Muvazzaf Saf!
Bölünmez vatanın bekâsı için; dört mevsim, on iki ay, hem gece hem de gündüz; soğuk sıcak demeden başı duman kaplı yalçın dağlarda eşkıya kovaladın, kelle koltukda… Asil kanın ile boyadığın al sancağın gölgesinde mayaladığın mukaddes yurdun her karış toprağında ayaklarının silinmez mühürü var.
Toprak, döşek; taş, yasdık; yavşan otu yorgan oldu semâdaki ay-yıldızlara yarenlik etdiğin zulmet gecelerde.. Akreplerle uyudun koyun koyuna, kınalı keklik sesiyle uyandın alacakaranlıkda. Yılanlarla, çıyanlarla halay çekdin el ele, yarların yanıbaşında. Buzunu kırdın; özgürce çağıldayan derenin. Serin suyunda yundun, arındın. Gövermiş pelitini topladın ormanın; çoban ateşi yakdın. Isındın, kurulandın.
Kartallarla selamlaşıp dağların şahikalarında, ısırdığında insandan et kopartan sivri sineklerle sevda türküleri söyledin, etrafında boğuk boğuk uluyan sefil sırtlanlara, çemkiren alçak çakallara inat. Göğsündeki maneviyatın ile büyüdün, serdeki vatan aşkıyla beslendin, yüreğindeki iman ile çelikleşdin. Yüce Türk Milletinin şanlı tarihindeki eşsiz utkularda destanlaşdın, kahramanlaşdın.
Kanın ile terinin birbirine karışdığı savaş gemilerinde kulakları sağır eden motorların homurdandığı, kesif yanık yağ kokan makina dairesinde; soğuk ve rüzgârlı güvertesinde vardiya tutup ay yıldızlı al bayrağını dalgalandırdın, sayılmamış nice görevlerde. Bir kâse çorbaya hasret, sadece haşlanmış patates yedin sırf denize dayanıp vardiyana devam edebilesin diye. Bir yudum tatlı suyun tahassürüyle günler, aylar boyunca fit suyu içdin, peklik çekeceğini bile bile… Uskurunun dövdüğü yedi deniz, dört mevsimde dümen suyunun ebedî izleri var. Ceviz kabuğu misâli biteviye sallanan savaş gemilerinin rutubetli sintinesinde, cızırtılı telsiz kamarasında, köprü üstünde yiğit deniz kurdu oldun. Yer ile göğün yeksan olup; yerin gök, göğün yer olduğu kıyameti andıran o fırtınalı havalarda, o mahşerî denizlerde coşup kabaran azgın dalgalara gem vurdun, levend oldun.
Pistin başında, tankın altında, topun dibinde sayısı bilenmez nöbetlere damganı vurdun. Kara toprağın bağrına deşdiğin soğuk siperleri yuva belleyip oralarda geceledin şahin gibi, hesabı tutulmayan günler, aylar, seneler boyunca, botunu hiç çıkartmadan ayaklarından…
Havalanan her uçak mutlaka yere iner der, havacılar. İner de nasıl iner? İnmek ya da inmemek; işte bütün mesele bu! Zembil değil ya gökden hemen öyle şıp diye iniversin! Can dedin, uçağın içindeki… Uçak da yüce milletin malı… Bütün gayretin, bütün emeğin, bütün duan, yegâne isteğin uçağın piste her seferinde sâlimen teker koyması idi… O kadar mahir, o kadar büyüksün ki tamir etdin, uçurdun. İçine bindin, uçdun..
Anan-baban, eşin-çocuğun, bacın-gardaşın, başın-dişin ağrısı bir yana, vatan bir yana. Vazifedeyken unutdun hepsini. Düşündüğün tek şey, ezelden ebede “Önce Vatan” idi.
Yüreğini mayalayan imanınla “ölürsem şehit, kalırsam gaziyim” dedin. Bir an bile olsun tereddüt etmeden elini, gözünü, ayağını, bacağını ya da bunların hepsini birden armağan etdin mukaddes bildiğin vatan uğruna. Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, dedin. Rütben, gazilik oldu.
İman dolu göğsünü siper edip vatana, ateşe doğru uçuşan pervaneler misâli ölüme yürüdün yiğitce. Peygamber ocağı bilip koşarak geldiğin bu yuvada “vatan sağ olsun!” dedin ve gözünü hiç kırpmadan şehadet şerbetini içdin. Vatan, uğrunda ölen varsa vatandır, dedin. Rütben, peygamberimiz (a.s.m)’den sonraki en yüce rütbe oldu.
Kahramanlık, yiğitlik zor zanaat dostlar. Marifet ister, fedakârlık ister. Korluk gibi yürek ister. Vatan, namus demekdir. Namus da can ister, candan. Bugün emekli olan bizler, ömrümüzün en güzel kısmından en az 20 senesini, 30 senesini yukarıda kısa birer cümleye sığdırdığım vazifeleri yapan kahramanlarız.
Farkında mısınız? Bizler, vatan sevmenin bedelini gazilik ile, şehadet ile ödeyen meslekdaşlarımızın bakiyeleriyiz. Şehitlerimiz vatanın mukaddes bağrına emanet, bizler de Türk Milletine…
İnsan genç iken, gücü kuvveti yerindeyken sanki hiç yaşlanmayacakmış, ömür denen sermaye sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu değil mi? Oysa zaman denen şaşmaz yanılmaz ve hep ileriye doğru devinen düzeneğin dişleri arasında ömrümüz nasıl da gıdım gıdım öğütüldü.
Bir vakit sonra, en gecinden bile olsa yaş elli beş deyince bir de bakıyorsun ki emekli kervanına katılıvermişsin sessizce. Bu mânâda, şu koca dâr-ı dünyaya kim kazık kakmış ki? Yaşayıp görüyorsun ki sen, “yeni” değilsin. Sen, artık “eski tüfek” sin.
Üstelik, birileri görevdeyken aldığı son maaşının seviyesinden, yani tam maaş ile pişmiş kelle gibi sırıta sırıta emekli olmuş. Aynı zevat, senin maaşının beline bir nacak darbesi indirmiş ve tam ortadan ikiye bölüp yarısını vermiş sana…
Gözlerin daha az gördüğü; ellerin daha zayıf olduğu, ayakların daha zayıf basdığı, kulakların daha az işittiği zorluklarla dolu ömrün son demi, fasl-ı hazan başlamışdır artık. Dillerde segâh makâmında bir şarkı. Nafiledir, geriye dönüş yokdur bu yolda. Gidenlerin geri geldiğini gören de olmadı şu vakde kadar. Para için sağlığını haraç mezat satılığa çıkartmışsındır da kazandığın servet bile olsa hepsini harcasan dahi geri getiremezsin saçının bir telini, o kartal gözlerinin ferini, rüzgârın fısıltısını duyan o kulağının keskinliğini, o koca ellerinin demiri büken acı kuvvetini, basdığı yeri titreten ayaklarının takâtini.
Bugün artık ömrünü vakfetdiğin devletinden, milletinden, bir tutam şefkat, birazcık minnet bekliyorsun. Hepsi o kadar. Zaten verebilecek başka bir şeyleri de yok!. Vatana hizmet yolunda harcadığın o güzelim gençliğini geri verecek bir babayiğit var mı oralarda?
Bir milletin yaşlı vatandaşlarına ve emeklilerine karşı tutumu, o milletin yaşama kudretinin en önemli kıstasıdır. Mazide muktedirken bütün kuvvetiyle çalışanlara karşı minnet hissi duymayan bir milletin, istikbâle güvenle bakmaya hakkı yokdur.
demiş, ATATÜRK taa 1933’de. Peki, bugün Devlet erkini elinde tutan muhterem zevatın, emekli astsubaylara hakkını verip hiç olmazsa ömrünün son dönemecinde bir nebze olsun rahat ettirmek konusunda Atatürk’ün bu vasiyetini yerine getirdiğini söyleyebilir misiniz? Cevabınız hayır ise şayet sana yalan söyleyen kim? Sana minnet hissi duymayan kim? Sana ihanet eden kim? Kimler gaflet ya da dalâlet içinde? 60 seneden beri biz emekli astsubaylara yapılan şu gadirliği, şu haksızlığı yüce önderimizin o çakmak çakmak bakan gözleri bugün görse şayet kime, neler söylerdi acap?..
Dördüncü Kuvvet isimli makâlemiz ile TEMAD hakkındaki fikrimizi serdetdik. 60.000 Gaip Aranıyor! isimli makâlemizde, hâlâ bir havadis alamadığımız altmış bin gaip tekaüt safına seslendim ve ışığa koşan pervaneler misâli, yuvalarına koşmaya davet etdim. Bulmacanın son parçasını da yerine yerleştireyim. Şimdi de muvazzaf safına diyeceğimiz bir çift kelâmımız var, onu irat edelim müsaadenizle.
Vazifede karşına örülen meşakkât, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizilik, vicdansızlık duvarına toslayınca, yandım anam deyip feryad-ı figan ediyorsun. Duyuyoruz, görüyoruz.. Nerede Devlet, nerede TEMAD diye çığırıyorsun. Yerden göğe kadar hakkın var. Peki, bunu söylerken, bu haklı feryadını ilgililerin duymasını isterken, sen neredesin ey muvazzaf saf?..
Allah nur içinde yatırsın. Her daim tedbirli olmayı tembihlerken, ebemdedem şöyle derdi; “Oğul; odunu bol eyle, imama don eyle” Zira buğday başak verince, orak bahaya çıkar.
2847 sayılı Askerî Dernekler Kanunu’na göre muvazzaflar, kendi derneklerine üye olamazlar. Âlâ… Ucu kırmızı mumlu, hem de telli yaldızlı davetiye ile sizi üye olmaya çağıran da yok. Peki, eş ve çocuklarınızın, TEMAD’ın tabii üyesi olduğunun farkında mısınız?(¹) Madem eş ve çocuklarınız TEMAD’ın tabii üyesi, niye onlar gidip üye olmazlar? Muvazzaf safındakilerden kaç kişinin eşi ve çocuğu muhitinizdeki TEMAD şubesinin yerini, yurdunu, yolunu biliyor? Eşinizin ve çocuğunuzun bu derneklere üye olmasını ve senede bir defa bir paket duman ya da çeyrek köfte ekmek parası aidat vermekden sizleri alıkoyan var mı?
Ey muvazzaf saf! Emeksiz yemek olur mu hiç? Ya odunu bol eyle ya da imama don eyle. Sen, sen isen şayet, bu tarafa doğru sallayıp durduğun o elindeki paslı çuvaldızı önce kendi kaba etine bir batır bakalım. Gözündeki merteği, ağzındaki baklayı çıkar. Eteğindeki taşları bir dök hele.
Sen, emekliliğin ne olduğunu bilmiyorsun. Fakat bu satırın muharriri, muvazzaflık nedir, pekâla biliyor! Hatırladınız değil mi? Hani ne diyor şarkısında, Orson Welles?..
Muvazzafsınız, sizin vaktiniz yok. Ben de en kısa makalelerimden birisini yazdım bu sefer. Malûmu ilam ettirmeyin bana. Nereye gitsen, okka dört yüz dirhem. Gaip safındaki emeklilere harcadım en güzel kelimelerimi, “60.000 Gaip Aranıyor!” isimli makâlemde. Hepiniz merak edin ve bakın lütfen. Hâttâ okuyun. Hâttâ anlayın. Sizin sehminize düşen kıssalar da var orada.
Vakit, emekli vakdi. Önümüzdeki aylar, malûm, emekli ayları. Kimileri koşa koşa, kimileri istinkaf ederek; 55’i bulanlar da zoraki son selamı verip şanlı sancağa, bu tarafa gelecek.
Şu günlerde muvazzaf safında olan sizlerden bir kısmı yakında madalyonun öteki yüzünü görecek. Emekli olmayacaklar ise bu devir daimden ibret alıp ellerini çabuk tutsunlar. Eş ve çocuklarıyla, bu kahraman zümrenin yegâne temsilcisi TEMAD’a üye olsunlar.
Gören göze ibret vardır her şeyde. Orak böceğinin koygun akibetinden ibret al!
Muvazzaf iken emeğin olsun ki emekli olunca yemeğin olsun.
Öyleyse ey, muvazzaf saf! Haydi bakalım, pamuk eller cebe!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.