi ve halk üzerinde Sovyet diktatörlüğünün maddî  manevî korkunç baskılarını  yaşamış, sonra da 1941-1943 Rus- Alman boğuşmaları  sırasında bütün Kırım Türklüğü’nün tehcir ve katliamı  ile yok edildiğini görüp yaşayarak bu büyük insanlık faciasını  eserlerine yansıtmış tek romancı  olan Cengiz Dağcı, Yalta’nın Kızıltaş köyünde doğmuştur. Kırım Türkleri’ndendir.

Köyünde ve Akmescit’te okuduktan sonra Kırım Pedagoji Enstitüsü’ne girmiş, ancak II. Dünya Savaşı başladığı için (1940) enstitüyü yarım bırakarak askere alınmış, Odesa’daki subay okulunda yetiştikten sonra (1941) Alman- Rus Savaşı’na katılmıştır. Bir süre Ruslar safında savaştı, sonra Almanlar’a (biraz da Ruslar’a kini dolayısıyla isteyerek) esir düştü. Fakat Almanlar, esirlere ve bilhassa Türkler’e Sovyetler kadar kötü ve zalim davranıyorlardı. Genç asker, onlarda da beklediği insaniyeti görmeyince ve zaten Almanlar’ın yenilmeye yüz tutmaları üzerine Polonya’ya sığındı. Bu ülkede Alman işgal kuvvetlerine karşı millî direniş hareketlerine katıldı.

Savaş  onun psikolojik durumu üzerinde olumsuz tesirler bırakmıştı. Bu bakımdan yazar savaş öncesi ve savaş  yıllarına ışık tutacak mâhiyette hâtıra tarzında romanlar yazdı. Eserlerinde Kırım Türklerinin sıkıntı ve mücâdelelerini anlattı. Bâzı şiirleri 1950’li yılların ikinci yarısında Kırım Dergisi’nde yer aldı. Şiirlerinde ve eserlerinde hislerine bir sınır koymayan Cengiz Dağcı, söylemek istediklerini açıkça ifâde etmeyi tercih etti. Türkiye’de bir yayımcıya gönderdiği hayat hikâyesini, “Elhamdülillah Türküm, Müslümanım ve notlarımda yazdıklarımın hepsinin de hakikat olduğuna yemin ederim.” diye bitirmiştir.

Türk âleminin bir bütün olduğunu da şöyle ifâde etmiştir: “Bize Tatar diyorlar. Çerkez, Türkmen, Kazak, Âzerî, Karakalpak, Çeçen, Uygur, Kabudî, Başkırt, Kırgız diyorlar. Bunlar hep yalan. Deniz parçalanamaz. Biz Türk Tatarız. Bunu senin kalbin bildiği gibi her Başkırt, her Kırgız, her Kazak’ın da kalbi bilir. Kalbinin hisleriyle hareket et. Dünyanın boş hırslarına kapılma…

Savaşın bitiminde, bir Türk konsolosluğuna başvurarak Türkiye’ye gelmek istedi ise de umduğu anlayışı göremeyen Cengiz Dağcı, (Kızılhaç  aracılığı ile) Almanya’yı  işgal eden müttefik kuvvetlere sığındı. Polonyalı  eşi ve küçük kızıyla sığındığı  Londra’ya (1946) yerleşti. Yıllarca orada bir dükkan işletti. Eserleri Türkiye’de Ötüken Neşriyat’ça yayımlanmakta olan Cengiz Dağcı’nın romanları:

  • Korkunç Yıllar (1956),
  • Yurdunu Kaybeden Adam (1957),
  • Onlar da İnsandı (1958),
  • Ölüm ve Korku Günleri(1962),
  • O Topraklar Bizimdi (1966),
  • Dönüş (1968), Genç Temuçin (1969),
  • Badem Dalına Asılı  Bebekler (1970),
  • Üşüyen Sokak (1972),
  • Anneme Mektuplar (1988),
  • Yansılar (1988),
  • Benim Gibi Biri (1989),
  • Yansılar (2-3) (1992),
  • Yoldaşlar (1992)

Cengiz Dağcı’nın 1956’dan beri üst üste yayımlanan yukarıdaki romanları esas itibariyle otobiyografik çizgiler taşır. İncelediğimiz roman ışığında bu pencereye bakarsak şunları söyleyebiliriz: “Badem Dalına Asılı Bebekler” mekan olarak Kırım kıyı köyünde geçer. Cengiz Dağcı da bir Kırım kıyı köyünde büyümüştür. Anlatıcı olarak bir çocuğun gözünden yaşanılanların aktarılması kadar yaşanılan “sürgün” olaylarının da birebir Cengiz Dağcı’nın yaşamıyla örtüşmesi de hayli ilginçtir. Dağcı babasıyla münasebeti, annesi ile münasebetine nazaran daha soğuktur. Bu durum, romanda da aynen yansımıştır. Bunların dışında romanda sık sık sözü edilen mezarlık ve çevresinde gezinen kahraman anlatıcının aslında Dağcı’nın da çocukluğundan taşıdığı izler olduğunu söylemiş olsak pek yanılmayız ki bu, yazarın biyografisinde de yer edinir.

Romanlarının çoğu da birbirlerinin devamı  şeklinde düzenlenmiştir. Hele “Üşüyen Sokak”  adlı romanı, “Üşüyen Sokak”  ve “Badem Dalına Asılı Bebekler”in kahraman anlatıcısının Halûk oluşu göz önünde tutularak, “Badem Dalına Asılı Bebekler”in devamı sayılabilir.

Cengiz Dağcı’nın romanları, bazı kişiler ve olaylar vasıta bir topluluğu; bir şehir, bir bölge hatta ülke (Kırım Ülkesi) halkını; sayısız üzülüşleri, intibaksızlıkları, Sovyet emperyalizmi karşısında gizli açık isyanları; bundan kurtuluş ümitleri ile anlatan “sosyal romanlar” dizisi olmaktadır.Kendi çocukluk günlerinden itibaren Kırım Türkleri’nin Sovyet sömürücüleri elinde inleyişlerini, bilhassa Stalin diktası altında barbarlığı arttıran komünist rejimin şehirli , köylü Türk halkı üzerindeki baskılarını, halkta beliren tepki ve direnişleri, bu direnişlerin nasıl zalimce ceza gördüğünü vs. ele alıyor.

Anlatılan o Türkler, geleneklerine, törelerine, dinlerine… Uzun süre Osmanlı’yı bile uğraştırmış ve bilhassa Rus Çarlığını korkudan titretmiş olan savaşçı yiğitliklerine ısrarla bağlıdırlar. Buna karşılık modern makinelerle çelik ordular ve insaniyet dışı komünizm diktası metodları ile gelip onları yok eden Sovyet emperyalizmi XX. Yüzyıl sonlarına kadar insanlığın baş düşmanı olmuştur.

Cengiz Dağcı, romanlarında sık sık bu Sovyet baskısını hissettirir. Kırım Türkleri’nin çektiği eziyetleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer. Her romanında mutlaka bu izler görülür. Bunu yansıtma nedeni ise her yazarın hayatındaki önemli anların eserlerine bir şekilde iştirak etmesiyle açıklanabilir ki bu durum Cengiz Dağcı’da hayli fazladır.


Bu üç hayatı  kaleme almamdaki en büyük sebep şudur; Ben bu insanlara ve davalarına saygı duyuyorum. Onlar Rusya’ya karşı bir devlet kurmak amacıyla isyan bayrağı açmadılar. Devlet otoritesine karşı gelmelerinin tek sebebi vardı. Geleneklerine ve dillerine bağlı olarak yaşamak. Bu millet etnik milliyetçilikten çok çekti. Bu millet insanlık tarihine etnik milliyetçiliğin korkunç sonuçları olarak geçecek bir örnektir.

Bugün teknoloji daha yüksek, ancak fikirler hep vardı. Egemenlik kuran devletler yaşayabilmek için, fikir öldürmek değil fikir üretmek zorundadırlar. Taş gibi durmak, kararlı olmak, yumuşamak, satılmak, gevşemek, dönmek… vb. kelimelerinin yeri ve zamanı değildir. Karşı fikirlere saygı duymakla birlikte bu benim fikrimdir.

Değerli arkadaşlarım insan tüm uzuvlarıyla bir bütündür. Ben assubaylık sorunlarının yanı sıra ideoloji ve düşünce yazılarının yazıldığı bu sitede kendimce hür irademle yorumlarda bulundum. Ancak görüyorum ki özellikle OYAK başta olmak üzere bazı yönlerden site yönetimiyle derin ayrılıklar içindeyim. Diyorum ya insan uzuvlarıyla ve uzantılarıyla bir bütündür. Tek taraflı büyüteç altına alınmış asgari müştereklerde buluşmak yerine, yüzde yüz kendime ait olan değişik alanlardaki fikirlerimi yazmaya gayret ettim. Ancak genel olarak site yönetiminin çizgilerinin dışına çıktıysam umarım hoşgörüyle karşılanmıştır. Saygılarımla…

YAZARIN EKLEMİŞ OLDUĞU YAZILAR
12/12/2015 3:40 PM
12/12/2015 3:40 PM
05/09/2015 11:04 AM
27/02/2015 5:22 PM
07/02/2015 7:04 PM
04/01/2015 6:09 PM
01/01/2015 2:00 PM
19/12/2014 9:17 AM
31/10/2014 6:24 PM
04/07/2014 7:37 PM
16/05/2014 7:49 PM
27/04/2014 8:10 PM
06/04/2014 11:02 PM
18/03/2014 10:33 PM
16/03/2014 9:43 PM
YORUMLAR

  1. Ersen Gürpınar dedi ki:

    Konu gökten zenbille inmiş olarak kabul edilen ordunun öz evlatları olunca akar,sular duruyor; Hinliğin,hukuksuzluğun,bizans oyunlarının imtiyazın alası devreye giriyor Fak.Yük.okul bitiren assubaylara verilen derecenin iptali için Anayasa mahkemesine yalan beyanla eski amiral cumhurbaşkanına dava açtırıp kısmen başarılı olanlar pes etmeyip bu kez AYİM hukuka aykırı kararı ile assubayları büro memurları statüsüne aldırdılar konu AYİM açılmışken sefer görev emri ile seferberlik tatbikatına katılan 2nci dereceden emekli binbaşıyı yedeklikte yarbaylığa terfi etti diye 1nci dereceye yükselttiler AİYM adalet dağıtmakla yükümlü değilmi? YEMİŞİM ONLARIN ADALETİNİ sonra da kalkıp ordu yıpratılıyor diye sızlanıyorlar orduyu yıpratan ana neden ordudaki personel ayrımı ve adaletsizliktirrrrrrrrrrrrr

  2. Adnan Fuat Özdemir dedi ki:

    HİÇBİR YASAL DÜZENLEME OLMADAN 1992 YILINDAN BU GÜNE DEĞİN 1/4 DERCE VE 1500 GÖSTERGE RAKAMINDAN MAAŞ ALAN YARBAYLARIN,FARKEDİLEN BU HUKUKİ BOŞLUĞUNU KAPATMAK İÇİN FAKÜLTE MEZUNU ASSUBAYLARI TASARININ BAŞINA YAZARAK YAPILAN KANUNİ DÜZENLEMENİN HEM GENELKURMAY ADINA YAPILAN AHLAKSIZ BİR TEKLİF OLDUĞUNU, HEMDE 1/4 BAŞARISNIN MİMARİ KESİMİNİN TEMAD OLMADIĞININ DA ESBABI MUCİZESİNİ ÖĞRENMİŞ VE ANLAMIŞ OLDUK. BU TOPLUM BİR KEZ DAHA GENELKURMAYIN İÇİNDEKİ APOLETLİ CANLILARIN ZÜMRÜDÜ ANKA KUŞU OLMADIĞINI BU BELGESEL TESPİTLE GÖRMÜŞ OLDU. SAYIN DEĞERLİ BÜYÜĞÜMÜZ ERSEN GÜRPINAR NEZDİNDE SAYIN EROL ERDEM VE SAYIN ŞÜKRÜ IRBIK A MİNNETTARIM.

  3. osman ATEŞ dedi ki:

    1-4 Yarbay,Sayıştay meselesini Erol ERDEM abimiz kanun çıktığı günlerde yazmıştı ve 1-4 Assubaylar için değilde yarbaylar için bir düzenleme olduğunu söylemişti.Tekrar dile getirilmesine memnun oldum aslında hiç gündemden düşürmemek lazım.Bugün sohbet ettiğim çalışan bir polis arkadaşımın 1998 mezunu olduğunu ve derece kademe olarak 1-1 de olduğunu öğrendim.Ben Bir Jandarma Assubay olarak 1988 li olmama rağmen 2-3 den emekli olabildim.Emniyetteki arkadaşım 9 aylık polis okulunu okuduktan sonra göreve başladığı 11-1 den 2 yıllık yüksek okul bitirdiği için 9-2 sine yani 7 yıl kıdem almasına karşı bizler 1 tam yıl okuyup 10-1 den başlayıp 2 yıl yüksel okul okuduktan sonra 1 yıl kıdem verip 10-2 ye yükselten zihniyete diyecek bir şey bulamıyorum. 1-4 statü farkı diye verilmezken dilimin döndüğü kadarı ve yanlışım yoksa 9-2 de statü farkı diye bizlere verilmiyordu diye bilmekteyim. Eğer bizlere 1-4 nü veriyorsa derece kademelere niye düzeltmiyor .Demek ki bize verilen bir hak değil başkalarına verilen Haksızlığı başka bir haksızlıkla düzeltme çalışmasıymış iyi günler diliyorum.

  4. Kazım ERKOÇ dedi ki:

    Değerli büyüğüm,
    Kaleminize sağlık. Teşekkürlerimle.