Nisan ayının ilk günleri
Antalya semalarından bulutlar geçiyor, hafif bir rüzgar var, ağaçlar çiçek dönemini geride bırakmış, yapraklar açıyor. Havada tatlı bir sıcaklık, güneş hafif dokunsa da gölgeler hala serin.
Antalya’nın en güzel zamanı.
Her taraftan portakal çiçeklerinin kokusu geliyor.
Arılar, kelebekler, kuşlar tatlı bir telaş içinde. Kalın giysiler atılmış, daha hafif giysiler, gençlerde kısa kollular, arada bir şort giyenler.
Açıkça kışa bir meydan okuyuş var; bahar geldi.
Sabah erken uyanmıştı, eşi her zaman ondan erken uyanır. Mutfaktan sesler geliyor, çay kokusu yemek kokularına karışıyor. Eşinin arkadaşları gelecek anlaşılan, evden uzaklaşmak gerek
“Günaydın,”
“Günaydınnnnn”
Eşinin omzuna hafifçe sarıldı.
“…”
“Bende bu gün biraz dışarı çıkayım, hava güzel, yürürüm biraz derneğe uğrarım”
Tahmini doğruydu, kahvaltıdan sonra hafif bir hırka giyip çıkarken eşi şapkasını yetiştirdi,
“Başına güneş geçmesin”
Güllük Caddesinden denize doğru ağır adımlarla ilerliyordu, herkes telaşlı, herkes aceleci, daha sarı ışık yanar yanmaz kornaya basan şoförler, birbirine çarparak yürüyen gençler, kaldırımlar kalabalık. TEMAD’ın önünden, Orduevinin önünden, Mehmetçik çay bahçesinin önünden, Yivli Minarenin yanından Işıklar Caddesine vardı. Evden çıkalı on dakika bile olmamıştı ama terlemişti. Son aylarda terleme ve nefes almada sıkıntı başlamıştı. Kimseye söylemiyordu, söylese eşi, özellikle de gelin doktor doktor gezdirecek, tahlil, iğne canından bezdireceklerdi. Neyse ki oğlan vurdumduymazdı. Gerçi her konuda vurdumduymazdı ya neyse. Işıklar Caddesinden Karaoğlanoğlu Parkına yöneldi, denize doğru yürüdü, denize karşı bir banka oturdu.
Deniz mavi ve berraktı sanki kristal serpiştirilmiş gibi güneş ışıkları ile oynaşıyor, martılar keyifli uçuyor, arada bir geçen geç kalmış balıkçı motorunun patpatları sessizliği bozuyor, sonra yerini sessizliğe bırakıyordu.
Bir de uzaktan gelen, belli belirsiz duyulan müzik, genç ve yanık sesli bir erkek türkü söylüyor, nakaratlarda bir bayan eşlik ediyordu.
Yorgunum sevdadan dertten yorgunum,
Çekip bu ellerden gidesim gelir,
Sana değil, ben hayata dargınım,
Uzanıp dizine ölesim gelir!
O iş öyle olmuyor diye düşündü.
Emekli olunca rahat edeceğini düşünüyordu, Antalya’ya, yerleşmek en büyü hayaliydi, olmuştu, emekli maaşı ile kıt kanaat geçiniyordu eşi tutumlu, becerikliydi. Evlendiklerinden beri evi zaten eşi çekip çevirir, hep şükreder, hiç şikâyet etmezdi. Son derece temiz, titizdi, belki biraz fazla titiz.
Meslek hayatı boyunca çok çekmiş nöbetler, angaryalar, kaprisler, hapisler, tayinler… Devrelerinden neredeyse iki kat fazla tayin görmüştü, dik başlı bilinirdi, aslında öyle değildi. Haksızlığa dayanamaz, karşı çıkınca da dik başlı olurdu. Mesleğini çok iyi bilir, çalışmaktan kaçmaz ama haksızlık kime yapılırsa yapılsın karşı çıkar, dik dururdu.
Oğlunu evlendirmiş, biri kız biri oğlan iki torunu olmuştu, gelini eşine benziyordu, becerikli, insancıl, tutumlu, temiz. Oğlu her nedense sorumsuz, hiçbir işte dikiş tutturamayan, bencildi. Çok kızıyordu, eşi ise asla oğluna toz kondurmaz, ne yaparsa yapsın hep haklı bulurdu. Eşiyle anlaşamadıkları ve en çok tartıştıkları konuydu bu.
Oğlu arkadaşı ile açtığı telefon satış ve servis işini batırıp, borçlanınca Antalya’yı terk ediyor, iki torun ve gelinin sorumluluğu üzerine kalıyordu. Oğlunun hayatında başka bir kadın olduğunu öğrenmiş, kızgınlığı bir kat daha artmış, ama kimseyle paylaşmamıştı. Torunlarına ve gelinine kol kanat germiş, kimseye muhtaç etmemişti. O nedenle gelini onu bir baba gibi görüyor, çok değer veriyordu. Eşinin memlekette babadan kalma evi satılarak oğlunu borcu ödenmiş, oğlu 11 ay sonra Antalya’ya dönebilmişti.
Evde, belki de evliliklerinin en büyük kavgası o gün yaşanmış, eşi hiçbir şey olmamış gibi oğlunu sahiplenince hem oğluna hem de eşine çok ağır sözler etmiş, ilk kalp krizini o gün geçirmiş, Akdeniz Üniversitesi Hastanesinde ikinci günün sonunda gözlerini açabilmişti .
Bir daha evde o günden bahsedilmemiş, eşi ve özellikle de gelini üzerine titrer olmuştu.
Olayları hatırlamak onu yine sinirlendirmiş, göğsünün sıkışması, ter artmıştı.
Bir an sanki yüzüne gün ışığı vurmuş gibi oldu, terden sırılsıklamdı, deniz tarafından sanki buz gibi bir rüzgar eser gibi oldu, başının üzerinden çok alçaktan bir martı geçti, ya da öyle zannetti.
Başı sağ tarafa düştü ve öylece kaldı.