Hiç kimse yok demesin! Her vatandaşda var. İnanmıyorsanız şayet hemen bir göz atın! Gömleğinizin, ceketinizin ya da pantolonunuzun ceplerinden birisinin içinde ya da para cüzdanınızın rahatca görünen bir bölmesindedir.
Daha dünyaya gözlerinizi açar açmaz, erkek iseniz mavi renklisini, kız iseniz pembe renklisini verirler size. Üzerinde, aile künyeniz yazar. Yanınızda taşımak ve istendiğinde kolluk görevlilerine ibraz etmekle mükellefsiniz. Edemezseniz şayet yandı gitdi mis kokulu gülüm keten helva! Resmî işlerinizde, ya aslını ya da sûretini; ekseriyetle de her ikisini isterler.
Yok ise o zaman, size haymatlos derler. Görevliye ibraz edemezseniz şayet dam ardını dolan da gel, demezler size! Mapushane çeşmesi yandan akıyor yandan türküsünü söylemeye hazırlanın. Soluğu karakolda alabilirsiniz. İşinizi yapdıramazsınız. Susuz, cereyansız, havasız, gazsız, telefonsuz kalabilir hattâ bakkaldan ekmek bile alamazsınız.
En üstünün orta kısmında, büyük hurufat ile TÜRKİYE CUMHURİYETİ NÜFUS CÜZDANI yazar. Ne ağa dinler, ne paşa! Ne zenginin önünde temenna çekip el pençe divan durur, ne de fakir fukaraya “Al ananı da git” der. Sade, beyaz kağıt üzerine siyah mürekkeple yazılmışdır. Üstü, asetat denilen şeffaf laylon ile kaplıdır. Dünyanın en zengin adamı olsanız helânızın taşını dahi som altından yaptırabilirsiniz de kendisini altın yaldızlı kağıda basdıramazsınız. Paranın her şeyi satın alamayacağını hatırlatır size. Maddî değeri bir kaç lirayı geçmez. Fakat manevî değerine dünyanın parası yetmez! Devletin tacıdır. TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ temsil eder. Yapmak şöyle dursun, torpil nedir bilmez; hâmil-i kart yakinimdir tezgâhı sökmez! Her vatandaşa eşit davranır. Ve onu taşımaya hakkı olan her vatandaşdan mutlak saygı bekler. Şayet onu yanınızda taşıyorsanız siz, şeksiz süphesiz Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşısınız.
Nüfus Cüzdanından bahsediyorum canım! Cumhuriyet’in ilk demlerinde Arapca hurufat ile yazıldı. Sonra adı, sağ taraf en üstde görüldüğü üzere T.C. NÜFUS HÜVİYET CÜZDANI idi. Bir zaman sonra, sağ ortada gördüğünüz gibi TÜRKİYE CUMHURİYETİ NÜFUS CÜZDANI oldu. Bugünlerde devam eden çalışmalara bakılırsa da sağ altdaki örnekde görüldüğü gibi yeni adı TÜRKİYE CUMHURİYETİ KİMLİK KARTI olacak.
Bütün bunları bildiğinizi ve homurdanmaya başladığınızı duyar gibiyim. Bildiğinizi şu fakir de biliyor dostlarım da benim demek isteğim “bildiğimiz” değil; “bilmek, görmek istemediğimiz” bir konu ile ilintili. Hattâ birilerinin gizliden yapmaya yeltendiği bir şeyi sizlere ayan etmek.
Hani, yanınızda taşıdığınız nüfus cüzdanının en üst kısmında yazan ilk iki kelime var ya! İşde o iki kelime ve onların kısaltılmışı olan o meşhur iki harf konusundaki nacizâne fikirlerimi serdetmek istiyorum bugün size. Çıkış noktam burası. Varacağımız noktayı ve sonucu birlikde göreceğiz. Teveccüh gösterip okumaya devam etmek de sizin gül gönlünüze kalıyor gayrı.
Gördük, işitdik, okuduk… Sonra bol bol münâkaşa etdik. Şöyleydi, böyleydi dedik. O’nu cebinde taşıyan resmî vatandaşlardan(!) bazıları, şu günlerde onun üzerindeki bu iki harfi tabelalardan indirdi, kazıdı, sildi.. Üstelik bunu yapanlar sıradan insanlar değil. Maaşını benim verdiğim vergilerden cebine indiren devletin bazı memurini…
Vatandaşlardan bazıları da indiremezsin, silemezsin, kaldıramazsın dedi. Olmadı; sonra, indilerenlerden bazıları elleri titreyerek ve istinkaf ederek yerine geri koydu. Bazılarını da indirenler değil fakat indirilmesine öfkelenen vergi mükellefi ve hamiyetli sade vatandaşlarımız yerine koydu.
Onu indirenlere milletin gösterdiği tepki birden çığ gibi büyüdü. Tivıtır denilen mecrada üyelerinin şimdilik üçde birine tekabül eden on milyondan fazla kullanıcısı da hesaplarının başına T.C. yazdı.
Doğru haberden çok yalan yanlış haber veren, hattâ haberi inkâr edip yok sayarak insanların bilgi edinme hakkını iğdiş eden boyalı basın ve renkli cam, balıklama atladı hemen bu konuya. Verdikleri haberlere şöyle göz bir atdım. Amaç; doğruyu bulmak, vatandaşa işin doğrusunu anlatmak değildi elbet. Yırtına yırtına söyledikleri peltek papağanın dediklerinden fazla bir şey değil. Ne şu çürük dişimin govuğunu ne de incirin en cılız çeğirdeğini doldururacak cinsden.
Sağlık Bakanlığına bağlı Merzifon Aile Sağlık Merkezinin, isim tabelasında yazılı T.C’yi silmesiyle konu kamunun gündemine girdi. İndirdiler, yok geri yerine koydular. Babanın bostanından kelek aparmıyorsun neticede! Peki muhterem sarı basın kartı hâmili kardeşim! İndirdiler de söyle bakalım, niye indirdiler? Ya da yerine koydular ise niye yerine koydular. Kim koydu? Kim hiç koymadı? Hepsi silindi mi? Kimler, başka nerelerden ne zaman silecekler onu? Silmek sevap mı? Suç mu? Kanunî bir müeyyidesi var mı, yok mu?
Üç beş gün boyunca haberi manşete taşıdın mı? Taşıdın. Yangına körükle gidip vatandaşı birbirine düşürmeye tevessül etdin mi? Etdin. Hem nalına hem de ciharı mıhına vurdun mu? Vurdun. Yazdığın uydurma tefrikalarla ve içiboş haberlerle reytingi tavan yaptırıp liraları cebine indirdin mi? İndirdin. Zaten amacın bu son cümlede yazılanın ta kendisiydi, başardın mı? Başardın. Kimbilir, belki de patronun seni yanına çağırıp enseni sıvazlamış ve “aferim ülen, kedi olalı bi fare yakaladın!” bile demişdir sana.
Bu soruların cevabını arayıp bulmak ve millete söylemek zahmetine niye katlanmazsın? Peki, öyleyse ey muhterem araştırmacı gazeteci gardeşim! Gaynanamın dediği gibi, akibetin hayır olsun! İstisnanız bir yana, başka ne halta yararsın ki?..
Millete doğruyu, akıl süzgecinden ve vicdanın imbiğinden geçirdiğin doğruyu açıklamak gibi ulvî bir görevi kendine dert ediniyor musun? Bu sorunun cevabını sen bulup söyleyinceye kadar sütler gaymak tutar. Yok, böyle bir derdin, tasan, amacın yok gazeteci garındaşım(!). Müsaade edersen cevabı ben vereyim senin yerine.
Sarı renkli basın kartı hâmili gazetecilerden konuya el atanlar önce su kaynatıp sonra da lastik patlatınca, hakikat neymiş bulup işfa etmek şu fakir başıma düşdü.
Bâb-ı Âli Baskınının Yüzüncü yılına rastlayan şu senenin beşinci ayının ilk haftasına denk gelen bir günün erken vakitlerinde hanımla vedalaşıp düşdüm yola. Gidip de dönmemek var. Melih GÖKÇEK’in CNG’li mavi otobüslerinden birine bindim. Allah kelâmıdır, selâm verip kaptana EGO kartımı, ön camın yanında duran o yeşil renkli cihazın üstündeki ince delikden içine doğru ittiriverdim…
Kısa bir ayaküsdü yolculukdan sonra Başkent’in devlet dairelerinin kümelendiği Kızılay’daki Devlet Mahallesine vasıl oldum. Hava serin, yerler kuru, vakit bol. Civardaki ağaçlar senenin en yeşil, en canlı en taze yapraklarını pazaryeri çadırı misâli insanların üzerine doğru uzatmış. Bir şey alıp satacak değilim. Evden ayrılırken hanıma sormuşdum; kendini getir yeter dediydi. O civarda DMO’nun bir satış yeri var. Fındık, fıstık, pirinç, mercimek, bakliyat satar. Eskiden fiyatlar uygundu. Öğlen paydoslarında resmî kıyafetler içinde kuyruğa girip alırdık. O da cazibesini kaybetdi artık. Bizim bakkal Kezban bacı bile DMO’dan daha hesaplı satıyor.
Her taraf insan kaynıyor bu civarda. Binlerce, tümenlerce, yüzbinlerce… Şöyle bir bakınca, semaya arsızca burnunu kaldıran o koca binaların içinde sanki insan çıkartan kuluçka makinaları varmış da insanlar o makinaların içinden öbekler halinde hışımla dışarı çıkıyormuş gibi geliyor adama. Ağaç govuğundan peyda olmadım. Ben de etden kemikden mürekkep, bir Allah kuluyum. Şu kötü gönlümden geçirdim işde. Bu insanlardan her birisi şuradan geçerken bir delikli guruş düşürse yere… Ve bu satırları yazan fukara da çakdırmadan hepsini toplasa… Herhalde akşamleyin Türkiye’nin en zengin adamı olarak dönerim eve.
Biliyorum, astsubaylara tahakküme varan haksızlıkarı yapanlar, çok uzağımda değil. İsteyip kulak kesilseler, şu boş midemin gurultusunu ve açlıkdan kokan nefesimin sedasını gıçlarını koydukları o yumuşak koltuklarından rahatlıkla duyabilirler hani!
17 Ekim’e daha aylar var!.. Millet işinde, gücünde. Burada şimdiden nümayişe başlamanın bir anlamı yok!..
Bugün Kızılay’a gelişimin amacı, meseleyi yerinde görmek. Evet, kimi Devlet kurumları, tabelalarındaki T.C.’yi sildiler. Peki, sair devlet kurumların elan hâl-i pür melâli nicedir, yerinde görmek icap eder, değil mi?
Bu maksada matufen Güven Park’da kısa bir mola verdim. Sonra, o civarda voltaya başladım. Güvenpark’ın içinden ve Karanfilcilerin yanından geçerek Başbakanlık binasına teveccüh etdim. Tabelasına bakmak gayesiyle binanın önünden şöyle bir geçeyim dedim. O tarafa doğru yürümek için hamle yapdığım anda orada duran görevli polis memuru gardeşimin nazik ikazıyla karşılaşdım. “Dayı, buradan geçiş yasak” dedi. Sebebini sordum. Polis memuru, “Amirlerimiz böyle dedi” demekle iktifâ etdi. Hal böyle olunca, bana da eskiden Müdafa-i Milliye denilen caddeden geçerek binanın arkasından dolanmak düşdü.
Kısa bir emekli yürüyüşünden sonra, Emekli Sandığının eski binasının önünden geçerek bu kez Vekâletler Caddesindeki Başbakanlık binasının yanına vardım. Andezit daşı döşeli kaldırımın münasip bir yerinde mevkilendim. Sol tarafımda Başbakanlık, karşısında Millî Eğitim Bakanlığı binası. Sağımda Sayıştay. Sayıştay binasının arkasında, İsmet İNÖNÜ Bulvarının Akay Kavşağına bakan ve ona yakın yerinde, Jandarma Genel Komutanlığı ve onun yanında İçişleri Bakanlığı binası. Arkamda, Millî Savunma Bakanlığı, bitişiğinde Genelkurmay Başkanlığı binaları…
Durduğum yerden etrafımı şöyle bir tarassut etdim. Gözüme gelen manzara-i umumiye şöyle idi; Başbakanlık binasının hem ana girişinde hem de yan tarafdaki çalışanların girdiği kapının üstünde, pırıl pırıl parlayan ve eşit büyüklükdeki büyük pirinç harflerle T.C. BAŞBAKANLIK yazıyor.
Çok güzel, âlâ!.. Duruş konumuma göre sağ tarafımda kalan Sayıştay eski binasının orta kısmında ise kararmış büyük pirinç harfler ile sadece SAYIŞTAY yazıyor. Jandarma Genel Komutanlığı, İçişleri Bakanlığı, Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı binasındaki isim levhalarında ise T.C. yok. İsimliklerin haline bakıldığında hiç yazılmadığı kolayca anlaşılıyor.
Kaldırılsın, indirilsin münâkaşalarının merkezinde olan Sağlık Bakanlığının Mithatpaşa caddesindeki binasında ise T.C. var. Fakat muhtelif semtlerdeki alt birimlerinin tabelalarının kimisinde T.C. var, kimisinde yok.
Başbakanlık binasında, T.C. harfleri pırıl pırıl parlayan büyük pirinç harfler ile yazılmışsa, Başbakanlığa bağlı diğer devlet kurumları isimlerinin önüne niye T.C. yazmaz? Bu sorunun cevabını mutlaka bulmamız lazım dostlarım. Söz meclisden dışarı. İmamın, cemaatı ile olan ilgisi zaviyesinden yaklaşsak bu konuya hatâ etmiş olur muyuz?
T.C. Sağlık Bakanlığı, T.C. Ziraat Bankası ve bir iki Vali, T.C. ibaresini devlet binasındaki isim levhasından silince celallenip sokağa dökülen hamiyetli vatandaşlarıma şunu sormak lâzım. Bazı devlet kurumları T.C.’yi silince tepki gösterip sokağa döküldünüz. Yerinde bir davranış!
Peki, T.C. ibaresini binasındaki isim levlarına şimdiye kadar hiç yazmayan diğer devlet kurumlarına bir şey demeyi düşünüyor sunuz? Bu kurumlar, T.C.’nin kurumları değil mi? Sayın Başbakan, binasının girişine pırıl pırıl parlayan büyük pirinç harfler ile T.C. yazmışsa, Başbakanlığa bağlı öteki devlet kurumları kendi isimlerinin önüne T.C.’yi niçin yazmaz? Emekli aylığımla maaşlarını ödediğim o devlet kurumlarının narin gıçlı bakanlarının, başkanlarının, idarecilerinin, komutanlarının, müdürlerinin T.C’yi niçin yazmadıklarını ya da ne zaman yazacaklarını açıklayacak kadar millete saygıları var mıdır acap?
Aynı devlet kurumlarının örütbağ sitelerindeki isim levhalarına bakdım. Kimi resmî kurum, isminin önüne T.C. yazmış, kimisi yazmamış. Hem binalarındaki tabelalarda hem de örütbağdaki isimliklerinde kimisi bütün bilgileri aynı büyüklükdeki harfler ile yazmış. Kimisi, bazı kelimeleri büyük, bazılarını da daha küçük hurufat ile yazmış. Uygulama elvan çeşitli. Her idareci, kendi keyfine göre bir yol tutmuş anlayacağınız.
İşin aslını öğrenmek için Başbakanlığımıza bir dilekce gönderdim ve şu suali sordum; “Devlet Kurumlarının tabelalara yazılan isimlerinin önüne T.C. kısaltması yazılması mecburî midir? Mecburî ise hangi mevzuata göre yazılmaktadır?” Bugün tam 17 gün oldu. Cevap verirlerse ne diyeceklerini iştiyakla bekliyorum.
Devlet olmak demek ciddiyet gerekdirir. Devlet olmak demek; Kanun, nizam, düzen, intizam demekdir. Devlet idaresinde birlik, beraberlik, ahenk olmak zorundadır.
Devlet memuru olmak da şerefli, namuslu, hamiyetli ve ciddi olmayı gerekdirir. Devlet; kendi namusunu, bekâsını, şerefini kendi memuruna emanet eder. Devletin şerefini, bekâsını namusunu korumak, Kanunlara nizamlara harfiyen uymak ve uygulamak da bir kerteden sonra devlet memurunun sütüne, namusuna, vicdanına, iradesine ve aklına emanet edilir.
Siyasî cenahda ahval-i umumiye böyle iken bakalım Ayanasalar ve Kanunlarımız T.C. konusuda ne diyor. Ve askerî cenah ne inciler dökdürmüş ve döktürecek, buyurunuz beraber bakalım.
Bugün itibariyle meriyette olan temel Askerî Kanunları tetkik etdiğimizde, ekseriyetle Türk Silahlı Kuvvetleri ibaresinin kullanıldığını görüyoruz. T.S.K’nin tanımı da sadece 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu madde-1’de yapılmış. Fakat Atatürk, ömrü hayatında bir kez bile Türk Silahlı Kuvvetleri dememiş. Peki nasıl oluyor da Atatürk’ün bir kez bile telaffuz etmediği, yazmadığı, çizmediği bir ibareyi birileri Kanun’lara sokuşduruyor?
Konuşmalarında Atatürk’ün, “Ordu”, “Kahraman Ordu”, “Türk Ordusu”, “Kahraman Türk Ordusu”, dediği; M. Akif Ersoy’un İstikâl Marşı’nda “Kahraman Ordumuza” dediği bir kavramın zaman içinde hadım edilip nasıl Türk Silahlı Kuvvetleri yapıldığının izlerini Anayasada, Temel Askerî Kanunlarda ve çeşitli vesilelerle ve zamanlarda Atatürk’ün irad etdiği sözlerinde aramak gerekiyor.
Bu maksatla, önce bu konu ile âlâkalı mevzuatın safahatını inceleyelim. Bilahare de Atatürk’ün Ordu hakkında irad etdiği sözlerini ele alalım. Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun izini önce Anayasalarda sürelim.
Her fiil, zaman ve mekâna göre anlam ifade eder. Bugün, hac farizasını edâ eylemek için bir servet harcayıp deve üstünde çile dolu 90 günlük bir yolculuğa ne hacet! Bu uğurda kaç hacı adayı, çöl eşkiyası bedevînin kılıcının ucunda ruhunu teslim eyledi bilen var mı? Ölümü göze alarak ayağındaki çarığı çıkartıp askerinin önünde çölü geçmek için Sultan Selim olman lazım. Olabilir misin? Atla uçağa, bir günde dünyanın öbür ucuna vasıl ol! Hem de çok ucuza.
Bu cümleden olmak üzere 1921 Anayasası olağanüstü şartlarda yapılan ilk T.C. Anayasa’sıdır. Vilayet, Kaza, Nahiye gibi daha ziyâde mülkî ve idarî hususları ihtiva eder. Büyük Millet Meclisi ibaresinin önünde Türkiye kelimesi bile yokdur. Sadece 23 maddeden mürekkep olan bu Anayasa; hâkimiyet, bilâkayduşart milletindir der fakat devletin şekli bile henüz belli değildir.
Temel amacı, İstanbul Hükümetini tanımadığını ve Türkleri temsilen yeni bir devlet kurulduğunu dünyaya ilan edip idarede ikiliği ortadan kaldırmak olan 1921 Anayasa’sından daha fazlasını beklemek de haksızlık olur. Zaten adı Esas Kuruluş Kanunu’dur. Kanun metni incelendiğinde; Büyük Millet Meclisi, Türkiye Devleti ve Türkiye ifadeleri vardır fakat bir tek dahi olsa Türk kelimesi yokdur. Silahlı Kuvvetlerden ise hiç bahsedilmemişdir.
İstiklâl Harbi sona ermiş, devlet kurumları belli bir aşamaya kadar teşkilatlanmışdır. Harbin ilk yıllarında hazırlanan 1921 Anayasa’sının eksikleri ve yeni zuhur eden ihtiyaclar gözönüne alınarak daha geniş kapsamlı bir Anayasaya yapmak ihtiyacı hâsıl olmuşdur.
Bu maksakta yapılan 1924 Anayasa’sında ise şu hususlar öne çıkar. İlk maddesine yazılan ifadeyle, devletin şekli Cumhuriyet olarak tespit edilmiş ve ebedî olarak tarihe yazılmışdır. Bugünlerde sözü edilen Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğunu ilan eden Kanun’un birinci maddesinin değiştirilmesi veya iptal edilmesinin hiçbir surette teklif dahi edilemeyeceği ilk kez bu Anayasa’da ifade edilmişdir.
1924 Anayasası madde 40’da; Kuvayı Harbiye ve Erkanı Harbiyei Umumiye Riyâseti kavramları bir kez kullanılmış. Anayasa’nın sonraki yıllarda yapılan tercümesinde; Kuvayı Harbiye kavramının yerine Silahlı Kuvvetler; Erkanı Harbiyei Umumiye Riyâseti yerine ise Genelkurmay Başkanlığı kavramları ikâme edilmiş. Bu kavramları bu şekilde değiştirenleri Atatürk bugün gelip bulsa ne yapardı acap?
27 Mayıs 1960 askerî darbesinden sonra kurulan asker ağırlıklı hükümete askerin vesayetinde hazırlatılan 1961 Anayasası’na bakdığımızda; Genelkurmay Başkanlığı, Silahlı Kuvvetler ve Türk Silahlı Kuvvetler kavramının artık hukuk alanında kendine yer bulduğunu görüyoruz. 1961 Anayasası’nda; Genelkurmay Başkanlığının, Başbakan’a karşı sorumlu olduğu da ilk kez kayıt altına alınmış.
Atatürk, düvel-i muazzamaya karşı yedi cephede aynı anda şavaşmış, onları “geldikleri gibi” göndermişdi. Sutre gerisinden Yunanistan’ı fıştaklayıp Türklerin üzerine süren İngiltere, önce Dardanelles dedikleri yerde, bilahare de İzmir’i terk ettikden sonra Akdeniz’in ılıman sularına hem canlarını hem de imparatorluk tacını bırakdılar. Türk ile savaşmak, onlara imparatorluk tacına mal oldu. Yurtdışında görevli iken sohbet etdiğim bir İngiliz subayı söylemişdi bana bu sözü. Avlanmaya gelen şapşal avcının kendisi av oldu.
Osmanlı Devleti’nin küllerinden, adı Türkiye Cumhuriyeti olan yeni bir devlet kurdu Atatürk. En yakın arkadaşlarından bile bazıları başlangıçda inanmadı ona. Yapamazsın dediler. Paşa paşa otur, oturduğun yerde dediler. Fakat ölümü göze alarak bu mücadeleye başlayan Atatürk, azimle savaşdı ve savaşı kazandıkdan sonra yeni bir devlet kurdu. Muzaffer ve kurucu bir güç olmanın haklı gururuyla 1921 senesinde ilk Anayasayı yapdı. Duruma göre gelişen yeni ihtiyaclara cevap vermek amacıyla, ilk Anayasa biraz daha genişletildi ve 1924 Anayasa’sını da gene Atatürk yapdı.
Eline geçirdikleri her fırsatda buruşuk gıdılarını kıvırı kıvıra Atatürkcü olduklarını, Atatürk’ün ilke ve inkilâplarının yılmaz bekcisi olduklarını bağıra bağıra ilan eden muhterem komutanlarımız ne yapdı? Darbe yapdı dostlar, darbe! Masaya yumruğu vurup darbe yapdılar. Her darbe, meslekdaşım Sayın Aydın KULAK’ın tabiriyle hem astsubayları hem de Atatürk ilke ve inkilârını iki kere vurdu. Atatürk, bütün dünyayı dize getirip düşmanı mağlup etdikden sonra Anayasa yapdı. Atatürkcü olduğunu iddia eden komutanlarımız ise masaya yumruk vurup darbe yapdı. Çünkü çapları bu kadar idi. Böylesi ucuz bir darbe tertiplemekle yeni bir Anayasa yapma hakkını vehmetdiler kendilerine.
İşde, Atatürk ile Atatürk’ün komutanları arasındaki en temel fark budur. Atatürk düvel-i muazzama ile savaş yapdı, Atatürk’ün mirasına çöreklenen komutanlar ise darbe yapdı. 27 Mayıs 1960 askerî darbesinde olduğu gibi beşibiryerde komutanlarımız 12 Eylül 1980 tarihinde gene masaya bir yumruk vurup bu kez de 1982 Anayasa’sını yapdılar netekim.
1961 Anayasası’nda ihdas edilen; Genelkurmay Başkanlığı, Silahlı Kuvvetler ve Türk Silahlı Kuvvetler kavramlarının 1982 Anayasası’nda aynı şekilde muhafaza edildiğini görüyoruz.
İncelememizin buraya kadar olan kısmında; Türk, Türkiye, Silahlı Kuvvetler, Genelkurmay Başkanlığı gibi kavramların Anayasamızdaki izini sürdük. Fakat makâlemizin konusu bu ibareler değil. Madem gündemde olan konu T.C. ibaresi öyleyse Askerî hukuk içinde bu ibarenin izlerini aramalıyız.
Genelkurmay Başkanlığımız ya da Türk Silahlı Kuvvetleri olarak bilinen devletin bu askerî kurumunun T.C. konusunda tavrı, hassasiyeti ve nihai amacı nedir, geliniz şimdi, onu görelim.
T.C. ilk kez nereye ve Ne Zaman Yazıldı?
Türkiye Cumhuriyeti kuruldukdan sonra T.C. kısaltması ilk olarak nerede ve zaman yazılmış ve kullanılmış? Güzel bir soru. Gurur vesilesi yapmalıyız. Astsubay olduğu köşe bucak gizlenen meslek büyüğümüz rahmetli Pilot Vecihi Hürkuş, kendi imâl ettiği Vecihi XIV isimli uçağın gövdesine ve kuyruğuna T.C.’yi kendi eliyle yazdı. Hem de 1930 senesinde.
T.C.’nin resmî evrakda yazılışı ise 1927 senesine denk geliyor. Türkiye Cumhuriyeti, 1927 senesinde Milletlerarası Radyo Telgraf Birliğine üye oldu. Ülkemize TAA-TCZ kod aralığı tahsis edildi. 1927 senesinde yapılan resmî yazışmalarda Türkiye Cumhuriyeti bu aralıkda yer alan TC kodunu ilk kez kullandı (10).
Nasıl mı? Buyurun, kendiniz görünüz!
1324 Sayılı Genelkurmay Başkanının Görev Ve Yetkilerine Ait Kanun’a inceleyiniz. (Bkz.↓).
Bir tek “T.C.” ya da “Türkiye Cumhuriyeti” ibaresi yok!
Bu Kanun’un Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanlığına ait olduğunu gösteren bir tek emâre yok!
Bu Kanun, hangi devletin Kanun’u?
Kanun’da söz edilen görev ve yetkiler hangi ülkenin Genelkurmay Başkanına ait?
Kanun’da suç olarak tefrik edilmeyen bir fiile ceza verilemez. Bu cümlenin sonucu olarak, Kanunlar manzumesi olan hukukda her kavramın, her ifadenin bir karşılığı vardır. Olmak zorundadır. 926 Sayılı TSK Personel Kanun’una bakınız. Subayın, rütbeyi esas alan sadece bir tek tarifi vardır.
Fakat aynı Kanun’da Astsubayın iki farklı tanımını görürsünüz. Birisi, madde 77’dir. Rütbeyi temel alan tarifdir. Öteki, 2.7.1952 tarihli ve 5802 sayılı ve Astsubay Kanun’unda Birinci Madde olarak ihdas edilen ve “Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun …” diye başlayan meşhur Ek madde-21’deki tarifidir.
Peki, buraya kadar verdiğimiz bilgilerin, bugünlerde gündem edilen T.C.’nin devlet kurumlarının tabelasından silinmesiyle alâkası var mı? Var, muhterem dostlarım var. Hele biraz dayançlı olunuz!
Türk Silahlı Kuvvetleri mi?, Türkiye Cumhuriyeti Ordusu mu?..
Bugüne kadar yazdığım çeşitli makâlelerimde bu konuya herkesin dikkatini çekmeye çalışdım. Dedim ki câri mevzuatda astsubay’ın iki ayrı Kanun’da birbirinden çok farklı iki tarifi var. Bunlardan birincisi 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu Madde- 3a3’deki tarif. Diğeri de 926 Sayılı TSK Personel Kanunu’ndaki tarif. Konu dışında kaldığı için birincisine temas etmiyorum. Biz, ikinci Kanun’daki tarifi inceleyeceğiz…
Önce, aşağıda ilgili kısmını gördüğünüz 5802 Sayılı ve 2.7.1952 tarihli Astsubay Kanunu ile ihdas edilen ve daha sonra bu Kanun’un ilga edilmesiyle ve onun yerine geçen 926 Sayılı TSK Personel Kanunu’na Ek madde-21 olarak aynen ithâl edilen o meşhur tarif. Bakınız, bu tarif şöyledir; (Bkz.↓).
Pür dikkat okudunuz mu? Efendim? Okudunuz! İyi de etdiniz. Bir kere daha okumanızda fayda var. Çünkü muherem dostlarım; burada gördüğünüz tarifi, bu son görüşünüz olabilir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Ordusu diye başlayan 61 yaşındaki bu tarifi, yakında Kanun’dan silip atarlarsa şaşmayınız. Şu fukaradan söylemesi…
Millî Savunma Bakanlığımıza iki hafta önce bir dilekce gönderdim ve şu soruları sordum;
Bugün itibariyle câri mevzuata göre TSK’de;
Millî Savunma Bakanlığı, cevaplaması gayesiyle dilekcemi Kara Kuvvetleri Komutanlığına gönderdiğini bildirdi bana. Kara Kuvvetleri Komutanlığından beklerken, cevap, Genelkurmay Başkanlığımızdan geldi.
Genelkurmay Başkanlığımız cevaben şöyle diyor;
Astsubay, 211 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun “Askerler ver rütbeler” başlıklı 3’üncü maddesinde “hususi kanununa göre Silahlı Kuvvetlere katılan astsubay çavuştan astsubay kıdemli başçavuşa kadar rütbeyi haiz olan askerdir” şeklinde tarif edilmişdir.
Burada yeri gelmişken önemli bir hususa dikkat buyurunuz. Astsubayın tarifini sorduğum dilekceme, Genelkurmay Başkanlığımız sadece 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu’na dayanarak cevap verdi. 926 Sayılı TSK Personel Kanun’undaki astsubay tarifinden hiç bahsetmemiş. Yukarıda mezkur satırlarda okuduğunuz üzere, bu Kanun’un 77’nci maddesi ve Ek madde-21’inde astsubayın iki farklı tarifi var. Hele Ek madde-21’de bir astsubay tanımı var ki subayın bile hiçbir Kanun’da böyle çarpıcı ve etkileyici bir tarifi yok.
Genelkurmay Başkanlığımız dilekceme verdiği cevapda özellikle Ek Madde-21’deki astsubay tarifini görmezden gelmiş ve en hafif deyimle üstünü örtmüş. Bu sakınmanın esbab-ı mucibesi ne ola ki? Bu Kanun üzerinde çalışmalar yapıldığını söyleniyor bugünlerde. Genelkurmay Başkanlığımızın bu tavrına bakıp “Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun” diye başlayan Ek madde-21’deki astsubayın bu tarifini, yakın zamanda bu Kanun’dan kazıyıp atacak desek, acaba falcılık yapmış olur muyuz?
Gördünüz necip hemşerilerim, kıymetli meslekdaşlarım. İşde, eli altın makaslı apoletli gazgıçlar, bu tarifi Kanun’dan çıkartmak için fırsat kolluyor bugünlerde. Genelkurmay Başkanlığımız, Türkiye Cumhuriyeti Ordusu diye başlayan astsubayın tarifini Kanun’dan kazıyıp atacağını kafaya koymuş, ne dersiniz?
Silerse varsın silsin, ne var bunda dediğinizi duyar gibiyim. Siz, böyle düşünenlerden iseniz şayet bu makâlenin devamını okumaya zahmet buyurmayınız. Zira size vereceği bir şey yok! Silindiğini kendine dert edinenlerin okumasını salık veririm.
İster astsubay olunuz isterse hür iradeli, ehl-i vicdan sade bir T.C. vatandaşı… Devletin resmî kurumları T.C. ibaresini tabelalarından silince haklı olarak celallenip sokaklara döküldünüz. Doğru da yapdınız. Çünkü T.C.’nin asıl sahibi sizlersiniz.
Peki, Genelkurmay Başkanlığımızın T.C. ibaresini kendi tabelasına yazmayışına ve yazılı olanları da silmesine ne diyeceksiniz?
En az bunun kadar önemli olan astsubay tarifinden Türkiye Cumhuriyeti Ordusunu söküp atmasına ne diyeceksiniz?
Atın nalındaki mıhlardan bir danesinin yerinden düşmesinin başlangıçda hiçbir zararı yokdur. Öyle görünür. Lâkin hakikat öyle değildir? Toynağındaki nalından düşen bir mıhı atın kendisi farkedemeyebilir. Fakat biz, at mıyız?..
Bir mıh, bir nal; bir nal, bir at; bir at, bir sipahi, bir sipahi, bir ordu; bir ordu, bir savaş, bir savaş, bir vatan; bir vatan, namus kazandırır ya da kaybetdirir.
Atın nalından bir mıh düşdü. Gerisini siz tahayyül edin ve tavrınızı ona göre belli edin hamiyetli yiğitlerim.
Orta Asya, biz Türklerin tarihinde çok önemli bir yere sahipdir. Atamız Türkler’in tarihin sahnesine ilk bu bölgede çıkdı. Sayısız medeniyete ev sahipliği yapan bu bölgede, Türkler’in izlerine rastlamak halen mümkün.
Moğolistan’ın başkenti Ulan Bator’dan kilometrelerce uzaklıktaki Orhun Vadisi boyunca uzanan Orhun bölgesinde Karluk ve Basmiller’le birleşerek ikinci Göktürk Devleti’ni yıkan Uygurlar, Uygur Devletini kurdular. Kurucuları Kutluk Bilge Kül Kağan’dır. Devletin merkezi ise Ordubalık, yani bugünkü adıyla Karabalgasun’dur. Kutluk Bilge Kül Kağan, şehir kuran ilk Türk hükümdarıdır. Tarihdeki İlk Türk şehri de Ordubalık’dır(11).
Arapca olan medenî kelimesinin kökeni Medine’den gelir. İslâm dininin yayılmasıyla örnek bir idarenin teşkil edildiği ve herkesin huzur ve refah içinde yaşamaya başladığı Medine şehirinin isminden dünyaya yayılmışdır.
Bugün severek kullandığımız Türkce bir söz olan uygar kelimesini de kurdukları yüksek ve çağdaş bir idare şekline izafeten ceddimiz Uygur Türkleri armağan etmişdir dünyaya.
“Ordu” sözü Türkcede birbirlerine yakın, anlamlar için kullanılmıştı. Ordunun esas ve en eski anlamı, “hükümdar çadırı“ demekti. Başkomutanların ve hatta küçük komutanların karargâh çadırları da birer ordu idiler. Bu söz, gelişerek başkent anlamına ve hattâ bugün bizlerin de kullandığımız, birer asker topluluğu olan ordu karşılığı olarak söylenmişti.
Ordu deyimini, “Büyük Hun Devleti” çağından beri görebiliyoruz. Eski Çin kaynaklarında “ordu” şeklinde yazılmış bazı yer adları da vardır. Hun Türk İmparatorluğu’nda ordu adını taşıyan yaylak ve kışlak isimleri, genel olarak askerî bakımdan önemli olan bölgelerdi.
“Ordu” sözü Türkçe’dir. Eski Türkçe‘de “or-ta” deyimi, “ordu” şeklinde de söylenirdi. Bu söz, yer belirten Türkçe “or-“ kökü ile “-tu” ekinden meydana gelmişti. Türklere göre, nerede bir devlet varsa onun da bir “ortası” bulunurdu. Devletin ortasında da ya devlet başkanı veyahut ordu başkomutanı otururdu(12).
Genelkurmay Başkanlığının örütbağ sitesindeki Tarihcede şöyle diyor;
… Mete tarafından MÖ 209 yılında ilk defa teşkilatlı bir ordu kurulmuş olup bu tarih Türk ordusunun ve Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak kabul edilmiştir.
Güzel, Büyük Hâkan Mete, “ordu” demiş. Peki, o tarihden bugüne kadar ne değişdi de Türkce olan “Ordu” kelimesini sildiniz ve yerine ikisi de Arapca olan “silahlı kuvvetler” sözünü koydunuz? Böyle bir hafıza ameliyatı yapmak kimin haddine? Türkiye Cumhuriyeti Ordusu demek, birilerinin ağırına mı gidiyor?
Atatürk, Nutuk ve Demeçlerinin tamamında ordu kelimesini kullandı(13). Nutuk’da defalarca Vatan Ordusu dedi. Namuskâr Ordumuz, Mert Ordumuz, Türk ve Müslüman Ordusu dedi. 211 Sayılı TSK İç Hizmet Kanunu’ndan önce meriyetde olan 10 Haziran 1935 tarihli Kanun’un ismine bakınız; 2771 Sayılı Ordu Dahilî İç Hizmet Kanunu.
Bu Kanun’un dördüncü ve otuz dördüncü maddelerinde yazanlara lutfen dikkat buyurunuz; (Bkz.↓).
Atatürk, 1935 senesinde “Ordu” kelimesini Kanun’a yazdı. Yukarıda gördüğünüz üzere bu Kanun’da Atatürk; “Cümhuriyet Ordusu” diyor, “Ordunun vazifesi” diyor.
Cumhuriyetin 15 inci kuruluş yıldönümü vesilesiyle 29 Ekim 1938 tarihinde irad etdiği ve Başbakan Sayın Celal BAYAR’ın Hipodrom’da geçit resminden hemen önce okuduğu hitabında Atatürk; “… Kahraman Türk Ordusu” diyerek sözüne başlıyor.
Yukarıda ifade etdik. Ordu sözcüğü, Türkce bir kelime.
Hem silah hem de kuvvet sözleri ise Arapca. Aslı varken sûretini kim alır?
Genelkurmay Başkanlığımızın örütbağ sayfasındaki Tarihcesi incelendiğinde; “Türk ordusu, ordu, ordu-millet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri ve Silahlı Kuvvetleri” kavramlarını kullandığını görüyoruz. Dikkat edilirse, tarihcede bir kere bile olsun Türkiye Cumhuriyeti Ordusu kavramı kullanılmamış. Bu içtinabın sebeb-i hikmeti ne ola?..
Türk gibi Türkce; anamızın sütü gibi saf ve temiz bir kelime olan ordu kelimesini hafızalardan, askerî mevzuattan silersek; ordugâh, orduevi, ordu mensubu, ordu-millet gibi kelimelerin yerine hangi sözcükleri ikâme edeceğiz?
Bülbül bağında, çiçek dalında güzeldir. Dokundukca batırıyorsunuz.
Bırakınız, sahibinin yapdığı gibi kalsın!
Yapamıyorsunuz, belli… 6413 Sayılı TSK Askerî Disiplin Kanun’undaki beceriksizliğinizi elâleme gösterdiniz. Şimdi de sıra, 926 Sayılı TSK Personel Kanunun’u Ek madde-21’deki assubay tanımını iğdiş etmeye geldi.
Daha iyisini yapamıyorsunuz. Sizin çapınız ne ki Atatürk’ün yapdığından daha iyisini yapasınız? Atatürk’ün yapdığına sahip de çıkamıyorsunuz.
Hiç olmazsa haysiyetli davranın! Mete Han ve Atatürk’ün mirasını yıkmayın!..
Bugün iktidarda olan siz Sayın Komutanlarım! Atatürk’ün namına ve tarih önünde sizlere sesleniyorum;
Bu memleketin adı, Türkiye Cumhuriyeti’dir. Ordusunun adı, Türkiye Cumhuriyeti Ordusudur.
Yüce Devletimin tacı olan T.C.’ye Dokunma!
Atatürk’ün Ordusuna Dokunma!
Türkiye Cumhuriyeti Ordusuna Dokunma!
Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun Astsubayının Tarifine Dokunma!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun Astsubayı