Gerçi her günü sıradandı ya, olsun, lafın gelişi işte!
Yılların alışkanlığı ile sabah yedide uyanır, saat dokuza kadar uyur gibi yapar, evinin küçücük balkonuna geçer, hanımın ayağının altında dolaşmak istemez, internetten gazetelere bakar, eşi sabah telaşını atlattıktan sonra kahvaltı edilir, sonra elektrik su faturalarının ödenmesi gibi önemli (!) işler halledildikten sonra öğle uykusu, yine internet…Akşam yemeği, televizyon kumandasını önce kapmışsa haberler, kaptırmışsa aptal diziler seyredilir ve yatılır.
İşte bu gün de sıradan bir gün gibi başlamıştı.
Günlerdir evde bir fırın gerginliği yaşanıyordu, eski fırının içi dökülüyordu ve eşine göre yenisi alınmalıydı. Ama hesap bir türlü denk gelmiyordu. Hep yeni bir şeyler çıkıyordu.
Borç harç evlendiklerinde eşi ona çok anlayış göstermiş, çok destek olmuştu, Allah için inkar edemezdi, onu sabrı, desteği, tutumluluğu olmasa bu günkü konumuna gelemezdi. Moda deyimle antidepresan bir gülümseme yayıldı yüzüne bu günkü konumunu düşününce… İki oda bir salon ev, 2001 model bir araba, ve borçlar. Bu günkü konumu da buydu işte. Gene de şükretti, bu kadarına da sahip olamayanlar var, “Şükür” dedi içinden.
Eşi, “pek neşelisin bu gün” deyince fırtına bulutlarının dolaştığını hemen anladı, bunun arkası gelirdi, “Haydi hayırlısı!” diye geçirdi içinden.
Evden uzaklaşmayı düşündü, en iyisi buydu. Ama nereye gidecekti?
Son zamanlarda iyice daralmıştı. İş arıyordu sürekli, gazeteleri, iş ilanlarını araştırıyordu, Kariyer net, Eleman on-line, Secret CV gibi siteleri sürekli izliyor, ama bir şey çıkmıyordu işte!
Zaruri birçok şeyi “alalım ufak taksitlerle öderiz” diye düşünüp almışlar, ufak taksitler üst üste gelince neredeyse maaşın yarısını alıp götürür olmuştu.
Şu fırın işini de çözse iyi olacaktı ama bir ufak taksit daha eklenecekti.
Kadın kahvaltı masasına tabakları atar gibi koyuyor, buzdolabı ile masa arasında hızlı hızlı gidip gelirken düşünüyordu “32 senedir evliyiz, hep idare ettim, hep sabrettim, anasıdır, babasıdır, danasıdır katlandım. Tüm heveslerim kursağımda kaldı, durumumuzu bildiğim için hep idare hep idare… 32 sene sonra bir fırın istedim, bir fırın yaaa!”
“Kahvaltın hazır” dedi, “ gel de ye!”
Masaya oturdu, bekledi, eşi gelmeyince kalkıp yatak odasına gitti, eşi sırt üstü yatmış tavana bakıyordu.
“Sen kahvaltıya gelmeyecek misin?”
“Gelmeyeceğim”
“Neden”
“Benim bu evde bir tek görevim var, sana karılık etmek, seni memnun etmek, benim bir şey istemeye hakkım yok, kahvaltını ettiysen gel, kadınlık görevimi de yapayım… Hadi”
Kadın soyunmaya başladı, çıktı odadan, tekrar balkona döndü, kahvaltı masası öylece duruyordu.
Son zamanlarda ani parlamaları oluyordu, tansiyon, şeker belki de yaşananların, stresin doğal sonucuydu ama yapacak bir şey yoktu. Doktor “sakin olacaksın, stresten uzak duracaksın” dedikçe doktorun kolalı gömleğindeki kırmızı-siyah pahalı kravata gözü takılmış, o kravatı iyice sıkıp, doktor morarana kadar öylece bekleyip, sonra da “hadi stres yapma doktor”diyesi gelmişti son doktora gidişinde. Çünkü doktorun sıkılı kravatı gibi sıkıyordu hayat onu. Hem de her gün, hem de her saat!
Kalkıp giyindi, eşi ile göz göze gelmemeye çalışarak…Kapıdan çıkarken eşi geldi, “kaç, evden uzaklaş” dedi.
“Konuşalım mı?”
“Neyi?”
“Bu gerginliğin sebebini”
“Allahım ya, gerginliğin sebebini konuşacakmış! Kaç aydır ne konuştuk?”
“Bak, bildiğin gibi taksitlerimiz var, biraz hafiflesin söz ya, söz!”
Sesi istediğinden fazla yüksek çıkmıştı, fark etti ama olan olmuştu…
“Bağır, bağır, bağırır susturursun!”
Çok daha zor günleri birlikte aştıkları, can yoldaşını tanımakta güçlük çekiyordu, ne olmuştu, ne değişmişti?
Dışarı çıktı, kapı arkasından hızla kapandı… “O da benimle az çekmedi” diye düşündü, “Yıprandı, hem de benden fazla!”
Bir simit aldı, parkta onu yedi, öğleye kadar parkta oturdu, bir alışveriş merkezine girdi, hiçbir şeyi görmeden, hiçbir vitrine bakmadan, bir hayalet gibi dolaştı, bütün katlara inip çıktı, bir bankta dakikalarca oturup yere baktı, ensesinden başlayan bir ağrı alnına kadar geliyor, şakakları zonkluyordu. Tansiyon ilacını yine almaya unutmuş olmalıydı.
Gün ikindiye dönmüş, gölgeler uzamıştı eve geldiğinde, kahvaltı masası sabahki gibi duruyordu, dokunulmamıştı. Karnı da iyice acıkmıştı. Buzdolabından tansiyon ilacını, şeker hapını aldı… Bolca su ile içti, çünkü doktor öyle demişti. Balkona çıkıp oturdu. Başı fena ağrıyordu.
Uzaktan uzağa bir telefon sesi geldi, birkaç kez çaldı, sustu…
Pijamalarını giymek için yatak odasına girdiğinde eşinin toplandığını gördü, bir bavulu doldurup kapatmış, diğerini özenle yerleştiriyordu. Yanına gitti, eşi ona bakmadı bile, ağlıyordu…
Ne vardı bu kadar büyütülecek, ne vardı bu kadar sorun edecek? Uzlaşamazlar mıydı? Ne günler, ne zorluklar atlatılmıştı birlikte…
Elini omzuna koydu eşinin…
“Dokkkunma bana, dokunma dedim!”
“Konuşalım, lütfen!”
Bu arada eşinin telefonu yeniden çaldı, oğlu arıyordu, büyük oğlu Çanakkale’nin bir ilçesinde öğretmenlik yapıyordu.
“Alooo… Oğlum?”
“Anne ağlıyorsun sen?”
“Boş ver beni oğlum, benim hangi günüm ağlamadan geçiyor ki, sen nasılsın?”
“Anne, beni boş ver, ne oldu söyle, babam nasıl, bir şey mi oldu?”
“Babanın keyfi yerinde oğlum!”
“Sen niye ağlıyorsun anne?”
“Kaderime ağlıyorum oğlum, kötü kaderime, bunca yıllık emeğime, bunca yıllık sabrıma, bunca yıllık çektiğim çileye”
Nabızlarının hızlandığını, göğsünün hızla inip kalktığını hissediyor, gözleri yanıyordu.
“Çocuğu da huzursuz etme” dedi eşine!
Eşi konuşmaya devam ediyordu, telefonu aldı önce duvara çarptı, sonra üzerini çiğnedi, çiğnedi parçalarını un ufak edince ye kadar çiğnedi.
“Allah belanı versin” dedi karısı…
Saçından tuttu…Vuracaktı, sonra bıraktı…
Karısı bağırmaya, beddua etmeye devam ediyordu…
Saat 19:02 de, önce iki el, tam bir dakika sonra 19:03 te bir el silah sesi daha duyuldu… Balkon demirindeki iki güvercin silah sesine havalandı, bir süre birlikte doğuya doğru uçtular, sonra ayrıldılar bir kuzeye, diğeri batıya, sonra gözden kayboldular.
Sonra derin sessizlik…
Sadece sessizlik!