03 Ekim 2015
Ünlü bir gazeteci-yazar “İstanbul’da Nişantaşı’nda böyleyse Diyarbakır’a bakmaya gerek yok” demiş, “evin önünde saldırı” için.
Gazetecilik dünyasında beni en çok şaşırtan şeylerden biri budur.
Neden ikisine de bakmayalım ki!
***
Elbette her “saldırı” vahimdir.
Elbette yanan her can, 8 yaşındaki Bismilli Elif de, Yasin Börü de, Cizre’de cenazeleri buzdolabında tutulanlar da, binbaşı da gencecik er de, ünlü gazeteci de şöhretsiz olan da, hepsi hepsi kıymetli.
Fakat “evinin önünde saldırı”nın pek üstünde durulmayan bir türünü, yine-yeniden anlatayım; Diyarbakır’a, Silvan’a bakarak.
***
Gazeteci Yaşar Parlak, 11 yıl kadar önce “Şehitler Şehri Silvan” kitabını yayınladı.
Yasaklanan kitap sadece 1991-1999 arasında Silvan’da çoğunluğu faili meçhul ve çoğu Jitem, Hizbullah eseri 250 cinayet işlendiğini, 13 kişinin kaybedildiğini yazıyordu.
İlk baskıdan kısa süre sonra, 18 Ağustos 2004’te Gazeteci Parlak cami avlusunda ensesine tek kurşunla öldürüldü.
O da Milliyet’te, Hürriyet’te, Cumhuriyet’te çalışmıştı bir dönem.
Babasının gazetesinde 9 yaşında mesleğe adım atmış olan oğlu Ferhat 10 yıl sonra ikinci baskıyı çıkardı.
***
“Çözüm süreci” herhalde Silvan’a da nefes vermişti. Ama örgütün ve devletin silahları nefesi pek sevemiyor olmalı!
İşte o kadar faili meçhulden çekmiş Silvan’da önceki gün iki asker de “faili meçhul cinayet” ile kahpece öldürüldü.
Öyle ya, herkes için “Şehitler Şehri”ydi Silvan; ama kalleş, kahpe katiller de her yandaydı.
***
“Ev önünde saldırı”yı tartışan Türkiye, Silvan’da ev önündeki bu saldırıyı da keşke tüm açılarından görebilseydi.
Katilleri şöyle bir görmüştü belki ama “evleri önünde” meselesine nedense gözler ve kalpler sağır kalıyordu.
Burada senelerdir çok sık yazdığım mesele.
Kim bilir kaç Genelkurmay Başkanı, kaç kuvvet komutanı, ayrıca kaç bakan bunu görmüş; kimse pek umursamamış.
O iki asker, 31yaşındaki Uzman Çavuş Sinan Uçan ile 26 yaşındaki Astsubay Tolga Topçuoğlu neden “evlerinin önünde”ydi?
Genelkurmay açıklamasında bu hiç yok!
Medyada da hükümet adına konuşmalarda da.
***
Bu iki asker “yeterli lojman olmadığı için”, ev tutmak zorunda kalmıştı.
Bakın sadece o kadar değil.
“Barış süreci” sırasında, rütbesi, statüsü daha yukarıda olanlar şehirde daha iyi şartlarda ev tutarken, “savaş süreci”yle birlikte korumalı lojmanlara geçtiler.
Alt rütbelere verilmiş “subay tahsisli lojmanlar” alındı ve onlar dışarıya, başlarının çaresine bakmaya bırakıldı. Ev tuttular ama koruma tutamadılar tabii!
Yönetmelik, zaten yeterli olmayan lojmanların, “Yüzde 55 subay, yüzde 40 astsubay, yüzde 5 sivil memur” olarak tahsisini öngörüyordu. Uzman çavuşlar ve uzman jandarmalar da “sivil memur” statüsünde sayılıyordu!
Bakın, son iki yılda dava konusu olmuş bir lojman vakasındaki örneğe:
“Birlikte 219 personel, 24 subay, 57 astsubay,136 uzman çavuş, 2 sivil memur var. Lojman dağılımı: 24 subaya yüzde 136 oranla 37 subay tahsisli lojman, 29 astsubay tahsisli lojman, kalan 138 personele de lojmanların yüzde 3’ü.”
***
Bu vakada, dava açan astsubayın avukatları Meral ve Erkan Akkuş, “Astsubay ve uzman çavuşların hayatına mal olacak şekilde ayrımcılık yapan TSK yönetmeliğinin ilgili maddesinin iptali”ni istediler.
O sıra “barış süreci”ydi; “hayatlarına mal olacak” bu madde, Uzman Çavuş Uçanile Astsubay Topçuoğlu’na henüz uzaktı ama neticede tuzaktı!
Uzman çavuşlara zaten şahsi silah verilmiyordu; kendi parasıyla aldığını taşıması da yasaktı.
Aynen avukatların “hakim sınıfındaki üyeler tarafsız değil” dediği gibi oldu; dört albaydan kurulu mahkeme heyeti o talepleri reddetti.
Gerekçeleri “hayattaki ve ölümdeki eşitsizlik” üzerine ders gibiydi:
“Eşitlik, aynı hukuka sahip olanlar arasında eşitliktir. Aynı statüde olmayanlar için değil!”
Lojman eşitsizliği hayatına mal olabilecek bir asker davayı kaybetmiş, davalı Milli Savunma ve İçişleri bakanlıkları ise bir “sıvasız hane çocuğu” karşısında daha büyük hukuk zaferi kazanmıştı! Nitekim “yenik küçük asker” onlara 3 bin TL de ödemek zorunda da kaldı.
“Özgürlük eşitlik, kardeşlikten ilham almış Cumhuriyetçi Askerî” ve “kanun önünde eşitlikten ilham almış Demokrat Sivil” hayatlarımızın, bir yılda 1500 işçiyi katleden piyasamızın yüksek ahlakı işte!
***
“Uğradığı saldırıda” enseden tek kurşunla öldürülen Gazeteci Parlak’ın kitabında, gözaltına alınmış, dava açılmamış ama işkence görmüş iki kadının da hikayesi vardı:
Gözaltında işkenceden sonra Kader dağa çıkmış, Mebruke ise intihar etmişti.
Silvan’ın acısı bitmiyor işte:
Kimin eliyle olursa olsun, faili meçhul kahpelikti ve iki askeri de “evlerinin önünde uğradıkları saldırıda” öyle kalleşçe katletti!
Kalleşten kalleş, kahpelikten kahpelik, cinayetten cinayet, faili meçhulden faili meçhul, acıdan acı, “saldırıdan saldırı” ayıracaksanız, tabii ki şöyle buyurun, kalp sizin, vicdan sizin!
03 Ekim 2015
Ünlü bir gazeteci-yazar “İstanbul’da Nişantaşı’nda böyleyse Diyarbakır’a bakmaya gerek yok” demiş, “evin önünde saldırı” için.
Gazetecilik dünyasında beni en çok şaşırtan şeylerden biri budur.
Neden ikisine de bakmayalım ki!
***
Elbette her “saldırı” vahimdir.
Elbette yanan her can, 8 yaşındaki Bismilli Elif de, Yasin Börü de, Cizre’de cenazeleri buzdolabında tutulanlar da, binbaşı da gencecik er de, ünlü gazeteci de şöhretsiz olan da, hepsi hepsi kıymetli.
Fakat “evinin önünde saldırı”nın pek üstünde durulmayan bir türünü, yine-yeniden anlatayım; Diyarbakır’a, Silvan’a bakarak.
***
Gazeteci Yaşar Parlak, 11 yıl kadar önce “Şehitler Şehri Silvan” kitabını yayınladı.
Yasaklanan kitap sadece 1991-1999 arasında Silvan’da çoğunluğu faili meçhul ve çoğu Jitem, Hizbullah eseri 250 cinayet işlendiğini, 13 kişinin kaybedildiğini yazıyordu.
İlk baskıdan kısa süre sonra, 18 Ağustos 2004’te Gazeteci Parlak cami avlusunda ensesine tek kurşunla öldürüldü.
O da Milliyet’te, Hürriyet’te, Cumhuriyet’te çalışmıştı bir dönem.
Babasının gazetesinde 9 yaşında mesleğe adım atmış olan oğlu Ferhat 10 yıl sonra ikinci baskıyı çıkardı.
***
“Çözüm süreci” herhalde Silvan’a da nefes vermişti. Ama örgütün ve devletin silahları nefesi pek sevemiyor olmalı!
İşte o kadar faili meçhulden çekmiş Silvan’da önceki gün iki asker de “faili meçhul cinayet” ile kahpece öldürüldü.
Öyle ya, herkes için “Şehitler Şehri”ydi Silvan; ama kalleş, kahpe katiller de her yandaydı.
***
“Ev önünde saldırı”yı tartışan Türkiye, Silvan’da ev önündeki bu saldırıyı da keşke tüm açılarından görebilseydi.
Katilleri şöyle bir görmüştü belki ama “evleri önünde” meselesine nedense gözler ve kalpler sağır kalıyordu.
Burada senelerdir çok sık yazdığım mesele.
Kim bilir kaç Genelkurmay Başkanı, kaç kuvvet komutanı, ayrıca kaç bakan bunu görmüş; kimse pek umursamamış.
O iki asker, 31yaşındaki Uzman Çavuş Sinan Uçan ile 26 yaşındaki Astsubay Tolga Topçuoğlu neden “evlerinin önünde”ydi?
Genelkurmay açıklamasında bu hiç yok!
Medyada da hükümet adına konuşmalarda da.
***
Bu iki asker “yeterli lojman olmadığı için”, ev tutmak zorunda kalmıştı.
Bakın sadece o kadar değil.
“Barış süreci” sırasında, rütbesi, statüsü daha yukarıda olanlar şehirde daha iyi şartlarda ev tutarken, “savaş süreci”yle birlikte korumalı lojmanlara geçtiler.
Alt rütbelere verilmiş “subay tahsisli lojmanlar” alındı ve onlar dışarıya, başlarının çaresine bakmaya bırakıldı. Ev tuttular ama koruma tutamadılar tabii!
Yönetmelik, zaten yeterli olmayan lojmanların, “Yüzde 55 subay, yüzde 40 astsubay, yüzde 5 sivil memur” olarak tahsisini öngörüyordu. Uzman çavuşlar ve uzman jandarmalar da “sivil memur” statüsünde sayılıyordu!
Bakın, son iki yılda dava konusu olmuş bir lojman vakasındaki örneğe:
“Birlikte 219 personel, 24 subay, 57 astsubay,136 uzman çavuş, 2 sivil memur var. Lojman dağılımı: 24 subaya yüzde 136 oranla 37 subay tahsisli lojman, 29 astsubay tahsisli lojman, kalan 138 personele de lojmanların yüzde 3’ü.”
***
Bu vakada, dava açan astsubayın avukatları Meral ve Erkan Akkuş, “Astsubay ve uzman çavuşların hayatına mal olacak şekilde ayrımcılık yapan TSK yönetmeliğinin ilgili maddesinin iptali”ni istediler.
O sıra “barış süreci”ydi; “hayatlarına mal olacak” bu madde, Uzman Çavuş Uçanile Astsubay Topçuoğlu’na henüz uzaktı ama neticede tuzaktı!
Uzman çavuşlara zaten şahsi silah verilmiyordu; kendi parasıyla aldığını taşıması da yasaktı.
Aynen avukatların “hakim sınıfındaki üyeler tarafsız değil” dediği gibi oldu; dört albaydan kurulu mahkeme heyeti o talepleri reddetti.
Gerekçeleri “hayattaki ve ölümdeki eşitsizlik” üzerine ders gibiydi:
“Eşitlik, aynı hukuka sahip olanlar arasında eşitliktir. Aynı statüde olmayanlar için değil!”
Lojman eşitsizliği hayatına mal olabilecek bir asker davayı kaybetmiş, davalı Milli Savunma ve İçişleri bakanlıkları ise bir “sıvasız hane çocuğu” karşısında daha büyük hukuk zaferi kazanmıştı! Nitekim “yenik küçük asker” onlara 3 bin TL de ödemek zorunda da kaldı.
“Özgürlük eşitlik, kardeşlikten ilham almış Cumhuriyetçi Askerî” ve “kanun önünde eşitlikten ilham almış Demokrat Sivil” hayatlarımızın, bir yılda 1500 işçiyi katleden piyasamızın yüksek ahlakı işte!
***
“Uğradığı saldırıda” enseden tek kurşunla öldürülen Gazeteci Parlak’ın kitabında, gözaltına alınmış, dava açılmamış ama işkence görmüş iki kadının da hikayesi vardı:
Gözaltında işkenceden sonra Kader dağa çıkmış, Mebruke ise intihar etmişti.
Silvan’ın acısı bitmiyor işte:
Kimin eliyle olursa olsun, faili meçhul kahpelikti ve iki askeri de “evlerinin önünde uğradıkları saldırıda” öyle kalleşçe katletti!
Kalleşten kalleş, kahpelikten kahpelik, cinayetten cinayet, faili meçhulden faili meçhul, acıdan acı, “saldırıdan saldırı” ayıracaksanız, tabii ki şöyle buyurun, kalp sizin, vicdan sizin!