1998 yılında aynı şubeden beraberce emekli olmuştuk. adı İdris Satıcı idi. Ufak,tıknaz yapısı, 4 derece miyop gözlüğü ile bir de yılların yüzüne vurduğu acımasız tokatlardan bitap düşmüş bezgin bir sesi vardı.
Assubaylığın ibreti alemi bir abimizdi. Ona “İdris baba” derdik. O tugayın istihbarat ben de harekat şubesinde beraber çalışırdık.
Neden bu kadar çok bekledin de emekli olmadın diye sorduğumda, “ Assubayın emekli olduğunda sırtını dayayıp dinleneceği mekanı mı var “derdi.
Ben emekli olmaya karar verince bekle ben de geliyorum deyip dilekçesini yazdı,beraber emekli olduk.
Tugay komutanımız odasında iki çay içirip şiltlerimizi verdi, teşekkür etti, bizle beraber emekli olan hiç Subay olmadığı için de bizi apar topar odasından yolcu etti.
Ömrümün çoğu Güney Doğu’da, hudutlarda, hep toprakla, mermi sesi ile, yaralı ve şehitle geçtiğinden ben de karargah ve büro hastalığı oluşmadığı için odadan şapkamı parkemi alıp çıktım, çekmeceme bile bakmadım, masamı bile toplamadım. Odadaki arkadaşlara da hadi hoşçakalın deyip binadan çıktım.
Arkamdan şaşkın bakakaldılar.
Hiçbir zaman sevmemiştim. Benimsememiştim.
Benim yuvam değildi, benim ızdırabımdı.
Yan kapıdan bahçeye çıktım. Arkamdan bir ses,” beklesene emekli çömez “ diye seslendi.
Döndüm; küçük bedeni ile İdris baba, “ hadi son yürüyüşümüzü eve kadar yaya olarak yapalım. Kurtulalım şu meret yerden “ dedi.
Tugayın kapısından çıktık. Yürürken birden döndü. Binaya doğru mahzun bir öfke ile baktı, gözleri buğulandı,
Sonra derin bir iç geçirdi, kolay değildi, tam 36 yılın sonunda reva görülen kıymet , tugay komutanının odasında beş dakikalık bir teşekkür ve sivil yaşam temennisi, arkasından tenekeden bir şilt sonra da güle güle ile yalnız bir uğurlanış.
6 yıl oturduğu çalışma odasına bile uğrama gereği duymamıştı.
Birden bana döndü ve;
“ Kimseye anlatmadığım bir anımı sana burada anlatacağım, sonra sen yeni yoluna ben evime gideyim “ dedi.
Tugayın önünden geçen Pınarhisar yolunun kenarındaki akasya ağacının altına çimlere bağdaş kurup oturduk. Kalın çerçeve gözlüğünü çıkarıp buğulu yaşlı ve kederli gözlerini ütülü kumaş mendili ile sildi.
“Ben bu ordunun piyadelerinin içinde en yaşlı assubayım, hayatımda bir kez hapis cezası aldım o da oğlum yüzünden“ dedi .
Şaşırdım.
Oysa çalışma ortamında baba oğul gibi tam 3 yıl her anımızı ve özelimizi paylaşmış idik, ama bunu hiç anlatmamıştı.
Gözlerini az önce tugay komutanının verdiği elindeki kırmızı kadife kaplı ufak şilte dikti daldı, sabitlendi, dudakları kıpırdandı.
“1992 yılında oğlum harp okulundan teğmen rütbesi ile mezun oldu” diyerek devam etti.
“İstanbul’a eve geldiğinde sevinçten deli gibi olmuştuk, annesi tam iki gün uğraşıp didinip mutfağı yemeklerle donatmıştı, evladım Türk subayı artık diyor başka bir şey dilinden düşmüyordu, komşularına camdan sesleniyor aslanım ,subayım geliyor diyordu.
Hele ben bir assubay babanın yaşayacağı en güzel rüyalardan birisini yaşıyordum. 30 yıl çektiğim, aşağılandığım, itelendiğim, hor görülüp insan yerine konmadığım hayatımın intikamını, aslan gibi oğlumla alıyor idim, düşündükçe adeta gençleşiyordum.
“Gurur ne güzel bir şeymiş “ demekten kendimi alamıyordum.
Sonunda oğlumuz geldi önce ellerimizi doya doya öptü, tam on dakika bizlere sarıldı, hayatımızda ona bırak fiskeyi azar dahi etmemiştik, adeta içimize sokup büyütmüştük, o bizim yaşama sebebimizdi.
Sonra “bak baba diyerek yıllar öncesinden verdiği sözünü hatırlayıp önce Atatürkün evdeki çerçevesini sonra da valizinden çıkardığı kılıcını öpüp başına koydu.
Annesi sevinçten ağlıyordu, tabii ki ben de.
Bize evde yemek yedirtmedi. “Yıllardır sözüm ve hayalim anne bu akşam dışarıda yiyeceğiz ” diyerek bizleri giyindirdi. “Yapma etme evladım gerek yok; bak sana neler hazırladık ” desek de inandırıcı olmadı.
Eh aslan gibi evladın ilk maaşından yemeğini tabii ki yemek hakkımız diyerek çağırdığı taksiye bindik ve akşam karanlığında yola revan olduk.
Ben idris abinin ağzından dökülen bu duygu selini işittikçe ve “ne güzel ve duygulu bir atmosfer ve tablo , 36 yılın sonunda duygu yoğunluğundan oluşan mutluluk hüzmeleri, ne kadar güzel bir aile anısı ve gururu diye içimden geçirirken, birden yanağından süzülen damlacık adeta dondu kaldı,
Sert bir sesle…… “çıkmaz olaydık o lanet geceye “ deyiverdi.
“Taksi bizi doğruca harbiyedeki subay ordu evinin kapısına getirip durdu. “Ne yapıyorsun evladım buraya bizi almazlar “ demeye kalmadan; “merak etme baba, senin bildiğin iç hizmeti ben de biliyorum, ben telefonla yer rezerve ettirdim ve durumu yetkililere, açıkladım, girmenizde problem olmayacak” deyince “ne yapalım evladımız gerekli tedbiri almış, çocuğa güvenmeyecek halimiz de yok ya “ diyerek hep beraber basamaklardan çıkıp resepsiyonun olduğu kısma geldik.
Bizim delikanlı resepsiyona doğru gidip bir şeyler söyledikten sonra “ anne, baba siz burada bekleyin ben rezerv masa işi için yemek salonuna bir bakıp geleyim “diyerek bir çırpıda kayboldu.
Yaklaşık beş dakika sonra köşeden nöb. subayı olduğu kırmızı kolluğundan belli olan bir binbaşı gülümseyen bir tavırla yanımıza yaklaşarak “ efendim, hanımefendi hoşgeldiniz, size nasıl yardımcı olabilirim” diyerek kibarca sordu.
Belli ki bizi özellikle beni yaşlı halimle emekli generale benzetmişti. Ben nasıl olsa oğlan izin almış diyerek hiç çekinmeden, kendimin piyade assubayı olduğumu, oğlumun subay olması sebebiyle bizi yemeğe davetle buraya getirdiğini ; onu beklemekte olduğumuzu söyleyerek ilgisine teşekkür ettim.
Ağzımdan assubay sözcüğü döküldüğü an binbaşının o melek yüzünün bir anda azrail bakışına dönüşmesini gördüğümde yılların verdiği deneyim ve tecrübenin tahmini ile içimden çocuğa “ulan hergele ne yaptın sen” demekten kendimi alamadım. Nöbetçi subay ;
” Assubayım, yönetmelik ve talimatlar gereği assubayların bu orduevinden istifadesi yasak, oğlunuzun teğmen olması bu kuralı değiştirmiyor, üstelik bunları öğrenmiş olması gerekir, lütfen sizi dışarı alalım buyrun” deyince tüm tansiyonum ve sinir sistemim bir anda tavan yapıverdi, hanım benim kolumdan tutup sürükleyerek dışarı çıkardı.
Ben, kendimi kaybetmiş vaziyette içimden evladıma olmadık küfürleri sayıp; hanımın “sakin ol“ feryatlarını dahi duyamaz iken oğlumuz bir telaş ve koşu yanımıza gelip de “ baba burada ne işiniz var, on dakikadır sizi arıyorum, neden içeride beklemediniz.. ? “ demesinin ardından yüzünün ortasına okkalı bir tokadı yapıştırdığım gibi çocuk ayaklarımızın altına yere kapandı. Hayatımda fiske dahi değdirmediğim evladıma nasıl oldu da bunu yapabildim bu gün hâlâ çözemiyorum.
Meğerse o binbaşı, evladımın nasıl tepki göstereceğini merakla camdan bizi seyreder imiş, oğluma tokadı yapıştırdığımın hemen üç dakika sonrasında inzibatlar yanımda bitiverdi.
Sonrasını soruyorsun değil mi ? dedi.
Üste fiili tecavüz suçundan yirmibeş gün cezaevinde yattım. İlk ve son cezamı o gün almış oldum. Nasıp kaybettim, annesi kalp krizi geçirdi tedavi oldu, oğlum ordudan soğudu, duyguları karıştı. “Bu kadar olabileceğini asla düşünememiştim baba beni affedin ” diyerek hüngür hüngür ağladı.
Bu acı hatıra bizleri çok etkiledi, hiç bir şeyin tadı tuzu kalmadı, oğluma bir daha hiç aslan teğmenim demedim.”
Annesi de o günden sonra kimseye “ benim oğlum civanım bir subay “ diyemedi.
İdris abi mendilini çıkarıp iki yanağını sildi ve “iyi ki benim gibi 36 yıl kalmadın, inşallah subay evladın da olmaz “ dedi.
Elindeki şilte bir kez daha baktı, sonra yavaşça doğrulup ayağa kalktı, yol kenarında tugayın yanından uzanıp giden yeşil otlak tarlaya doğru döndü; umulmadık bir çeviklikle “ya Allah“ deyip şilti can havli ile fırlatıp attı.
Kırmızı kutu havada daireler çizip, binanın içindeki otların arasına düştü, kırmızı bir menekşe demeti gibi yeşilin içine saplandı kaldı.
Yanıma geldi, bana dönüp sarıldı, hıçkırdı.
Sarıldık, bir daha sarıldık, kavşağa kadar sessizce yürüdük, orada ayrıldık, bir daha da asla karşılaşmadık.
Bu gün o olayın üzerinden 18 yıla yakın süre geçti.
Ben şimdi TEMAD ulu çınarının altında; Assubayların ve öncelikle biz emeklilerin açlık ve yoksulluk utancına sebep ekmek adaleti ile insanca yaşama hürriyeti ve en azından bir subay emeklisinin tattığı ekonomik refahı emekli Assubayın da tadabilmesi adına ;
En çok da ; baba tokadını yiyen assubay evladı o kahraman Türk subayının bir avuç mutluluğunun yüreğinden koparılan kahrı adına ;
Binlerce mazlum ve mağdur baba ile birlikte insanlık ve onur mücadelesi vermeye, “yeter artık“ demeye çabalıyorum.
İdris babaya ne oldu bilmiyorum.
Eğer öldü ise Allah rahmet eylesin, evladına sonuna kadar sahip yürekli bir baba idi.
Eğer ki yaşıyor ise; diliyorum ki artık gözlerini hiç ıslatmasın, o pınarları ütülü mendili ile bir daha hiç silmesin.
Çünkü babaların hele ki şüheda bir sınıfın, assubay sınıfının babalarının ağlaması çok zordur.
Üstelik babanın gözyaşının vebali çok ağırdır.
İstiyoruz ki, İdris babaların subay evlatlarına bu sistem nankörlük yaratmasın, hem babayı, hem oğulu yüreklerinden ağlatmasın.
Bizler bu kördüğümleri çözmeye azimliyiz, kararlıyız.
Bizler bu acıları yaşayanların, bu kahrolası sistemi bizlere, evlatlarımıza dayatanların yüzünden bu güne kadar akan tüm o gözyaşlarını, bu dünyadan çekip gidenlerin arkalarında bıraktıkları tüm billur taneciklerini toplamaya devam edeceğiz.
Önce kristale sonra da elmasa dönüştüreceğiz.
Onu da işleyip medeniyetin sergisine koyacağız.
Bunu mutlaka ama mutlaka yapacağız, başaracağız.
Saygımla
ADNAN FUAT ÖZDEMİR.
10 Mayıs 2012
Bu gün 28 ocak 2017 assubaylar hâlâ subay orduevlerine gidemiyorlar.
İnat öyle büyük ki, darbe sonrası kurulan yeni sistem her şeylerini hızla ellerinden alırken dahi, onlar assubayları yaşam alanlarına sokmamakta direniyorlar…