Karadeniz’in bir köyünde başlamıştı öyküsü ‘Kötü Şair Şero’nun. Evden kaçıp okula gitti. Astsubay oldu sonra. Askerlik ona uygun değildi. 10. yılında ‘adi malul emekli’ oldu. Özgürlüğü ve şiiri seçmişti. Şerafettin Koca şimdi sahneye çıkıyor
Kurduğu hayaller ve düşler köye sığmıyordu. Köydeki geleneksel yaşamdan sıkılmıştı. Yaşantısını sığlaştıran aile otoritesinden nefret ediyordu. Gitmeliydi…
Ama nereye?…
İlkokulu bitirmişti. Tesadüfen eline geçirdiği ne kadar kitap, dergi varsa okuyordu. Artık köyünün dışında başka hayatlar olduğunu anlamıştı. Yalnız o dönemde hep kitapların başını merak ediyordu. Çünkü ele geçirdiği kitapların ilk sayfaları ateş tutuşturmak için kopartılıp yakılmıştı.
Anlatmaya yeni başlamıştı Şerafettin. Yaşamından kopup gelen anların ilk dizelerini indiriyordu sahneden seyircilere:
“Dünya o kadar küçük ki
Her gün evime
Yürüyerek gidip geliyorum”
Arkasında Ulaş Ay bir bağlama, bir kaval, bir darbuka çalıyordu. Şerafettin, kendi oyunun kollarına atmıştı ‘Kötü Şair’i.
“Artık gitme zamanı gelmişti. Ayrıca bir okula gitmek için de ayrılmak gerekiyordu. Karar verildi, yola çıkıldı. Evden kaçıyordum, sonunu bilmediğim bir yolculuğa çıkıyordum ve çıktım. Köyün en cimri adamıyla sekiz kilometre yürüdük. O cimrilikten, ben parasızlıktan.
Gideceğim bir akşamüzeri
son kez penceremden bakacak
son kez kapımı çekeceğim
kapalı perdelerde
kısılacak gözlerin
bakacaksın… bakacaksın…
sonra
palabıyıklı bir adam
yaşlı bir kadın
bir çocuk sarkacak pencereden
beni göremeyeceksin…”
Ordu’nun Ünye ilçesi Gölceğiz Köyü’nde doğmuştu Şerafettin. Kendini bildiğinden beri köyünün insanları mısıra, fındığa, ıhlamur toplamaya, çobanlığa koşarlar. Çocuklar taşları oyup telden araba yaparlar. “Tam da taş devri gibi” diye anlatıyor köyüne ilk tanıklıklarını.
Köyde ilkokulu bitirdikten sonra kasabadaki ortaokula gitmesine izin vermemişti babası.
“Ama benim şehre kaçmalarım başlamıştı. Ağabeyim vardı Ünye’de. O da ortaokula gidiyordu. Babama tarla işçisi gerekliydi. Bu yüzden Ünye’de okula gitmemi istemiyordu. Ağabeyimin evine gidip kitap alıyordum.
Ağabeyim Kurtuluşçu’ydu. Evleri örgütün kitap deposuydu. Jack London’u, Demir Ökçe’yi o zamanlar okudum. Babam bizi senede bir kez şehre götürür, üstümüzü başımızı giydi-rir, köye geri götürürdü. İki anneden 14 kardeştik. Herkese ayakkabı, pantolon, ceket alır, bana yalnızca pantolon ve ayakkabı alırdı.
Okula kaçarım diye ceket almazdı. Çünkü ceket ortaokul demekti.”
Sinema önünde ilk hayat dersi
Sonunda ortaokula gitmek için Ünye’ye kaçar Şerafettin. İlk kez yeni bir yaşam için köyünden çıkmıştır.
“Artık ilk defa yalnızdım ve tek başıma bir şehirdeydim. Bir süre sokaklarda dolaştım. Akşam olmuştu. Bir sinemanın önünde durup afişlere bakıyordum. Birden biri bana bağırmaya başladı; ‘Afişlere bakmak yasak. Neden bakıyorsun’. Tokat yemiş ve şoktaydım. Ne olduğunu anlayamadım. Kıçıma tekmeyi koydu ve ‘s…. git’ dedi. Ben hem gidiyor, hem de düşünüyordum. Anlaşılan bir köylü çocuğu ve yalnız olduğumu anlamıştı. Ben de anlamıştım, çok çetin bir hayatın beklediğini beni…”
Ortaokula başlaması için bir veli bulması gerekiyordu. Bir tane bulur da. Kayıt sırasında okul müdürü velisine “Bir cam bile kırsa parasını sen ödeyeceksin” der. Bulunan veli kaçar gider. İkinci bir veli bulur. Kayıt sırasında Şerafettin’e “Din dersine girecek misin” diye sorarlar. “Hayır” der. Bunun üzerine ikinci veli karşı çıkar:
“Din dersine girmeyeceksen ben velin olmam.”
Mecburen din deslerine de girer.
Babası artık onunla ilgilenmiyordu. Çünkü hem onların feodal yapısında bir çatlak oluşturmuştu, hem de tarlada çalışacak bir işçilerini eksiltmişti. Salyangoz toplayarak, balık pazarında naylon satarak sağlıyordu okul harçlığını.
“Şehirde yalnızlığım devam ediyordu. Şehirli çocuklarla arkadaş olmaya çalışıyor ama bunu beceremiyordum. Hem çalışıyor, hem okula gidiyordum. Şehirde her yıl yapılan Atatürk koşusuna katılmaya karar verdim. Eğer bu yarışı birinci bitirirsem, dikkat çeker ve benim de arkadaşlarım olabilir, beni de aralarına alabilirlerdi. Büyük bir azimle koşuya hazırlanıyordum. Her gün koşuyordum, ayaklarım patlamıştı. Yarış günü geldi çattı. Çok heyacanlıydım. Bütün hayatım bu yarışa bağlıydı. Kazanmalıydım… Ve o yarışı birinci bitirdim. İlçede herkes beni tanıdı ve arkadaşlarım olmaya başladı. Herkes beni parmakla gösteriyordu; ‘İşte şu çocuk, işte şu sessiz çocuk, hani şu hiç konuşmayan çocuk var ya, sessiz, utangaç, altı aydır pantolonunu değiştirmeyen çocuk, işte o çocuk kazandı…’ Ve ben bunları duyuyordum. Büyük bir coşku içersindeydim ve artık bu şehirden taşmıştım. Sığmıyordum, gitmeliydim, gitmeliydim, gitmeliydim, gitmeliydim, gitmeliydim, gitme, gitme, git…”
Yapmacıksız şiirin izinde Saflığının peşine düşmüş; yapmacıksız, şiirin izini sürüyordu.
“Mısır’da Nil’de taşmalıyım
Rusya’da ölü güneşler toplamalıyım
Ölü sevdalar okşamalıyım
Tibet’te asi rüzgârlar taramalı saçlarımı
Paris’e gitmeliyim
Eyfel’den işemeliyim
Venedik’te gondol sefası sürmeliyim
Ve kıyılar bana uzak olmalı
Brezilya’da karnaval soytarısı
Nepal’de sokak satıcısı
Afrika’da ağzına kadar insan
Şili’de bir kayıkçı
Çok uzaklardan bir yerler çağırıyor beni
Bir yerelere gitmeliyim
Harita üstünden en kestirmeden”
Gitti de. Ama en fazla Ünye’den Çankırı Astsubay Hazırlama Okulu’na kadar gidebildi. Dört yıl sonra askeri liseyi astsubay olarak bitirdi. İlk tayini Erzurum’a çıktı. Topçuydu. Ama ruhuna aykırıydı askerlik. Oradan Kayseri Hava İndirme Tugayı’na gönderildi. Sürekli sürgün yiyordu. Sonunda 1990 yılının bir ilkbaharında kendisini Beytüşşebap’ta buldu. Yine sürgün yemişti. ‘Düşük yoğunluklu çatışma’nın en sıcak günleri yaşanıyordu doğuda, güneydoğuda…
‘Askerlik hastalığı’na yakalandı
“Kaçacağım ama kaçamıyorum. Niyetimde firar etmek var ama ya bizimkiler yakalayacak beni ya da PKK’nin eline düşeceğim. Ben burada sıyırdım. Hem kendime ‘Tanımadığım insanları niye öldüreyim’ diye soruyordum. Bu soru beni mahvetti. Yalnızlaşmıştım. Çevremdekilere uyum gösteremiyordum. ‘Bu adam bizim birliğimize yararlı olmuyor’ diye bir yazı yazdılar. Tayinim İstanbul’a çıktı. ‘Askerlik hastalığı’na yakalanmıştım. Çünkü askerlik benim ruhuma uygun değildi.”
Yeni görev yeri Hadımköy’deki Birinci Sınır Tugayı’ydı. Uyumsuzluğu sürüyordu. Biryandan kitap okuyor, diğer yandan şiirler yazıyordu. Hatta nöbetçi olduğu geceler koğuşu kaldırıp “Nasıl buldunuz” diye yeni yazdığı bir şiiri okuduğu bile oluyordu. Bir yandan da İstanbul’dan korkuyordu. Evden dışarı çıkmıyordu. Ancak İstanbul’a gelişinin ikinci yılına doğru Taksim’e çıkmıştı. Sinemacı bir arkadaşı vardı. Köylüsü. Mustafa Şimşek. O götürmüştü Taksim’e, Beyoğlu’na. Öykü yazmaya da teşvik ediyordu arkadaşı Şerafettin’i. İlk öyküsü ‘Pencere Gizleri’ni yazdı. Bununla 1994’de Orhan Murat Arıburnu Ödülü’nü aldı. Askerliği sürüyordu ama bir yandan yazıyor, diğer yandan Beyoğlu’nda şiir gecelerine katılıyordu.
“Çok kötü şiirler yazıyordum. Nereden biliyorsun, dersen, ben şiir okumaya çıkınca herkes konuşmaya başlıyordu. Şiir dinletilerinde bir molaydım sanki.”
Ancak bir gün dinlenmeyen bir şiirini okurken, ayaküstü başka bir şiir yazar, o anda okur.
“Öyle yaz yalnızı gibi
durduğuma bakmayın
ben sizi kandırıyorum,
oysa
anlayamadınız ben kendimleyim
kendime küstüğüm zaman
sizleri kandırıp, sizlerle oluyorum
kendimle barıştığım zaman
siz umurumda bile değilsiniz.”
Herkes susmuş Şerafettin’i dinliyordu ilk kez. O da içindeki şiiri keşfetmişti, sesini bulmuştu. Şerafettin öfkeliydi ve içindeki öfkeyi yazmalıydı.
Bu arada “İlki acaba tesadüf müydü?” diye bir kez daha katıldı Orhan Murat Arıburnu Ödülü’ne. Öyküsünün adı ‘Zambaklar Gece Ölür’dü ve 1995 ödülü de Şerafettin’e verilmişti. Bu arada ilk kitabı ‘Kendimleyim’de çıkmıştı.
Askerlik sürüyordu. Artık iflah olmayacağını anlayan üstleri onu birliğin kütüphanesine vermişlerdi. Geceleri Beyoğlu’ndaydı. Bütün maaşını iki haftada dağıtıyordu. Bir de psikiyatriden rapor almıştı ‘askerlik yapamaz’ diye. Ama daha sekiz yıllık astsubaydı ve malulen emekli olması için 10 yılını doldurması gerekiyordu. Sonunda doldurdu da. 1997’de ‘adi malul emekli’ oldu. Ama büyük bir boşluğa düşmüştü. Hiçbir şeyi önemsemiyordu. Ruhu dağılmıştı.
Sevişmeden geçip giden bir aşk Âşık da olmuştu. Sevgilisinin sevişme isteklerini hep atlatıyordu. Zannediyordu ki kadınlar sevişmeyi sevmiyorlar ve sırf erkekler istediği için sevişiyorlar. Eger sevişmezse sevgilisi kendinden ayrılmazdı.
Şerafettin’e göre bu ‘Uzun yıllar erkek yatılı okulda okumanın, biraz da kendisiyle baş başa kalmanın getirdiği bir eksiklik’ti. Sevgilisi bir gün çekip gitti. Oysa Şerafettin onunla hiç sevişmemişti ki…
Artık sürekli içiyor ve yazıyordu. İçi dökük ahşap bir evin küçük odasında üç yıldır yıkanmamış bir çarşafın altında uyuyamıyordu.
Çarşaf, evin her yanından kokuyordu. Uyumak için mutlaka içmeliydi.
Hayatının bu bölümünde, Şerafettin ile birlikte bir de taş, daha doğrusu ‘taşkafa taş’ yer alıyor sahnede:
“Her yanımdan dağılmış bir haldeydim. Duruşumu tamamen kaybetmiştim. Ağlama nöbetleri, öfke, kırılganlık karmakarışık bir durum. Birden karar verdim. Duruşunu hiç bozmayan bir şey bulmalıydım. Evet, evet buldum. Taşkafalı taş.”
Oyunun bu bölümünde “Yardım et bana” der Şerafettin, “Ben dağıldım, kendimi toparlayamıyorum. Duruşu kaybettim. Bana ne oldu böyle.”
Taş dile gelir.
“Önce neden hüzünler ve kırılganlıklar yaşadığını düşün. Bunu uzun uzun düşün. Bir, hüzün hayal kırıklıkları ve yanılgılardan ortaya çıkar. Peki sümsük herif hayal kırıklığı nereden çıkar?.. O da beklentilerden ortaya çıkar. Bu aşağı yukarı böyledir. Şimdi sana kendi duruşumun öğütlerini verdim. Kendini sadece sen ayağa kaldırabilirsin.”
Dağılmalarını toplar ve cebine koyar Şerafettin:
“Beni sınırlayan geleneksel ahlak, özgürlüğüm, kendi ahlakımın, kendi özgürlümün peşine düştüm. Ve çizdim sınırımı. Dışımdaki her şeyi… İyinin ve kötünün ötesine geçtim ve oradan baktım kendime…”
İyiden daha iyi olan kötü şeyler İyiyle kötü yer değiştirmişti. Her şey çok iyiyse ve insanlar bu kadar çok acı çekiyorsa bu işte bir hata var demekti. O zaman da çıkışı bulmuştu Şerafettin. İyiden daha iyi olan kötü şeyler vardı. Bunu sorguluyordu. Bir de “Şerafettin nasıl şair?” sorusuna birileri hep “Kötü şair” yanıtını veriyordu. Neden ‘Kötü Şair’ olmasındı ki? Bir de bir gün Metin Üstündağ ile karşılaşmıştı. Met-Üst “Kötü Şair olarak şiirlerini fotoğraflarınla yayınlar mısın” diye sormuştu. Böylece yıllarca Öküz dergisinde fotoğraflarıyla şiirlerini biriktirmişti Şerafettin. Şimdi de kendi yaşamöyküsünden ve şiirlerinden oluşan ‘Bir Kötü Şair Hikâyesi’ çıkmıştı ortaya bir tiyatro oyunu olarak.
Bu dizeler kulağınıza çalınabilir
Bugünlerde Şerafettin hem oyunun afişlerini yapıştırıyor her yere, hem biletlerini satıyor, hem de sahnede daha mükemmeli yakalamak için durmadan prova yapıyor. Eğer bir gün yolunuz İmam Adnan Sokağı’ndaki Düşün Sahnesi’ne düşerse bir köşe başından seslenen, yaşamında kesinkes özgürlüğü ve şiiri seçmiş bir ‘Kötü Şair’in dizeleri kulağınıza çalınabilir:
“Ulan gökyüzü
Seni
Bir mermide alırdım aşağıya
Lakin yapamam
Komşularım uykuda.”
Değerli Arkadaşlarım,
Sn.Hamza Dürgen’in,kanal A programındaki söyleşisini izledim.Programın tamamında ( seçmeni olarak tanımladığı ) Assubay’ların sorunlarına hakimiyeti ve cesur söylemleri çok güzeldi.Konuyu yalnız emekli Assubay’lar söyleminden çıkarıp,Assubay sorunları olarak ele alması özellikle lojman dağıtımındaki adaletsizlik ve Oyak konusundaki haksızlıkları dile getirmesi mükemmeldi.Sorunlarımızın sanılandan çok olduğu,bizlere üvey evlat uygulaması yapıldığını vurgulaması ve tüm bunları 9 dakikaya sığdırması iyi hazırlandığının kanıtı idi.Tüm bunların yanında uzman çavuşlar ve özel güvenlikcilerin de sözcüsü olacağını belirtmesi emekten yana tavrının ispatı oldu.
Özetle Arkadaşımızın TBMM’ne girmesi bizler adına büyük bir kazanım olacaktır.Olası kötü sonuç ise kaybımız değildir. Böylesi bir ‘Assubay’lar ve sorunları’ tanıtımı ile kamuoyunu bilgilendirmesi hepimizin artısıdır.
Her iki Arkadaşımıza da yürekten başarılar diliyor,Assubaylar adına verdikleri emeğe teşekkür ediyorum.Yolları açık olsun.
Assubay ve ailelerinin bir milyona yakın oylarının gücünü Temad kullanamayıp hezimete uğradıktan sonra bu arkadaşların adaylıkları umut olmuştur yürekten destekliyor ve başarı diliyorum . Yüksel beyin başarısı partisinin başarısına bağlı Hamza bey zora soyunmuştur keşke bu sitede kendisini tanıtıp düşüncelerini paylaşsaydı…Temad’ın desteklediğini okuduk ama bu desteğe güveniyorsa işi zor, zaten bağımsız olarak girdiği mücadele zorlu bir mücadeledir. Bağımsızları dini gruplar veya aşiretler destekliyor. TV proğramını izledim lojman konusu ve diğer teferruatlardan ziyade bizim temel sorunlarımızı belirtseydi daha çarpıcı olacaktı, herşeyin bir başlangıcı vardır hayırlı olsun.
———————————————————–
YÖNETİCİ NOTU.
Sn.Levent haklısınız. TEMAD yönetimi kişisel davranıp assubayların bir milyon oy potansiyelini kullanabilseydi şimdi farklı şeyler konuşuyor olacaktık. Sn.Dürgen takdir edilecek bir mücadeleye girdi başarılı olması hepimizin ortak dileğidir; bir hususu arkadaşlarımız merak etmiş olabilirler site yönetimi olarak Sn.Dürgen’e kendisini ifade etmesi için çağrı yaptık, herhalde TEMAD’ın verdiği desteği (!) yeterli bulmuş olacaklar ki bu çağrımıza yanıt vermediler ve bizden bir istekleri olmadı.Bilgilerinize.
Sayın Dürgen ve Sayın Binici’nin yolları ve bahtları açık olsun. Mücadele ve azimleri her türlü takdirin üzerindedir.
Başarılar diliyorum.
Sayın yöneticilerimizin de affına sığınarak, bir şey daha ekleyeyim, haksızlık etmek istemem ama,(yani, bilemiyorum, başka bir bölümde başka bir başlık altında yazıldı mı) hemen her konuda katkılarını ve düşüncelerini esirgemeyen sayın site Üyelerinin bu konuyu bir kaç yorumla bırakmasına şaşırdım en azından başarı dileklerinin bu satırlarda alt alta yer alması Sayın Meslektaşlarımıza, seçim yolunda minik de olsa bir moral katkısı yapacaktır.
Değerli Meslektaşlarım..
Bu aşamada, “Ben Assubayım” diyebilen bir kişinin bile meclise girmesi bizim açımızdan çok ama çok şey değiştirir. Sorunlarımızın yüzde doksanın çözümü siyasi tercih gerektirmektedir.
Örneğin Türkiye son bir hafta içinde zenginliklere gark oldu, Türkiye’nin maddi imkanları kat be kat arttı mı ki yıllardır öğretmenlere işkence çektiren sözleşmeli kadrolu sorunu bir günde, bir kararnameyle halledildi ve tüm sözleşmeli öğretmenler kadrolu yapıldı. Daha önce suçları neydi de işkence çekiyorlardı? Geçen haftaya kadar sözleşmeli öğretmenler Türk yurttaşı değiller miydi? Niçin sözleşmeli yapılıp bir Türk yurttaşı olarak bazı insanî haklardan mahrumdular.
Bu kişiler geçen hafta mı Türk yurttaşı oldular? Bütün bu soruların cevabı siyasi tercihtir.
Bizim sorunlarımız da siyasi tercih gerektirmektedir. Hamza Dürgen meslektaşımızın meclise temsil edilmemiz konusunu şahsen bu aşamaya getirmesi, kaçırılmaması gereken fırsattır. Bu fırsatı kaçırmayalım.
Ankara birinci bölgede seçmen olan meslektaşlarımız, umudumuz sizde…
Adaylıklarını açıklayan Sayın meslektaşlarıma bu zorlu yarışta başarılar diliyorum.
İnşallah TBMM’ne girebilecek oy sayısına erişirler,girdikten sonra bazıları gibi geldikleri yeri ve verdikleri sözleri unutmazlar.
Tekrar bütün kalbimle başarılar diliyor,yolları ve bahtları açık olsun diyorum.Medeni cesaretlerinden dolayı da ayrıca tebrik ediyorum.