Haydi gene iyisiniz yiğitler! Kömüş bayıltan sıcakların basdırdığı şu yaz günlerinde, sizlere gıyamadığımdan olsa gerek! Kendimi sizlerin yerine ikâme eyleyip cuvâldûzü önce kendi etime batırdım şöyle derinden derinden. Siz muhterem karileri ne kadar sevdiğimi varın siz tahmin edin gâri!
Sonra, sordum kendi kendime; bir şeyi niçin saklarım diye! Cevabını da sizin yerinize gene bu fakir verdi kendileyin.
Kıymetli ise saklarım! Meselâ, açlık sınırındaki üçaylığımdan guruş guruş artdırıp çıkınıma katmer katmer sardığım kefen paramı! Çünkü başkasının eline geçmesini istemem. Bir pundunu bulup da birisi parsadanlayıverse maazallah cenâzem orta yerde kalabilir!
Bir şeyi aşırmışsam, saklarım! Derler ya! Komşu boncuğunu çalan, gece takınır! Çünkü çaldığım şey bana ait değildir. Sahibi onu gördüğünde benden isteyecekdir. Uçurtma uçurduğum zamanlardan bilirim! Konu komşu, akraba yâren bahcelerinden çocukken aşırdığımız meyvelerin hepsini yeyip öğütesiye kadar orada burada dulda bir yerlere saklanır, kimselere gösdermezdik.
Beni utandıracak ise saklarım! Çünkü başkasının işitmesini, görmesini, bilmesini istemem. Meselâ, avret yerlerimi… Atletim neyse de ut yerlerimi örteni indiriversem aşağıya şimdi şuracıkda, pelit dökmüş Macar meşesi gibi göveriverirsiniz alimallah!..
Onu sakladık, bunu sakladık, şunu da sakladık… Peki, Yüce Rabbim bizi bu dünyaya hep bir şeyleri saklamak için mi gönderdi yârenler? Şöyle göğsümüzü gere gere göstereceğimiz, haykıracağımız bir şeylerimiz yok mu Allahaşkına? Var elbet! Çok şükür, var!
Gurur duyup iftihar edeceğimiz bir şeyi niye saklayalım ki? Misâl, Deniz Muhabere Astsubayı olarak şu Yüce Milletime, Türk Deniz Kuvvetlerinde ve Sahil Güvenlik Komutanlığında otuz senelik fiili hizmetim var. Hem de muvazzaf tarafından! Üstelik bu sürenin yarısına yakınını da gemilerde ifâ etmecesine…
Vatanıma, milletime alnımın teriyle ve şevk ile hizmet etdim. Alnımın akıyla da emeklilik kısmet oldu. Pişman değilim. Şimdi, eski tüfek emekli bir astsubayım. Allah devletime milletime zevâl vermesin. Çalmadım, çırpmadım! Aşırmadım, aparmadım, koparmadım! Horzumlamadım, parsadanlamadım!
Açlık hududundaki tekaüt aylığım ile tencerede pişirip kapağında yiyorum. Ben de bunlarla müftehirim ve bu hakikâti emekliassubaylar.org’dan göğsümü gere gere cümle âleme fâş ediyorum!
Kıraat edenlere para, pul veremiyoruz! Olsa, maalmemnuniye! Tükân sizin yiğitler!
Lâkin bugün bu makâlemizi okuyanlar, torunlarına elvan çeşitli şeker götürmeseler de evlerine eli boş dönmeyecekler. İki yeni ve taze bilgi edinmenin hazzını yaşayacaklar evvel Allah!
Birincisi, son 30 seneden beridir şehir efsanesi hâline gelen; dedi miydi, demedi miydi lakırdısı ile bizleri meşgul eden “Senin başçavuşun benim teğmenimden fazla maaş alamaz!” vecizinin aslını faslını; nereden nasıl neşet etdiğini ve kimin yumurtaladığını öğreneceğiz.
İkincisi de bu makâle dizisinin önceki tefrikalarında sizlere duyurduğmuz “Zottirik” lakabıyla maruf kişinin Nüfus Hüviyet Cüzdanına bir dikiz atacağız!..
İnsan, dilinin altında saklıdır dediydi ebemdedem. Önceki makâlelerimizi dikkatle okuyup da “Bu kelimeyi sen mi uydurdun? Ya da elin garibine sen nasıl Zottirik diye hakâret edersin?” deyip merakla ve biraz da hiddetle kontürlü telefonuna sarılan cevvâl yiğitlerimiz oldu. Bu meraklarından mütevellit hepsine kalbî şükranlarımı gönderiyorum buradan. Kendileri heves edip de işbu makâlemizi sonuna kadar okurlarsa şayet bu merakları bugün zevâl bulacak inşallah!
Vurmak istiyorlarsa, vursunlar! Canları sağolsun! Fakat o yiğitlerden bir tek şey istiyorum! Merak etmek iyidir de! Hele önce zahmet edip okuyup öğrensinler! Hakikâti öğrendikden sonra da vurmak istiyorlarsa işde o zaman şu fukara boynum gıldan incedir!
Türk’ün töresindendir. Gınalı 3 gurban geleneğini bilirsiniz! Gelinlik gız, gurbanlık goç ve askerlik oğul!..
Rahmetli babamın anası merhum Emsâl ebemin isteği üzerine esker yapdılar beni. Müşteki değilim! Hepsinin mekânı cennet olsun.
Sülük lakabıyla maruf dedem Süleyman, göbeğimin düşdüğü gün önce ezân okuyup göbek ismimi kulağıma fısıldamış. Sonra Emsâl ebem şöyle demiş babama;
Biz, yedi göbek öteden beri yurdumuzu bekleyen Türksoyu Türk’üz. Bu Türk yurdu, bize su verdi, içdik; taam verdi, yedik! Harb-i İstiklâlin bedelini, babalarımızın şahâdetiyle ödedik.
Bugün, şu ay yıldızlı albayrağın gölgesinde sûlh-u salâh içindeysek ve başımız gövdemizin üstündeyse şayet bunu, eskerimize borçluyuk.
Oğul, sana vasiyetimizdir! Türk’ün töresidir, uyasın! Bugün yaşadığımız huzur ve hazarın diyeti olarak bu garayağız torun, esker olacak inşâllah!”
Bu sebepden olsa gerek, hepsi de ömürlerinin son demine kadar beni, ismimden çok “Onbaşı” diye çağırdılar. Ne Emsâl ebem ne de Sülük dedem esker olduğumu görebildi. Ben astsubay oldukdan sonra bile babamın bu alışkanlığı, öldüğü güne kadar devam etdi. Onbaşı unvanını taşımakla da iftihar ederim.
Bilenler, bilir. Köylük yerde, kızları nüfusa bile yazdırmazlar. Bizim oralarda o zamanlar öyleydi. Bir erkek uşağı, en az 3 gız evladına bedel kabul edilirdi.
Biz, 6 garındaşız; 5 gız, 1 erkek uşağı! Ailemiz için çok zor bir tercih olmasına rağmen merhum babam, ebemdedemin vasiyeti üzerine ve sûlh-u salâhın diyeti niyetine kulağımdan tutup beni esker ocağına teslim etdi. Hem de 15 yaşımda.
Hz. İbrahim’in, oğlu Hz. İsmail’i kurban niyetine kesmeye tevessül etdiği gibi babam da beni götürüp ıssız bir yerde kesdeydi, kim gelip ne diyebilirdi? Rahmetli babam beni kurban niyetine kesmedi. Fakat bu millete kurbanlık niyetine, askeriyeye teslim etdi.
Gabi statü sanemi diyor ya; “Astsubaylığı siz kendiniz seçdiniz. Kimse sizi zorla astsubay yapmadı!” Şimdi, bu sözü söyleyen susak ağızlı apoletli esker düşmanı statü edepsizine bir çift sözüm var şurada söyleyecek! Lâkin edebim elvermiyor.
1000 seneden beridir şu mukaddes topraklar üzerine basıyoruz. Bugün şayet bağımsız olarak yaşıyorsak ebemdedemin dediği gibi bunu hiç kuşkusuz askerimize borçluyuz. Bölüp parçalamak için elvan çeşit orostopolluklar tezgahlansa da bugünkü huzuru temin etmek bahasına en çok şehit veren astsubay sınıfının mensubuyum. Bu şüheda ocağının bir neferi olmakla da iftihar ederim.
Bahsetmeden geçemem! Silahdaşlığın icâbıdır. Hiç olmazsa kendi devre arkadaşlarımı burada yâd etmeliyim.
Vatana hizmet için beraber başlatdığımız bu askerlik yürüyüşünü sınıf arkadaşlarımdan niceleri akla hayâle gelmeyecek sebeplerle tamamlayamadı. Mukaddes vatan hizmetine talip oldular. Bile bile gidip gönüllü yazıldılar. Ve karanlıkda ateşe doğru uçuşan pervâneler gibi vatan hizmetine koşup şahâdet şerbetini içdiler birer birer.
İşde size sadece birkaç örnek…
Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulu’nda 3 sene aynı sınıfda okuduğum arkadaşım, Soyadı gibi boyu da uzun olan Rahmetli Ömer UZUN. Melek gibi uysaldı. Huyunun mülayimliğine karşın gözü öylesine kara idi ki tarif etmenin imkânı yok!
Benim de borucu olduğum Bando takımının solo trampetcisiydi Ömer. Teneffüslerde, oturduğu masasını öyle bir tımbırdatırdı ki işitenler vurmalı çalgılar orkestrası konser veriyormuş zannederdi. Öylesine güzel trampet çalardı ki Ömercik, onun tek başına çaldığı solo trampet eşliğinde bütün okul yürümekden handiyse mest olurduk.
Babası Almanya’da gurbetciydi. Bu sebepden, öksüz gibi büyüdü. Deniz Topcu Astsubayı Ömercik, SAT olmak istiyordu. Oldu da. Ve hemen de nişanlandı. Babasının evinin önünde, İstanbul Kadıköy açıklarında eğitim için denize atdılar öğretmenleri onu, puslu ve soğuk bir bahar sabahı. Astsubaylığının daha ikinci senesindeydi. O gün denize daldı ve bir daha gören olmadı Ömer kardeşimi.
Karamürsel Astsubay Sınıf Okulunda bir sene aynı sınıfda birlikde okuduğum, Soyadı gibi kendi de temiz olan Orhan… Her daim mis gibi kokduğundan dolayı kendisine “Kokulu” lakabını takdığımız dünyalar iyisi sınıf arkadaşım Beykoz’lu Orhan TEMİZ…
Örütbağda aradım. Ne bir satır yazı, ne bir tavsır. Kendisine ait hiçbir şey bulamadım. Sağ tarafınızda gördüğünüz solmuş sararmış tavsırını kendi yıllığımdan aldım buraya.
Bizi ölüme gönderen komutanların idare etdiği askerî kurumların kendi şehitlerine bu kadar ilgisiz, duyarsız, vefâsız davranması ne acı!
Sitemizden rica ediyorum. Orhan kardeşimi, Gurur Duyduklarımız/Şehitlerimiz bölümüne ilave etsinler lutfen. (Şehidimiz sitemize eklenmiştir, bkz.)
Mezuniyet töreninde çekdiğimiz kur’a ile Telsiz Astsubayı olarak TCG Tınaztepe Muhribine tayin edildi Orhan. Astsubaylığının daha ikinci senesindeydi. Sisli bir kış günü gemisi, İzmit Körfezi’nde Aygaz isimli sıvı gaz tankeriyle çarpışdı. Telsiz Kamarasında görevinin başındayken iki astsubay meslekdaşıyla birlikde şehit düşdü. Bekârdı Orhan kardeşim. O zaman kursdaydım. Koşup gitdim Gölcük’deki cenaze törenine.
Üçüncü şehidimiz de Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulu’ndan devre arkadaşım olan DSH Astsubayı Ahmet SEZGİN. Rahmetli Ahmet B sınıfında, ben de C sınıfında okuduk tam 3 sene. Kendisi helikopterde uçucu astsubay idi. Ahmet, evliydi. Benim de TCG Yıldırım Fırtkateyni ile Kuzey Akdeniz’de, İzmir açıklarında iştirak etdiğim bir tatbikat esnasında helikopteriyle görev için havalandı o gün. Bu görev, son havalanışı oldu Ahmet kardeşimin. Helikopteri denize düşdü ve içindeki askerlerin hepsi şehit oldu.
Kısmetmiş. Cenazesine gidebildim. Hemen o civarda, Çanakkale’nin küçücük ve yemyeşil bir köyünde çok güzel bir mezarlıkda toprağa verdik Ahmedi. Subay, Astsubay, Er, Erbaş… O tatbikata iştirak eden gemilerdeki askerlerin tamamı gitdik cenaze namazına. Karacısı, denizcisi, havacısı… Köyün nüfusunun belki de 10 katı asker geldi o gün köye. Binlerce askeri karşısında gören köylüler o kadar memnun oldu ki handiyse şehidinin acısını unutdular.
Cennet ile müjdelenen bu mübârek devre arkadaşlarımın ruhları şâd olsun!
Şehit; aile ve akrabasından 70 kişiye şefaat eder, şefaati kabûl edilir. Allah, kıyâmet günü bizleri de bu şehidlerimizin şefaatlerine nâil eylesin inşallah!
Çoban Sülü ile biz astsubaylar arasındaki benzerlik nedir?
Bildiniz! Her ikisi de asker darbelerinden çok çekdi!..
Peki, Çoban Sülü ile biz astsubayların arasındaki fark nedir?
Lengeli fötürünü alıp 6 kere gitdi, 7 kere geldi. Son dönüşü, adına yaraşır biçimde muhteşem oldu! Çoban Sülü, yedincisinde Cumhurbaşkanı olarak gelmesini bildi.
Ancak biz astsubaylara vurulan sivil-asker maddî-mânevî darbeler ve silleler artan bir ivme ve şiddet ile hâlâ devam ediyor babayiğitler!
12 Eylül 1980 asker darbesinin tozu dumanı arasında Askerî Yüksek İdare Mahkemesi, “Astsubaylar, 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’una göre Genel İdare Hizmetleri sınıfından devlet memurudur” diyen mesnetsiz ve Kanunsuz bir karar verdi.
Bu kararın gerekcesini öğrenmek için 4982 sayılı Bilgi Edinme Kanun’undan neşet eden hakkımı kullanıp BİMER üzerinden iki kere dilekce gönderdim. Her iki dilekcemde de şu suali sordum;
“926 sayılı TSK Personel Kanun’una tâbi olan astsubayların;
- a. 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unda tarif edilen Genel İdare Hizmetleri sınıfına dahil olduklarına dair Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin tesis etdiği bir karar var mıdır?
- b. Karar var ise tarihi ve sayısı nedir?”
AYİM’in “Yüksek” adâleti tez zamanda tecelli etdi ve ilk dilekceme şu cevabı verdi;
Dilekce konusu, Bilgi Edinme Kanunu kapsamına girmediğinden cevap verilememiştir!
İkinci dilekceme ise verdiği cevap şöyle;
Dilekce konusu, Bilgi Edinme Kanunu kapsamına girmediğinden cevap verilememiştir.
Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Başkanlığında başvuru sahibi Şükrü IRBIK tarafından açılmış davalara ilişkin kararlar isteniyor ise; açılan bu davalara ilişkin kararlar Ek’te gönderilmiştir.
Al sana AYİM’den bir kaya, nereye istersen oraya daya!
Yeri gelmişken diyelim; muvazzaf iken AYİM’e tam 7 dava açdım. Kanun’da yazılı olmasına ve haklı olmama rağmen birisini kaybetdim. Diğer 6 davamı da AYİM başdan reddetdi.
Bu davaların hiçbirisi şahsım ile alâkalı değildir. Hepsi, astsubay aleyhine hüküm ithiva eden mevzuatdaki eksik ve yanlışlıkların düzeltilmesine matuf davalardır. İşde AYİM himmet edip bana bu davaların karar metinlerini göndermiş.
Önce AYİM’e sorduğum suali, sonra da AYİM’in bana gönderdiği yukarıda mezkur cevabı bir de siz okuyunuz. Ben, AYİM’den açdığım davalara ilişkin karar metinlerini isdemiş miyim, bir de siz söyleyiniz.
Ben, AYİM’e soruyorum; “Çanakkale Boğazı?..”
AYİM cevaplıyor; “Yanıyor gıçımın ağzı!”
Ufak ufak garınca, nenni de yavrum nenni!
Lâkin, bu nenninin sonunda uyuyan ben olmayacağım. İşde, buradan fâş ediyorum siz ala bacak AYİM’li eşeleklere!..
AYİM, bir doğruyu kırk yalana saklama telâşında. Görülen o ki yalan üzerine yalan söyleyen AYİM’in kimyâsı bozulmuş!
Ey, AYİM’in hâkim kılıklı ve apoletli işgilli büzzükleri!
Bugün, gıçınız yanıyor. Artık gizleyemiyorsunuz!
Yarın, hakkını gasp ettiğiniz astsubayların ahı tutacak ve teneşire gelesi vücudunuzun diğer uzuvları da bir bir yanacak inşallah!
Bugün, üçüncü dilekcemi gönderdim e Devlet üzerinden. Sualim, gene aynı! M.S.B’nin kurduğu çadır tiyatrosunda, ipleri Gepetto Genelkurmay’ın elinde olan AYİM kuklası, Pinokyo’yu oynamaya devam ediyor. Üçüncü sualime ne cevap verecek bakalım!
AYİM, istediği kadar bu kararını saklamaya çalışsın. Nafile! Korkunun ecele faydası yok! Bir gün gelecek, haksızlığın, adâletsizliğin utanç abidesi olan emir eri AYİM lağvedilecek. Ve biz emekli astsubaylar o gün de var olacağız. Bu ahlaksız, bu mesnetsiz, bu haksız, bu namert, bu soysuz, bu Kanunsuz kararına gerekce olarak ortaya dökdüğü incileri göreceğimiz günler yakındır yârenler.
“Ait, aidiyet” sözlerinden hazzetmiyorum. Bu kelimelerin kadınsı bir sedâsı, bir nidâsı, bir ruhu, bir hüviyeti var. Ben sana aidim, sen bana aitsin! Yok olmadı, o kime ait? Aidiyetimi kaybetdim, hükümsüzdür!
Son zamanlarda kadın eli bulaştırılsa da tarihden beri hemen bütün milletlerde erkek mesleği olan askerlere bu kadınsı kelimeyi kullanmak yakışıyor mu? Yakışmıyor!
Haydi geliniz, böğürtlenli muhallebi kıvamlı ve oje-ruj kokan bu kelimeleri kızağa çekelim! Başkanım, Sayın Ahmet KESER! Lutfen siz de bu söze kulak kesiliniz. Şayet şu fakire iltifat buyurursanız onların yerine câri mevzuatda zaten mevcut olan “Mensup, mensûbiyet, ordu mensubu, mensûbiyet duygusu vb.” diyelim yiğitler!..
Ait ve aidiyet gibi kelimelerinin yerine, genç meslekdaşlarımızın işitmediği ya da unutduğu fakat Eski Tüfeklerin iyi bildiği “Mensup, mensûbiyet” sözlerini kullanalım. Ordumuzda mensûbiyet duygusu azalmış! Şunca senede, yüzde bilmem şundan yüzde bilmem şuna inmiş! Güzel, değil mi?
Hele bir de hiyerarşi, vizyon-misyon, promosyon ve moral-motivasyon gibi börkenekden atmasyon kelimeler var ki!.. Burası neresi Allahaşkına, gardeşler? Hay bu kelimeleri terennüm edenlerin dilini… Demi ve yeri değil ki bir iki usdura da o taraflara sallasak!
atv’de beş paralık yeni bir dizi çevirmek karşılığında bunca senelik itibarını harcayıp Âkil olan Kadir İNANIR bir zamanlar ne yapmışdı dostlarım? Şu fakiri kızdırmayın! Yoksa bir punduna getirip tıpkı Kadir abinin yapdığı gibi sizi duldalarda movite ediverir ha!
Lakaplar; kişiye karşı beslenen sevgiyi, saygıyı ifade etmek için ya da o kişiye karşı beslenen nefreti dışa vurmak için yakışdırılır.
Örfümüzde vâriddir! Arkadaşa, eşe-dosda, devlet adamlarına, meşhur eşhasa, bahusus siyasetcilere ve hattâ Cumhurbaşkanlarına dahi her dönemde lakap takarız.
İttihatçılar kızdılar mı Atatürk’e “Sarı Paşa” demişler. Bu lakap tutmamış, İttihatçılar arasında kalmış. Vardır elbet bir esbab-ı mucibesi! Asker emeklisi Cumhurbaşkanlarından birisine Çivitbaş, ötekine Zottirik demişler. Birincisini varın siz bulun! Makâlemizin fitnecibaşı, afedersiniz, iç güveyi ve baş oyuncusu olduğundan nâşi biz, ikincisini fâş eyleyeceğiz.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu sene okgası çil çil liralarla alınıp satılan sarı saman bile olsa saklamaya meyyâldir insanoğlu. Bunu anlayabiliriz. Peki ya sakladığımız şeyin aslında hiçbir kıymet-i harbiyesi yok ise? O zaman niye saklamak ihtiyacı hissederiz acap? Değeri olmayan şeyleri de saklamak ister miyiz? Kendi adıma evet, saklarım! Başımı yere eğdirecek, hicap edeceğim şeyleri ben de saklamak isterim.
Bir insan tahayyül ediniz. Genelkurmay İkinci Başkanlığı görevi yapmış zamanın bir behrinde. Şimdi kendisi, o mevkiden, makamdan çok uzaklarda yapayalnız geziyor… Ve hizmet etdiği o devlet kurumu, bugün örütbağ sitesinde yayınladığı özgeçmişinde, bu asker kişinin Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapdığı tarihleri yazmamış (¹).
Kişinin kendi askerlik hayatındaki önemi şöyle dursun, memleketimiz için bile hakikâten önemli bir makamdır. İnsan, kendinden bahseder de Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapdığı tarihleri es geçer mi?
Çok aradım, sordum, soruşdurum. Aradım, taradım fakat ben bulamadım. Zannımca, birisi ya da birileri bizlerden bir şey saklıyor!
Zamanın bir sehminde sen T.C. Ordusunda Genelkurmay İkinci Başkanı olarak görev yap. Sonra, senin özgeçmişini yazan ve senin de bir zamanlar Başkanlığını yapdığını o devlet kurumu, senin o kurumun İkinci Başkanlığını yapdığın tarihi özgeçmişine yazmasın! Sarımsaklayıp saklasın! Olacak, unutulacak, sehven yapılacak iş mi?
Peki niye? Kıymetli mi? Aşırdığın bir şey mi? Seni utandırası bir şey mi? Ya da nedir?..
Soyu sopu, nesebiyle herkesin iftihar etmek hakkı vardır. Fıtraten haiz olduğumuz bu hak, lâyuseldir! Kimse dokunamaz, sorgulayamaz! Bu fikrin tezahürü olarak da ebemdedem şöyle buyurmuş; Aslını gizleyen haramzâdedir.
Mâdem hakikâtler bu minval üzere öyleyse görev yapdığın tarihin aslını, faslını niye gizlersin? Daha reşit olmamış çocukları beslemeyip bir bir asdığını gerdâniye makâmından terennüm eylediğin basın demeçlerinde cümle âleme utanmadan fâş eyliyorsun. Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapdığın tarihi sen ya da Genelkurmay Başkanlığı niçin şu an dahi saklıyor? Hakikaten meşkûk bir durum, değil mi?
Biz astsubayların şu bahtsızlığına bakınız babayiğitler! Astsubayın yüksek öğrenim intibak hakkının gasp edilmesi sürecinde Cumhurbaşkanlığı, Anayasa Mahkemesi, M.S.B., AYİM ve T.B.M.M. çatısı altında çevrilen tezgahlar silsilesinde ortaya dökülen hangi daşı kaldırsak altından aynı apoletli subay çıkıyor karşımıza. Bunların hepsine tesadüf deyip üsdünü örtebilir miyiz?
Astsubaylara en katmerli darbeleri sen vurduğuna göre ya astsubaylardan kaynaklanan onulmaz bir kuyruk acısı var sende ya da seni sıkıntıya düşürecek bir ayıbını, bir suçunu bilen bir astsubay var! Acaba hangisi?..
Bunlar söz konusu değilse o zaman astsubaya karşı beslediğin bu bitmez tükenmez kin, hınç ve nefretinin sebebi nedir, ey meçhul asker?
Bu meçhul asker, astsubayın haklarını gasp etmek için arnavut kaldırımı döşeli fitne yollarında apoletini bir o yana bir bu yana sallaya sallaya o kadar hızlı koşmuş o kadar hızlı koşmuş ki! Düz tabanlarını yağlayıp koşabileceği bütün yollları tepmiş. Dermânı ve ciğeri elverseymiş ve biraz daha hızlı koşsaymış şayet dünyadan aşşağıya düşecekmiş hani!
Astsubayı Taşlamak isimli mukaddime ile başlayan tefrikadan sonra sırasıyla; Cumhurbaşkanı ve Astsubay, Anayasa Mahkemesi ve Astsubay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Astsubay sitemiz müdavimleri buluşdu.
Ve şu anda kıraat etdiğiniz ve tefrikanın sondan ikincisi olan işbu makâlenin adı ise Genelkurmay Başkanlığı ve Astsubay!..
Makâle tefrikamızda, Millî Savunma Bakanlığı ve Astsubay ismiyle bir makâle neşretmeyeceğiz. Nâfiledir! Gâvur orucu gibi konuyu uzatmaya değmez!
Çünkü ha Genelkurmay Başkanlığı, ha Millî Savunma Bakanlığı… Konu astsubay meselesi olunca ya birincisi, ikincisinin kuyruğuna takılıyor ya da ekseriyetle olduğu gibi ikincisi, birincisinin…
Aynı küllüğün horozu, aynı teknenin hamuru; aynı tarlanın çamuru…
Yaman hırsızın, yalancı şâhidi; Bozacının, şıracısı; Havan dövücünün, hık deyicisi…
Minâre çalanın, kılıf hazırlayıcısı; Gassâlın, mezarcısı…
Çünkü astsubay talepleri söz konusu olunca bu Siyam ikizleri; aynı bağın, aynı makâmdan beraber şakıyan bülbülleri; aynı dağın beraber seken saksağanları; aynı derenin aynı anda, aynı yerden ve birlikde ısıran ısırgan otları oluveriyorlar nasılsa!
Bu eşlemeden, birisi bunu seçiyor, öteki de şunu..
Birisi, biz astsubayları minâreden atıyor! Öteki, aşağıya inip tutmuyor!
Birisi pas veriyor, öteki, daha ziyade ikincisi, yani apoletlisi gol atıyor.
Tabii, kendi kalesine!
Bir emir ile ölüme gönderip Azraili olduğun askerin az bir kısmını teşkil eden subayları sen ihyâ et, kâhir ekseriyetini teşkil eden astsubayları ise inkâr et, ihbar et, ihmâl et!
Yapdıkları, danışıklı döğüş ezelden beri.
Yok aslında birbirinden farkı. Birlikde çevirdikleri hep fitne, fesat çarkı!
Zottirik’in Harbiye’den bir üst devresi olan 27 Mayıs darbecilerinden Albay Ertuğrul ALATLI’dan tevâtüren;
Harb Okulunda her devrede genellikle her öğrencinin farklı lakapları vardır. Kendisi futbola çok meraklıydı. Bölüklerarası her maçda oynamasına rağmen atlayıp zıplayıp tam neticeye varamadığı için muzip arkadaşları adını “Zottirik” koymuşlardı. Bilhassa Harbiye’de onu hiç kimsenin ismiyle çağırdığını fazla hatırlamıyorum. Bu hoş olmayan tanımlama neredeyse yüzbaşılığına kadar devam etdi. Sonraları unutulup gitsede, ona kızan dönem arkadaşları eski günlere atfen bu lakabı maalesef gündeme getirebiliyorlar.
1923 sayılı Kanun ile yüksek öğrenim gören astsubayların maaşlarının, “devlet memurlarına nisbeten bir üst dereceden intibak ettirilmesini” Anayasa Mahkemesi 1976 senesinde görüşmüş ve Kanun’un bu hükmünü iptal etmişdi. Kararın tam iptali yönünde görüş bildiren ve davanın görüşülmesi esnasında 1 üyesi askerî hâkim subay olan mahkemenin 6 üyesi şöyle mesnetsiz ve sapık bir kanaat tesis etmişdi.
… Bir astsubaya, kendisine rütbesi ve kıdemi yönünden emir verme durumunda olan amirinden daha üstün aylık ödenmesinin askerî hizmetlerin gereklerine ve bunun doğal sonucu olan disipline aykırı düştüğü açıktır.
Bu yargının doğru olduğunu bir an için kabul edersek; askerlik görevini yapmak için orduya intisab eden 1 günlük hizmeti olan asteğmenin, 30 sene hizmeti olan bir astsubay başçavuşdan daha fazla maaş alması gerekir. Halbu ki vaziyet hem o tarihde hem de bu tarihde böyle değildir. Olamaz da! Olmasını savunmak için insanın aklını peynir ekmek ile yemesi gerekir. Böyle bir ücretlendirmeyi dünyanın hiçbir teşkilatında göremezsiniz. Bu kanaati hukuk ehli insanların söylemesi Türk hukuk tarihi için tam bir rezalet, tam bir yüz karasıdır.
Böylesi sapık bir karşıoy yazısını yazmak ile Anayasa Mahkemesinin bu 6 üyesi; “Başçavuş bile olsa benim teğmenimden fazla maaş alamaz” diyen kişi ile aynı noktada buluşdu, aynı ağulu fikirde ittifak etdi. Bu fikiri hangisinin hangisine fısladığı önemli değil. Fakat Anayasa Mahkemesi hâkimlerine, Genelkurmay’ın teneşire gelesi İkinci Başkan’ının fıslaması daha muhtemel görünüyor. Tosya pirinç unundan yapılmış muhallebi ile beslediği teginmenine kıyamayan zamanın Genelkurmay İkinci Başkanı nefret zehirlenmesine duçâr oldu ve işde bugün kendisini rezil ve zelil eden bu sapık ifadeyi yumurtaladı.
Kusursuz cinâyet yokdur. Her katil iz bırakır. Bakmasını bilen de mutlaka bir ipucu bulur. Kurşun izi, parmak izi, ayak izi… Kıl izi, tüy izi… Bunlar da yoksa; ruh izi, nefes izi, göz izi…
Akıllı olduğu zehabına kapılıp kanaviçe işler gibi cinayet işleyen kancalı kurt kılıklı bu asker kişi, işlediği her cinayetde silinmez izler bırakdığının farkında değildi. İşde onlardan bazıları; Netekim, Zottirik, beslemedik, asmadık netekim!
Bu izler, nihâyet zevâle erdi. O uğursuz ağzından çıkan sözler, sahibinin eşkâlini ele verdi.
Ve nihâyet son 40 seneden beridir biz astsubayları onulmaz sıkıntılara düçâr eden meş’um, meçhul, meşhur; “Başçavuş bile olsa bir astsubay benim teğmenimden fazla maaş alamaz netekim!” lafı üzerindeki giz perdesi aralandı!
Asker emeklisi Cumhurbaşkanı Fahri bey, Anayasa Mahkemesine söylediği yalanları ile çıkdı Hâkk’ın huzuruna!
Astsubaya vurulan her darbenin, atılan her daşın altından sen çıkıyorsun!
Sen de Türk Ordusunun subayı ile astsubayını su ve zeytin yağı gibi birbirinden ayrışdıran ve bölen bu ağulu lafın ile çıkacaksın yakın zamanda Hâkk’ın makâmına!
Bu meş’um, meçhul ve meşhur askerin Göbek Adı; Ahmet!
Adı; Kenan…
Soyadı mı? Söylemeye değmez! Namert, lakabıyla bilinir nasılsa!..
İşde yârenler, “Başçavuş bile olsa bir astsubay benim teğmenimden fazla maaş alamaz netekim!” sözünü saklamak maksadıyla Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapdığı tarihleri bu şahıs ve idare, bilerek, isdeyerek ve kasden saklamaktadır.
1975 senesinden beri ışığa kavuşmayı tahassürle bekleyen bir hakikât daha şimdi muradına erdi!
Siz kariler de çıkın kerevetine!..
Merdâne paşamız çıkımışdı meydâne. Ve darbe makâmından cümle âleme fâş eylemişdi, güzide bir futbol takımımızı tutduğunu.
Ne demişdi, anıtı büyük paşamız? “Damarımı kesseniz kanım şu ve şu renk akar!” (²)
Paşam, biz sizleri Türk Ordusunun askeri bilir idik! Askerin kanı aksa aksa kırmızı akar. Çünkü bizim kanımız rengi, kırmızı. Kanınızın rengi kırmızı değil ise siz ne siniz?
Jay Jay Okaça’ya olan muhabbetiniz de gözlerden kaçmamışdı Başkanlığınız zamanında. Kanınızın rengi gibi yoksa derinizin rengi de mi bizden farklı?
Damarlarınızda renklerini taşıdığınızı söylemekle övündüğünüz ve o futbol takımını sevdiğiniz kadar astsubayları, hele hele ekmeğini yediğiniz Türk Milletini seviyor musunuz acap?
Bir çevik paşamızın söylediğini kendi sinem ile görmüş, kendi kulaklarım ile işitmişdim televizyonda. Kendisi, Genelkurmay İkinci Başkanıydı o vakitlerde. Tutduğu futbol takımı hakkında gazetecinin kendisine sorduğu suale cevap verirken bir paşamız şöyle başlamışdı sözüne; “Şerefim üzerine yemin ederim ki!..”
Türk Ordusunda görevli bir paşa düşünün! Futbol takımı sevgisi, kara sevda kertesinin de ötelerine varmış ve askerlik şerefinin önüne geçmiş.
Söylediğini görüp duyarken de kendi ağzım, anamın yayık ayranı çalkaladığı çebiç derisinden mamûl torbanın ağzı gibi açılıverdiydi.
Yukarıda mezkur madalyalar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın Necdet ÖZEL’e bugüne kadar verilen madalyalar.. Memurluğuna başlayalı daha 2 sene bile dolmadan 3 dane yerli madalya ve 6 dane yabancı menşeli madalya.. Maşşallah! Allah ziyâde etsin.
İç güvenlik harekâtı esnasında mayına basdığı için sol bacağı dibinden kopdu. Bu sebeple, koltuk değneği ile ancak ayakda durabilen Piyade Astsubay Başçavuş Polat KATIRANCI’yı karşısına alıp TSK Üstün Cesâret ve Ferâgat Madalyası verdi.
Peki, aynı madalyayı boynunda taşıyan Nejdet bey, bugüne kadar kaç savaşa girdi? Kaç savaş kazandı? Hangi savaşda yaralandı? Kaç kere ameliyat oldu? Nejdet beyin hangi uzuvları yerinden kopdu, kesildi biçildi de bu madalyayı hak etdi?
Önce, sapasağlam yerinde duran kendi bacağına, sonra da madalya verdiği Polat Astsubayın “tahtadan yapılmış takma bacağına” bakdığında neler hissetdi acap?
Elin adamları durduk yerde bizim subayımızın boynuna niye madalya takar yiğitler?
Nejdet bey bizim ordumuzdan daha çok yabancı ordulara mı hizmet etdi yoksa?
Bakalım daha kimler, ne madalyalar takacak boynuna!
Bir de onaltıncı Türk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün yakasına bakınız. Bir tek madalya görürsünüz!
Başkomutan olarak sevk ve idare etdiği İstiklâl Harbi’nde gösterdiği muvaffakiyyetlerinden dolayı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin verdiği tek madalya; Kırmızı-yeşil şeritli İstiklâl Madalyası!
Kimin kime hizmet etdiğini bu madalyalardan daha güzel gösteren ne olabilir ki?
Önce, “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” diye bas, bariton ve tenorden bağırdılar. Bakdılar, maya tutmadı. Sonra, kafalarına çölmekden saksı düşmüş olmalı ki bu vecizdeki şartın sıralamasını değişdirdiler.
Şimdi “Güçlü Türkiye, Güçlü Ordu” diye nutuk atıyorlar. Eh, hiç yokdan iyidir. Züğürt tesellisi niyetine “He!” diyebiliriz. Hespi o gadar!
Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun Astsubaylarını perişan etmek için geçmiş ezmanda devletin böyyük makam sahibi, atanmışından-seçilmişinden ve askerinden-siyasetcisinden galınbok adamlarının çevirdiği orostopolluk silsilesi böyle idi.
Peki, astsubayların lehine olmak üzere, yüreğimizin sesini duyduğumuz şu demde asker cenahında durum ne minval üzere acap?
Basından;
Türk Ordusu, tarihinin hiçbir döneminde bu kadar itibar kaybetmedi. Bu kadar hakârete maruz kalmadı, bu kadar itilip kakılmadı. T.C Ordusu savaşda bile bunca subay, bu kadar astsubay kaybetmedi!
Sadece bir buçuk senelik Başkanlığı esnasında yapdıklarıyla, işde yukarıda gördüğünüz tahkirlere, hakâretlere, yakışdırmalara maruz kaldı Nejdet bey.
Bir değil, iki değil! Siyasetcisinden gazetecisine kadar bunca adamın hepsinin yalan söylemesinin imkanı yok!
Tahkir ve tezyif edici bunca laf-söz ortalıkda dolaşırken oturduğu koltuğa bir insanın hâlâ yapışması, izzet-i nefis ve hele hele askerliğin şerefi ile bağdaşır mı yiğitler?
Kendi şerefini korumakda aciz kalan bir komutan, kendi adamlarının hakkını müdafaa edebilir mi?
Kendisi, muhtac-ı himmet dede,
Nerede kaldı gayriye himmet ede!
Acaba kendisi hiç aynaya bakıyor mu? Bakıyorsa şayet şahsına yakışdırılan bu sıfatlardan sonra kendisini nasıl hissediyor?
Bunca siyasetciyi ve gazeteciyi, hele hele ordunun aslî unsuru olan astsubayları dahi karşısına alıp düşman muamelesi yapan Nejdet beyin gelinen bu rezil durumdan hiç mi kusuru günahı yok?
Bir önceki Genelkurmay Başkanı, “Personelimin hakkını müdafaa edemiyorum!” diyerek görev süresi dolmadan istifa etdi. (¹⁰).
Eteğinde dolaşan kurmay kılıklı ala bacak dinazor subaylarının Nejdet beyi aldatdığını artık birilerinin kendisine söylemesinin zamanı geldi de geçiyor bile!
Siyasetci-gazeteci cenahından yediği paparaları sineye çeken komutanlarımız, bir zamanlar sırtlarını yaslayıp canlarını emanet etdikleri astsubaylara diş geçirmeye tevessül etdi umarsızca!
Eşşeğe gücü yetmeyen Nejdet bey, şimdi de semerini dövmeye yelteniyor kendileyin!
Genelkurmay Başkanı sıfatıyla Nejdet bey, T.C. Ordusunun Astsubayına önce muhtıra verdi. Bu e-muhtıranın bağlantısını veremiyorum. Çünkü 04 Mayıs 2012 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı sitesinde yayına verdiği muhtırayı Nejdet bey, 10 gün sonra sitesinden apar topar kaldırdı.
Sonra, nefret nöbetine tutuldu ve Orduyu tahrik ediyor deyip dilekce vererek TEMAD Genel Başkanı Sayın Ahmet KESER’i savcılığa şikâyet etdi.
Molla Kâsım namıyla maruf Selim akıllı bir savcı çıkdı ortaya.
Ve sıygaya çekdi Nejdet beyi.
Önce, elinin tersiyle geri çevirdi, Nejdet beyin ucu kırmızı mumlu o şikâyet dilekcesini.
Sonra da tek tek yırtıp şikâyet dilekcesinin sayfalarını,
Gümüşdere’nin sularına atdı bir bir.
Asker emeklisi Fahri bey, astsubayların yüksek öğrenim intibak hakkını iptal ettirmek için 1975 senesinde Anayasa Mahkemesine dava açan ilk Cumhurbaşkanı yaftasını asdı kendi boynuna.
Ve Kerizci Fahri namıyla maruf oldu.
Fahri beyin açdığı iptal davasını sutre gerisinden sevk ve idare eden Zottirik lakaplı Ahmet Kenan; “Başçavuş bile olsa bir astsubay benim teğmenimden fazla maaş alamaz netekim!” sözüyle tarihin aptallar albümündeki yerini aldı.
Şimdiki Genelkurmay Başkanımız Nejdet bey de 2012 senesinde;
Kıraat etdiğiniz şu sözlerin müellifine sorarsanız şayet, “Sucukcu” Paşa lakabını takalım, yiğitler?
Tefrikamızın evvelki makâlelerinde ifade etdik;
Şeytan taşlayınız! Yerinde ve zamanında taşlamak vâcibdir.
Astsubayı taşlamayınız! Ve astsubayın ahını almayınız!
Lâkin, astsubayı taşlayan, iki cihânda da iflâh olmaz!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.