Çocukluğunuzda hiç ağaç taşladınız mı? Ayıp değil canım! Çocukluk işde, der gülüp geçeriz. Taşlamayanlara diyecek sözümüz yok! Onlar bu soru üzerinde düşünüp vakit kaybetmeden makâleyi okumaya başlayabilir. Lâkin, anlatacaklarımızı da can kulağıyla dinlesinler. Neme lâzım demesinler! Gün gelir, dizinize uzanan boy boy torunlar ağaç daşlamak konusunda ahiret suali sorabilirler size, değil mi? Taşlayanlar da oyuncak bebekle oynayıp çember çevirdikleri o güzel günleri şöyle bir düşünsünler bakalım. Ve ağacı niye taşladıklarını hatırlamaya çalışsınlar.
Düşürüp yerseniz, başınız göğe ermez. Harcıâlemdir. Yere düşürdüklerinizi toplayıp eve götürdüğünüzde “aferim, benim evladıma!” demezler. Okulda kolunuza kırmızı kurdela bağlamazlar. Sizi kürsünün en yüksek basamağına çıkartıp boynunuza birincilik madalyası takmazlar.
Düşürmeyip yemezseniz de ölmezsiniz. Bir yerleriniz eksik kalmaz… Ev ödevi değil ki ertesi gün okula gidip de “Valla öğretmenim çok taşladım fakat bir dane bile düşüremedim” dediğinizde öğretmenin o yaba gibi kocaman elleri ahenkle raskederek ensenizde halis vefâ bozası pişirsin! Kim beş yüz bin milyon ister yarışmasında da değilsiniz! Tasalanmayınız, kaybedecek beli don lastiği ile bağlanmış deste deste gaymeleriniz de yok, rahat olunuz. Haydi, suallerin cevabını artık bulmuşsunuzdur;
Meyveli ağaç taşlanır diye binlerce yıl öncesinden bize nasihat gönderen bir atalar sözümüz vardır, duymuşsunuzdur. Ne anlama geldiğini bir kez daha göreyim diye kırkambara bir göz atdım şöyle. Sır değil canım! Evliya Çelebi’ye babası şöyle nasihat etmiş; “Oğul, ser’ini alacak sırrın var ise mahremine dahi fâş eyleme.” Bizim bu satırlarımızda ne sır ne de ser mevzu bahis. Hani türküde diyor ya “çıradan gopardım gıymık, saklama gözelim, biz onu çokdan duyduk!” El Habir’in bildiğini sizden niye gizleyeyim? Siz kıymetli kariler okumaya teşne iseniz şayet kırkambarda bulduklarımı sizinle paylaşmanın hiçbir mahzuru yok bence.
Bakınız, bu özlü söz hakkında neler demiş bir Ademoğlu ya da Havva kızı;
İşe yaramaz, niteliksiz, silik insanlarla kimse ilgilenmez. Daha ziyade bilgili, becerikli insanlarla uğraşılır, onlara sataşılır.
Münevver bir insanımız daha derunî düşünüp uzun cümleler ile katılmş açıklama kervanına;
Bilgi, beceri ve davranışlarıyla kendisini kabul ettirmiş kişiler herkesin dikkatini üzerine çeker. Onların değerliliğini çekemeyenler, değerlerini düşürmeye çalışanlar ortaya çıkar. Öylelerinin olabileceğini kabul etmeli. Amacının ne olduğunu bilen değerli insan, onların yaptıkları karşısında umutsuzluğa kapılmaz, üzülmez. Sadece yaptıklarından ötürü onlara acır. Bir cemiyet içinde değerleri yok etmeye çalışanlarla mücadele etmelidir. Çünkü değerli kişinin göreceği zarardan, dolaylı olarak bütün cemiyet zarar görecektir. Gerçekten değerli olan insan; hiçbir güçlük karşısında yılmayan, doğru bildiği yoldan asla ayrılmayan insandır.
Başka bir yurtdaşımız kısa fakat vurucu bir cümle kurmuş bu ebemdedem sözümüz hakkında. Demiş ki;
Bilgili, hünerli, işinde başarılı olan kimseler kıskanılır, eleştirilir ve işlerini yapmaları zorlaştırılır
anlamında kullanılan bir söz.
Eyvallah, iyi etmişler! Elleri dert görmesin, kalemlerinin ucu pırıldasın! Bu nasihatları, bu kıymetli fikirlerini bizlerin istifadesine sunan ceddimizin ve bu edip vatandaşlarımızın ağızlarına sağlık. Bu sözlerin müellifleri, telif hakkı istiyorlarsa şayet emekliassubaylar.org sitesinden Sayın Ersen GÜRPINAR’ı görsünler. Sitedeki reklamlardan milyon liralar kazandığını yazmışdı bir ara. Cüz’i de olsa kendisinin bir miktar telif hakkı ödeyebileceğini şu garip gönlümden geçirmiyor değilim hani!..
Bilir misiniz? Anadolu’nun kapısını biz Türklere açan yüce hükümdâr Sultan Alparslan, günde sadece bir çeşit yemek yer imiş. Sabah bulgur pilavı yediyse, öğlen bulgur pilavı, akşam gene bulgur pilavı. Şu mütevazılığa, şu kanaatkârlığa bakar mısınız? Sen koca bir hükümdâr ol! Köhne Bizansı kılıçdan geçirecek kadar cengâver ol. Malazgirt’de perişan eylediğin Bizans Kralı önünde diz çöksün. Sonra, da ona kılıcını ve atını hediye edecek kadar mert ol! Memleketin bütün kuzuları, koyunları senin olsun. Sen kalk günde sadece bir çeşit aş yiyecek kadar tevâzu ve tevekkül ehli ol.
Kadı Hızır bey, davalı olarak muhakeme etmek üzere Sultan Mehmed’i huzuruna çağırdı. Fatih Sultan Mehmet, padişahlığın kibirine kapılmadan Kadı’nın huzuruna vardı çarçabuk. Sultan Mehmed, padişah olmanın verdiği alışkanlıkla bir an gaflete düşdü ve girdiği odanın baş köşesine oturmak üzere hamle yapdı. Kadı Hızır bey hemen padişahı uyardı; ”Oturma begüm!… Sen, davalısın. Hasmınla yüzleşmek üzere mahkeme huzurunda ayakda duracaksın!” dedi. Fatih Sultan, hiç itiraz etmeden derhal söylenen yere geçdi. Şu hakseverliğe, şu Kanuna ve makama duyulan mehabetin ölçüsüne bakar mısınız?..
Kıyafetini süslemekde ölçüyü biraz kaçıran Sultan Süleyman’a, babası Sultan Selim “Oğul, sen böyle süslenip püslenirsen anan ne giyecek?” demiş.
Atatürk’ün en sevdiği yemeğin “yağlı fasulye” dediği zeytinyağlı kuru fasulye olduğunu biliyor musunuz? Üstelik etsiz olarak pişirdirmiş. Aşcısı Recep usta; “Tabağına koyduğumuz kadarını yerdi. Hiçbir zaman fazla yemek istemedi” diyor.
İşde, biz böyle yüce, böyle mübarek devlet adamlarının fedakârlığı ve kanaatkârlığı sayesinde, onların yüzü suyu hörmetine bugün günde belki de birkaç türlü yemek yiyebiliyoruz.
Anadolu Fatihi Sultan Alparslan’ın, Cihan Padişahı Sultan Mehmed’in, Sultan Selim Han’ın, yedi düvele diz çökdüren Kanunların adamı Sultan Süleyman’ın mezarı nerede, kaç kişi biliyor?..
Bir de bugünün devlet adamlarına bakınız. Yedikleri önlerinde, midelerine sığışdırıp yiyemedikleri ceplerinde! Mahkeme huzuruna gitmemek için “Valla hâkim bey dün akşam ishal oldum” diyeni bir yanda. Arkadaşlarına ısmarladığı kebabın parasını devlete fatura eden güllü Dışişleri Bakanı öte yanda. Meclis’de oturduğu masanın üzerinde yoğurduğu çiğ köftenin kıvamını sınamak için çiğ köfteleri meclis tavanına yapıştıran sonradan görme milletvekillerini mi ararsın? Yazlığında kaçak cereyan kullanan babayiğit görünümlü ersümerli hırsız milletvekili. T.B.M.M.’ye iş yapan müteaahhide kendi yazlığının fayanslarını bedavadan döşeten kalemli cingöz Milletvekili ve daha niceleri… Akla ziyan, akla hayale gelmeyecek dolaplar, orostopolluklar, bayağılıklar, ucuzluklar, şavalaklıklar… Bizim kısmetimize de işde böyle kerameti kendinden menkul ve çapsız idareciler düşdü.
Adına devlet mezarlığı deyip halkdan ayrı olarak bizim de pay sahibi olduğumuz devlet toprağının üstüne yapdıkları birinci sınıf mermerden mamûl şatafatlı mezarları bile bâd-ı hevâ… Devletden. Sanki tapusu cennetden alınmış gibi hepsini tesbih danesi misâli sıra sıra gömerler oraya.
Yemeğe her zaman besmele ile başlayıp hamd ile bitirirdi. En çok sevdiği aş, “guş gözü” dediği yeşil mercimekli bulgur pilavı idi. Yanında ise sadece kelle soğan ve kendi mayaladığı yoğurdu yerdi. Mevsimine göre yeşil soğan bulduğu zaman o nurlu yüzünde güller açardı ve Allah’a hamd ü senalar ederdi.
Kaç yaşında olduğunu kendisi hiç bilmedi. Ümmî idi. Eski yazıyla yazılmış bir Nüfus Hüviyet Cüzdanı vardı. Okumayı sökdüğüm günlerde istedim. Beline kat kat doladığı o mis gibi hacı yağı kokan ibrişim kuşağından itina ile çıkartdı ve bana uzatdı. Merak edip sayfalarını karışdırmışdım da okuyamamışdım. Kaç yaşında olduğunu bu sebepden dolayı hiç öğrenemedim…
Emirdağ’ın ayazlı kış günlerinde bile buz gibi soğuk suyla abdest alırdı. Beş vakit namazından bir danesini kazaya bırakmadı. Öğlen namazını kılarken secdeye kapandığı anda öylece ruhunu teslim eyledi. Namaz kılarken son nefesini vermek! Allah, bana ve siz karilerden dileyen her kuluna böyle ölüm nasib etsin.
Bende emeği çokdur. Rabbim nur içinde yatırsın. Mekânı cennet olsun. Bıdıgızı lakaplı anamın anası Şükrüye ebemden bahsediyorum. Çocukken dizlerine yatardım ve anlatdıklarını pür dikkat dinlerdim. Rahmetli derdi ki; “Oğul; ağaç meyveye durunca, daşlayanı yeğin olur!”
Ne yalan söyleyeyim! Horoz şekeri yediğim günlerde ben de ağaç daşladım. Hem de bıdıgızı ebemin dediği gibi meyveli ağaçları… Meyve yok ise niye daşlayayım? Hasbiden ağaç daşlanmaz ki! Payam, zerdâli, erik, ceviz ve daha niceleri… Vakdine göre hem çağlasını hem de kurusunu… Hele bir de bosdandan kelek aparma ameliyesi vardır ki şimdi anlatmaya yeltensem hemen şuracıkda ımızganıverirsiniz…
Kimi ağaç vardır, üzmez sizi. Daha elinizi uzatmadan ikram eder meyvesini size. Yemek istiyorsanız şayet yere çömelip toplamak yeterlidir. Yaralı, berelidir; ezilmiş, büzülmüş, çürümüşdür; toz, toprak tutmuşdur. Üzerine karınca dolmuşdur, sinek konmuşdur… Artık ne çıkarsa bahtınıza! Taş atdınız da kolunumuz yoruldu? Zahmetsiz aş, işde ancak bu kadar olur dostlarım!
Bazı ağaçlar vardır, insan boyunda… Meyvesini almak için topuklarınızı yerden kesmeye bile gerek kalmaz. Bir elinizi yukarı kaldırıp üzerinde mevye olan dalı nazikce tutarsınız. Sonra, gene aynı eliniz ile o dalı aşağıya doğru hafifce eğdirip başınızın hizasına kadar çekersiniz. Görevini yapmak için heyecanla sırasını bekleyen öteki eliniz ile de o daldaki meyveyi hafice kavrayıp incitmeden kopartırsınız. Ve oracıkda midenize yollamak üzere ağzınıza atıp öğütmeye başlarsınız. Şu fakirin kendi nacizâne şahsî fikridir; orada tıka basa yemek sevapdır da alıp eve bir dane bile götürmek mekruhdur. Bizden demesi…
Araplar, yemeğin pişmesini; Türkler de soğumasını bekleyemezlermiş. Gerçekden de öyle… Daldan meyve aparma sanatının inceliklerini size anlatan bu satırların yazarı da yemeğin soğumasını bekleyemeyen fânilerdendir. Ayıp değil ya! Meyveyi dalından kopartıp taze taze anında yemenin hazzı bir başka oluyor canım.
Tırmanıp dallarına çıkabildiğimiz ağacın meyvesini toplar ve hemen oracıkda, ağacın üstünde yerdik, kısa pantolonlu günlerimizde. Kimi ağaçlar vardır, gövdesi o kadar uzun ve düzdür ki tırmanmak için kedi olmak lâzımdır.
Kedi lakabıyla maruf rahmetli Emir emmimin küçük kızı vardı. Tomu lakaplı Sevgi bacım. Allah sizi inandırsın, kedi gibi bir kızcağızdı. Armut, tam da dibine düşmüş hani. Biz erkekleri bile kıskandıran bir cesaret ve kedimsi bir tırmanma kabiliyeti vardı emmimin gızında. Kulakları çınlasın. Sevgi bacım, bizlerin ürkerek tırmandığı ağaçlara bizden önce bir çırpıda tırmanıverirdi de dudaklarımız uçuklamakdan kendini alamazdı.
Neyse, dağın tepesinde, bağın berisinde ya da derenin ötesinde bir yerlerdeyseniz nerdübân yok ki oralarda getirip dayayıveresin gövdesinin üzerine. Ağacın dalında duran bir iki dane yemişini yemeye karar vermişiz bir kere. Üstelik ekmediğimiz, sulamadığımız, budamadığımız bir ağacın… Sahibinden kötek yemeyi bile göze almışsa, kim, nasıl durdurabilir ki afacan bir çocuğu? İşde o zaman o ağacı, tıpkı rahmetlik bıdıgızı ebemin dediği gibi, daşlamakdan gayrı çare yokdur. Ben bunu bilir, bunu söylerim.
Ağaç daşlamanın ilk şartı, meyveli bir ağaç bulmakdan geçer yârenler. Kış mevsimindeyiz, nerede meyveli ağaç diyorsanız kızmayınız bana canım! Tek yapmanız gereken biraz sabredip kumrular gibi baharı beklemek! Ha, bir de; bir diş attıkdan sonra ağzınızı mengene gibi burup kamaşdıracak ham meyvelerden uzak durunuz, e mi? Bıdıgızı ebem, ham meyve boğazdan öteye yol bilmez derdi.
Sonra, daşlamak için müsait bir zaman, doğrusunu söylemek gerekirse, ağacın sahibinin oralarda olmadığı bir zamanı beklersin. İşbaşında yakalanırsan işde o zaman yandı gitdi mis kokulu gülüm keten helva. Baban bile olsa gözünün yaşına bakmaz da kötek yemekden kurtulamazsın. Çok yedim, bilirim. Hem de eşşek sudan gelesiye kadar…
Müsait zamanı kolladıkdan sonra üçüncü iş, daşlamak için cephane tedarik etmekdir. Daşınız yok ise dalında duran o ballı meyvelere tekir kedinin ciğere bakdığı gibi hülya dolu gözlerle bakakalırsınız da sonra maazallah, oğlan uşağı iseniz bir yerleriniz şişebilir. Hemen o civarı bir kolaçan edersin. Düzgün yapılı, şöyle avucunun içine rahatlıkla sığacak ve kolaylıkla fırlatacak eşit büyüklükde daşları toplarsın. Ben diyeyim elli, sen de elli beş. ADMIN Sayın Semih KOÇ da desin yetmiş beş! Kaç dane toplayacağın paşa gönlüne kalmış! Atsan da yesen de kavgada yumruk sayılmaz, değil mi? Fakat şu fakire itimat buyurursanız, bu konuda her zaman ihtiyatlı davranıp fazladan bir miktar cephane tedarik etmekde sayısız faydalar vardır. Daşlayıp düşürdüğün meyvelerin tam da tadına varmışken ve daha fazlasını aşağıya davet etmek için etrafında daş aramaya başlamışsan ağzının suyuna söz geçiremeyip avucunu yalamak zorunda kalırsın da kimseler gelmez senin feryâd-ı ateş bârına! (bkz.)
Eğer “tamam, artık bu kadar daş yeter” diyorsanız dördüncü ve son evreye geçebilirsiniz. Ağaç, daha doğrusu meyve daşlama faslına başlayabilirsiniz. Sanatını icra eylerken fenersiz yakalanmamak için itimat ettiğiniz bir arkadaşın erketeye yatırılması da fevkalâde ehemmiyeti haizdir.
Haa! Aklıma geldi! Tam yeridir, diyeyim! Sakın ola ki ağaç daşlama konusunda varıp Sayın Celâl ELBİR ile meşveret etmeyiniz! Zira, pek muhtemeldir ki kendisi “Maksat ağaç daşlamak değil, meyve yemek olmalı!” deyip aklınızı çelebilir. Maazallah, gerdeğe giremeyen damat gibi kala kalırsınız orta yerde. İyi de Celâl bey, o ballı meyve, ağacın en tepesinden bakıp size “Sıkıyorsa gel de al bakalım!” diyor. Evet, maksat meyve yemek! Daşlamakdan başka hal çaresi var mı? Hani, “Canı gaymak isteyen mandayı işlik cebinde taşır” ya! Canı meyve isteyen beher Allah kuluna tazesinden bir Karamürsel sepeti dolusu meyveyi behemehâl götürebilir misiniz?
Neyse, bu aşamada ağacın meyvesini istediğin kadar alaşağı etmek senin vicdanına, nişan kabiliyetine ve marifetine kalıyor gayrı. Çağırsanız gelip daşlama ameliyesinde size memnuniyetle yardım ederdim de lâkin yollar pek uzak, gelemem!
Elini uzatıp kopartamayacağını bildiği için pişmiş kelle gibi sırıtıp sana yukarıdan müstehzi bakan o bademleri, o ballı zerdâlileri ya da insanın ağzını sulandıran papaz eriklerini daş salvolarıyla aşağıya indirmeye başlayabilirsiniz. İyi nişan aldıkdan sonra bir daşla nasıl iki badem ve aynı anda hem de serçe guşu vurulur, onu da başka bir vesileyle anlatırım bilmeyenlere ya da merak buyuranlara…
Ben, ağacı niye daşladığımı sizlere işde böyle arz etmeye çalışdım. Peki, dostlarım; Affan dedeye para sayıp pamuk helva yediğiniz o çağlarda, sizler ağacı niçin daşlardınız?..
Konumuz, ağaç daşlamak. Lâkin, ağız alışkanlığı işde. Ağaç daşlamak deyip geçişdiriyoruz. Daşladığımız aslında ağacın kendisi değildir dostlarım; ağacın meyvesidir. Yalan mı?
Daşlamak sanatının şu saniyeye kadar inceliklerini okuduğunuz bu cümlelerde özne, “daşlayan”; nesne ise “ağacın meyvesi” idi. Kelime bu ya! Müellifine köpek sadakatıyla bağlı. Ne tarafa çekersen o tarafa gidiyor, ne vazife verirsen onu yapıyor. Biz de bu şamadan sonra bir görev değişikliği yapıyoruz. Makâlemizin bu harfinden sonra okuyacağınız tümcelerinde fiil aynı kalacak fakat özne ile nesne başkaları olacak. Özne, devletin âli makamlarını işgâl eden seçilmiş ya da atanmış memurları. Cumhurbaşkanın bizzat kendisi, Anayasa Mahkemesinin bazı muhterem üyeleri, Milletin Vekilleri, Genelkurmay Başkanı, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi vb…
Şahit olduğunuz üzere şu vakde kadar özneler değişse de cümlenin nesnesi hep aynı. Nesne, ağacın meyvesi. Yani biz astsubaylar!.. Devr-i iktidarlarında ve dev-ri saltanatlarında bu zevatdan kimileri tas tutmuş, kimileri de kan kusturmuş astsubaylara.
Evet, ben itiraf etdim. Elimde balon ile dolaşdığım günlerde ağaç daşladım. Sizlerden de bazılarınızın aynı fiilin faili olduğunuzu duyar gibiyim! O günler artık geride kaldı. Bizler, çocuk masumiyeti ve saflığı ile taşladık ağaçları, dalındaki bir iki dane meyvesi için.
Peki, Devletin âli makamlarını işgâl eden bu atanmış ve seçilmiş memurları bunca zamandan beri biz astsubayları niçin daşlıyor muhterem okuyucularım?..
Burası, er meydanıdır. Kimse karanlığa fısıldamasın, içinden konuşmasın. Medenî olmak kaydıyla her nev’iden fikire hörmet ederiz. Bu sorunun cevabını bilen bir Allah kulu varsa bir adım öne çıksın. Kafasını yerden kaldırıp gözlerimizin içine baksın ve aklından geçirdiğini söylesin!
Size gelince ey failler! Daşlayın bakalım, ağalar; daşlayın, paşalar! Dem bu dem… Daşlayabildiğiniz gadar daşlayın. Aksırıncaya, tıksırıncaya, tıknefes oluncaya gadar daşlayın. Kar, yağarken tozar nasılsa. Ağaca attığınız her daş karşılığında ağacın dallarında duran astsubay haklarından bir danesini yere düşürdünüz, bu doğru! Çünkü çoluğu çocuğuyla birlikte yüzbinlerce astsubaylar bunun acısını en derinden hâlâ yaşıyorlar!
Lâkin, daşlayanların akıl edemediği bir husus var. Attığınız taşlar, isabet edip meyveyi düşürdü. Fakat meyveyi düşüren daşların yere düşmediğini akıl edemediniz!.. Daşın kendisi, meyvesini yere döken o dalda yapışıp kaldı. Takdir-i İlâhi bu ya! Kûn fe yekûn! Sözün bitdiği, kalemin ucunun kuruduğu nokta. Çalap murad edip de “Kûn!” derse kim karşı gelebilir?
Astsubayı Taşlamak isimli makâlemiz, kendisini de sayarsak 6 makâlelik bir dizinin mukaddimesi idi. Sırada, aşağıda başlıklarını gördüğünüz 5 makâlenin daha kağıt ile buluşması var.
Ağacı daşladınız, sebebini siz daşlayanlar biliyorsunuz.
Devletin âli makamlarını işgal eden muhterem eşhasın astsubayı niçin daşladıklarını da vakdi geldikce biz fâş edeceğiz yağız yiğitler!
Ağacı daşlamak ya da
Astsubayı daşlamak!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.