Su ve İdrâr…
Bugün 19 Temmuz 2023. Günlerden Çarşamba…
İzmir’de Ankara Caddesi var mı, bilmiyorum! Fakat Ankara’da İzmir Caddesi var. Hem de Kızılay’ın en mûtenâ yerinde… Az evvel geldim oradan. Günübirlik işim var idi. Üç-beş saatliğine öğle üzeri gitdim.
Mâlûm, Temmuz buralarda en sıcak aydır. Hem de Ağustos’dan bile…
Gökyüzü berrak mı berrak; bir çama bile bulut yok! Güneş, Hüseyingâzi Dağı’ndan değil de sanki filimlerde gördüğümüz cehennem ateşi püsküren yanardağın ağızından çıkıp da koşarak gelmiş gibi başımın üzerinde fokur fokur kaynıyor!…
Ulus Meydanı’nda geçenlerde yıkılan 100’üncü Yıl Çarşısı’nın önünde otobüsden indim ve başladım yürümeye… İşde, Ulus‘dayım.
Türkiye’nin merkezi Ankara, Ankara’nın merkezi Ulus…
Ulus; Tahtları, taçları kıran, saltanâtı yıkan ve yerine Cumhuriyeti kuran mekân.
Ulus; kul vatandaşı târihe gömen ve hür vatandaşı doğuran mekân.
Ulus; Türkün şanlı adını dünyâ târihine bir kez daha yazan mekân…
– Sol tarafımda; yöre ahalisinin ATATÜRK heykeli olarak bildiği Zafer Anıtı’nı görüyorum… Rekzedildiği 1927 senesinden itibâren Anıtkabir inşaatının tamamlandığı 1953 senesine kadar önemli resmî merâsimlerin tertip edildiği; son birkaç seneden beri de maaşları açlık sınırına kadar düşen biz emekli astsubayların basın açıklamalarına şâhidlik eden âbide… Atatürk Bulvarı ile Anafartalar Caddesi’nin kesişdiği köşenin iç kısımına; iki cepheden yaslanan ve tek taşlı eşsiz bir pırlanta gibi rekzedilmiş Zafer Anıtı burada…
– Polatlı cihetinden gelmekde olan Yonan kisveli İngiliz düşmanı gözleyen Mehmedcik burada…
– Vatan, nâmus uğruna şehâdete susamış silâh arkadaşlarını; sol eli ile verdiği “ileri” işâreti ile düşmân üzerine atılmaya sevk eden Mehmedcik burada…
– Sol omuzunda cepheye mermi taşıyan Kara Fatma burada…
– Mahmuzlasa ATATÜRK;
Bütün cihânı bir hamlede fethetmek ve toynakları ile târihimize zafer yazmak için hazır ve emir bekliyor… Zafer Anıtı’nın yüksek mermer kaidesi üzerinde dört ayağı da yere basar şekilde rekzedilmiş Sakarya burada…
– Ayağında çizmeleri ile Sakarya’nın üzerinde ve dizginleri elinde tutar iken bütün heybeti ile ufku gözleyen suvâri ATATÜRK; hemen karşısında, Cumhuriyet Caddesi’nde yer alan Birinci ve İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisini pür dikkat tarassut ediyor! Sakarya’nın dizginlerini eline verdiği ATATÜRK de burada…
ATATÜRK Bulvarı boyunca yolun sağ tarafından Kızılay’a doğru yürümeye devâm etdim. Merkez Bankası, Ziraat Bankası, Gençlik Parkı, Büyük Tiyatro/Opera ve hemen sonra Adliye.. Sıhhiye köprüsünün altından süzülüp ileri doğru geçdikden sonra Hitit Güneş Kursu Heykelini solumda bırakıp sağa, Necâti Bey Caddesine dümen kırdım. Caddeyi soldan yukarı doğru yürür iken bir değil, ikincisinden sola kıvırdınmı, işde, geldin… İzmir Caddesindesin.
Şu sıcak günün öğleninde uzun sayılabilecek yürüyüşden sonra kısa bir soluk alayım der iken İzmir Caddesinin ortasında buluverdim kendimi. Evden çıkar iken Serpil hanım müjdeyi vermiş idi; akşama kuru ve bulgur pilavı pişireceğim dedi… Ben de hele bir de dereotlu cacık oldu mu yanında diye mukâbele etdim!
Fakat acıkmadan eve gelmek ne mümküm! Oruçdan talimliyim çünkü.. Açlık ne ise de! Susuzluk bir başka canım… Dayanmanın imkânı yok! Bakdım, durduğum yerin tam karşısında Simit Ustası isimli büfe var. Yanaşdım oraya ve kasadaki genç, güler yüzlü çocukdan; bir simit, bir çay bir de küçük su ricâ etdim. 31 lira beyefendi dedi… Fiyatlarını sordum… Gene aynı gülen yüz ile; simit 8, çay 18, küçük su 5 lira beyefendi, dedi. Satın aldığım simit, cam bardakda çay ve küçük suyun parası olarak; üç dâne onluk kağıt ve bir dâne de demir 1 lira uzatdım. Benden önceki müşterilere davrandığı gibi bana da kibar ve güleç davrandığı için fiş isdemedim. Nakit ödemiş idim nasıl olsa! O da vermedi…
Üç gün evvel misafirleri Anıtkabir’e götürdüm. Ziyâret sonunda tuvalete uğradık; biliyorum, parasız idi. Anıtkabir’in çıkışındaki bayrak direğinin yanındaki büfeye uğrayıp birer küçük su aldım. Damla marka yarım litrelik suyun fiyatı 10 lira idi. Hayret! Anıtkabir’deki suyun fiyatı İzmir Caddesindeki büfede satılan suyun fiyatının tam iki katı!
Evvelâ sosyalist olmalı diyen ATATÜRK’ün Anıtkabir’ini vahşi kapitalizm esir almış da haberim yok. Ne kadar acı!..
Yaz mevsiminde Ankara boşalır. Köyü olan avam köyüne; parası olan havas ise tâtil mekânlarına hücum eder… Kışın bile buraları terketmeyen güvercinleri saymaz isek şâyet; Ankara sokakları da sâhipsiz köpeklere ve benim gibi emeklilere kalır…
Güvercinler burada, köpekler burada, muzâyakanın dibine düşmüş emeklililer burada… ATATÜRK de burada! Daha ne isderim ki, şimdi ben, Allah’dan?
Mis gibi kokan demleme cam bardakda çay bir elimde; susama bürünmüş çıtır simit ve ucuzundan yarımlık küçük su diğer elimde… Oturacak bir yer dikizliyorum… İzmir Caddesi kış günlerine göre handiyse bomboş… Hani mümkün olsa da şu an Ankara dışında olanlar Ankara’ya gelmeseler de hep oralarda kalsalar… Vıcır vıcır öteye beriye biteviye koşuşan güvercinler etraftaki insanlara nisbet yaparcasına hayâsızca sevişiyorlar! Gölgede oturacak yer bulmakda hiç zorlanmadım. Kısa bir süre sonra bir yer buldum ve telâş etmeden acelesizce çulu serdim oraya. Vay mübârek vay be… Evde olsa bu kadar lezzetli olmaz vallahi. Çayı simide yoldaş eyleyip hapır hupur yutuverdim hemencecik. Tıpkı, Köyden İndim Şehire filiminde günlerce aç kaldıkdan sonra Kayserili Behçet’in oğullarının çeyrek simit ile karınlarını doyurduğu gibi…
Neler gördü, neler!.. Gözlerim yaşımdan yorgun, cebimdeki telefon benden eski… Fakat keyfim yerinde! Hani dedim kendime… Cep telefonumun fotoğraf makinesi olsa idi! Bu çay-simit ziyâfetinin şöyle afili bir tavsırını çekebilseydim… Sizler de o keyifi, bugün burada görebilseydiniz! Neyse, tek derdim bu olsun! Köyden İndim Şehire’de Saffet’in elindeki çeyrek simidin son lokmasını çiğnemeden yutuşuna bakın, beni görürsünüz…
Aç ayı oynamıyor da! Aç insan niye oynasın ki? Çay-simit-su çok iyi geldi… İzmir Caddesi hiç olmadığı kadar sâkin, yerim serin… Öylesine ılgıt ılgıt bir de rüzgar esiyor ki! Târifi kâbil değil; cana can katıyor desem vallahi, az gelir! Hani Nesrin SİPAHİ’nin “söyledim aşkımızı Ankara rüzgârına” dediği o şarkı var ya! İşde, o şarkıdaki rüzgârdan daha da hârika bir rüzgâr…
(https://www.youtube.com/watch?v=nMX-jlqg2Cw&ab_channel=ttlmz)
Hem o şarkıda Nesrin SİPAHİ Ankara kızlarının vefâsız olduğunu söyler ve şöyle devâm eder;
“Söz verecek, gelmeyecek, hep seni aldatacak!”
Ankara rüzgârı öyle mi, ya! Bak, vekillerimiz bile güneş, deniz ve kum ile seni aldatdı. Fakat sen var ya, sen Ankara rüzgârı… Ne köpekleri yalnız bırakdın ne de beni ve benim gibileri…
Adı deniz olsa da Marmara’yı saymıyorum! Karadeniz, Akdeniz, Adalar Denizi… Adriyatik Denizi, Manş Denizi, Kuzey Denizi, Atlas Okyanusu… Hespini dolaşdım…13 sene gemi hizmetim var. Hem de ilk 10 senesini ara vermeden, tek seferde yapdım. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapmış subayların bile bu kadar deniz hizmeti yok.
Gemi deyince, yanlış anlaşılmasın! Aşk gemisi değil, harp gemisi. Harp gemisinde denizcilik yapmanın ne olduğunu ancak harp gemisinde görev yapmış başka bir denizci anlayabilir. Deniz ile boğuşmuş, dalga ile sevişmiş; deniz ile yorulmuş, deniz ile dinlenmiş; deniz ile üzülmüş, deniz ile sevinmiş; deniz ile yunmuş yosun kokan biri olarak bugün denizi olmayan şu şehirde yaşadığıma bâzen çok şaşırıyorum! Fakat ruhumu okşamak, gönlümü ferahlatmak için bütün şirinliğini şu ortaya döküşün yok mu ya, Ankara rüzgârı… Şaşkınlığımı bir anda alıp götürüyorsun benden… Sadakâtinin sonsuz olduğunun sen bile farkında değilsin; ömrün de sonsuz olsun ey, Ankara rüzgârı!
Seni boğmak için yıkılıp her seferinde biraz daha yüksek katlı inşâ edilen ve insanı soluksuz bırakmak için gökyüzünün eşsiz maviliğine paslı birer hançer gibi saplanan kapitalizmin şu çirkin beton tapınaklarına inat,
Sakın ha, Ankara rüzgârı! Sakın değişme!
Sen, hep böyle kal, emi?
Manzara böyle olunca da oturdum orada bir hayli zaman… Tam kendime geldim der iken birden bire küçük abdestimin basdırdığını fark etdim. Eve kadar tutmanın imkânı yok. Şunun şurasında küçük bir su içdik! Mecburen küçük de bir su tahliyesi yapmalı… Askeriyede her nöbet başında-sonunda doldur-boşalt misâli. İzmir Caddesinin güney ucunda bir üst geçit var… İş Bankası şubesinin tam karşısında… O üst geçidin merdivenlerinin altında bir umumî helâ var, biliyorum. Daha önce de gitmiş idim.
Han Duvarları’nda, hanlara seslenen Deli Ozan şöyle der;
“Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.”
Aslında ben de buralardaki hanlarda gizlenen umumi helâları bilirim! Çünkü geze geze öğrendim…
Oturduğum yerden kalkdım ve hemen oraya doğru seyirtdim…Vâsıl oldukdan sonra; bir iki saat evvel içdiğim küçük suyu gene küçük su olarak ve handiyse aynı mikdarda önümdeki duvarda bana bakan deliğe boca etdim. Az deniz suyu yutmadık, zamânında… Bu sebepdendir ki laf aramızda, biz denizcilerin küçük çişinin rengi deniz mâvisidir… Ne kadar rahatladığımı anlamak isder iseniz şâyet; Kibar Feyzo filiminde Feyzo’nun hamallık yapar iken sıkışıp da şeher tuvaletinde ohhh! deyip de rahatladığı o filim karesine bakın, beni görürsünüz.
Giriş herkese beleş idi. Fakat çıkış kimseye değil… Girer iken duvarda görmüş idim; küçük-büyük ayırt etmeden 5 TL yazıyor idi. Cüzdanımdan kağıt bir beşlik çıkartıp görevliye verdim. Geçen sefer buraya geldiğimde parayı aldıkdan sonra oradaki görevli bir peçete vermiş ve kolonya ikrâm etmiş idi. Bu sefer ikisi de yok!
Mesâneyi boşaltıp da rahata erdikden sonra gözümün önü ışıdı, aklım başıma geldi. Çay, simit, su… Hepsi hârika… Akabinde, tuvalet parası… Parmak hesâbı ile yekûn 36 lira harcamışım. Çay, simit ve suya verdiğim para neyse de… Küçük su tahliyesi için verdiğim 5 lira bana hakikâten dokundu. Tuvalete verdiğim parayı sanki yolda yürür iken oralarda bir yerlerde cebimden düşürüp de kaybetmiş gibi hissetdim… Bir avuç su dökmek de paralı olurmu, yahu!
İşim bitince dedim ki kendime! Şimdi dedim; cebinde 5 liran var ve sen tuvalete girdin, çişini yapdın!.. Peki, ya o 5 lira olmasa, hâlin nice olur idi? Namaz kılmanın bedava olduğu câmilerde bile tuvalet paralı… En parlak çâreler insanın en çâresiz kaldığı anlarında ortaya çıkar… Birkaç sâniyelik fikir fırtınasından sonra zihnimin köşesinde hemen tasarladım! Cıgara işmemişim! Hak, harâm yememişim! Ciğerler kiraz çiçeği gibi; göt, göbek, yağ mağ da yok; sırım gibiyim, çok şükür! Uzak değil buraya… Bir koşu varırım, Gençlik Parkı’na evvel Allah. 19 Mayıs Stadı, AKM, THK, kaderine terk edilen Paraşüt Kulesi, hemen yanındaki Kore Anıtı… Çok defâlar arşınladım, iyi bilirim oraları… Sonra… Sonra, Köyden İndim Şehire’de Himmet ve Gayret’in orada yapdığını yaparım;
İki gavak ağacının arasındaki takkeli beyaz binânın önündeki topağaca sırtımı verdimmi, burnumun dikine elli adım atdıkdan hemen sonra, orada gördüğüm ilk çalının dibine şu sıcak Temmuz ayında üre-asit-sülfat-fosfat dolu, amonyak kokulu bir nebze de olsa bir serinlik veririm. Hem de beleşinden dedim… Bir kere daha rahatladım…
Sonra dedim ki kendi kendime;
Necdet ÖZEL!
Benim gibi, sen de bu vatanın evlâdısın!
Şu an sen, benim yerinde olsa idin şâyet;
Şu İzmir Caddesini başından sonuna kadar,
Elini kolunu sallaya sallaya tek başına yürüyebilir mi idin?
Şuradaki büfeden bir çay, bir simit, bir su alabilir mi idin?
Şuradaki şu çınar ağacının dibine bağdaş kurup da şu insanlar ile sohbet edebilir mi idin?
Sonra! Sıkışınca, hemen caddenin sonundaki şu halk helâsına girip de işeyebilir mi idin?
Biliyor musun? Az evvel ben bunların hepsini yapdım! Hey be! Bendeki şu özgürlüğe bak sen!
Kendi Gitdi, Yasağı Kaldı Yadigâr…
Ben bunları düşünür iken hakkımdaki orduevi yasağı geliverdi aklıma…
Hem de süresiz.
Hem de kânunsuz…
Dünyâ hukuk târihinde böyle bir cezâ görülmüş, duyulmuş, verilmiş değil…
Fakat bu dünyâda bunu bir tek sen başardın(!), Necdet ÖZEL…
(https://www.emekliassubaylar.org/k2-kategoriler/item/2315-asubay-misin-er-misin)
Zihniyet Sürgünü isimli makâlemizi emekliassubaylar.org sitesindeki Eski Tüfek isimli köşemizde 13 Mart 2014 târihinde neşretmeye başlamış idim. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet ÖZEL hiç vakit kaybetmeden mahkemeye koşdu! Hemen ertesi gün, mahkeme karârı ile yayın yasağı koydurdu. Bu makâlemiz şu an bile hâlâ yasaklı… Benim orduevine girişimi de hem kânunsuz hem de süresiz olarak yasakladı. Bu sebepden dolayı; çay-simit keyfi şöyle dursun 14 Mart 2014 târihinden beri, ki 10 sene etmiş, orduevi tuvaletine işemişliğim yok. 29 sene orduevi aidâtını maaşımdan her ay peşin peşin kesdiniz, ulan pezevenkler! Hem de cebren!.. Fakat şimdi gidip de tuvaletine çöğdüremiyorum bile.
Necdet ÖZEL’in kânunsuz olarak verdiği hakkımdaki orduevi yasağının peşini bırakmadım elbet.
Zulüm odağı olan Askerî Mahkeme, İdârî Mahkeme, İstinaf der iken sıra şimdi Anayasa Mahkemesinde.
Tüfeği henüz duvara asmadım…
Dosyamız 28 Ocak 2021 târihinden beri, yâni 30 aydan beri “Komisyonlar Önünde İncelemede!”
Emsâl karâr belli…
Hakkımda kânunsuz olarak verilen orduevi yasağını Anayasa Mahkemesinin kaldırmakdan başka yapacağı yok. Bunu biliyorum.
Fakat bu komisyon incelemeyi ne zaman tamamlayıp da karâr verecek işde, onu bilemiyorum.
Bugüne kadar bekledim. Bu kadar daha beklesem de ölmem! Hem buna alışdım ben.
İsdemiyorum!
Ben ölmeden evvel incelemeniz biter de bu “kânunsuz yasağı” yasağı kaldırır iseniz şâyet,
Hepinize yazıklar olsun diyeceğim.
Sana da yazıklar olsun diyorum!
Kânunsuz olarak verdiğin orduevi yasağının,
Bugünün parası ile bana mâliyeti sâdece 5 lira…
Genelkurmay Başkanı olarak senin gücün de ancak
Şükrü IRBIK’ın küçük çişini yapmasını engellemeye yetiyor imiş!