1951 tarihli ve 5802 sayılı
Astsubay Kânun’unun sır dolu sularına olta salladığımız tefrikamız ifşaata devâm ediyor.
Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar ismiyle müseccel 5 bölümlük makâlemizin
Birinci bölümünde;
“Gedikli Erbaş” dedikleri askerlerden bir kişiyi dahi kimsenin Meclis’deki toplantıya dâvet etmediğini açıkladık.
Şu an okuduğunuz ikinci bölümünde ise;
Bugün “Astsubay” olarak bildiğimiz kelimenin
Aslının ne olduğunu ve
Askerî mevzuâtımıza nasıl dahil olduğunu merâk etmeyenimiz yokdur. Ben de bu konuyu epeydir araştırıyordum.
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın “Başımızın belâsıdır, kökünü kazıyacağız!” dediği tivittır mecrâsında
Prof.Dr. Sayın Şükrü Halûk AKALIN’ın kendi sayfasında bu konuda kısa bilgiye ve bir belgeye rastladım.
“Asubay” kelimesinden bahseden bir sayfalık bu belgenin devâmının olması gerekiyordu. Çünkü rütbeler hakkında yazılmış askerî bir kitap söz konusuydu. Bu belgenin tamamını görebilmek amacıyla muhterem hocam ile irtibat kurup görüşmek isteğimi ilettim. Sağolsunlar! Teklifimi gâyet müsbet bir tavırla karşıladı. O kadife gibi ses tonuyla “Beytepe yerleşkesindeyim. Gelin, görüşelim!” dedi.
Bebekliğinden beridir Belediye Başkanlığı yapan Sayın İ. Melih GÖKÇEK Ankara Belediye Başkanlığını altmış altıncı kere kazanmamışdı daha o günlerde.
Şair TARANCI
Affan Dede’ye para sayıp
Çocukluğunu satın almışdı nasıl olsa!
Ben de
İ. Melih GÖKÇEK’e para sayıp
CNG ile işleyen ve kırkayak böceğine benzeyen EGO otobüslerinin birinden
Tek binişlik bir oturak satın aldım.
Gözüme kesdirdiğim ön sıralardaki bir koltuğa emen eşken köskelip
Hâcettepe Üniversitesinin Beytepe yerleşkesine gitmek üzere
Mecnun gibi çöle değil fakat
Ankara’nın büklüm büklüm yollarına vurdum kendimi.
Evden ayrılırken hanıma görünmemeye bâhusus dikkat etdim. Ağaç sansarının tavuk kümesine sinsice sızması gibi bir fırsatını bulup sezdirmeden sıvışdım. Çünkü evden dışarı çıkmak için kapıya doğru ne zamân hamle yapsam kadıncağız calba otu gibi hemen burnumun dibinde bitiyor. Ve elime bir erzak listesi tutuşturmak istiyor.
Ne yani! Üç ay önce istediği bir kilo yemeklik yağı eve hâlâ getirmediysem ne olmuş canım?
Bak, şunca zamândan beridir yemekleri yağsız pişiriyor. O yemekleri ben de yediğime ve ölmediğime göre…
Gecenin hükmünü yitirip de
Katran karası renginde teslim aldığı zulmeti
Binbir masallar anlatıp ninniler söyleyerek
On iki saatden ziyâde koynunda uyutdukdan sonra
Fecir olarak gündüze devretmesiyle
Kehkeşândan ödünç aldığı
Gurup rengine bürünmüş binbir çeşit ışıklar Başkent’in üzerine üşüşürken
Günün ilk selâmını vermek için
Güneşin doğduğu yerde
Bütün heybetiyle mağrur bir Seğmen gibi dimdik nöbete durup
Biraz tasalı ve fakat üzgün
Hattâ biraz da kızgın ve öfkeli bir edayla
Meclis’i
Ve bâhusus
Çankaya’yı gözetleyen Hüseyingâzi Dağı’nın eteklerinden havalanıp
Şahikâlarında yek vücut olmak için ictima eyledikden sonra
Kendine esecek yön arayan ilkbaharın lâtif ürüzügârı
Sabahın sessiz, sâkin, sepserin seher deminde
Ankara’nın tozlu sokaklarında emen eşken fakat usulce sevişip
Günün o vakitlerinde gündelik hayat gailesinin içinde yitip gitmiş
Telâş ile dört bir yana yeldiren Seğmenlerin yanağına
Biraz çekingen
Fakat
Şefkât ve arzu dolu ipeksi bûselerini kondururken
Sıhhıye köprüsünün üzerindeki durağından hareket eden günün ilk EGO’sunda muvakkat bir koltuk buldum kendime.
İşimiz belli; dâvete icâbet!..
Önce
Sayın Hocamın mihmânı olmak.
Sonra da
Sâdece bir sayfasını görebildiğim şu meşhur belgenin tamamına nüfûz etmek…
Menzil belli; Hâcettepe Üniversitesi Beytepe Yerleşkesi…
Ben Yerleşkeyi, isminden de anlaşılacağı üzere Beytepe dolaylarında bir yerlerde zannediyordum. Çünkü adresde Beytepe yazıyor. Fakat otobüs hareket etdikden kısa bir zamân sonra Gâzi mahallesine teveccüh edince telâşlandım. Bir anlığına da olsa yanlış otobüse bindiğim zehâbına kapıldım. Şoför ile hasbıhâl kıvâmında kısa bir istişâreden sonra meseleyi anladım. Meğerse Üniversite’nin iki ayrı giriş kapısı varmış. Birisi Beytepe tarafında… Öteki de Eskişehir Yolu üzerinde. Farketmez abi ikisi de aynı yere gider dedi şoför, münâdi edasıyla ve o çatlak davûdî sesiyle. Rahatladım! Bindiğim EGO, Eskişehir Yolu üzerindeki giriş kapısına gidiyormuş. Eh demek ki bu cihetde her yol Hâcettepe’ye çıkıyormuş!
Ne bileyim üniversite denen böyle yabancı diyârları ben. Hiç gitmedim ki! Daha doğrusu gidemedim. Çünkü göndermediler! Ankara Üniversitesinin giriş sınavını kazandık tâze bir astsubay iken… (bknz.)
Gidelim, tahsil eyleyelim! Vatanımıza milletimize, ordumuza daha faydalı olalım dedik özel Necdet Bey’in şu sağ tarafınızda tavsırını gördüğünüz selefine. Kânun fermân buyurup subay efendilerin burnuna dayadıkları yüksek tahsil hakkını bize vermediler. Sebep ise astsubay olmamızdı elbetde.
Ekserî şehirler gibi Ankara sabah dolar, akşam boşalır. Sabah Ankara’dan dış semtlere giden cihetdeki yollar tenhâ olur. O gün de ayniyle vâki oldu! Çok değil, 15-20 dakikalık kısa bir seyâhatden sonra Üniversitenin nizâmiyesine vâsıl olduk.
O civârlardan geçerken ATATÜRK’ün öz mülkünün üzerine Başbakan’ının kaçak olarak inşa etdiği 500 odalı saltanat sarayını, İ. Melik GÖKÇEK’in yapdırdığı cambazlar-hokkabazlar-kumarbazlar-tırnakcılar panayırını, kokoreçcileri, pamuk helvâcıları ve oradaki indirek-bindirek-döndürek-sallayak-kaydırakları üzüntüyle seyretdim.
Daha on sene evveline kadar ekilen biçilen ve rençberlik yapılan bu topraklar üzerinde İ. Melih GÖKÇEK şimdi ahâliyi eğlendirmek için ucuz hokkabazlıklar, sihirbazlıklar ve soytarılıklar yapıyor ne yazık ki.
ATATÜRK’ün tapulu tarlasının üsdüne subaylar orduevi yaparsa
Bu arsız-hırsız-görgüsüz siyâsetci takımı da işde böyle saraylar-panayırlar inşâ eder.
Çiftçilik yapılsın diye Türk Milletine bağışladığı ATATÜRK’ün kendi has mülkünün üzerinde yapılan bu kepâzelikleri görünce yüreğim bir kez daha sızladı. Türk milleti, bu soysuz ve arsız talânı yapanlardan bunun hesabını soruncaya ve o topraklarda yeniden tarım yapılıncaya kadar ATATÜRK mezârında muazzep olacak.
Neyse bu ihâneti bir kenara yazıp yolumuza devam edelim. Türkiye’nin ilk ve tek T.C. Profesörü Sayın Oktay SİNANOĞLU’nun deyişiyle yolculuğumuz evrenkent’in önünde hitâm buldu. Otobüs girişde durdu. İçeri bir güvenlik görevlisi girdi. Tıpkı asker nizâmiyesindeki gibi güvenlik görevlisi herkese kimlik sordu. Fakat görevli, otobüsdeki yolculardan sâdece bana farklı muamale yapdı. Yanına kadar gelen görevliye herkes cebinden birşeyler çıkartıp gösterdi. Gözlerini yolcuların elinde gösterdiği şeye odaklayan görevli onlara birşey demedi. Sıra bana gelince ben de bir şey göstermek gerekdiğine karar verdim. Kendi kimliğimi gösterdim. Ne yalan söyleyeyim! Bizim askeriyede herkesin selâm çakdığı kimliğimiz Hâcettepe Üniversitesinde işe yaramadı. Şükrü Hocamı görmeye geldim dedim görevliye. Beni otobüsden inmeye dâvet etdi nazikce. İndim. Nizâmiyede kısa bir sorgu faslından sonra kendi kimliğimizi verdik. Karşılığında ziyâretci kartını alıp yakamıza takdık.
Şükrü Hocamın adresi elimde. Görevliye sordum. Yürürseniz yarım saatte ancak varırsınız. Beklerseniz 10 dakika sonra başka bir otobüs gelir dedi. Ben ikincisini tercih etdim. Güvenlikci gencin dediği gibi takriben 10 dakika sonra gelen ve kovana bal taşıyan arılar gibi yerleşke civârında vızır vızır dolanan Melih Bey’in gıcır gıcır başka bir otobüsüne bindim. Bilet basmak istedim. Şoför çok kibarmış doğrusu. Gerekmez abi, dedi. Bana kanının kaynadığını telâkki edip kendisine sağol kardeşim deyip arkaya doğru ilerledim.
Adaşım Sayın Şükrü Hocam ile tam vakdinde buluşmak üzere evden epeyi erken çıkmışdım. Bu sebepden okula erken vardım. Doğrusunu söylemek gerekirse aslında fenâ da olmadı. Çünkü evden ayrılırken hanıma yakalanmadım ya! Eve erzâk götürmekden kurtuldum böylece. Ona seviniyorum.
Şükrü Hocamın çalışdığı binânın önünde otobüsden indim. Kısa bir asker keşfi yapıp hocamın odasını buldum. Saatime bakdım. Görüşmeye 35 dakika var. O civârda sırça bir mekân buldum. 1 TL verip bir bardak tâze çay satın aldım. Etrafdaki çamın, çimin, çiçeğin, böcüğün, kelebeğin güzelliği ile gözlerime; burcu burcu tomurcuk kokan kâğıt bardakdaki demleme çayın nefâsetiyle de damağıma küçük bir ziyâfet çekdim orada.
Bâdehu etrafa bakmak için şöyle bir dolaşayım dedim. Allahım! Hâcettepe Ünivesitesinin Beytepe yerleşkesi ne kadar büyükmüş öyle! Arâzinin bir sınırı Beytepe-İncek dolaylarında… Sınırı semâ ile öpüşüp ufuk hattını aşıp gitmiş, nerede bitdiği belli değil. Öteki sınırı Eskişehir Yoluna kadar uzanıyor. Diğer iki hududunun ise nerelerde bitdiğini göremedim bile. Zannederim ki bir ucu Sivrihisar’da diğer ucu da Çubuk’da filân olmalı… Her çeşitden ağaçlarla, çimenlerle, çiçeklerle bezenmiş hafif meyilli yemyeşil bir arazisi var ki görmesi bile canlara tâzelik aşılıyor. Ankara çölünün ortasında tam bir vâha gibi…
Acaba dedim kendi kendime. Felekden bir gün aşırsam da… Hanımı, çocukları yanıma alsam da… Biraz tavuk kanadı… Bir-iki somun ekmek… MANÇO misâli domates biber patlıcan hani!.. Yolu öğrendim nasıl olsa! EGO’ya binip buraya kadar gelsek! Mangal yakmak için bizi içeri alırlar mı acap?
Kavaklıdere’deki uzun kavakların pamukumsu çiçek tozları caddeleri, sokakları teslim almışsa Ankara’ya yaz mevsimi gelmiş demekdir.
Yaz gelip insanı bunaltan sıcaklar basdırınca oturup soluklanmak için Ankara’da bir ağaç gölgesi bulmak
Tahâretlenmek için Konya ovasında taş bulmakdan daha zor. Tam bir kısmet işi anlayacağınız.
Askeriyenin Ankara’da o kadar mesire yeri var. Zannımca hiçbirisi Hâcettepe Üniversitesinin Beytepe yerleşkesi kadar büyük olamaz. Hattâ hepsini cem edip bir araya getirsen bile… Çardaklar çoğunda ilk dakika içinde bitiyor. Tahsis işlemi saat 09.00’da başlıyor. Önce ararsan tahsis etmiyorlar. Ben de 09.01’de telefon ediyorum. Cevap “yerimiz kalmadı!” Kim, ne zamân aradı da bu çardakları kimler aldı kardeşim?
Diğerlerine ise gitmeye değmez. Laf aramızda et ete, böt böte…
Etin kokusu bötün kokusuna karışıyor. Gitmemek daha ehven!..
Üniversiteler böylesi güzel yerlerde kendi insanları için nefes alacak tesisler kurarken bizim omuzu püsküllü subay gomutanlarımız neler yapıyordu dersiniz?
Bu cız-bız, çiçek-böcek, kömür-kebâb faslından sonra meselemize teveccüh edelim muhterem yiğitler!
Sağ cenâhınızda gördüğünüz şu belgeye dikkatli bakınız lutfen.
Baskı yöntemi ve kullanılan ifâdelere bakıldığında bu belgenin içinde olduğu söze konu askerî terimler kitabı 1932 ilâ 1937 tarihleri arasında neşredilmiş. Kitabı kendi elleriyle açıp bana gösteren Prof.Dr. Sayın Şükrü Halûk AKALIN böyle dedi. Yekpâre bir kâğıda basılan kitabı kimin yazdığına, nerede ve hangi tarihde basdığına dair kitapda herhangi bilgi yok.
Fakat sağda gördüğünüz resimin sol sayfasına kendi el yazısı ile kaydetdiği üzere Sayın Prof.Dr. AKALIN;
Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı deriz. Bit pazarına nur yağdı mı, doğrusu ben de işitmedim. Lâkin orada bulup da artık sizin olan bir şey bâzen kendi türünün tek örneği olabilir. Şükrü Hocamın elindeki bu kitap da işde bu neviden eşsiz bir kaynak imiş. Kendisi Ankara’da bir sahafda tesâdüfen görüp almış. Malûm, Sayın Prof.Dr. AKALIN on bir sene Türk Dil Kurumu Başkanı olarak görev yapdı. Asker rütbelerini anlatan bu kılavuz kitabın ikinci bir nüshasını Sayın Hocam kütüphânelerde göremediğini söylediler.
2771 Sayılı Ordu Dahilî Hizmet Kânun’u 1935 senesinde kabul edildiğine göre Sayın AKALIN’ın tahmininin isabetli olduğunu görüyoruz. Çünki bu kitapda bahsedilen terimlerin tamâmı kânunda aynen mevcut.
Bu cümleden hareketle makâlemizin konusu “Asubay” kelimesini ATATÜRK’ün 1935 senesinde türetdiği anlaşılıyor.
Bu tesbitimizi teyit eden belgeyi de aşağıya ekledik.
Rütbeler konusunda yapılacak bu çalışmanın tâlimatını
Aşağıda gördüğünüz 1934 târihli kânunun üçüncü maddesi ile
Ȃli Askerî Şûrası (Yüksek Askerî Şûra) ve İcrâ Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu) ne vermişler.
Gücük ayının ikinci haftasının beşinci günü
Sayın Şükrü Hocam’ın dâveti üzerine görev yapdığı Hâcettepe Üniversitesi Beytepe Yerleşkesi’ne gitdik. Kendisi ile makâm odasında söze konu bu kitap hakkında konuşup bilgilendik.
Hâcettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Sayın Şükrü Halûk AKALIN’dan aldığım aşağıda bir sayfasını gördüğünüz bu belge bugün Astsubay dediğimiz terimin ilk kaynağını teşkil ediyor.
Bizi makâmında misâfir edip uzunca bir vakid ayıran muhterem Şükrü Hocama bu vesile ile hörmetler ediyorum. Ziyâretimden sonra verdiği güzel hediyesi için de kendisine ayrıca teşekkür ederim.
Başkent’in en merkezî yerindeki Abdi İPEKCİ parkında
TEMAD Yönetim Kurulu
T.C. tarihinde ilk ölüm orucunu tutarken
Eşim ve ben de oralardaydık.
Hemen her gün gitdik ölüm çadırına. Portakal renkli yeleği sırtımıza giyip Başkanımız Sayın Ahmet KESER’e bir nefes de olsa desdek verdik.
Sayın AKALIN’ın hediye etdiği kitap elimde o gün orada nöbet tutarken meslekdaşım Sayın Sâmi BAŞKAYA kolumdan kavradı beni. Kendine özgü hızlı konuşmasıyla şöyle dedi; “Epeyden beridir kitabımı vermek istiyordum size. Kısmet bugüneymiş!”
O kadar hızlı konuşdu ki ancak bu kadarını anlayabildim. Başka şeyler söylediyse vebâli Sâmi Bey’in kendi boynunadır. Çünkü ben ancak bu kadarını yakalayabildim. Daha ne dediğini anlayamadan Prangalı Düşler’i elimde buldum. Kendisine teşekkür bile edemeden kar kümesinin üzerine düşüp de ânında kaybolup giden bir kar dânesi gibi konuşmasından daha hızlı bir şekilde oradaki insan deryâsının içine karışıp gitdi.
Prof.Dr. Sayın Şükrü Halûk AKALIN’dan imzâlı hediye bir kitap; Seyyâh-ı Âlem Evliya ÇELEBİ,
Bir imzâlı hediye kitap da kıymetli meslekdaşım Sayın Sâmi BAŞKAYA’dan; Prangalı Düşler…
Böylesi mübârek bir günde iki hediye kitap!
Hem de ikisi de ıslak imzâlı.
Hiç de fenâ değil doğrusu…
Denk geldi.
Her iki kitabı da İstanbul seyâhatim esnâsında yanıma almışdım.
Otobüs ile İstanbul’a giderken Prangalı Düşler ile
Dönüş seyâhatim esnâsında da Seyyâh-ı Âlem Evliya ÇELEBİ ile yârenlik etdim.
Süzme koyun yoğurdundan yapılmış
Yağlı ve bol köpüklü buz gibi bir tas ayranı
Eyyâm-ı bâhurda bir yudumda içer gibi
Bir solukda okuyup bitirdim her ikisini de.
Yazanların eline, kalemine, gönlüne sağlık…
Hani şöyle dedim kendi kendime.
Muvazzafıyla emeklisiyle 220 binden ziyâde Astsubayımız var bugün çok şükür. Kalem ehli, kelâm ehli, gönül ehli bu astsubay meslekdaşlarım bir defâya mahsus söz birliği etseler. Ve imzâlı sâdece bir kitap hediye etseler şu fakire. Cem’an yekûnu eder 220.000 kitap. Ben de siz alicenap Astsubaylar sâyesinde dünyanın en çok kitabına sahip meslekdaşınız olurum evvelallah.
Nasıl fikir? İstemez misiniz?..
Kitap hediye edenleriniz altın liralar bulsun vesselâm!..
15 Mart 2014 Astsubay Yürüşü’ne iştirâk etmek gâyesiyle
Belediyelerin tedârik etdiği bîlâ bedel ve yorgun otobüslere binerek
Uzak memleketlerden Ankara’ya gelenler arasında
On sene, yirmi sene…
Hattâ 30 seneden fazla bir zamândan beridir görmediğim kader arkadaşlarım, meslekdaşlarım ile buluşdum.
Mübârek Cuma gününde bereket sağanağı devâm etdi.
Daha önce sâdece tavsırlarından bildiğim 3 meslekdaşım ile tanışdım.
Senelerden beridir gıyâben bilip yazışdığımız sitemiz emekcileri ile buluşup tanışmak bugüne kısmetmiş!
Şimdi gözlerimizi tekrar konumuza çevirelim. Aşağıda gördüğünüz askerî terimleri açıklayan kitap; açık pembe renkli, kaliteli ve yekpâre bir kâğıda basılmış. Aradan 80 sene geçmesine rağmen daha dün basılmış gibi yepyeni… Bahse konu kitapda, ATATÜRK; asker rütbelerinin Türkce, Osmanlıca, Fransızca ve Almanca emsâllerini tetkik etmiş. Bu tetkik neticesinde ordumuzda o tarihde mevcut olan Osmanlıca askerlik terimlerinin Türkcesini türetmiş. Ve bu değerlendirme neticesinde de 1935 tarihi itibariyle askerî mevzuâtımızda kullanılmasını istediği yeni rütbe isimlerini bizzat kendisi tesbit etmiş.
Makâlemizin esâs oğlanı, malûmâliniz, ‘Asubay’ sözcüğü.
Biz de bu kitapda bahsedilen bilgilerden sâdece bu kelimeye dokunacağız.
Kitabın 9 uncu satırında bakınız ATATÜRK, ‘Asubay’ terimini nasıl izah etmiş.
Yukarıda gördüğünüz bu belgeyi gündem etmemizin iki sebebi var.
ATATÜRK’ün bizzat tesbit etdiği söze konu bu tâbir konusundaki tarihî hakikât bu minval üzere iken
2771 Sayılı Ordu Dahilî Hizmet Kânun’unun 1935 senesinde kabul edilmesiyle birlikde
Zamânın Genelkurmay Başkanı “Asubay” kelimesini tahrif etdi.
Kelimenin imlâsı aynı kaldı. Fakat anlamını değiştirdiler. Aşağıdaki Kânun’da gördüğünüz üzere üç subay sınıfından birincisine dâhil olan “Yarsubay, Asteğmen, Teğmen ve Yüzbaşı” rütbesindeki subayları tefrik etmek üzere “Asubay” sözcüğüne farklı ve yeni bir anlam yüklediler.
Bu konuda yeni bir bilgiyi daha sizlere duyuralım can dostlarım!
Hemen yukarıdaki Kânun maddesinin sol yanında bâdem bıyıklı bir subay ve
Sağ cenahında ise tavşan kızların taç niyetine saçlarına takdığı cinsden beyaz papyon takmış başka bir zat görüyorsunuz.
Bu tavsırlar zamânın Diyarbekir Vekili emekli Mirlivâ Kâzım SEVÜKTEKİN’e ait.
Peki, kimdir Mirlivâ Kâzım?
Mirlivâ Kâzım, ATATÜRK’ün emânetine ihânet eden bir subaydır.
Hem de ATATÜRK hayatta iken!..
Nasıl mı ihânet etmiş?
Şöyle izâh edelim yiğitlerim!
Makâlemizin önceki bölümünde defaten bahsetdik. Asubay terimini bizzat ATATÜRK türetdi. Bu kelimeyi ATATÜRK bugünkü askerî mevzuâtımızda “Asteğmen” olarak bilinen “Zâbit Vekili” unvanının yerine ikâme etdi. İşde ATATÜRK’ün türetdiği Asubay tâbirine ilk tecavüz eden subay yukarıda tavsırlarını gördüğünüz emekli Mirlivâ Kâzım Bey’dir.
Mirlivâ Kâzım “Zâbit Vekili” olan “Asubay” kelimesinin anlamını değiştirdi.
Ve bu tecâvüzden sonra
1935 tarihinden itibaren ‘Asubay’ terimi bu kez de “Yarsubay, Asteğmen, Teğmen ve Yüzbaşı” rütbelerinin ortak adı oldu.
Ucu yemsiz zokamıza ilk takılan Mirlivâ Kâzım Bey oldu.
Bâdem bıyıklı bu subayı
Tarih bugünden kelli
ATATÜRK’ün yadigârı “Asubay” teriminin anlamına ihânet eden ilk subay olarak yazacak!..
Kânun yapmak ciddî işdir yiğit yârenler!..
Her şeyden önce
Kifâyetli hukuk bilgisi,
Sonra
Hazırlanan Kânun hakkında engin bilgi ve tecrübe.
Ve en son olarak da
Sağlam bir vicdân…
Bu hasletlerden birisinde zâfiyet varsa yapılan kânunda mutlaka eksik-yanlış birşeyler olacak demekdir.
İkinci haslet ise
Yapılan bir kânun ertesi gün değiştirilemez. Meclis burası. Mahalle gayfehanası değil! Bakınız, şu sağ tarafdaki kânun maddesinin ilk sırasında ve kırmızı çerçeve içinde gördüğünüz Onbaşı rütbesi de bir imlâ hatâsının kurbânı olmuş!
Kânun tasarısı Meclis’de görüşülürken Ordumuzdaki rütbeler aşağıda gördüğünüz gibi birinci sırada 1) Çavuş rütbesi olacak şekilde sıralanmış;
Onbaşı
Erbaşlar:
1) Çavuş.
Fakat Meclis Zabıt Kâtibi birinci sıraya “ 1) Onbaşı ” şeklinde yanlış yazmış. İkinci sıraya da “ 2) Çavuş ” yazmış.
Birinci sırada ‘Çavuş’ rütbesi olması gerekirken sehven ‘Onbaşı’ rütbesini yazmışlar. Burada gördüğünüz bu hatâ öylece kânunlaşmış.
Yukarıdaki kânun maddesinde kırmızı çerçeve içinde gördüğünüz “1) Onbaşı” rütbesinin sıralamasında yapılan bu yanlışlık 2771 sayılı Ordu Dahilî Hizmet Kanun’u iptal edilip de 211 Sayılı İç Hizmet Kânun’u 1961 tarihinde yürürlüğe girdiğinde 26 sene sonra ancak düzeltilebilmiş.
Bu hatâların ve yanlışların
Kimisini sehven,
Kimisini zuhûlen,
Fakat ekseriya
Kasden yapmışlar…
Sonsuz terfi esâsına dayanan ordumuzun yekpâre yapısını bozmak için
Bâzı münâfık subaylar elinden gelen hainliği yapdılar.
Bu hainlikler neticesinde
En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün rütbeleri içinde barındıran yek vücut ordu teşkilinde ayrışmalar başladı.
Ve bugün hiçbir zümresi memnun olmayan çok sınıflı, çok parçalı bir ordu yapısına gelindi.
ATATÜRK’ün bize emânet etdiği Asubay kelimesinin “anlamını” ilk hacamat eden fâili bugün itibariyle teşhir etdik.
Sağ cenahda tavsırını gördüğünüz
Bâdem bıyıklı Mirlivâ Kâzım! Tarih, 1935.
Bu subayın ATATÜRK’e bir ihâneti daha var.
Telâffuz güzelliği ve kolaylığı için ATATÜRK’ün ‘Üs’ şeklinde türetdiği kelimeye bu subay ‘t’ ekledi ve ‘Üst’ yapdı.
Ve ATATÜRK’ün ‘Üsçavuş’ dediği rütbe ismini bâdem bıyıklı Mirlivâ Kâzım ‘Üstçavuş’ şeklinde tahrif etdi.
Yeri gelmişken bir hakikâti daha ifşâ edelim.
Biz astsubayların unutduğunu kimse farz ve kabul etmesin!..
5619 sayılı Kânun ile askerî mevzuâtımıza 1950 senesinde giren “Gedikli Erbaş” tâbiri
5802 sayılı Astsubay Kânun’unun meriyyete girmesiyle bir sene sonra, 1951 senesinde ilgâ edildi.
2000 senesinde kabul edilen 4551 sayılı Kânun ile “Gedikli” terimi askerî mevzuâtımızdan tamamen çıkartıldı.
Fakat mevzuâttan silinmesi için Genelkurmay Başkanlarımız
Düşman siperlerini dürbünle gözler gibi
Elleri böğründe tam 50 sene daha bekledi.
Bugün artık kimisi renkli,
Çoğu da sararmış solmuş siyah beyaz resimlerin insâfına terkedilmiş
Omuzu püsküllü 18 Genelkurmay Başkanımız
İki darbe yapıp iki hükûmet devirdiler.
Ve
3 muhtıra verip Türkiye’ye 3 kere çelme takdılar.
Kimisi
50 sene evvel ölmüş üç beş subaya kılıç vermek için
Kimisi
Yüksek tahsil imkânı vermek için
Çoğu da
Elvan çeşit tazminât vermek için
Subaylar hakkında sayısız kânun fermân buyurdular.
Fakat
Sıra Astsubay unvanı verdikleri asker kişilere gelince
“Gedikli” unvanını askerî mevzuâtımızdan silmek için
Tek cümlelik bir kânun çıkartmadılar.
Yukarıda tavsırını gördüğünüz Muhterem Genelkurmay Başkanlarımız
Astsubay unvanı verdikleri askerlere
Tam 50 sene boyunca daha
Kânunsuz olarak
“Gedikli” demeye devâm etdiler.
Sizleri sevdiğimizin emâresidir.
Dimâğınıza hamallık yapdırmayalım.
Oltaya bağlı ipin ucunu verelim; Her iki failin de unvanı subay!
Künyelerini de kalemin ucundaki mürekkebe az önce üfledik!
Evvel’in sularına boca etdiğimiz oltanın ipini
Ya nasip deyip
Biraz daha kuvvetli ve azimli çekerseniz
Bu makâlenin müteakip bölümlerinin bir yerlerinde size kavuşacak inşallah.
Ha gayret can yiğitler!..
Rastgele…
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
(*** Devâm edecek)
Kaynakca beşinci ve son bölümdedir.
Okumak için resimi tıklayınız!
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -1-