Eyleme katılan assubayların hapishane süreci devam ederken, dışarda oluşan kamuoyu yan ödeme kanunnamesinde bir değişikliği zorunlu kılmış ve kanunname gözden geçirilip makyajlanmak zorunda kalınmıştır. Yeni hali, eskisinden biraz daha iyicedir. Bu kez Kıdemli Başçavuşumuz görece olarak, üsteğmenle eş seviyeye getirilmiştir. Tabii ki, komutanlık tazminatını saymazsak!
Yalnız yeni uygulamanın 1975 yılı için geçerli olacağı belirtilmiş, 1974 yılı es geçilmiştir. Basına yapılan açıklamada “assubayların şikayetlerinin de giderilmesine çalışıldığı” özellikle vurgulanmaktadır. Ne kadar çok çalıştıklarına dilerseniz birlikte okuyup karar verelim:
Son şekliyle baktığımızda assubaylar yine hak ettiklerini alamamışlar fakat gösterdikleri dirençle, kendilerine dayatılanı değiştirmeyi başarmışlardır. Onca ağır bir bedel karşılığında, insafa gelmiş adalet, ancak aşağıdaki gibi tecelli edebilmiştir:
Albay: 400+125 Kd. Binbaşı: 375+125 Kd.Üsteğmen: 300+75 Üsteğmen: 300+ 50 Kd. Başçavuş: 300+50
İşin bir de vatandaşa yansıyan kısmı vardır ki, bunu da hesaba katmamız gerekiyor. Bu tazminatları yokluk çeken vatandaşlarımız zam usulü vergilerle bizzat ceplerinden ödemişlerdir. O günkü gazetelerin manşetlerine bakarsanız; tüpe, yağa, benzine ve tekel ürünlerine sağanak gibi peşpeşe zamlar yapıldığına ve yetmiyormuş gibi bir de devalüasyon söylentilerinin ayyuka çıktığına tanık olursunuz. Üstelik, en yeni zamların da hemen kapıda olduğu hükumet tarafından açıkça dile getirilmektedir.
Bir eyleme katılmak, kanunlara rağmen pasif direnişler yapmak, sokaklara dökülmek ve hak aramayı onurluca başarabilmek; herhangi bir televizyon kanalının popstar yarışmasına katılmaktan çok öte bir şeydir. Popstar olabilmek için azıcık medeni cesaretinizin olması ve az biraz maceraperest olmanız yeterli. Biraz da yeteneğinize güveniyorsanız ve şans da sizden yana ise yolunuz açık olabilir. Oysa; kanunları, kuralları, hiyerarşisi, hakimi, mahkemesi, polisi ve hapishaneleri olan bir sisteme karşı hak arayabilmek ve bu hakkı ararken de, yaptığın göreve ve onurla taşıdığın üniformana halel getirmemeye çalışmak, milletinin içinden geldiğini unutmayarak, onlar tarafından da sahiplenilmeyi başarabilmek çok ama çok zorlu bir yol ve süreçtir.
Bu nedenle sadece medeni cesaret ve maceraperestlikle yola çıkılması mümkün değildir. Bilinçli olmak gereklidir. Cesur olmak, yürekli olmak, kanunları bilmek elzemdir. Sistemin başınıza ne gibi çoraplar öreceğini öngörmek ve tüm fenalıklara hazırlıklı olmak gereklidir. Haklıyken haksız duruma düşmemek için kamuoyunu, basını etkilemek ve halktan destek görmek gereklidir.
Assubay eylemlerine katılanlar, yetmişli yıllarda, bunların tümünü başarmışlardır. Assubaylık mesleğine halel getirecek hiç bir tutum ve davranışları olmamıştır. Komuta kademesinin ve dönem hükumetlerinin aşırı sert tedbirler almaya çalışmaları nedeniyle; kışlalarda birlik komutanlarının, meydanlarda ise polislerin zulmüne uğramışlardır. Buna rağmen eylemlerini yapmışlar, seslerini tüm yurda duyurmuşlar ve yasalar karşısında da kaderlerine razı olmuşlar, onurlarından taviz vermemişlerdir. Hapis yatmalarına ve ordudan ihraç edilmelerine rağmen pek çoğu yıllarca suskun kalmış, başına gelenleri kimseyle paylaşmamıştır. Oysa herkes bilmektedir ki, bugün assubaylar cumhuriyetin ilk yıllarına göre çok daha iyi konumdaysa, bu; yetmişli yıllarda acı çeken o neslin başarısıdır. Bu eylemlerde emeği geçenleri anlamak, çektikleri acıları yeni nesle aktarmak ve assubayların onur mücadelesini daha ileriye taşımak için onların hikayesini de dinlemek gereklidir. Aşağıda 1975 eylemlerine katılıp yaşadıklarını kamuoyuyla paylaşan o onurlu ve cesur neslin bir kaç hikayesini bulacaksınız.
Bandırma’da 6.Ana Jet Üs K.lığı’nda 1975 yılının Ocak ayında yapılan iki günlük işe gitmeme eylemine katılan isimlerden birisi E. Asb. A. İnaler. Eylem sonrası tutuklandı ve Eskişehir’de hapis yattı. Bu yazıda da ara ara onun şiir yüklü anlatımını kullandım. Şimdi onun günlük ve notları arasından bazı anları sizinle paylaşmaya çalışacağım:
“Çam ağaçları arasındaki binaları seyrediyorum..
– Burası ne diyorum, yanımda dikilen askere
– Misafirhaneydi, şimdi Tutukevi diyor,
yani hapishane
– Sağdaki 3 nolu ilerdeki 2 nolu…
– Ya bir nolu diyorum çok merak eder gibi..
– O pistin karşısında diyor esas hapishane..
Beyaz Saray derler oraya, ama sizi oraya vermezler..”
……
“Artık yasal yönden resmen tutukluyum
Koptum artık tüm dış dünyadan
Ve tüm sevdiklerimden.
– Gidelim, diyor yanımdaki görevli üzgün bir sesle
– Geçmiş olsun…
-Sağol, teşekkürler sözcükleri çıkıyor dudaklarımdan
– 2 ve 3’de yer yok diye sesleniyor savcı..1 noluya götürün..
Çıkıyoruz bahçeye ağır adımlarla”
…..
“25 Şubat 1975, 3 nolu tutuk evinin önündeyim
Eski, 2 katlı askeri bir bina
Ve ben ömrümde ilk defa hapishaneye giriyorum
İlk defa içimde tarifsiz duygular
Ama zerre kadar üzüntü yok
Yepyeni bir yaşam şekli hoş geldin diyor bana.
Önce dış kapı, eli silahlı bir asker..
Ardından bir kapı daha
Sonra demir parmaklı bir kapı daha, görevli:
– Giden arkadaşın yatağında yatacaksın diyor..
– Seni o odaya verdiler
Bir kapı daha
Ve ardında onlarca tanıdık sima ve hoş geldin sesleri..”
….
“İçerde ağır bir hava ve bir de koku..
Dışardaki havadan asırlar boyu uzak sanki
Belki bir ben duyuyorum bu ağır havayı
Arkadaşların tutsaklık kokusunu”
…
“Yatağımı gösteriyorlar bana, 2 nolu tutuk evinin 2 nolu odasının 10. tutuklusu oluyorum, yeri ranzanın üstü, bakıyorum yastık yok, güvenle başımı yaslayacağım.”
….
“Volta vakti..
Denizci M…’u görüyorum voltalıyor,
Yogi A…’yı görüyorum,
Elinde tespih bir de bıyık bırakmış..
Gülmek geliyor içimden her nedense
Aynı filimlerdeki gibi.
Hızlı adımlarla voltalamalar
On beş metrelik salonda 50-60 kişi ileri geri gidip geliyorlar.
Bu adımlar zamandan mı yoksa
Onlardan mı bir şeyler götürüyor..?
Düşünüyorum..!”
….
“Dün T…’tan mektup geldi, iddianemeleri almışlar, haftaya oradayız diyor, 50 kişilik gruplar halinde geleceklermiş, sanırım siyasi ortamın gerginliğinden, Amerikan ambargosu falan ortalık karışık, tabii ki uçağı uçuracak bakım ekibi lazım, Kıbrıs krizi nedeniyle Amerika bastırıyor, malzeme akışı kesildi.”
…
“Yarın mahkeme günümüz, yarın bu deftere neler yazacağım bilemiyorum, çok önemli bir gün, çoğu arkadaşımın olacağı gibi benim de yaşamım değişebilir, bir daha resmi elbiseleri giyme şansımız olmayabilir…”
…
“5 Nisan Cumartesi..Ziyaretçi sayısı gün geçtikçe azaldı. Bana gelen yok!”
“H..’den mektup geldi…Telefon da etmiş ama kapamışlar…Konuşmalar 2. bir emre kadar yasak.”
“Hapishanenin bu bölümdeki pencereleri çivilenmediği için pencereden dışarısı görünüyordu, koğuşumuz 2.katta olduğu için, yeni büyümeğe çalışan çam ağacının üst dallarını görebiliyor, ilerideki uçak pistini ve karşı dağları seyredebiliyorduk. Pist, henüz uçuş başlamadığı için sessiz ve sakindi. Sol taraftaki hangar ve yanındaki binanın önünde makam aracı olan bir sürü bol yıldızlı Taunus marka araçlar vardı, makam şoförleri arabaların çevresinde dört dönüyor, kimisi ellerinde bezlerle arabalarını siliyor, komutanlarını bekliyordu.”
…
“Bu satırları karalayıp yazdığım şu anda, hatırladığım kadarıyla, büyük bir salona mahkeme kuruldu. Bandırma’dan tutuksuz arkadaşlar bu iki gün içinde sırayla mı geldi yoksa mahkemesi bitenler aynı gün geri mi döndü? Yoksa burada mı kaldılar pek anımsamıyorum, kanımca topluca yargılandık.
Birinci gün 14 Nisan’dı ve iddianame okundu, 15’inde ise karar verildi. Akşamdan ütüleyip hazırladığımız resmi elbiselerimizi giyip traşlarımız olduk.
Savcı bir nüshalarının da bize dağıtıldığı iddianamesini okudu..
Mahkeme başkanınca biz sanıklara bu iddianeme karşısında ‘bir diyeceğiniz var mı?’ diye, tek tek soruldu. Herkes önceki ifadelerini tekrar edip, suçsuz olduklarını ve beraatlarını istedi..
Bir müddet aradan sonra..Hakim
– Karar dedi…”
…
“O gece içimize hüznü ve mutluluğu sarıp sarmalayıp, kiraladığımız otobüslerle toplu halde Bandırma’ya geldik. 25 Şubat’ta girdiğime göre 15 Nisan’da çıktım. 45 gün kadar yatmışım, geriye 75 gün kalmış.”
Bir diğer öykümüz ise E. Asb. Ö. Kadri Baçkır’ınki… Anımsayacaksınız, bu yazıda onun anı ve tespitlerine de zaman zaman yer vermiştik. Kadri Baçkır, eylemlere Eskişehir’de katılır. Fantom (F-4) M.T.D. Elektronik Silah Oryantasyon Kursuna ilk tefrik edilen on kişi arasındadır. Hepsinin rütbesi Asb.Çvş.’tur. Kurs üç ay sürecektir. Eylemler kursun son dönemlerinde yaşanır, öyle ki 15 Ocak 1975 aslında onların Kurs Mezuniyet Töreni tarihidir. Bu okulun ilk mezunları olacaklar ve ilk Fantomcular olarak, Türk Hava Kuvvetleri tarihinde onurla yerlerini alacaklardır.
Şimdi onun anlatımıyla 1975 eylemlerinde yaşadıklarına bir göz atalım ve satırbaşlarını inceleyelim:
“Müktesap haklarımız elimizden alınmıştı. Aramızda görüşmeler sonrası bir karar almıştık. İki gün göreve gitmeme kararıydı bu. Haklılığımızı ortaya koymak ve haksızlığa dur demek için bu kararı almak zorundaydık. Ömür boyu fişlenecek, haklıyken haksız durumlara düşürülecektik. Fakat sonu öyle bile olsa, meşru müdafamızı yapmak ve onurlu bir mücadele vermek zorundaydık. Mecburduk buna.Çünkü yapılanlara sessiz kalmak; bundan sonra yapılacaklara göz yummak, rıza göstermek demekti. Devamı gelecek, assubaylar hep ayrı tutulacak, hep üvey evlat olacak demekti.
Zor bir karardı ama kendimize güveniyorduk. Gençtik, zindeydik, zeki, cesur ve çalışkandık. Teknik personeldik sonra. Emeğimizle ve alınterimizle ekmeğimizi her durumda kazanabilirdik. Yeni baştan başlamamız gerekse bile hayata karşı kendimizi güçlü hissediyorduk.
İki gün işe (kursa) gitmedik.Hafta sonunu da bağlayınca bu süre dört güne tamamlanmış oldu. 13 Ocak 1975 tarihinde (Pazartesi günü), mesai otobüslerine binip kurs binasına geldiğimizde kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Nasıl bir tepkiyle karşılaşacağımızı içten içe kuruyor, kendimizce muhakemeler yapıyorduk. Bu suskunluğumuz öğlen yemeğine kadar sürdü. Bir Assubay meslektaşımın (büyüğüm) bana düğün hediyesi olarak verdiği sefertasımdan yemeğimi atıştırıyordum.Diğer meslektaşlarım da yanımda tabldot masasında atıştırıyorlardı. O zamanki yaşam şartları öyleydi. Kıt kanaat geçiniyorduk ve bu nedenle evdeki yemeklerden sefertasına azık katıyor, evin bütçesini denk tutmaya çalışıyorduk.Yemeklerimizi atıştırırken, aklımızdan geçenleri de seslendirmeye, tartışmaya başlamıştık. Kimse işin nereye varacağına dair tam bir fikir sahibi değildi. Buna amirler de dahildi.Çünkü, ilk kez böyle bir şey yaşanıyordu. İlklerin, insan ya da toplumları nereye sürükleyeceğini kimse bilemezdi.(…) Hava Kuvvetlerinden toplam 2321 assubayın bu eylemlere katıldığını öğrendik.Çoğunluğu; genç olan ve meslek hayatlarının baharını yaşayan Uçak Teknisyen Assubayları oluşturuyor. Sonradan denizcilerin ve birkaç karacı assubayın da bu onurlu mücadeleye katıldığını öğrendik.
15 Ocak günü normalde tören olması lazım ama hiç bir hazırlık olmaması dikkatimi çekiyor. Ters giden bir şeyler var sanki.
Saat 16.00 sularında kurs gördüğümüz sınıfın kapısı çalınıyor.Kurs Komutanı, ders anlatan öğretmen assubaydan izin isteyerek; ‘kursiyer on assubayın 1.Tak.Hv.Kuv.K.lığı Askeri Savcılığı tarafından çağrıldığını’ söylüyor. Nasıl olsa geri döneriz düşüncesindeyiz. Bu yüzden şahsi eşyalarımızı ve kitaplarımızı olduğu gibi bırakıyoruz. Bizim için tahsis edilen otobüse biniyoruz.Araç, komutanın emrini dahi beklemeden hareket ediyor. Askeri mahkemeye vardığımızda, ilk kez birilerinin bizi kapıda karşıladığına tanık oluyoruz. Hemen savcının karşısına çıkarılıyoruz. Savcı, ifadelerimizi alıyor ve ardından bundan sonra olacakları da kestirerek tutuklanma istemi ile mahkemeye sevk ediyor bizi. Sonra hakim karşısına çıkartılıyoruz. Karşımızda üç hakim var. Birisi Binbaşı, diğeri yüzbaşı ve en nihayetindeki de bir asteğmen. Askeri savcı, eylemimizde yer alan suç unsurlarını tek tek sayıp sıraladıktan sonra, şu sözlerle tamamlıyor iddianamesini:’TSK’da birlik ve bütünlüğü bozmak ve sözleşerek firar fiilini oluşturmak nedeniyle beş yıl ağır hapis cezasıyla cezalandırılmalarına…’
Hakim Binbaşı sorgulamaya başlıyor.Fakat hiç acelesi yok gibi. Oysa saat, 16.50 olmuş. Mesai servislerinin hemen hemen on dakikası kalmış. Ha gitti ha gidecek.Bu durumu dile getirmek arzusuyla ‘Sayın hakimim’ diyorum.’Mesai otobüsleri gitmek üzere.Ya biraz acele ediniz ya da yarın devam edelim bu sorgulama işlemine’. Çok biliyorum ya her şeyi, oysa ilk defa hakim karşısındayım. Şöyle kaşını kaldırıp göz ucuyla bana bakıyor, masumiyet mi bu yoksa ukalalık mı diye bir karara varmaya çalışıyor. Sonra saflığımı anlamış olacak ki, içinde gizlediği tebessümüyle ve tatlı sert bir tonla cevaplıyor beni:’Daha çoook mesai otobüsleri gidecek!’
Bu sözlerin ne anlama geldiğini sorguluyor ve anlamaya çabalıyorum. Anladığım; hakkımızda çoktan karara varılmış bile. Zaten anlamasan ne yazar, hemen tutuklanıveriyoruz.
Askeri mahkemenin giriş kapısında bu kez farklı bir seremoni var. Gelirken bizi adeta merasimle karşılayan rütbeli personelin yerinde yeller esiyor. 10 tutuklu assubaya refakat etmek üzere tam yirmi teçhizatlı er var piyasada.Giyinmiş, kuşanmış ve silahı ellerinde hazır tam yirmi mehmetçik. Hak arayan assubaylara hapishaneye kadar nezaret etmekle görevli.On kişi geldiğimiz otobüste şimdi onlarla birlikte tam otuz kişiyiz. Gideceğimiz adres ise malum:1.Tak.Hv.Kuv.K.lığı Askeri Ceza ve Tutukevi! Şoför yine gideceği adresi biliyor. Kimseye hiç bir şey sormadan, konuşmadan doğruca bizi Tutukevi’nin kapısına bırakıveriyor. Önce silahlı muhafızlarımız iniyor otobüsten. Gerekli emniyet tedbirleri alındıktan sonra da biz. Daha dün bir gurur abidesi gibi ismimiz Kıbrıs Barış Harekatıyla birlikte kahraman olarak anılırken, bugün hakkını arayan ve bunun için suçlu ilan edilen bizler, muhafızlarımız eşliğinde iniyoruz otobüsten.Sanki sahiden suç işlemiş gibi başımızı öne mi eğmeliyiz? Yoksa hakkını arıyor olmanın vakur haliyle bizi bu hallere düşürenlere karşı dimdik mi durmalıyız?
Cezaevi Müdürü Muhittin Başçavuş’un odasına alınıyoruz.57’li bir Assubay Muhittin Efendi. Yanına teskereci erbaşlardan Sabri Çavuş’u da almış ve bize ilk emirlerini vermek üzere odasına buyur etmiş.Oysa biz onun hakları için de bu mücadeleyi vermiyor muyuz? Öyleyse bir yerlerde yanlışlık olmalı. Niye böyle kükresin ki? Biraz daha anlayışlı olması gerekmez mi? Evet, bir yerlerde bir yanlışlık olmalı… Muhittin Efendi’nin o garip otoriter sesi bize hep bir yerlerde yanlışlık olduğunu çağrıştırıyor.Acaba yanlış yerde duran biz miyiz yoksa Muhittin Efendi mi?
-‘Ben olmadığım zaman buranın komutası Sabri Çavuş’tadır.Onun sözleri aynı zamanda benim emirlerimdir. Bunu bilesiniz!’
Sözünü bitirir bitirmez üst aramasına geçilir.En can alıcı emir verilmiştir böylece. Hapishane sürecinde Sabri Çavuş’un emin ellerinde olacağımız kesinleşmiştir.
Hemen geri döneriz umuduyla zaten herşeyimizi okulda bıraktığımızdan, üst aramamız çarçabuk tamamlanır. Benim aklım yemeğimi koyduğum sefer tasındadır. Öyle ya bir düğün hediyesiydi o. İçimden keşke sefertasıyla gelmeseydim de, helva katık ile idare etseydim diye geçiririm. Kimbilir bir daha görüşebilecek miyim sevgili sefertasımla!
Tutukevi 6 koğuştan oluşuyor.Her koğuşta çift katlı 5 ranza var. Yani on kişilik koğuşlarda kalacağız.Üstümüze kapanan son kapı koğuş kapısı oluyor.Artık dışarıya çıkmak için tam yedi demir kapının açılması lazım. Temiz havayı, güneşi, dağları, bulutları ve kuşları görmek için aşılması gereken yedi kilitli kapı.
İaşelerimiz henüz çıkmamış olduğundan o günü aç arık geçiriyoruz.Tutuklanmış olduğumuzu henüz kimse bilmiyor. Ne eş ne de dost, kimsenin hiçbir şeyden haberi yok. Yedi kilitli kapının ardında ve bilinmeyen bir yolda on faili meçhul adam.Assubay eylemlerinin ilk tutuklamaları bunlar. Ocak ayının ilk kelepçesi bizim bileğimize takılıyor. Daha eşimizin ve ailemizin bile haberi yok.Aç, susuz ve sigarasız bir gece yaşadığımız. Ya umut? Umut Kaf Dağının ardında şimdilik. Umutsuzluğun kartaneleri sepeliyor on kişilik hücremizdeki on koca yüreğe.
Başımıza başkaca ne hallerin gelebileceğini kendi kendimize kura kura sabaha karşı sızıp uyumuşuz.Yorgunluktan, bitkinlikten ve ümitsizlikten bitkin düşen göz kapaklarımız kapanıvermiş kendiliğinden.
Sabah saatin altı olduğunu kurcalanan koğuş kapısı kilidinden anlıyoruz. Sabri Çavuş geliyor. Koğuşumuzun koca demir kapısının metal sesiyle uyanıveriyoruz.Sabri Çavuş, komut vermeye başlıyor:’Kalk, hizaya geeeel!’
Sonra o ulvi sesiyle devam ediyor: ‘Sağdan sayyyy!’
Sayma işlemi tamamlandığında gözleri gürleyerek devam ediyor Sabri Çavuşumuz:
-‘Biraz sonra çorbalarınız gelecek. Herkes çorbasını içtikten sonra, taslarını koğuş içerisindeki bulaşıkhanede yıkayacak ve görevli ere öyle teslim edeceksiniz. Kirli tas tabak istemiyorum.’
Bir an gözgöze geliyorum Sabri Çavuş’la. Karşılıklı bakışıyoruz. Garip bir karşılaşma oluyor bu. Bakışlarında ‘sen bir mahkumsun, bana nasılsa bir şey yapamazsın’ demeye çalışan bir alaycılık var. Ben ise içimde direncimi biriktiriyorum. Onuru için eylemi göze alan cesur adamların, hapislere ve kötü muamelelere katlanan dirençli adamların daha pek çok özveriye göğüs gerebileceğini, kızılcık şerbeti bile içebileceğini bilmiyor ki zavallım.
O gün bir ara çorba dağıtan erlerden birisiyle, Muhittin Efendi’ye görüşme isteğim olduğu haberini gönderiyorum ama geriye dönüş olmuyor. Bu haber iletildi mi iletilmedi mi bilmiyorum ama ses seda çıkmıyor işte. Koğuşumuza gelen giden kimse yok. Ne Muhittin Efendi, ne de bir başkası.
İlk gün dışarda neler olduğunu da merak etmeye başlıyoruz. Bizden başka tutuklanan var mı? Nasıl bir şey yaşanacak? Falan filan…Cezamız sırf tutuklanmakla sınırlı değil yani. Dışardaki yaşamdan da tecrit ediliyoruz.Haber ve havadis alamıyoruz hiçbir yerden.
Sıkıcı bir ilkgün yaşanıyor koğuşumuzda. Sonra yine huzursuz bir gece, sonra kapının tıngırdayan kilit sesi, sabahın saat altısı belli ki. Sabri Çavuş bütün endamıyla karşımızda. Bu kez kötü bir şeyler yaşanacağının kokusunu almış gibi, yanında iki er daha getirmiştir. O tok sesiyle, muzaffer bir komutan edasında, başlar komutlarını sıralamaya:
-‘Kalkkk…Hizaya geeel..Sağdan saaaa!’
Bu kez saydırtmam Sabri Çavuş’a! Sözünü tamamlatmam. Sabri Çavuş doğruca revirin yolunu tutar. Ben ise Muhittin Efendi’nin huzurlarındayımdır.
-‘Sen bunu nasıl yaparsın, onun sözleri benim emirlerimdir. Söylemedim mi?’
-‘Bizler zümremizin hak ve onur mücadelesi için buradayız. Gerekirse daha fazlası da olur. Her şeyi göze aldığımızı bil!…’
-‘Yaaa, öyle mi? Görüşürüz bakalım!’
Evet, bir yerlerde bir yanlışlık olmalı. Muhittin Efendilerle de mücadele edeceğimizi hiç düşünmemiştim.Kendisini sisteme göre kurup tanımlayanlar da bizi düşman görüyor demek ki!
-‘Görüşelim, elinden geleni ardına koyma.Sen bu felsefenle Kunta-Kinte dahi olamazsın zaten. Onlar bile bazen haksızlıklara başkaldırır ve daha cesur dururlar. Sende o bile yok’
Sözlerim bir tokat gibi patlar suratında.Kızgınlığı yüzünün aldığı renkten bellidir. Sistemin adamı ve dalkavuğu olan birisi bana ne yapabilir ki? Yetkisini aşmaya cesareti yoktur böylelerinin. En fazla hücre cezası uygular. Sistemin kendisine tanımladığı yetkinin virgülünü dahi sorgulayamaz Muhittin Efendilerin hiç birisi.
Hücre cezası alıyorum anında.Koğuşların önündeki koridorda iki hücre var. İki metrekarelik hücreler.Hücrenin demir kapılarında küçücük bir mazgal var.Bu mazgallar, mahkuma yemek, su verilsin ve gerektiğinde konuşulsun diye konulmuş.Açıkçası, burası koğuştan daha rahat. En azından koridorda olan biteni görebiliyor, duyabiliyorum. Hayatla aramda irtibat kurabileceğim küçücük de olsa bir mazgal pencerem var.
O gün öğleyin yemeğimi getiren ere usulca soruyorum:
-‘Bizden başka tutuklanıp getirilen oldu mu?’
-‘Evet’ diyor, ‘Dün de (16 Ocak) on kişi daha geldi.Onları 2.koğuşa aldık.Bugün de 3.koğuşu hazırladık. On kişi daha gelecekmiş’
Yalnız olmadığımızı, davamızın başka meslektaşlarca da paylaşıldığını duymak sevindiriyor beni.Gördüğümüz muamele acı olsa bile birileriyle paylaşabilmek, birlikte direnebilmek güzel.Acıda da birlikte olabilmek. İşte onuru burada gizli bu mücadelenin.
Kimlerin getirildiğini ismen öğrenmeye çalışıyorum ama nafile. Çocuk isimleri bilmiyor ki…
Akşama doğru koridorda bir hareketlilik göze çarpıyor. Herhalde 3.koğuşun misafirleri geliyordur diyorum kendi kendime.Koridorun karanlık sessizliğini kalabalık ayak sesleri bozuyor.Kimlerin bu kafilede olduğunu görmek için merakla bakıyorum mazgalımdan.Üç Uçak Makinisti devre arkadaşımı seçebiliyorum ancak, payıma düşen ışıktan. Loş ışığın aralığından birisine sesleniyorum:’Şşşşşt, Z…!
Sesin geldiği yöne çeviriyor başını ama daha bu izbe yere alışamamış gözleri. Beni seçmeye çalışıyor. Selamlaşıyoruz sadece. Başka diyecek bir şey bulamıyoruz.
Tam o esnada mazgaldan bir kağıt uzatıyorlar bana. İkinci koğuştan gönderilmiş. İsim listesiymiş.
Akşam saat sekiz sularında kapım açılıyor ve tekrar koğuşuma döneceğim söyleniyor.Acaba cezam niye yarım bırakıldı diye meraktayım.Muhittin Efendi durduk yerde insafa gelmedi ya!
Koğuşuma döndüğümde küçük çaplı bir sevinç yaşıyoruz. Selamlaşıp kucaklaşıyoruz. Benden haber alamayınca meraklanmışlar tabii ki! İşte bu dönemde tam bir can arkadaşlığı başlıyor aramızda. Kolay bir şey değil, dava arkadaşlığı bu. Beraber dik durabilme savaşı.Bu koğuşta beraber zulüm gördüğümüz pek çok arkadaş aramızdan ayrıldı şimdilerde. Fakat o can dostluğu yok mu, isimler ölse de hatıralar unutulmuyor işte. Hep taptaze yaşıyor belleğimde.
Koğuş arkadaşlarımla edindiğim bilgileri hemen paylaşıyorum. İkinci koğuşun listede yer alan isimlerini ve üçüncü koğuştan seçebildiklerimi tek tek söylüyorum.
Ertesi sabah kapımız yine gıcırtıyla açılıyor ama bu kez kapıyı açan Sabri Çavuş değil. Başka bir Çavuş görevlendirilmiş. Yanına da ne olur ne olmaz diye iki er katmışlar.Nazik bir şekilde konuşuyor bizimle:
-‘Çorbalarınızı getirdik’ diyor, ‘Çorba taslarınızı yıkamayabilirsiniz!’
Değişimin nedenini merak ediyoruz ama iyi haberler de gelmeye devam ediyor.Saat 10’da havalandırmaya çıkartılacakmışız. Yani yavaş yavaş normal bir cezaevinin koşullarına dönmeye başlıyoruz.
Saat on olduğunda gerçekten de dahili havalandırmadayız.Burasının giriş ve çıkışı tek bir kapıdan sağlanıyor. O kapı da malumunuz koğuş içine açılıyor.Yaklaşık 10×4 Mt. ebadında bir alan. Dışarıyla hiçbir irtibatı yok, etrafı altı metre yüksekliğinde duvarla çevrili.Yani sadece gökyüzünü görebileceğimiz bir yer. Belki bir de eskazara bir kuş gelip geçerse…
Başlıyoruz hapishane tabiriyle voltalamaya.Demek ki, filmlerde gördüğümüz o volta atma denen şey böyle bir şeymiş. Kaç gündür hareketsizlikten uyuşmuş ayaklarımız bir an önce canlanıp kendine gelsin diye sık tutuyoruz adımlarımızı.Her attığım adımda, o Kasımpaşalı kabadayıların, külhanbeylerinin Türk filmlerindeki volta atma sahneleri geliyor aklıma.
Beşinci gün, öğleden sonra on arkadaşımızın daha getirildiğini öğrendik. Böylece altmış kişilik hapishanede tutuklu sayısı elliye ulaşmış oluyordu. Diğer koğuş zaten dolu. Eski tutuklu ve hükümlülere ayrılmış durumda.12 Mart 1971 Muhtırasının tutukluları. İlerleyen zaman içinde onların hepsi için aflar çıktı ve sicilleri tertemiz oldu. Oysa biz assubaylar…Biz onlardan çok daha haindik demek ki. Daha bölücüydük. Daha düşmandık bu ülkeye. Başka ne söylenebilir ki?
Tutukevinde onuncu günümüz dolduğunda buranın kendisine özgü monoton yaşamına alışmıştık. Bazı erleri kendimize alıştırmıştık. Koğuşlar arasında iletişim sağlıyorlardı. Aramızda kağıt pusulalarla haberleşebiliyorduk.
Onuncu günün sürprizi yeni gelen bir emir oldu:’Herkes hazırlansın, gidiyorsunuz.’
‘Nereye gidiyoruz?’ sorumuz askıda kalıyordu. Alelacele toplanırken, neler olduğunu düşünmeden yapamıyorduk. Başımıza bir şeyler geliyordu ama ne?
Zaten toplayacak bir haltımız olmadığından çarçabuk halletmiştik toparlanma işini.Ziyaretçimizin bile kabul edilmediği bir yerde ne kadar eşyamız olabilirdi ki?
Muhafızlar eşliğinde bindiriliyoruz otobüsümüze. Araç Komutanı yolculuğun adresini söylüyor yolda: Eski Hava Savunma Komutanlığı’na. Orasının kullanım dışı olduğunu, halen boş ve metruk bir bina olduğunu bildiğimizden ‘acaba bizi niye oraya götürüyorlar ki?’ diyen garip bakışlarla birbirimizi süzüyoruz yolculuk boyunca. Sorularımıza cevap arıyoruz.Binanın tam önüne geldiğimizde bütün bilmeceler çözülüyor. ‘Ohhhooo, on günde neler neler olmuş!’
O köhne bina modern bir cezaevine dönüştürülmüş ve ilk konuklarını ağırlamayı bekliyor. Yeni hapishanemize yerleşmeye başlıyoruz. Bu kez koğuşlar yirmi kişilik.Üstelik büyükçe bir yemekhanesi de var. Birlikte yemek yiyebilecek, sohbet edebileceğiz. Biraz daha insanca yaşayabileceğiz yani.Televizyonumuz bile var. İnanılması güç ama dış dünyadan da haber alabileceğiz.
Az sonra ikinci koğuşun tutukluları da katılıyor aramıza. Sarmaş dolaş oluyoruz hemen.Böylece yeni koğuşumuzun ekibi de tamamlanmış oluyor. Akşama kadar Muhittin Efendi’nin dükkanında bizden kimse kalmamış oluyor. Bizden olan herkesi buraya naklediyorlar.
Akşam bu yeni hapishanemizde ilk insanca yemeğimizi kaşıklıyoruz. Sohbet ediyoruz. Buraya son gelen kafileden öğreniyoruz ki; bizim boşalttığımız yere yirmi kadar tutuklu denizci arkadaşımız getirilecekmiş. Deniz Assubayı Mustafa Sevimli’de bu isimlerden birisi ve kolay unutulacak adamlardan değil.
Akşam haberlerinde Genelkurmay Başkanı’nın açıklamaları bizi tedirgin ediyor.Endişeler başlıyor. Gelecek kaygısı herkesin kafasını kurcalıyor.Belki de mahkeme kararı sonrası yıllarca hapis yatacak ve sokağa bir başımıza bırakılıvereceğiz.Ordudan atılmış, yaramaz insan olarak hatta sicilimize lekelidir ibaresi işlenmiş durumda, yeni baştan bir ekmek kavgasına başlayacağız.
Günler geçiyor ama belirsizlikler sürüyor. Hepimiz başımıza neler geleceğini merakla bekliyoruz. Yirmi altıncı güne değin böyle sürüyor yaşamımız. Acaba’lar, Yoksa’lar ve akla hayale gelmedik kuruntular, kurgular…
İşte 26.gün bir umut çıkageliyor. Hava Kuvvetleri Komutanı’nın açıklaması, bizim hikayemizin mahkeme tarafından yazılacağını söylüyor. Hakim neyde karar kılarsa o olacak yani.Kötünün iyisi diyelim.
Acabalarla dolu geçiyor yine saatler. Günler ve haftalar. Kimin doğruyu söylediğini kurcalıyoruz bu sefer. Ya Genelkurmay’ın dediği olursa? Bize acımasızca ve zalimane davranırlarsa?
Bir daha ne zaman hakimin karşısına çıkacağız? Acaba mahkemenin kararı ne olacak?
Hava Kuvvetleri Komutanı doğru mu söylüyor? Ya doğru değilse? Bir kandırmacaysa?
Kaçınılmaz olarak kaderimize katlanacağız. Yaptığımız bu onurlu eylemin tüm sorumluluğu bizlerin amma..Ah bir de şu körolasıca fakirlik olmasa!
Şu maaş işimizi halletseler de, evimiz bari ekmek görse. En azından maaşın tamamını kesmekten vazgeçseler de, elimiz azıcık para görse. Çoluğumuz çocuğumuz açlık ve yokluk çekmese. Evimizin kirasını, elektiriğini, suyunu falan ödeyebilsek. En azından bunların bir kısmını karşılayabilsek, ne var bunda yani? Yunan mıyız yoksa?
Bir çoğumuzun yeni evli olduğunu, minicik bebekleri kundakta bırakıp geldiklerini bilyordum. Onların şimdi sütsüz ve mamasız kalması ağrıma gidiyordu. Bir komuta kademesi kendi çocuklarına bu denli zalim davranır mıydı hiç?
Allah’tan zaman zaman bazı meslektaşlarımız aralarında para topluyor ve bize göndermeyi başarıyorlardı.Üstelik bu tip şeylerin takibatının yapıldığını bile bile, bize kol kanat germeye çalışıyorlardı. Gurur vericiydi bu! Gerçi bir ara çok yardım toplandığını duyduk. Söylenildiği kadar rakamların bize ulaşmadığını ben biliyorum. Ne oldu, nereye gitti bilemem. Günahı vebali toplayıp da hak ettiği yere ulaştırmayanların boynuna. TEMAY’ın bu paraların bir kısmını lokalleri için harcadığı söylentisi o dönem kulaktan kulağa yayılmıştı açıkçası.
Altmış dördüncü gün beklenen haber gelir.Yarın mahkemeye çıkılacaktır. Hazırlıklar buna göre yapılacaktır. Kılık kıyafet, sakal, bıyık vs.vs… Sabahleyin altıda herkes mahkeme için hazır olacaktır.Belirsizliklerle dolu tam 64 gün yaşanmış ve kararın verileceği an gelip çatmıştır işte. Dile kolay tam altmış dört koca gün!
O gece Hava Kuvvetleri Komutanı’nın haberi daha detaylı ulaşıyor bize. Tutukluluklar nedeniyle, Hava Kuvvetlerinde görev aksamaları olacağı, oysa Kıbrıs barış harekatı nedeniyle teyakkuz durumunun korunduğu…Bu nedenle söz konusu tutuklu assubayların kolayca ilişiğinin kesilmesinin söz konusu olamayacağı… Kulaktan kulağa yayılıyor bu söylenti.
İyiye delalet olarak yorumluyoruz bu haberi. Belki de zalimlikten vazgeçecekler. Yine de fiskosla gelen bilgiler yüreğe su serpmiyor işte. Tereddütler hep devam ediyor.
Sabah sekizde otobüslerle götürülüyoruz mahkemeye.Yüzlerce tutuklu Assubay ve mahkeme düzeni kurulmuş eski bir spor salonu.
Mahkeme heyeti ile tutuklular arasına geniş bir güvenlik hattı kurulmuş. Neden bu kadar abartıldığını anlamakta zorlandım. Terörist mi yargılayacaklar yoksa?
Mahkeme başlıyor, yoklamalar yapılıyor veee…
Davanın bombası: Basın yok, izleyici yok, müdahil avukat yok! Bu size bir şeyler anımsatıyor mu?
Salonun fuzuli kalabalıktan arınması için kısa bir mola verilir ve sonra iddianame okunmaya başlar.
Savcı iddianameyi okudukça bir tuhaf oluyorum. Meğer biz ne haltlar etmişiz de haberimiz yokmuş. Of of of! Yüzlerce sayfalık oku oku bitmeyen iddianameler, garip garip suçlamalar, sonu gelmiyor bir türlü. Bu işgüzarlıktan mahkeme heyeti de sıkılmış olacak ki, davanın ertesi gün devam edeceğini bildiriyor ve o gün için noktalıyor mahkeme sürecini.
Ne kadar büyük bir suç işlediğimizi mahkemede görünce şaşkınlığımızdan dilimizi yutmuştuk. Biz sadece hakkımızı istiyorduk oysa. Onlarsa bizi tam bir devlet düşmanı, ordu düşmanı yapmışlardı. Vay beee! Gel de şimdi uyu bakalım. Gözüne nasıl uyku girecek? Bu ülkede böyle büyük suç işleyeceksin, bir de rahatça uyuyacaksın ha, mümkün mü? Ulan bu adamlar, mahkemeden idam bile çıkarır yahu!
Ertesi gün saat altıda yine mahkeme yoluna düşüyoruz. Davanın devamı bugün. Bizim aklımız hala davanın niye kapalı olduğunda? Bir eylem yaptık, tamam. Bunun Askeri Ceza kanununa göre suç olduğu da aşikar, o da tamam. Eh yani cümle alem biliyor, nasılsa; yasaların öngördüğü cezalar tutuklu eylemcilere uygulanacaktır..da, niye basın dışarı?
Aslında basın konusunda bu kadar endişe duymanız yersiz. Bize yapılan eza, cefa ve haksızlıkları o korktuğunuz basın ne yazabilir ne de eleştirebilir. Hâttâ gerekirse, sizden daha işgüzar davranarak, bazı şeyleri emir telakki eder ve tam da arzuladığınız gibi yazar, çizer ve şekillendirir.
Ama belki bir gün bir yürekli gazeteci çıkar ve dosdoğru olanları yazar. Kaleme alır, patronuna da onaylatmayı başarır ve yayınlar. Bu yüzden haklısınız, o bir kişi dahi çıkmamalı, susturulmalı netekim!
Ve malum kararlar alınıyor. Kimimizin ilişiği kesiliyor, kimimiz şahsi dosyasında sakıncalıdır ibaresiyle dolaşmaya başlıyor.
Peki söylenecek son söz ne?
‘Haklıydık ama maalesef hak aramada izlenilen yol ve yöntem bizleri kanunen haksız konuma düşürmüştü. Lakin, o günün koşulları içinde hakkımızı başka türlü nasıl arayabilirdik ki? Askeri savcı dahi işin özünde haklılığımızı tescil ediyor fakat süreçteki safhalarda izlenen yöntemin yanlışlığını özellikle vurguluyordu.
Peki ama hakkımızı nasıl arayacaktık bu kanun sıkboğazı altında?
Askeri Ceza Kanununda adalet vardı, demokrasi vardı da biz mi yedik?’
Bildiğiniz gibi Türk Milleti için ordu kutsal bir değerdir. Atılmış, dışlanmış ve hor görülmüş olsak dahi biz assubaylar için bile durum böyledir. Bu nedenle gözbebeğimiz Türk Silahlı Kuvvetlerini eleştirirken çok dikkatli davranırız. Bazen söyleyeceğimiz şeyleri söylememenin daha erdemli olduğunu düşünürüz. Bazense yüreğimize akan sitem yükleri dolar, kabına sığmaz olur ve taşar. Nice acılar depreşir ve bir an önce su yüzüne çıkmak ister.
Bu yazı dizisinde adları geçen, anılarını kamuoyuyla paylaşma cesaretini gösteren, ordu içinde sonu gelmeyen tahakkümlerin zulmüne uğrayan bu cesur insanlar, daha önce vurguladığımız gibi, çok uzun yıllar susmayı tercih etmiş ve sessizliğin onuruyla yaşamını sürdürmüştür. Fakat, yirmi birinci asra girildiğinde dahi tahakkümlerin, tasniflerin, kastçılığın sonu gelmediği görüldüğünde artık suskun kalma sınırı da aşılmıştır. Kuzey Afrika’daki yapmacık devletlerin insancıkları dahi hak, hukuk ve insan onuruna yakışır bir düzen için ayağa kalkmışken, Atatürk’ün modern Türk Cumhuriyeti’ni göz bebeği gibi savunan, canını dişine takan ve ordumuzun mihenk taşı olan assubayların da bu cumhuriyete yakışır haklar istemesi, çektiği acıları dile getirmesi ve meşru müdafaa haklarını kullanması kaçınılmazdır.
Yetmişli yıllarda adalet için sokağa dökülen binlerce assubay ve eşi çok ama çok acılar yaşamış, yaşadıkları travmayı aradan yıllar geçmesine rağmen unutamamıştır. Onların yüreğini daha da burkan şey ise teröristlerin bile affa uğradığı bir ülkede, assubaylara sıra gelince, kadim yönetimlerin yüzlerinin ekşiyivermesidir. Meğerse Assubay olmakla; koşulsuz, şartsız bu ülkeye ast olarak hizmet etmeye kutsal bir yeminle and içmekle ne büyük suç işlemişiz. Kandil Dağı’nın eteklerinde yuvalanmış bir avuç çapulcu oluverseymişik, bizim için de aflar ve başkaca haklar söz konusu olabilirmiş meğer. Ahh, şu kutsal vatanı tahakkümlere katlanmak pahasına, ölesiye sevmek; ne büyük gaflet ve dalaletmiş meğer!
Ne mutlu bize ki, Nazım’ın sabrıyla seviyoruz bu memleketi. Ondan peynir ekmek yemişliğimiz var. Beraber yatmışlığımız, bu cumhuriyete adanmışlığımız, bu uğurda işkence görmüşlüğümüz var. Ey gidi Seyfi Baba eyyy!
“Ey Nazım
Ölümünün kaçıncı yılı
Bilmiyorum
Bir gece sabaha karşı
Erkin gemisinde
Verdiğin
Peynir ekmeği yedim.
…
İzmir’de Kokluca’da
Bir gecekonduda kalıyorum
Pırtı çuvalım
Gemide kaldı
Bir pardesüm
Bir de eski hasırım var
Merak etme üşümem
Havalar bahar”
(Seyfi Baba/Gemide Denize Hasret)
Bu kez yıllarca susmuş, kaderine razı olmuş bir onurlu adamın hikayesini sunacağım sizlere. İbrahim Amca’nın hikayesi bu. Onu, 2002 yılında tanıdım. Gördüğüm bir tayin nedeniyle altı aylık bir süre için dışarda oturmam gerekiyordu. Açıkçası, lojman değişikliği için dilekçe vermiştim ve puanım da buna yetiyordu ama şimdiki güncel davaların sanığı ve basına, sevimli ikiz kardeşler diye takdim edilenlerden birisi olan, bir tuğamiralin egosuna söz geçirememiştim. Dilekçem geri dönmüş, görüşme talebim yarım saat kapısında bekletildikten sonra geri çevrilmişti. Oysa talebim gayet mantıklı, hukuki ve geçerliydi. Tam da dilekçemde belirttiğim gibi altı ay sonra lojmana girmiştim. Dışarda ev kiraladığım bu süre, sistemin bana yaşattığı bir zulüm dönemi olarak kazındı hafızama. Narlıdere’de, Limanreis semtinde bütçeme uygun bir ev bulabilmiştim her nasılsa.
Zalimlerin zulmü bazen iyi tanışmalara, iyi olaylara vesile olur ya. İşte bu karanlık dönemde tanıma şerefine nail oldum İbrahim Amcayı. Yetmişli yıllarda Assubay Eylemlerine katılmış ve ordudan ihraç edilmişti. Üstelik emekliliğine üç beş ay varken.
Görev yaptığı birlikteki komutanı olan albayın “Yapma İbrahim Assubayım, acımazlar size, bir çırpıda sokağa atarlar” deyip başına gelecekleri söylemesine rağmen, o kutsal suçu işlemiş ve komutanlarından adalet talebinde bulunmuştu. Yürüyüşlere katılmış, başını dik yüreğini pek tutmuştu.
Eylemler sonrasında yargılanmış, cezası biçilmiş ve bir çırpıda sokağa bırakılıvermişti. O dönemler Narlıdere Belediyesi kendisine sahip çıkmış ve emekliliği hak edinceye kadar çalıştırmıştı İbrahim Amcayı. Bu eylemlerden söz ederken hep unutulmuşluğuna vurgu yapardı. Kimsenin kendilerini hatırlamayışından gönül kırıklığıyla söz ederdi.
Oturduğum evin sahibi, İbrahim Amcanın kardeşiydi. Yurt dışında yaşıyordu. Türkiye’deki mülklerine İbrahim Amca vekalet ediyordu. Bunun karşılığında da kira vermeden oturuyordu. Fakat bu düzeni ilerleyen birkaç yıl içinde değişiverdi. Yurt dışındaki kardeş, çocuğunun evleneceğini söyleyip evi boşaltmasını istedi. Ev kiraya verilecek, geliri de yeni evlilere akacaktı. Dirlik düzenlerini buna göre kuruyorlardı. Hâttâ benim altı ay oturduğum evi de birkaç kat yükseltip kiraya verecekler ve daha çok gelir elde edeceklerdi. Tüm bu senaryolarda İbrahim Amcanın yeri yoktu.
Karşıyaka bölgesine taşınınca uzun süre koptum İbrahim Amcadan. En son Didem Işıklı İlköğretim Okulu civarında yarım yamalak bir apartman dairesinde ziyaret ettim kendisini. Eşinin ve onun mübarek ellerini öptüm. Hal hatır sordum. Olanları anlattı. Hastaydı. Üşüyordu. Sırf hastalık değildi ki vuran. Vefasızlıklardı, unutulmuşluklardı, terk edilmişliklerdi.
Sanırım bir iki yıl oldu. Ben de unuttum. Unutmaktan öte, onu öyle görüp bir şeyler yapamamak içimi acıttı. Görmeyince içimin acısı da geçer diye umdum hep.
Hangimiz öyle yapmıyoruz ki?
Eğer havacı meslektaşlarımın yolu Limanreis’e düşerse, mutlaka bir araştırsınlar, gönül alsınlar isterim. Orada yetmişli yılların çilesini çekmiş, cesur ve onurlu bir Hava Teknisyen Assubayı olduğunu en azında bilsinler dilerim. Sonra arzu ederlerse benim gibi yapıp görmezlikten gelebilirler. Fakat tavsiyemdir, görmezlikten gelmek unutturuyormuş gibi ama öyle değil. Hiç olmadık zamanda aklına düşüveriyor insanın. Sızım sızım sızlıyor yüreğin içi.
Bu eylem sürecinde canı yakılan binlerce assubay olduğunu düşünürseniz bir de. Kim bilir kaç İbrahim Amca sessiz sedasız, kaderine teslim olmuş bir durumda, öylesine yaşamını sürdürüyor.
Sadece hatırlayın isterim!
Aydın Kulak