Evet…22 kasim 1922’den 24 temmuz 1923’e değin süren, zaman zaman masanın terkedildiği, karşı tarafın kendileri deri koltuklara oturup Türk delegelerine sandalye sundukları, ama sonunda kendilerinin de sandalyelere oturmak mecburiyetinde kaldıkları çetin müzakereler sonucu Birinci Dünya Savaşı Savaşı sonunda imzalanan en onurlu anlaşmadan söz ediyoruz…
Evet…20 yy.da Batı’nın ilk kez Dogu’nun karşısında boyun eğmesinden ve Asyanın kapısında durdurulmasından söz ediyoruz….
Evet…20nci yuzyilin hayatta kalan ve geçerliliğini muhafaza eden tek anlaşmasından, hic bir devletten destek gormeden Turk milletinin kendi kanı,emeği ile 29 ekim 1923 te kurduğu Cumhuriyetin siyasi temeli olan bir anlaşmadan söz ediyoruz…
Evet… Birinci dünya harbinden sonra, galip devletler tarafindan 20nci yuzyilda kurulan devletler (Finlandiya, uc Baltik devletleri, Polonya, Çekoslovakya, Avusturya, Macaristan, Yugoslavya) ve de ABD dışında tüm dünyanın tanıması ile Turkiye Cumhuriyetini ebediyete kadar yaşatacak olan bir anlaşmadan söz ediyoruz…
Evet… İkinci Dünya Savasında, her iki tarafın yoğun baskılarına rağmen, mimarlarınca tarafsız kalınma mahareti gösterilerek dünyanın paramparça edildiği bir savaşın sonunda bizlere ülke bütünlüğünü sürdüren bir ülke olma onurunu veren bir anlaşmadan söz ediyoruz…
96ncı yılını “idrak” edeceğimiz Lozan Anlaşmasını hak ettiği coşku, duymamız gereken ulusal onur ve de gururla kutlamamız, değerlendirmemiz gerekmez mi?
Yaşadığımız günlerin düşündürücü koşulları içerisinde, yanı başımızdaki ülkeler iç savaşlara sürüklenmişken, bu kutlamayı evrensel bir gösteriye dönüştürmek anlamlı olmaz mı?
“Kutlu doğum” haftaları “15 Temmuzlar kadar da mı önemi ve anlamı yok, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusunun evrensel onayını kopara kopara aldığı bu günün?
Ülkeyi maalesef yönetenlerce, Lozan’a, Lozan’ın öngördüğü Ege, Ege’deki ada ve adacıkların silahtan arındırılmış statüsüne en azından Katar’ın güvenliğine duyduğumuz ilgi kadar “derin” ilgi düzeyinde ilgi duymamız gerekmez mi?
Hepimiz istesek de istemesek de aynı kayığın içindeyiz…
Kayık, bu acımasız bataklıkta alabora olursa, birileri gelip bizleri kurtaracaklarını mı sanıyorsunuz?
Hepimize ard niyetsiz can yeleği uzatacak birileri var mı?
Bırakalım temelsiz gevezelikleri; yumuşak koltuklarda geyik muhabbetlerini…
Bu vatan sokakta bulunmadı beyler… Lozan’ın, Mısak-ı Milli’nin baha biçilmez kıymetinin lütfen farkına varın, artık…
Lozan, 1936 Montrö Boğazlar sözleşmesi ile birlikte Türkiye Cumhuriyetinin, Anadolu ve Trakya’nın yoksul halkınca, mazlum ülkelere örnek olurcasına, yoktan var edilen eşsiz bir kimlik belgesi, kuruluş ve uluslar arası meşruiyetinin tescil senedidir. Ve de bu tapuyu deldirtmemek her yurttaşın vazgeçilmez şeref ve namus borcudur.
Her iki anlaşma, imzalandıkları tarihden bu güne değin ayakta kalan, hayatiyetini sürdürebilen yegane iki uluslar arası belge niteliğini ve önemini taşıyor; şehitlik mertebesine ulaşmış kınalı kuzuları için “Vatan sağolsun” diyebilen Anadolu ve Trakya halkının engin sabrıyla ve yine onların yorgun omuzlarında.
İnkarcılara da bir çift sözümüz var…
Ama yine de, “İstiklal Savaşı antiemperyalist bir savaş değildir, Lozan’da ne yapıldı” diyenlere, “Kuvva-i Milliye Destanını” küçümseyenlere birkaç yanıt vermek gerekli…
Eğer iddia ettiğiniz gibi, bu bir destansı İstiklal savaşı değilse, sadece işgalci Yunanistan’la savaşmışsak, mesele bu denli basitse, Lord Curzon İsmet Paşaya şu sözleri niçin etmiştir, beyler:
“Tam Bağımsızlık diyerek her istediğimize karşı çıkıyorsun, yoksul bir ülkesiniz ve Anadolu harap durumda, paraya ihtiyacınız var. Kabul etmediğiniz tekliflerimizi, kartları şimdi cebime koyuyorum, yarın para için geldiğinizde, cebimdekileri kartları tek tek çıkarıp önünüze koyacağım.”
Sevr ve Wilson prensipleri ile “Doğu Sorunu”nu dilediğince çözmek isteyen kimlerdi beyler? Yunanistan mı? Yoksa İngiltere, Fransa ve hariçten gazel okuyan A.B.D.mi?
1921 Kars Anlaşması ile çizilen bugünki sınır dururken, Lozan’da, Rize ve Hasankeyf’den geçip Erzurumu dışarıda bırakarak, Muş’u ve Van gölünü de içerisine alarak İran sınırına uzanan, Ceyhan, Suriye sınırı ve Fırat arasında Maraş’ı da içine alan bölgeye 1.300.000 Ermeni yerleştirerek bir “Ermeni Yurdu” oluşturmaya(1) çalışan kimlerdi beyler?
Lozan’ da köküne kibrit suyu ekilen kapitülasyonlar Yunanistan’a mı verilmişti?
Düyun-u Umumiye’nin başına kimler çöreklenmişti?
Tüm mazlum uluslar için bağımsızlık ateşinin Prometeus’u olan Mustafa Kemal’le, Hindistan’dan Arap yarımadasına, Uzak Asyadan Afrika’ya kadar yarattığı heyecanla üzerinde güneş batmayan imparatorlukların sonunu getiren Patagonya İstiklal Savaşı mı, yoksa “Dört nala gelip Uzak Asyadan, Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan…” bu ülkenin İstiklal Savaşı mı?
Evet, büyük ozanın dediği gibi “Bu memleket bizim…” İlla “Taraf” olmak yerine, birazcık da memleketinizi sevseniz…
Ege adalarının yitirilmesini ağızlarına sakız yapanlara da bir çift sözümüz var.
Ünlü on iki ada’nın 1912 tarihli UŞİ anlaşmasıyla İtalya’ya, daha sonra da İtalyanlarca Yunanistan’a, kıyılarımıza yakın Sisam, Sakız ve Midilli gibi adaların da Balkan Savaşları sonrasında, Yunanistan’a bırakıldığından ne kadar haberiniz var ?
“Titreyip kendinize dönün” dememi bekliyorsunuz değil mi?. Öyle demeyeceğim…
Yakışanı, ışıklar içinde yatsın Lozan’ın mütevazı mimarı İsmet Paşanın sözleri: HADİ CANIM SEN DE…
Sözün kısası Lozan’ı unutmayalim, unutturmayalım.
Bu mutlu gün Türk milletine kutlu olsun…
(1)Deniz BÖLÜKBAŞI; Dışişleri İskelesi, Doğan Kitap, 2011, sh: 296
Dr.Noyan UMRUK