Babası, yedi yaşındaki oğlunun elinden tutdu ve ikisi birlikde alessabâh mahalle mektebinin yoluna düşdüler. Müdürün kapısını çalıp içeri girdiler. Çocuğunu mektebe kayıt ettirmek istediğini söyledi babası. Nüfus cüzdânı olmadığını gören müdür, çok istemesine rağmen çocuğu okula kayıt edemedi. Nüfus dairesine gidip oğluna nüfus cüzdânı almasını söyleyen müdür, baba-oğulu başından savuşdurdu.
İşde, böyle başladı hikâye.
Sonra sıkıntı, çile ve ısdırap dolu günler, aylar, seneler başladı. Kanun’lar nizamlara olan saygısından kendisinden istenen her şeyi yapdı…
Nüfus dairesi, askerlik şubesi, vergi dairesi, nikâh dairesi, belediye, mahkeme, tîmârhâne, ve nihâyet hapishâne yollarında törpülenen bir ömür…
Vergi borcu, vatan borcu söz konusu olunca devlet, onun yaşayıp yaşamadığına bakmadı.
Kimin verdiğini sormadan, alacağını aldı. Vatandaşın burnundan cımcız ile kıl, dübüründen şırınga ile kan çekdi.
Fakat sıra vermeye gelince devlet, vatandaşa pösteki saydırdı.
Devlet memurlarının hiçbiri kötü niyetli değildi aslında. Vatandaşa yardım etmeye çalışdı hepsi. Fakat köhnemiş mevzuata körü körüne bağlı kalmayı tercih eden memurlar, bu vatandaşın işini bir türlü halledemedi.
Sırtını yaslayıp birlikde çalışmak istediği adamlardan yediği kazıkların hesâbını kimse sormadı, kimseye soramadı.
Devlet dairelerinin tozlu, rutubetli geçeneklerinde hoyratca, hesapsızca harcanan aylar, senelerden ve telâşlı koşuşdurmalardan sonra bile yaşadığını ispatlayamadı.
Çünkü;
Yaşar,
Ne yaşar
Ne yaşamaz!..
Devletinden bir tek şey istedi. Kendisine ait bir nüfus cüzdânı.
Cumhuriyetin yüzüncü senesinin devlet memuru İçişleri Bakanı Gazcı Muammer, para sayma makinasında saydığı paralar karşılığında Acem uşağı Reza KEZZAP’lara bugün pendir-ekmek gibi nüfus cüzdanı dağıtıyor.
Fakat bunca masraf, bunca gayret, bunca vakitden sonra 100 sene evvelinin devleti, kendi vatandaşından bir nüfus cüzdanını esirgedi.
Cumhuriyet öncesinde başlayan ve Cumhuriyetden sonra da devâm eden bir hikâyeyi anlatan mizâh usdası Harbiyeli Aziz NESİN’in, aynı isimli romanından bahsediyoruz.
Köylü bir vatandaşımızın; devlet, daha doğrusu askeriyle, siviliyle devleti temsil eden sünepe memurlarla yüzleşmesini anlatan bizden bir hikâye.
Devleti hicvediyormuş gibi görünen Sayın NESİN’in bu eseri benim kanaatimce aslında devleti değil fakat devlet memurlarının âcizliğini, liyakâtsizliğini ortaya dökmektedir.
Devlet dediğiniz nedir ki? Yol kesmez, hırsızlık yapmaz. Kul hakkı yemez. Bugün git, yarın gel demez.
Bütün bunları yapanlar ya devletin memurlarıdır ya da devletin vatandaşlarıdır, değil mi?
Oğluna nüfus kağıdı çıkarmak için aynı nüfus müdürlüğüne ikinci gidişinde ölü bir adamın çocuğu olmaz iddiasıyla oğluna da nüfus kağıdı alamaz. Ve haklı olarak sinirleri boşalır. O güne kadar hiç yapmadığı bir şeyi yapar; önüne gelen herkese günyüzü görmemiş küfürler eder. Aslında burada küfür savurduğu, gene devletin hükmî şahsiyeti değil. Öfkesi, devleti bu kadar kötü idare edenleredir.
Hikâyenin kahramanı, devlet memurlarının kendisine çıkardığı zorluklardan ve başından geçen onca anlamsız olaylardan sonra kendi varlığından şüphe etmeye başlar. Kanun’lara nizamlara memurlara olan saygısını kaybeder.
Devlet, o’nun varlığını hiç umursamaz. En sonunda yaşayıp yaşamadığına kendisi de aldırmaz olur.
Yaşayıp yaşamadığından artık kendisi bile emin değildir.
Birisine kırk kere deli derseniz, ne olur o adama, değil mi?
Yaşar, yaşayıp yaşamadığına karar vermeye çalışadursun, biz dönelim bizim Yaşar’a…
Genelkurmay İkinci Başkanı Sayın Orgeneral Yaşar GÜLER’in gazeteci Sayın Balçiçek İLTER’e verdiği mülâkatı ele alacağız bu makâlemizde.
Sohbetde geçen ifâdelerin aşağı yukarı yarısı, Balçiçek Hanımın kendisine anlatılan bilgilerden edindiği kanaatine dayanan ifâdelerden oluşuyor.
Diğer yarısı da bizzat İkinci Başkan Yaşar Efendinin ağzından dökülmüş.
Herşeyden önce şunu hatırlatalım. Hangisi olursa olsun! Önemi yok! Gazeteci Balçiçek Hanımın Yaşar Efendi ile yapdığı mülâkat kayıtlara geçdi bir kere. Genelkurmay Başkanlığımız bugüne kadar tekzip etmediğine göre mülâkatda sarf edilen sözlerin doğru olduğunu kabul etmiş demekdir. Şu vakitden sonra tevil-tekzip etmenin faydası yok.
Yaşar ne yaşar ne yaşamaz adını verdiğimiz işbu makâlemizde;
Diğer yandan Yaşar Efendinin ruh ve seciyesini tahlil edeceğiz.
Yazacak kağıt ve yeteri kadar da mürekkep bulabilirsek şâyet, mülâkatın konusu olan astsubay meselesi hakkında da bir iki kelâm irâd edeceğiz.
Yazması Eski Tüfek’den,
Düzenlemesi Sn. Semih KOÇ’dan,
Yayınlaması Sn. Ersen GÜRPINAR’dan…
Kıraat etmek de artık siz muhterem karilere kalıyor.
Sayın Balçiçek İLTER, Türkiye gazetesindeki köşesinde, 14-15 Aralık 2013 tarihlerinde iki bölümlük bir makâle yayınladı.
Önü bir türlü alınamayan asker intihârları konusunu ele alan “Canlarına kıyıyorlar, çünkü…” başlıklı bu yazısında;
Aynı makâlesinin müteakip satırlarında Sn. İLTER, önemli iki tesbit daha koydu ortaya;
T.C Ordusu’nun ilk devlet memuru olan Genelkurmay Başkanımız Nejdet Bey, Sn. Balçiçek İLTER’in söze konu bu makâlesini okumuş!
Okumuş da biliniz bakalım ne olmuş?
Balçiçek Hanımın makâlesinde sarf etdiği cümlelerinden sâdece birisine itiraz etmiş. Nejdet Bey çok “alınmış!” Hâttâ çok “üzülmüş!”
Üzüntüsünü bir türlü savuşduramayan Nejdet Bey, kendisini üzen Balçiçek Hanıma ucu gırmızı mumlu bir dâvetiye göndermiş.
Demiş ki, gel, görüşelim.
Sonra da yardımcısı Yaşar Efendiyi odasına çağırıp Balçiçek Hanımı misâfir etmesini söylemiş.
Astsubay meselesinin asıl sahibi olan TEMAD Genel Başkanı Sn. Ahmet KESER’i dâvet edip ona da niye “gel, görüşelim” dememiş?
Genel Başkanımız Sn. KESER, Nejdet Beyi üzecek çapda sözler sarfetmedi mi yoksa? Bunu da bir kenara koyalım.
Emekliassubaylar.org’un müdâvimleri tahattur edeceklerdir. Cumhuriyet tarihinde ve Türk TV tarihinde bir “ilk”, 2012 senesinde hulûl eylemişdi. Görevi başındaki bir Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Başkanı kameralar karşısına geçmişdi.
Genelkurmay Başkanları dışında hiç kimsenin konuşmadığı, konuşma yetkisinin dahi olmadığı Türk Silahlı Kuvvetlerinde zuhur eden mucize(!) mertebesindeki bu “ilk’i” biz de Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Ve Astsubay ismiyle maruf makâlemiz vasıtasıyla siz muhterem okuyanlara fâş eylediydik.(bknz.)
Astsubayların talepleri söz konusu olunca karargahdaki kalem efendileri aldılar kalemi eline, çaldılar kağıdın orasına burasına. Alt alta sıraladılar şunları şunları yapdık diye. Şunları şunları da yapmaya devâm ediyoruz dediler.
Sonra da kimini astsubaylara verdikleri e-muhtıra gibi Genelkurmay Başkanlığı örütbağ sayfasında teşhir etdiler.
Kimini de basın-yayının muhterem mensuplarına belgegeçer’den gönderdiler.
Şimdiye kadar böyle yapmayı kendilerince yeterli gördüler. Astsubayların yarım asırdan beri dağları aşan sıkıntılarını kilimin altına süpürüp üsdüne de oturmakla vicdanlarını rahatlatdılar.
Giren, çıkandan çeyrek nefes bile fazla ise şayet şişirdiğiniz balon bir an gelir mutlaka patlar. Netekim, öyle de oldu. 20 günde 7 muvazzaf astsubay, yaşayıp düşmanı öldürmek yerine peşpeşe kendini öldürmeyi seçince maslahatcıların eteği tutuşdu.
Bu kez de karargaha hemen bir gazeteci çağırıp bir kısmı cilâlı, fakat çoğu da içi boş laflar etmekle meseleyi bir kez daha “öteleyebileceklerini” düşündüler.
İsder inanın, isderseniz de inanmayın!
13 Aralık 2013 Cuma günü, T.C. Ordusunda bu kez bir “ilk” daha zuhur etdi.
Böylesi mübârek bir günde Genelkurmay Başkanlığımız, Cumhuriyet tarihinde ilk defa olmak üzere astsubay meselesini basın-yayın huzurunda “en yüksek ikinci” düzeyde ele aldı.
Yaşar Efendinin odasında biraraya geldikden sonra kısa bir hasbıhâl yapdılar.
Karargahda görevli “Çaycı” ince belli cam bardaklara doldurduğu davşan ganı çayları ikrâm etdi gelen misâfire.
Mucize kabilinden bu “ilk” vak’a kapsamında karargaha dâvet etdiği Balçiçek Hanım sordu, Yaşar Efendi cevapladı.
Yaşar Efendi sordu, Balçiçek Hanım cevapladı.
Bâzen de Yaşar Efendi kendisi sordu. Balçiçek Hanımın cevaplamasına fırsat vermeden gene kendisi cevapladı.
Meğerse Yaşar Efendi, bu “öteki” kelimesine çok, ama çok alınmış, üzülmüş. Bir astsubayı “ötekileştirmek”, kendi bacaklarından birine kurşun sıkmak zihniyetindeymiş!..
Bir zamandan sonra Yaşar Efendi, “Bakın” diye tok bir edâ ile başlıyor söze;
Hiç beklemediği bu itirâf üzerine, Balçiçek Hanımın gözleri fal taşı gibi açıldı. Nasıl yani? dedi ve devâm etdi “Yaani Yaşar Efendi, size ait bütün bu mahrem bilgilerinizi, hâttâ sizin özel hayatınızın detaylarını bir astsubay mı biliyor” demekden kendini alamadı. Ananın bebeğini korumak için kendini fedâ etmesi gibi, Yaşar Efendiyi korumak saikiyle ileri atılan Balçiçek Hanım dayanamayıp; “Bence dikkat edin, bunca dava, bunca iddianame hep bu detaylardan çıktı” demekden kendini alamadı.
Bir anda soğuk ve uzun bir sessizlik doldurdu odayı… İkisinin bakışları tavandaki boya çatlaklarına, pencerenin dış tarafında havilsizce cıvıldaşan becet guşlarına ve yerdeki döşemeye odaklandı bir süreliğine.
Her iki şahıs da kendi kâlp ve nabız atışlarını işitebiliyorlardı o anlarda.
Belki bir sâniye, belki de bir saat geçdi. Önce, ince leblerini aksi istikametde sündürdü, Ağzı, genişledi, genişledi… Sıfatında hafif bir tebessüm taayyun etdi.
Koltuğunda öne doğru hafif eğilmiş vaziyetde oturan Yaşar Efendi, sonra kıvrak bir hamle ile balık eti vücudunu arkaya doğru kaykıltarak şöyle cevap verdi;
Çanakkale Harbi’nin yıldönümü vesilesiyle 1934 senesinde ATATÜRK şöyle dedi;
Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız.”
Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.”
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün;
Lutfen dikkat ediniz, bizim Mehmetcikerimiz değildir. ATATÜRK’ün böyle sıfatlar takdığı insanlar;
Çanakkale Harbi’nde düşman safında yer alıp bize kurşun sıkan Avustralya ve Yeni Zelanda’nın askerleridir.
İşde, ATATÜRK bu,
Bizim Yaşar Efendi ise konuşmasında Mehmetciğe “gençlerimiz” bile diyemiyor. “… bir yığın genç (*)” diye hitâp ediyor.
ATATÜRK’ün askeri de bu!..
* Yığın: (isim) 2. Birçok kimsenin veya nesnenin bir araya gelmesiyle oluşan kalabalık, küme, kitle, kütle. (TDK/1988).
Buraya kadar anlatdıkları girizgâhmış. Hani ısıtmak için motoru kış vakdinde bir süreliğine boşda çalıştırırız ya! Onun gibi bir şey. İşde şimdi başlamışlar asıl muhabbete.
İslâm tarihinin en önemli ve en hazin olaylarından birisi de 8 asır hüküm süren Endülüs medeniyetinin tarih sahnesinden çekilmesidir.
1492 senesinde Gırnata’nın düşmesi, Avrupalı Müslümanlar için önemli kırılma noktasıdır.
Endülüs devletinin son Sultânı Ebu Abdullah; savaşarak ölmek yerine harp etmeden Gırnata’yı terk etmeyi yeğledi. Vedâ tepesi denen yere çıkan Sultân, arkasına dönüp Gırnata’ya son bir kez bakdı…
Bunun üzerine anası Valide Sultân Fatıma, oğluna “erkek gibi savaşmadın şimdi otur da bâri kadın gibi ağla!” dedi.
Valide Sultân Fatıma’nın söylediği bu söz, tarihe geçmiş en önemli Sultân valide vecizlerinden bir dânesidir.
Yaşar Efendinin bugünkü durumu ile kısaca aktardığım bu ibretlik tarihî kıssa arasında bir benzerlik var mı sizce?..
Yaşar Efendinin dökdürdüğü cıncık-boncuk nevinden sözlerini cımbızlamaya devam edelim;
İşde, küpün çatladığı yer, tam da bu cümlenin söylendiği yerdir. Yaşar Efendi diyor ki;
Balçiçek Hanım, duyduklarını kelimelere dökmeye devâm ediyor;
Türkiye Cumhuriyeti Ordusu’nun ikinci adamı… Bir Orgeneral. Bu devletden en yüksek dereceden maaş alan bir devlet memuru. Tam 6 çeşit tazminât alıyor. Devletden alabileceği hakların hepsinin en yükseğini alıyor.
Çerez parasına lojmanda oturuyor. En pahalısından bir iki dâne makâm arabası, sekreteri, danışmanları, 1 emir subayı, en az 3 emir astsubayı, “çaycısı”, posdacısı, odacısı…
Masraf, küçük hesap, para kazanmak, işi bitince, paralı asker… Yaşar Efendi Yumurtalamış bunları… Şu zihniyete bakar mısınız?
Demek ki Türkiye’de lejyonerlik başlamış da bizim haberimiz yok! Mukaddes askerlik hizmetine esnâf zihniyetiyle yaklaşan bir orgeneral.
Peki nerede vatan hizmetinin kutsiyeti? Nerede gâzilik, şehitlik mertebeleri Yaşar Efendi?
Hudutlarda, dağlarda, bayırlarda kör kurşunların adres sorduğu yerlerde canını dişine takıp göğsünü düşmana siper etmeyi “hiçbir masrafı yok!” diyerek çaycılıkla bir tutuyor. Ayaklar altına alıyor.
Hiçbir masrafı yok dediği mesleğin, sermâyesinin ne olduğunu sen biliyor musun Yaşar Efendi? Ne kadar düşüncesizce söylenmiş bir ifâde bu!
Askerlik mesleğini bu kadar hafife ben alsaydım herhâlde AYİM’den ucu gırmızı mumlu sarı bir zarf almam işden bile değildi.
Bütün bu kepâzeliklerini marifet belleyen Yaşar Efendi, iki misli maaşı vermesine rağmen asker bulamadığını itiraf ediyor.
Fakat bunun müsebbibinin kim olduğunu söylememiş. Merak ediyorsa şâyet ayna baksın yeter.
Buraya kadar okuduklarınızda, sohbetin söz aralarına sıkışdırılan ifâde ve kelimelerin sizlere fısıldadığı hakikatleri dinlediniz.
İmdi de geliniz, Balçiçek Hanıma söylediği cümlelere bakarak Yaşar Efendinin ruh ve seciyesini tahlil edelim.
Pek farkında olmasak da konuşurken herkes, kendinden birşeyler söyler.
Yaşar Efendinin tahlilini yapmak için tümce kullanmaya gerek yok. Çünkü birkaç sözlük yeterli olacak.
İşde Yaşar Efendinin rütbe-i aklı ve hâlet-i ruhiyesi; âciz, beceriksiz, bezgin, çâresiz, dirâyetsiz, kararsız, kızgın, nâdim, üzgün…
Ve en önemlisi her zaman yarım ağızla cevapladığı sualler ve buram buram görevi savsaklama kokan ifâdeler…
Balçiçek Hanım içeri girdi ya bir kere! Sor Balçiçek, diyor kendine ve sormaya devam ediyor…
Hasbıhâlin bundan sonraki bölümünde, Yaşar Efendi kendi hâl-i pür melâlinden dem vuruyor. Bakınız neler söylemiş dilleri;
Cumhuriyet tarihimizin bu ilk mülâkatının şâyân-ı dikkat itiraflarından birisi de işde, aşağıda;
Yaşar Efendi;
Sohbetin tek “dümdüz” sorusuna geldi şimdi sıra. Balçiçek Hanım lafı evirmeden çevirmeden sormuş.
Fakat aldığı ne cevap dümdüz ne de söyleyen adam evirmeden çevirmeden söylemiş. Buyurun, bakalım;
Astsubayların tazminât haklarını;
Ancak burada bir soru geliyor aklıma; Astsubaylara tazminât verilmesini teklif eden Genelkurmay Başkanlığı mütalaâsının muhtevâsı ve gerekcesi nedir? Görmek isterim. Bu şerhi buraya yazıyorum. Çünkü astsubaylara tazminât konusunda “ne haklılar ne de haksızlar” diyecek kadar cıvık bir tavır takınan adamdan sağlam, kararlı, tutarlı, samimî, şefkâtli bir teklif ortaya çıkar mı, kuşkum var.
Astsubaylara tazminât verilmesi konusunda Yaşar Efendinin sarfetdiği yukarıda gördünüz ifâdesinde, üzerine vazife olmayan bir konuda fikir beyan etmiş. Ve paldımı aşmış!
Şöyle diyor Yaşar Efendi; “Hükümet, yapmayalım demiyor ama onlara yaparsam herkes ister zammı, onlara da yapmak zorunda kalırım şimdi bu yükün altına giremem diyor.”
Bu cümleyi söylerken ya gaflete düşüp ağzından kaçırmış. Ya da kendisini hedef tahtasından kurtarmak için Başbakanlığı kasden hedef gösdermiş.
Sen, teklifini göndermişsin. Gerisi Başbakanlığın bileceği işdir. Başbakanlık nâmına fikir beyan etmek senin vazifen değildir! Kurmay bir subay için bu gaf küçük sayılmaz.
Söz, gölge gibidir. İnsanın peşini bırakmaz dedik.
Siyah saçlarımdan ben,
Söylediği sözden, söyleyen er kişi mesuldur.
Bir yeri, bir vakdi gelir söyleyenin yoluna çıkar. Nasıl mı?
Sayın Başbakan’a söylüyorum; NATO kendi astsubaylarına ne kadar veriyorsa Türkiye’de kendi astsubaylarına o kadar versin. Fazlasını istemiyoruz.
Balçiçek Hanım şöyle devam ediyor; “Uzunca sohbetten anladığım şudur ki, TSK’da herkes ikinci adam, herkes ikinci planda zaten… Tek birinci var, o da Genelkurmay Başkanı…”
Bu tesbitinden dolayı Sn. İLTER’i tebrik ediyorum. Doğru ve yerinde bir tespit. Ancak nâkis… Nuksân bırakdığı sıralamayı biz tamamlayalım;
Yaşar Efendinin “herşeyin bir sırası var” dediği sıralamanan tamamı işde bu, can dostlarım.
“TSK’de eşitlik var” diyenlerin onbir sınıfa ayırdıkları askerlerin hepsinin “aynı yere sıçdığı” bir helâ bile yokdur.
Aynı yere bile sıçmayan askerler;
Bu itirafı pişmiş kelle gibi ortada sırıtıp dururken bakınız, Yaşar Efendi ne buyurmuş;
Türk Silahı Kuvvetleri;
Benzer örnekleri şu sayfaya sıralamaya tevessül eylesem kâğıt yetmez, mürekkep tükenir, kalem bîçâre kalır…
Meseleyi özetlemek gerekirse, Yaşar Efendi, karakolda doğru söylüyor fakat mahkemede şaşıyor.
Ya da tam tersini yapıyor. Mülâkata iyi hazırlanmamış. Ve konulara hâkim değil…
Zirâ, Yaşar Efendi değil gırtlağını, gıçını da yırtsa orduda kendi söylediği eşitliği temin ve tesis edemez.
Yapılması gereken şey eşitlik değil fakat her rütbeden askere temel insan haklarında eşit imkânlar ve eşit fırsatlar temin etmekdir.
Çünkü şu yaşın sahibi olarak ben iyi biliyorum ki bu yüce memleketin aziz insanları sâdece iki yerde eşitdir;
TSK’de olmayan eşitlikden dem vurdukdan sonra sohbet dönmüş dolanmış “orduyu temizlemeye” gelmiş.
Sn. Balçiçek İLTER’in “Astsubayları üstleri eziyor mu?” sualine bakınız Yaşar Efendi nasıl cevap vermiş;
Bir yandan “herşeyin bir sıralaması var” diyen Yaşar Efendi, öte tarafa dönüp “TSK, belki de herkesin eşit olduğu tek yerdir” diyorsa şöyle bir durup düşünmek lâzım. Ben, birbirinden taban tabana zıt bu iki saptamayı söyleyen aynı kişi mi?” diye düşünmekden kendimi alamadım. Bu iki tesbitden birisi yanlış olmak zorunda. Çünkü bu iki tesbit, birbirini kovalayan kavramlardır. Birisinin olduğu yerde öteki barınamaz.
Millî Savunma Bakanımız,
Şehitlik Yönergesi neşredip
Yatağında eceliyle ölen Savunma Bakanlarına, Orgeneral/Oramirallere
Ailesinin istemesi hâlinde
Şehitlik pâyesi dağıtılıyor.(1)
Fakat
Bu devleti idâre eden “şehit adayı” Bakanlar, Orgeneraller/Oramiraller,
Kışlada intihâr eden Mehmetciklerimize
Delikli bir guruş vermiyor.
İşit bunu, milletim!
Balçiçek Hanımı TSK Dayanışma Vakfı konusunda da tam anlamıyla birife etmişler. Nejdet Beyin adamları, Balçiçek Hanımın eline bir Bilgi notu tutuşturmuş.
Şunca hizmetin varsa şunu alırsın, bunca hizmetin varsa bunca alırsın.
Ölürsen de sana şu paracıkları veririz…
Brife edildikden sonra Balçiçek Hanıma bir vahiy geliyor.
Ve bu hesâba göre TSK Dayanışma Vakfı’nın, “generallerin çiftliği” olduğu gerçeği birden bire ham hâyâl oluveriyor.
Gazeteci dediğin kişi, gerçeği bilip bulmadan yazmaz.
Muğlak, sonradan tevil edilecek ifâdeler kullanmaz.
“… hayli boş gözüküyor” demiş.
Ve Balçiçek Hanım kuru kubur sıkmış.
TSK Dayanışma Vakfı hakkında yalan yanlış yazmadan önce bu vakfın başındaki “emekli generali” bir arasaydın keşke!
Bu vakıfda kaç dâne emekli subay, kaç dâne emekli astsubay var? diye bir sorsaydın keşke!
Balçiçek Hanım öğrenmek zahmetine katlansaydı şâyet;
Yaşar Efendinin sohbetinin gazetede neşredildiği günlerde O’nun Kara Kuvvetlerine ait bir helikopter düşdü.
İki müdür,
İki de çaycı vardı.
Azrâil Aleyhisselâm,
Rütbe sormadı.
Müdür de öldü,
Çaycı da öldü…
Yaşar Efendi,
Yere düşen helikopterde “şehit olan çaycı” gördü mü hiç?
Ya da eşkıya peşinde koşarken eşkıyanın döşediği “mayına ayağını, kurşuna gözünü veren çaycı” gördü mü hiç?
Gazeteci Sn. Balçiçek İLTER’e verdiği mülâkatta sarfetdiği sözlerini cımbızlayıp yukarıya aldım. Yaşar Efendinin bu itirafları aklıma, 20 inci asrın ilk yıllarının meşhur Maarif Nâzırı, Emrullah Efendi’nin söylediği bir sözü aklıma getirdi.
Emrullah Efendi, hemen her yerde uyuklamasıyla tanınırdı. Fakat günümüzün arsız, hırsız, kurnaz siyâsetcilerinden bir farkı vardı. O, kendi devrininin önde gelen âlim ve yenilikçilerinden birisiydi. Eğitimde çağdaşlaşmanın öncüsü oldu. Türkiye’de eğitimin o zamanın ölçülerine göre çağdaş bir seviyeye çıkartılması için elinden geleni yapdı.
Bu faaliyetinin yanısıra dalgınlığı ve uykuculuğuyla da meşhur idi.
Konuşmaya başladığı anda; zamanı ve mekânı unuturdu. Kürsüde günün en mühim meselesi hakkında konuşacak olsa konu şiire yahut eski hikâyelere kadar uzanır; yolda rastladığı bir dostuyla sohbete başlasa, geldiği yolun tersine dönüp gitmeye başlar; iştirak etdiği toplantının uzaması halinde de horul horul uyurdu.
Emrullah Efendi’nin dalgınlığı ve uykuculuğu, zamanının yazar-çizer ve hiciv şairlerine bol malzeme verdi. Hakkında yazılıp çizildi. Fakat günün birinde söylediği bir söz yüzünden ilmi de, unutkanlığı da, uyku merâkı da unutuldu.
Adı, günümüze kadar bu sözü sayesinde devâm edegeldi; “Şu mektepler olmasaydı maarifi ne de güzel idare ederdim!”
Maarif Nâzırı Emrullah Efendi’nin bir dost meclisinde şaka maksadıyla söylediği bu söz zamanla “cehâleti” anlatmak için kullanıldı. Eğitim-öğretimde yaşanan sıkıntılar gündeme geldiğinde mutlaka hatırlanır ve alay maksadıyla telâffuz edilir oldu.(2)
İkinci Başkan Yaşar Efendi, Balçiçek Hanımla konuşurken horul horul uyudu mu?
Ya da oturduğu yerden kalkıp Emrullah Efendinin yapdığı gibi geldiği yolun tersine doğru yürüyüp gitdi mi, bilmiyoruz.
Fakat Yaşar Efendinin sözlerine ve tavrına bakarak “Şu askerler olmasaydı Orduyu ne de güzel idâre ederdim” dediğini anlamak zor değil.
Mülâkatın konusu, astsubaylar ve asker intihârları.
Daha ziyâde astsubayların maddî ve meslekî sıkıntılarına ve intihârlarına odaklanmış sualler soruluyor…
Sualleri soran, bir gazeteci olan Sn. Balçiçek İLTER.
Cevaplayan ise Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Sayın Yaşar GÜLER.
Astsubayların sıkıntılarını ilgili makamlara iletsinler diye Genelkurmay Astsubaylığı ihdas edip o makâma da Hv.Svn.Astsb.Kd.Bçvş. Harun AĞPAK’ı tayin etmişlerdi.
Mülâkatda kendisinden hiç bahsedilmemiş.
Yaşar Efendi, ya Genelkurmay Astsubayını manken gibi yanına oturtdu ve ağzına ket vurdu,
Ya da 97.000 muvazzaf astsubayın resmî temsilcisi olan AĞPAK Astsubay, mülâkata dahil edilmedi.
Bunların hangisi doğru acap?..
Dert, sıkıntı, astsubayların.
Eli, ayağı, bacağı kopan, astsubaylar.
İntihâr edenler de astsubaylar.
Fakat astsubayların keline merhem olmaya çalışan kişi, bir subay!..
Nedir bu sulta, nedir bu tahakküm, nedir bu herkese, her şeye hükmetme hırsı?
Hani eşitlik, hani şeffaflık?.
Mizâh konusu olacak bir durum.
Levent KIRCA duymasın! Hemen bir iki gülmece yumurtalayabilir.
Bir astsubayın çekdiği sıkıntıyı, yaşadığı zorlukları ve intihâra sürüklenişini ancak bir astsubay anlayabilir ve anlatabilir.
İntihârı seçen bir astsubay hakkında bir subay olarak ahkâm keserken acap Yaşar Efendinin yüzü kızarmadı mı?
Ağalar, beyler, subaylar!…
Damdan düşenin hâlinden ancak damdan düşenler anlar.
Hoca Nasreddin’in eşşeği bile bu basit gerçeği keşfedeli sekiz asır oldu.
Bırakın artık önünüze konulan her meseleye kaşık sallamayı.
Astsubayın meselesini, bırakın, o sıkıntıları yaşayan astsubay anlatsın.
Bugüne kadar işbu mülâkatı irdeleyen(!) meslekdaşlarımızdan hiçbirisi bu konudan tek kelime bahsetmemiş.
Demek ki Genelkurmay Astsubayının mevcudiyeti aklımızda, vicdânımızda ve şuurumuzda henüz kabul görmemiş.
Aklın emrine râm olup şu sualleri soruyorum sizlere;
Ne kadar tuhaf, ne kadar hazin, ne kadar hayret verici bir durum, değil mi?
Hani, diyor ya Kaptan; “Ne çok kadınlar sevdim, zâten yokdular!”
Ey, Nejdet Bey!
Ey, Yaşar Efendi!
Ey Astsubaylar!
Sizin Genelkurmay Astsubayınız aslında hiç yok muydu?
Ey ruh!..
Geldiysen masaya üç kere vur!
İki bölüm hâlinde neşretdiği makâlesinde Balçicek Hanım; “Uzun lafın kısası soracak çok soru, masaya yatıracak çok sorun var…” diyor.
Ve meselenin geri kalanını başka baharlara havâle ediyor.
Kendisi gazetecidir. Ekmeğini kaleminden kazanır.
Hepsini yazıp bir günde bitirirsem sair günler ne yaparım diyorsa, Balçiçek hanımı anlarız.
Ne diyelim, canı sağolsun!
5-10 astsubayın daha eli, ayağı, kolu, bacağı kopsun,
Önümüzdeki bir 20 gün içinde 7 astsubay daha canına kıysın!
Diğer sorularını da o zaman sorar.
Zaman sayılı,
Canlar sayısız nasıl olsa!..
Susmuş, gene batmış!..
Yerine göre tumturaklı, cilâlı,
Hoş, lâkin boş sözler…
Yerine göre abartılmış,
Yerine göre rendelenmiş,
Yerine göre kazınmış rakamlar.
Çelişik fikirler,
Üzgün, bezgin ve öfkeli üslûp…
Kimisi kararsız,
Kimisi tutarsız,
Kimisi haddini aşan cevaplar…
Ürkek, nevmit duruş,
Samimiyetden uzak üslup,
Şefkât fukarası tavır,
Öteleyici tutum ve yaklaşım…
En önemli sorular karşısında sessiz kalması, susmayı tercih etmesi…
Astsubaylara “çaycı” diyen Yaşar Efendinin kendisi de çay kahve satan sosyal tesisler müdürü gibi konuşmuş!..
Nereden bakarsan bak, neresinden tutarsan tut, neresinden okursan oku, insanın elinde kalıyor.
04 Mayıs 2012 tarihinde biz astsubaylara verdikleri e-muhtıra bile ruh, lafız ve mâhiyet itibariyle bu mülâkatdan daha ehven.
Daha kuvvetli mesajlar veriyor.
O meşhur e-muhtırada örneğin şöyle ifâdeler var;
Her kelimesi, her ifâdesi muğlak; samimiyetden ve gerçeklerden uzak bir mülâkat vermiş Yaşar Efendi.
Balçiçek Hanıma verdiği bu mülâkatta ortaya koyduğu resim ile Yaşar Efendi Başkanlık yarışını şimdiden kaybetmişdir.
Hakkını teslim edelim Yaşar Efendinin!
Onca lafın-sözün, tozun-dumanın, sallayıp sarmalamanın arasında bir tek doğru var;
Tam bir sene evvel yazmışdık. İşe yaramış. Nihâyet anlamışlar! (bknz.)
İnsan, şişirilmiş tuluma benzer; ağzı açılınca havası iner dediydik!.. (bknz.)
Nejdet Bey göreve başladığı ilk günlerde, basın mensupları karşısında yapdığı her konuşmasında sayısız çamlar devirdi, potlar kırdı.
Ağzı açıldı,
Havası indi.
Anladı ki beceremiyor,
Daa konuşmayacağım! dedi.
Yaşar Efendi de basın ile ilk sohbetinde Nejdet Beyin akibetine uğradı…
Daa konuşmaz!, herhâlde…
2013 senesinin tam 14 saat 30 dakika hüküm süren şeb-i yeldâ’sında sözü daha fazla sündürmemek için;
Hislerime tercümân olsun diye,
Medet ya Abdal!
Medet ya Miskin, dedim.
Pir Sultân şöyle seslendi bana;
Demiri, demir ile dövdüler; biri sıcak, biri soğuk idi.
İnsanı, insan ile kırdılar; biri aç, biri tok idi.
Yunus EMRE de şu beyitini gönderdi Yaşar Efendiye;
Balık, kavağa çıkmış; zift turşusun yemeğe,
Leylek, koduk doğurmuş; bak, a şunun sözünü.
Eh, ne de olsa;
Yaşar
Ne yaşar
Ne yaşamaz!
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.