Sayın Ahmet KESER
TEMAD Genel Başkanlığı ANKARA
Sayın Başkan,
Yola birlikte çıktık, umutlarımız vardı geleceğe dair, hayallerimiz vardı.
Başarılarınızdan gurur duydum, sonuç alınamayan çabalara üzüldüm.
Ancak; bazı şeyleri anlamakta ben de zorlanıyorum, toplumumuzda.
Sizden önceki dönemde yaşananların hepimiz tanığıydık, hatırlayalım;
TEMAD tepkisizdi,
Eylemleri saman aleviydi.
Toplumu bölmüşlerdi, bizden olanlar ve bizden olmayanlar vardı.
En çok eleştirdiğimiz de Mahmut ERDEM olayıydı, en çok onun üzerinde durduk.
Şu anda durum nedir Sayın Başkan?
Toplumla ilişki kesilmiş, bazı şubelerin Başkanları dahi size ulaşamıyor, taleplerine cevap alamıyor!
Kurulan web sayfalarında çok yakınlarınız birden fazla isimle yazılar yazıyor.
Demokratik olgunluk ve sabır geçmişin de gerisinde!
Bir ekip oluşmuş, en ufak bir eleştiride saldırıya geçiyor, ölçü yok, izan yok!
Benim tanıdığım bir Ahmet KESER vardı, idealist, mantıklı, ölçülü, hedefleri, planları olan!
Büyüğünü küçüğünü bilen,
Geçmişte neden şikayetçiysek şimdi fazlasını yaşıyoruz.
Mahmut ERDEM bir taneydi, şimdi onlarca!
Kanımız akıyor,
Ekonomi ortada!
Ortada olmayan sadece TEMAD!
Sormak istiyorum; benim tanıdığım Ahmet KESER ile Sn.TEMAD Genel Başkanı Ahmet KESER aynı kişi mi?
Ben mi geçmişi yanlış hatırlıyorum, yoksa siz Sayın Başkan, siz mi bu kadar değiştiniz?
Saygılarımla...
Ayaküstü üretilen, ülke ve dünya gerçeklerinden uzak, tek kişinin hırsına, kinlerine, yaşadığı gel-gitlere dayalı iç ve dış politikaların kaçınılmaz sonucudur bu gün yaşananlar.
Ülkenin her tarafından yine polis-asker şehit haberleri geliyorsa, bilin ki bu hayalci, her şeyini kumar masasına süren müflis kumarbaz çaresizliğinin sonucudur.
Her zaman olduğu gibi ceremesini sıvasız, boyasız evlerin çocukları çeker.
Şehit haberlerini duydukça, gördükçe, okudukça yine sıvasız, kerpiç duvarlı bir eve ateş düştü diyorum.
Şehit cenaze evlerine bakın, hepsi ama hepsi istisnasız sıvasız evlerin çocuklarıdır. Anneler feryat ederken babalar tevekkül içinde “vatan sağ olsun!” der.
Sınırda, açılım adı altında şımartılmış, her türlü kalleşliği, insanlık dışı eylemi içine sindirebilen, insanlıktan nasibini almamış, besleme örgüt mensupları assubayları, ana kuzusu zorunlu askerleri, erkekçe vuruşarak da değil, kahpe pusularda şehit eder. Şehirde ise neye inandığı belli olmayan, yüzleri maskeli, elleri molotoflu taşeron örgütler polis katleder.
Mesai saati belli olmayan assubay, günde en az 12 saat eli havai fişekli, Molotoflu örgüt üyesi kovalayan polis, açlık sınırının altında maaş alır, emekli olunca hepten unutulur.
Bir lokma ekmek uğruna… Eve ekmek, çocuğa ayakkabı, sıvasız evdeki babaya üç kuruş destek için ömür harcanır, can verilir.
Diğer tarafta iki oğlunu da askerlikten kaçıran devletin tepesindekileri vardır bu ülkenin.
İki yıl milletvekilliği yapıp emekli olan ve açıkça “sırtımızı KCK’ya, PKK’ya dayıyoruz, bunu açıkça söylüyoruz” diyen, diyebilen milletvekillerine (!) maaş öder benim devletim.
Ve sıvasız evlerin çocukları, onları korur.
Kim, ne zaman, nasıl dur diyecektir bu haksızlığa?
Bu ülke insanı yoksulluğun ve yolsuzluğun kader olmadığını ne zaman anlayacaktır?
Sahi ne zaman?
Son zamanlarda STATÜ Konusuna fena takmış durumdayım.
Sözlük anlamına bakıyorum, değişik sözlüklerde üç aşağı beş yukarı aynı tanım var, ancak; bize biçilen “STATÜ” biraz farklı.
Statü kelimesinin sözlük karşılığı şöyle;
Kökeni Fransızca’ daki "statut" kelimesidir.
Astsubaylar için yukarıda belirtilen STATÜ kelimesinden çok farklı bir uygulama çıkıyor ortaya…
Statü değil, sanki kader, alın yazısı… Statü değil, devletlu padişahın kölelik fermanı… Statü değil de derebeylik dönemlerinin kast sistemi…
Her talebin karşısına statü dikiliyor, statü öyle bir şey ki, yasaların, anayasanın, evrensel insan hakları beyannamesinin üzerinde bir güç.
Peki, bu statü bana Allah’ın emri mi, düzeltilemez mi?
Köle statüsünden sadece ve en azından özgür insan seviyesine yükseltilemez mi?
Elbette düzeltilir ama ağaların işine gelmez.
Bu statü konusunda Google’da arama yaparken Genelkurmayın TEMAD ile ilgili bir bildirisine rastladım.
TEMAD’ın kamuoyunu yanlış bilgilendirdiğinden söz ediyor, “MESLEK SEÇMENİN KİŞİLERİN TERCİHİ OLDUĞU” hususunda inceden laf sokuyordu.
Ben de diyorum ki, gel anlaşalım; ben 1973 yılında assubay okuluna girdim. O zaman Kıdemli Başçavuşun özlük hakları yarbay seviyesindeydi, geçen 42 yılda dünyanın ve ülkemin sosyal refah artışlarından da vazgeçtim, beni 1973 yılındaki statüme getir! Ama sen beni ittire ittire üsteğmen seviyesine getirdin. Assubayların pilotluk yaptığı dönemlere de gitmiyorum
1997 den beri özel sektörün içindeyim. Gördüğüm şu; Türkiye’de kapitalizm değil, vahşi kapitalizm var. Tek GÜÇ, tek amaç, tek ilke, tek kanun PARA!
Patron açıktan ya da örtülü, zam isteyen çalışana ”BEĞENMİYORSAN GİT, DIŞARIDA BU MAAŞA RAZI BİR SÜRÜ AÇ VAR” der. Bizim ağalar da aynı mantık ve söylemde!
Bu güne kadar astsubaylarla ilgili o kadar çok mızrak bir çuvala sığdırılmış ki, değişen dünya şartlarında artık mızraklar çuvalı yırtmaya başladı. TEMAD’ın organize ettiği MOBBİNG konulu seminerde ilk kez izlediğim Avukat Erkan AKKUŞ, gururla, gıptayla belirtmeliyim ki, mızrakların çuvalı yırttığı yerlere parmağını sokup, yırtığı genişletiyor.
Bir de şu statü konusuna el atsa, yüreğime gerçekten buz gibi sular serpilecek.
Bekliyorum, umutluyum!
Bayram arifesindeyiz… Ramazan boyunca her gün izlediğimiz, peygamberimizin bir hurmayla oruç tuttuğundan bahseden milyoner hocalarımızın etkisiyle, izninizle bir bayram duası da ben den!
ALLAHIM, BU MUBAREK GÜNLER YÜZÜ HÜRMETİNE…
Astsubaylara, birlik, dirlik, huzur ver,
Allahım statülerini yükselt!
Astsubay onur-hak mücadelesinin astsubayın astsubayla didişmesi anlamına gelmediğini kalplerine işle!
Siteden siteye, facebook’tan twiter’a, instagramdan, whatsap’a şeytan taşlar gibi birbirlerini taşlamanın sorunların çözümü olmadığını fark etmelerini sağla!
Ramazan Bayramınızı en iyi dileklerimle kutluyor, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden…
Emekli albaylarımız yoksulluk sınırında maaş alıyormuş, Sayın TESUD Başkanı öyle diyor. Bu arada lütfedip astsubayları da araya sıkıştırmış!
Üzüldüm, çünkü bu kadar zorda olduklarını bilmiyordum...
Bildiğim kadarı ile bu gün emekli albay 3.500 TL civarında maaş alıyor…
En iyi konumdaki emekli astsubay 2.200 TL alıyor…
Emekli astsubay zaten ölmüş ağlayanı yok… Muvazzaf astsubaylar ne durumda? 3.500 TL nin üzerinde çalışan astsubaylardan maaş alan var mı?
“İnsaf dinin yarısıdır” diye bir ata sözümüz var, öbür yarısını bilemem ama insaf kısmı kesinlikle sizde dumura uğramış. Arıza yapmış, bencilliğiniz, özellikle her nedense astsubaya karşı insafınızı iyice köreltmiş.
Sayın TESUD Başkanı, emekli astsubayı geçelim bir an için, muvazzaf astsubayların maaş listesini edinip Allah rızası için bir baksın, kim ne kadar maaş alıyor?
Kim açlık, kim yoksulluk sınırında?
Az maaş alan kirada, çok maaş alan lojmanda!
Az maaş alan otelde, çok maaş alan orduevlerinde,
Az maaş alan on yılda bir askeri kamptan yararlanıyor, çok maaş alan her sene!
Az maaş alan %48 ile emekli oluyor, çok maaş alan % 70 ile!
Birilerinin inadı, hırsı, kini için savaş tamtamları çalıyor memlekette! Az maaş alan cephede en önde, çok maaş alan yine cephe gerisinde, yine klimalı koruganlarda!
Savaş kazanılırsa şan şeref çok maaş alanın!
Bir düşünün, siz de insansınız biz de! İnsan olarak sizin bizden farkınız, ayrıcalığınız, üstünlüğünüz ne? Ayrı ve üstün bir ırksınız diyeceğim, astsubayların da subay olmuş çocukları var, uymuyor!
Öyleyse sizi insan olarak bizden üstün kılan ne?
Hiyerarşiye itirazımız yok, olacak, olmalı! Hiyerarşi tamamen görevle ilgili bir durum!
Gerçekten birazcık olsun bu orduya, bu orduda görev alan insan unsuruna saygı duyan, değer veren egemenlerin öncelikle erattan başlaması gerekir. Sonra emeklisi, muvazzafıyla Uzman Çavuş arkadaşlar, sonra astsubaylar, sonra da elbette subay kesimi.
Orduda hep baba olduğunuz iddiasındasınızdır. Kimse kusura bakmasın, isteyen de baksın, ama ben evladı açken kendi midesini düşünen babaya adam demem!
Baba…!
Bir çok dilde aynı kelime… Başka dillerde başka kelimelerle ifade edilse de, işlevi aynı… Evet bir “evlat” dünyaya getirmede başlangıçta çok fazla katkımız yoktur. Anne dokuz ay karnında taşır, emzirir, altını temizler, gecelerce uykusuz kalır… Özellikle hayatımıza bir başka kadın girip te aralarında şu vazgeçilmez, insanlık var olalı, her kültürde, her toplumda var olan gelin-kaynana kavgaları başlayınca annenin yapacağı ilk şey;
“-Seni dokuz ay karnımda taşıdım, emzirdim, geceleri uykusuz kaldım” diyerek tamamen bizim inisiyatifimiz (bu kelimeye dikkat… bazı arkadaşlar bunu Türkçe bilmenin şartı sayıyor J) dışında gelişen olayları başımıza kakmak olur! Oysa biz mi dedik babamla fingirdeş, tedbirsiz davran, karnın büyüsün… Tövbe tövbe!
Görüyorsunuz işte, babalar gününde “babaları” yazacaktım. Gene “analar” ön plana çıktı…
Neyse asıl konumuza dönelim!
Çocuk doğurdu diye annenin nazları, niyazları, kaprisleri, doğum hediyeleri, hastane masrafları bir yana evdeki nüfus artışından dolayı yeni masraf kapıları açılır, bezidir, mamasıdır, giyeceğidir, büyüdükçe masrafları da büyür, baba kendi işini yapıyorsa, eskisinden biraz daha fazla çalışmak zorundadır. Memursa, sabit gelirli ise, o zaman diplomalı, sertifikalı ekonomistlere taş çıkartacak şekilde artan giderlerine dâhiyane çözümler üretmek zorundadır. Artan masraflara sabit maaşla, hatta her yıl biraz daha alım gücü düşen maaşla çözüm bulabilmek ancak Türkiye’de çalışan kesime mahsus bir beceri olmalı!
Çin alfabesinde bildiğiniz gibi (bu köşenin okurları kültürlüdür, bilgilidir, bilir!) bizim kelimelerle anlattıklarımız figürlerle anlatılır. Çince’de erkek bildiğiniz çöp adam resmi ile anlatılır. (Sitenin teknik ekibi buraya babalar günü hatırına bir çöp adam koya bilir mi?) İki kolunu yana açmış, gel keyfim gel konumundaki çöp adam “bekâr” erkeği temsil eder. Evlenince ne olur? Çöp adamın omzuna bir nokta konur! Yani artık omzunda yükü vardır. Omuzları düşük vaziyettedir artık! Senin “gel keyfim gel” dönemin bitti, “artık omzunda yükün var” demektir!
Neyse, baba akıllanmaz! Aileye bir birey daha… bir birey daha eklenir (Eski başbakanımızın, yeni Cumhurbaşkanımızın tavsiyelerini dikkate alır çoğumuz… Üç çocuk!) Omuzlar düşük değil, çöküktür resmen!
Anne, iki yaşına getirdikten sonra babanın üstüne salıverdiği, sadece çocuklarla baba arasında lojistik şube sorumlusu olarak “günlük ihtiyaç formu” hazırladığı halde, ömür boyu annenin “dokuz ay karnında taşıması” hep ön plandadır.
Baba…!
Şaka bir yana, baba olmak çok güzel bir duygu, evlatlarımız canlarımız, gururlarımız, varlıkları ile onur duyduklarımız!
İşi tatlıya bağlayalım!
İki güzel hikaye ile bitirelim!
***
Hindistan’da İngiliz botanikçileri ulaşılması zor bir kayalıkta çok ender bulunan bir bitki görürler… Her biri 300 okka çeken İngilizlerin oraya ulaşması tehlikelidir, halatla falan ulaşmaları mümkün değildir. O sırada yanlarına 10-12 yaşlarında çelimsiz bir Hintli çocuk gelir. İngilizler bu çocuğu halatla sarkıtarak o bitkiye ulaşabileceklerdir. Çocuğa hayal bile edemeyeceği bir para teklif edip, halatla bağlayıp aşağı sarkıtmayı teklif ederler. Çocuk kabul eder, yalnız bir şartı vardır… “Bekleyin” der İngilizlere…
Koşarak köye gider, biraz sonra kendisi gibi çelimsiz, kavruk, orta yaşlı bir Hintli ile geri döner!
“-Bu adam benim babam” der… “Halatın ucunu babam tutarsa aşağı inerim”
***
İkinci hikaye!
Baba ile küçük kızı nehir kenarında dolaşmaktadır, nehrin kayalıklarla kucaklaştığı dar ve tehlikeli bir yerde baba kızına,
“- Elimi tut kızım” der. Kızı,
“- Baba, sen benim elimi tut” der!
Adam şaşırır, “Ha sen benim elimi tutmuşsun, ha ben senin elini tutmuşum ne fark eder kızım?” der.
Kızı,
“Baba bir tehlike, bir olumsuzluk anında ben senin elini bırakabilirim, ama bilirim ki ne olursa olsun sen benim elimi asla bırakmazsın” der.
***
Babalık, eve ekmek getirmenin ötesinde, evlatlarımıza yukarıdaki hikâyelerde anlatılan güveni verebilmektir.
Yaşlanıp emekli olduğumuzda, işe yaramaz konuma düştüğümüzde, maalesef çoğu babalara olduğu gibi, artık evde ihtiyaç duyulmayan ama yine de atılamayan eski koltuk konumuna düşsekte, babalık harika bir duygu!
Babanız varsa, bırakın hediyeyi, çiçeği, böceği, iki eliniz kanda olsa gidin yanına, yanaklarına sıcak bir öpücük kondurup, “SENİ SEVİYORUM” deyin!
Mezarına gittiğinizde sizi duymaz, duyamaz, keşkelerin de hiç faydası olmaz!
Baba…!
Bir çok dilde aynı kelime… Başka dillerde başka kelimelerle ifade edilse de, işlevi aynı… Evet bir “evlat” dünyaya getirmede başlangıçta çok fazla katkımız yoktur. Anne dokuz ay karnında taşır, emzirir, altını temizler, gecelerce uykusuz kalır… Özellikle hayatımıza bir başka kadın girip de aralarında şu vazgeçilmez, insanlık var olalı, her kültürde, her toplumda var olan gelin-kaynana kavgaları başlayınca annenin yapacağı ilk şey;
“-Seni dokuz ay karnımda taşıdım, emzirdim, geceleri uykusuz kaldım” diyerek tamamen bizim inisiyatifimiz (bu kelimeye dikkat… bazı arkadaşlar bunu Türkçe bilmenin şartı sayıyor J) dışında gelişen olayları başımıza kakmak olur! Oysa biz mi dedik babamla fingirdeş, tedbirsiz davran, karnın büyüsün… Tövbe tövbe!
Görüyorsunuz işte, babalar gününde “babaları” yazacaktım. Gene “analar” ön plana çıktı…
Neyse asıl konumuza dönelim!
Çocuk doğurdu diye annenin nazları, niyazları, kaprisleri, doğum hediyeleri, hastane masrafları bir yana evdeki nüfus artışından dolayı yeni masraf kapıları açılır, bezidir, mamasıdır, giyeceğidir, büyüdükçe masrafları da büyür, baba kendi işini yapıyorsa, eskisinden biraz daha fazla çalışmak zorundadır. Memursa, sabit gelirli ise, o zaman diplomalı, sertifikalı ekonomistlere taş çıkartacak şekilde artan giderlerine dâhiyane çözümler üretmek zorundadır. Artan masraflara sabit maaşla, hâttâ her yıl biraz daha alım gücü düşen maaşla çözüm bulabilmek ancak Türkiye’de çalışan kesime mahsus bir beceri olmalı!
Çin alfabesinde bildiğiniz gibi (bu köşenin okurları kültürlüdür, bilgilidir, bilir!) bizim kelimelerle anlattıklarımız figürlerle anlatılır. Çince’de erkek bildiğiniz çöp adam resmi ile anlatılır. İki kolunu yana açmış, gel keyfim gel konumundaki çöp adam “bekâr” erkeği temsil eder. Evlenince ne olur? Çöp adamın omzuna bir nokta konur! Yani artık omzunda yükü vardır. Omuzları düşük vaziyettedir artık! Senin “gel keyfim gel” dönemin bitti, “artık omzunda yükün var” demektir!
Neyse, baba akıllanmaz! Aileye bir birey daha… Bir birey daha eklenir (Eski başbakanımızın, yeni Cumhurbaşkanımızın tavsiyelerini dikkate alır çoğumuz… Üç çocuk!) Omuzlar düşük değil, çöküktür resmen!
Anne, iki yaşına getirdikten sonra babanın üstüne salıverdiği, sadece çocuklarla baba arasında lojistik şube sorumlusu olarak “günlük ihtiyaç formu” hazırladığı halde, ömür boyu annenin “dokuz ay karnında taşıması” hep ön plandadır.
Baba…!
Şaka bir yana, baba olmak çok güzel bir duygu, evlatlarımız canlarımız, gururlarımız, varlıkları ile onur duyduklarımız!
İşi tatlıya bağlayalım!
İki güzel hikaye ile bitirelim!
Hindistan’da İngiliz botanikçileri ulaşılması zor bir kayalıkta çok ender bulunan bir bitki görürler… Her biri 300 okka çeken İngilizlerin oraya ulaşması tehlikelidir, halatla falan ulaşmaları mümkün değildir. O sırada yanlarına 10-12 yaşlarında çelimsiz bir Hintli çocuk gelir. İngilizler bu çocuğu halatla sarkıtarak o bitkiye ulaşabileceklerdir. Çocuğa hayal bile edemeyeceği bir para teklif edip, halatla bağlayıp aşağı sarkıtmayı teklif ederler. Çocuk kabul eder, yalnız bir şartı vardır… “Bekleyin” der İngilizlere…
Koşarak köye gider, biraz sonra kendisi gibi çelimsiz, kavruk, orta yaşlı bir Hintli ile geri döner!
“-Bu adam benim babam” der… “Halatın ucunu babam tutarsa aşağı inerim”
İkinci hikaye!
Baba ile küçük kızı nehir kenarında dolaşmaktadır, nehrin kayalıklarla kucaklaştığı dar ve tehlikeli bir yerde baba kızına,
“- Elimi tut kızım” der. Kızı,
“- Baba, sen benim elimi tut” der!
Adam şaşırır, “Ha sen benim elimi tutmuşsun, ha ben senin elini tutmuşum ne fark eder kızım?” der.
Kızı,
“Baba bir tehlike, bir olumsuzluk anında ben senin elini bırakabilirim, ama bilirim ki ne olursa olsun sen benim elimi asla bırakmazsın” der.
Babalık, eve ekmek getirmenin ötesinde, evlatlarımıza yukarıdaki hikâyelerde anlatılan güveni verebilmektir.
Yaşlanıp emekli olduğumuzda, işe yaramaz konuma düştüğümüzde, maalesef çoğu babalara olduğu gibi, artık evde ihtiyaç duyulmayan ama yine de atılamayan eski koltuk konumuna düşsek de, babalık harika bir duygu!
Babanız varsa, bırakın hediyeyi, çiçeği, böceği, iki eliniz kanda olsa gidin yanına, yanaklarına sıcak bir öpücük kondurup, “SENİ SEVİYORUM” deyin!
Mezarına gittiğinizde sizi duymaz, duyamaz, keşkelerin de hiç faydası olmaz!
Türkiye’nin 9'uncu Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel 17 Haziran 2015 günü 02:05’te aramızdan ayrıldı. Allah amelince rahmet etsin, Türk siyasetine 40 yıla yakın damgasını vuran, tarihi bir şahsiyetti.
Her siyasetçi gibi sevenleri de sevmeyenleri de vardı. Başbakanlık yaptığı dönemlerde sert siyasi kavgaları oldu, ama uzlaşmasını da bildi, çünkü hiçbir siyasi rakibine “şerefsiz, cibilliyetsiz, alçak, namert, haddini bil, sen kimsin yaa!” demedi. Kısacası önce kendi haddini bildi.
Ülke ekonomisini bilimsel yöntemlerden uzak, bakkal mantığı ile yönetti, 70 sente, 1 litre mazota ihtiyacımız olduğu dönemler yaşadık.
Kendisi değil ama, başta YEĞEN YAHYA olmak üzere çevresinin yolsuzlukları gündeme geldi. Ailem dediği iş adamlarının çoğunun yolsuzlukları ortaya döküldü. Bunlara karşı hukuk isteğe göre dizayn edilmedi. Polis teşkilatı hallaç pamuğuna çevrilmedi, “yakınıma dokunan yanar” baskısı oluşturulmadı.
12 Eylül 1980 öncesi Türkiye ilan edilmemiş bir iç savaş yaşarken, “bana sağcılar adam öldürdü” dedirtemezsin dedi, ama meydanlarda ölmüş bir çocuğun anasını yuhalatmadı.
Allah biliyor ya, Demirel’i sevmezdim ama televizyona çıktığında dinleyebilirdim, dinlerdim. Çünkü kaşları çatık, hiddet, kin, nefret, öfke dolu değildi. Höykürmez konuşurdu.
Cumhurbaşkanı olduğunda bambaşka bir Demirel vardı. Cumhurbaşkanı Demirel’i sevmiştim, zor dönemlerden geçiyordu Türkiye. Asker kıpırdandığında Demirel devreye giriyor, herkese aynı mesafede duruyor, DEVLET ADAMLIĞI sergiliyordu.
Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı farklı ama devlet adamlığı farklı bir şeydir. Devlet adamı olmak için insanın ufku olması, vizyonu olması 3 adım ötesini görmesi, kinden, nefretten arınması gerekir.
Bu gün seveni-sevmeyeni Demirel için bir Fatiha okuyacaktır.
Yöneticiler iyi şeyler de yaparlar, hataları da olur. Herkesi memnun etmek, herkese yaranmak mümkün değildir. Yöneticiye yakışmayan şey kibir, nefret, ötekileştirmek, tepeden bakmak, hoşgörüsüzlüktür.
Koltuğun, makamın cazibesine kapılıp kendi kişiliğini o cazibeye kaptırıp, başkalaşan yönetici süresi bittiğinde, sıradanlaşacağını, diğerleri gibi “herhangi biri” olacağını unutmazsa, görev süresi sonunda da saygı görür. Boşluğa düşmez!
“BEN” demek yönetici için hatadır.
Yöneticiye biz demek düşer!
Yöneticiye kibir değil, tevazu yakışır. Yöneticiye kendi sesini değil, kendi sesinin yankısı şakşakçılarının sesini değil, toplumun sesini dinlemek düşer.
Devletin her kuruşu nasıl hükümetlerin namusuna, şerefine emanetse, hangi kurum olursa olsun, o kurumun her kuruşu yöneticisinin namusuna, şerefine emanettir. Kendi paranızı harcarken bir kere düşünüyorsanız, kurumunuzun kuruşunu harcarken birkaç kere düşünmeniz gerekir.
Her inanca, hâttâ hiçbir inancı olmayana da saygım var. Ancak; benim inandığım bir şey var; bakın çevrenizdeki olaylara, dikkat ederseniz görürsünüz İLAHİ ADALET ASLA ŞAŞMAZ! Öbür tarafta neler olabileceği ayrı ama burada, yaşarken bu adaletin tecelli ettiğini görürsünüz.
Hırsınız, koltuğun cazibesi gözünüze perde çekmişse…
Allah yardımcınız olsun!
Bu vesile ile Ramazanın tüm insanlık için hayırlara vesile olmasını dilerim. Samimi inanç sahiplerinin ramazanı kutlu olsun.
Ekonomide genel geçer bir kural vardır; her hizmet bir ücret karşılığıdır. Hizmet vermeden ücret talep etmek DELİ DUMRUL’dan sonra pek uygulanan, benimsenen bir yöntem değildir.
Bizim askeri kamplar DELİ DUMRUL dönemine dönmüş.
Dün (08 Haziran 2015) Anamur Kampına girip bir çay içmek istedim, görevli er geldi, rutin kimlik kontrolünü yaptı, oldukça saygılı bir çocuktu.
Kapıdaki görevli erin bir suçu yoktu, sonuçta aldığı bir emir uyguluyordu.
Geri vitese taktım arabayı, geri geri çıktım.
O anda içimden geçenleri yazıya döksem, site kapanır, mahkeme açılırdı herhalde hakkımda!
Emeklisiniz, Anamur gibi bir yerdesiniz, kamp vakit geçireceğiniz, nefes alacağınız bir yer. Kampta başka şehirlerden gelen arkadaşlarınızla hasret gidereceksiniz, bir çay içeceksiniz, çıkacaksınız! Arabanızla girecekseniz 11 TL bedel ödeyeceksiniz… Yaya girecekseniz eşinizle 7 TL.
Peki ne karşılığı?
Kapıdan giriş için ödenen bu ücretin bir hizmet karşılığı var mı? Yok! Çünkü içeride içtiğiniz çayın, yediğiniz tostun parasını ödeyeceksiniz.
Konya, 5 Yıldızlı RİXOS Oteli..
Muhteşem bir spor kompleksi var… Yüzme havuzu, sauna, spor aletleri, buharlı sauna, tertemiz, pırıl pırıl.
Ücret ne kadar dersiniz?
Aylık 200 TL (yazıyla iki yüz Türk Lirası)
30 gün, 06:00-23:00 arası istediğiniz kadar yararlanabiliyorsunuz. Günlük 6 lira 66 Kuruş!
Askeri kampın kapısından giriş 7 TL ...
Vay ki vay!
Hangi emekli eşi ile, arabası ile gelip kampa her gün 11 TL verebilir?
Bir tek giriş ile de bitmiyor, çay içeceksiniz, susayacak su içeceksiniz, acıkacak bir TOST yiyeceksiniz…
Ne tarafından bakarsanız bakın 40-50 Lira…
Açıkça yasaklayamayınca, bu şekilde yasaklıyorlar.
Hangimiz ayda kampa girebilmek (!) için 700-800 TL ayırabilir?
Hangi kamu kurumunun girişi 3,5 TL’dir?
Şimdi ilerici, demokrat, muhalif, yandaş, her kim olursa olsun kahrolası statüsü astsubay olan herkesin birlik olup, dilekçe ile, hukuki yollarla bu duruma tepki göstermesi gerekir.
Paşam buyurmuş, “assubayları tanımaya çalışıyoruz”
Suç bizde, anlatamamışız kendimizi, yoksa koskoca paşa anlayamayacak değil ya!
Öyleyse hatırlatma yapalım!
Paşam, hani siz yeni teğmen olarak her şeyi HARP OKULUNDA öğrenip kıtaya geldiğinizde, belki babanız yaşında sizin yaşınız kadar askerlik tecrübesi olan, belki sizin yaşınızda biri mutlaka vardı bölüğünüzde! Bölük başçavuşu derlerdi ona… Siz gelince ayağa kalkmış, yer göstermiş, katılışınızı yapmış odanızı göstermişti ya, işte o assubaydı!
Sınıfınızı bilmiyorum, kuvvetinizi de…
Bindiğiniz makam arabasının tamirini yapan, tankınızı tamir eden, tabldotta sizin için yemek çıkaran, paraşütünüzü katlayan, uçağınızın bakımını yapan, göklerde sizi adım adım takip eden, geminizin bakımını, işletmesini yapan, pilotsanız en kötü hava koşullarında sizi meydana indiren var ya, işte o assubaydı paşam!
Siz nöbetçi amirliği tutarken arka odada otururdunuz ya, ön odada her şeyle ilgilenen, o ölmeden kimsenin size ulaşmasına müsaade etmeyecek olan var ya paşam, işte o da assubaydı.
Güneydoğuda, çatışma alanlarında sizi çembere alıp, vücudunu, göğsünü size siper eden, sizi canı pahasına koruyan da assubaydı…
Paşam, vatanına ve ekmeğine saygı nedeniyle haklı-haksız kızıp bağırıp çağırdığınızda yutkunup başını eğen, göz yaşlarını içine akıtan, ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi gelip görevini en iyi şekilde yapma çabası içinde olan kişi-kişiler var ya, işte onlar assubaydı.
Görevdeyken siz onun birkaç katı maaş alırken, lojmanda oturan siz, kirada oturan ve sadece rütbesi omuzda değil de kolunda olduğu için hastanede bile ikinci sınıf insan muamelesi yapılanlardı assubaylar paşam! Ordu evlerinde de durum aynıydı. Ordu evlerinde bir yatağa subayda 3 kişi düşerken, assubayda 15 kişi düşüyordu ya, işte onlar assubaydı paşam!
Külfeti assubaya yüklemiş, nimeti kendinize almıştınız, size okuduğunuz okullarda “hor görmediğiniz insanı yönetemezsiniz, assubayları hor göreceksiniz” gibi bir şey öğütlenmiş olabilir mi, sadece merak ettim paşam. Hani bizi anlamaya çalışıyorsunuz ya, biz de bazı şeyleri anlarsak birbirimizi daha iyi anlarız diye düşünüyorum.
Emeklilikte de durum değişmedi Paşam bilesiniz… Siz çalışırken aldığınız zaten yüksek olan maaşınızın %80’i ile emekli olurken zaten düşük maaşının %48’i ile emekli olan assubaylar paşam!
Paşam, ben anlattım ama siz gene de etrafınıza bir bakın, iş yapan, onaran, üreten, yöneten, kim varsa ve rütbesi omzunda değil, kolundaysa işte o ASSUBAYDIR Paşam.
Yazının başlığında sözleri Aşık Veysel’e müziği Fikret KIZILOK’a ait bir şarkının sözleri var, “YETER GAYRI YUMMA GÖZÜN KÖR GİBİ”
Paşam, Ergenekon, Balyoz gibi uyduruk davalarla Şerefli Türk Silahlı Kuvvetlerine kumpaslar kurulurken, siz birbirinizi gammazlarken, bir tek assubay ihanet etmedi. Hiçbir şey bilmediğimizden değil, aslında çok şey bildiğimizden ama Türk Silahlı Kuvvetlerine gönülden bağlı olduğumuzdan ihanet etmedi hiçbir assubay. Çünkü onlar assubaydı paşam!
Yeter gayrı Paşam…
Çevrenizde bir astsubay vardır, size google’dan bulup Fikret KIZILOK’un “YETER GAYRI YUMMA GÖZÜN KÖR GİBİ” şarkısını dinletsin!
Bir dinleyin, kim bilir belki bir şeyler değişir paşam!
Derviş Paşa, mühürlü padişah fermanını aldıktan sonra üç kez öpüp başına koydu, sonra Padişaha bir emri olup olmadığını sordu, padişah;
Derviş Paşa padişahın eteğini öpüp, geri geri çıkarak huzurdan ayrıldı.
Sarayına vardığında emri hümayunu açıp okudu, Padişahı temsilen Halep Vilayeti içinde kalan Antekya nahiyesinin Belen geçidi çevresinde, uğruların türediği, gelip geçen kervanlara saldırıldığı, bölge halkının göçer olması nedeniyle bölgede düzen sağlanamadığı, bölge halkının yerleşik düzene geçmesi için çaba sarf edilmesi, adalet ve güvenliğin sağlanması isteniyordu. Türkmenler padişaha boyun eğmiyor, kendi törelerince, kendi bildiklerince dağlarda hayvancılık yapıyor, ovaya inmeyi reddediyorlardı. Kozanoğlu Türkmenlerin lideriydi, bir türlü Türkmenlerle Osmanlı’nın yıldızı barışmamıştı.
Halep üzerinden gelip, amik ovasını takiben İskenderun Sancağına, oradan da Adana, Osmaniye ve tüm Anadolu’ya açılan tek kapıydı belen geçidi. Belen kasabasının nüfusu daha çok Ermenilerden oluşuyordu. Bu küçük kasabada Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı bir Kervansaray da bulunmaktaydı.
Derviş Paşa mert, sözünü padişahtan bile esirgemez, aldığı görevi canı pahasına yapan, rakiplerinin bile saygı duyduğu ve çekindiği bir şahsiyet, bir görev adamıydı. Bu görevi ondan daha iyi yapacak kimse yoktu!
Evinden üç gün hiç dışarı çıkmadan haritalara baktı, kitaplar okudu, bölgeyi bilen komutanlarıyla toplantılar yaptı, üç günün sonunda en has iki adamı yanına çağırdı.
dedi. Emir derhal yerine getirildi, 13 gün kadar sonra 80 kişi o bölgeye yerleşmişti.
Yol hazırlıkları bir hayli uzun sürdü…
Konya Ovasına vardıklarında Recep ayının birinci günüydü. Derviş Paşanın Ordusu 1200 atlı, 2000 piyadeden oluşuyordu. Sıhhiye ve geri hizmette görevli üç yüze yakın kişi de hesaba katıldığında 3500 kişilik bir ordu yürüyor, tüyleri pırıl pırıl güneşte parlayan besili, bakımlı, eğitimli atlar, her biri 100 okkadan daha fazla çeken yağız yiğitler göz kamaştırıyor, her geçtikleri şehirde halktan alkış alıyordu.
Recep ayının 19'uncu günü tan yeri ağarmadan önce 200 atlıdan oluşan öncü birlikler Belen kasabasına ulaşmış, 100 atlı bölgeye daha önce gelen 80 kişi ile buluşmuş, önemli mevkileri tutmuş, kontrolü sağlamış, diğer 100 atlı hiç durmadan yola devam etmiş, bu gün Topboğazı olarak bilinen mevkiye günün ilk ışıkları ile birlikte ulaşmıştı.
Burası Halep’ten, Ayıntaptan, Maraştan, Antekya’dan İskenderun sancağına, oradan da Anadolu’ya geçişin kesişme noktasıydı. Bir vadiden iniliyor, bu mevkide dağ bitiyor, Antekya, Kamışlı, Reyhaniye, İslahiye ile çevrili büyük bir ovaya varılıyordu. Atlı askerler 20 kişilik beş guruba ayrıldı. İlk gurup Antekya yönüne, ikinci gurup Kırıkhan İstikametine, üç ve dördüncü guruplar ova yönüne, son gurup ise yol güzergâhına yerleşti. Yol güzergahındaki gurubun başında Derviş Paşa’nın en güvendiği adamı Arap İlhan vardı, Arap İlhan bu bölgede doğmuş, arap çocuğuydu. Bölgeyi iyi biliyordu.
İki gün sonra, sabah namazı vakti geldi Derviş Paşa Belen’e. Belen’i kontrol altında tutan 100 atlının başındaki mülazım-ı sani Seyit karşıladı Paşayı…Ayak üstü bilgi aldı, sonra yola devam ettiler. Belen’in içinden geçerken tam bir sessizlik hüküm sürüyordu. Atların nal sesleri, yüksekten akan su sesine, at kişnemelerine karışıyordu. Bazen bir ürkek el bir pencerenin perdesini aralayıp bakıyordu, o kadar.
Baharın en güzel zamanıydı, her taraf çiçek, her taraf bahar kokuyordu. Sıcak bastırmadan karargah kuruldu, kazanlar yerleştirildi, çiçek kokularına yemek kokuları karıştı.
Derviş Paşa, Arap İlhan başta olmak üzere Komutanlarını vakit kaybetmeden çadırında topladı. İlk sözü Arap İlhan’a verdi.
Arap İlhan, Avşar Hasan eşkıyasının yerini belirlediklerini, Kale dibi mevkiinde orman içinde 30'a yakın adamı ile birlikte olduğunu söyledi. Paşa, yarın sabah o iblisi canlı ve burada istiyorum, bu işten sen sorumlusun Arap dedi. Yöredeki tüm aşiretlere hemen haber salın, herkesi burada istiyorum dedi. Arap İlhan, 40 atlı ve yüklü bir katır ile yola çıkmadan önce ulakları aşiretlere gönderdi. Kendisi Delibekirli, Yılanlı, Çatal Oluk, Kurucova, Eşmişek Yaylası üzerinden Kale dibine yola çıktı. Gün batımından sonra varmak istiyordu bölgeye…
Bölgeye karanlık basmadan vardılar. Katırı yöresel kıyafetli, gösterişsiz, kendi halinde, çerçi görünümündeki biri aldı. Atlılar orman içine çekildiler. Katır yoluna devam etti.
Katır tam eşkiyaların olduğu bölgeden geçerken, eşkiyalar durdurdu.
Katırın üzerinden yükü indirdiler, üstte incik boncuk, şekerleme, altta el yapımı halis İncir Rakısı vardı. Eşkiyalar rakıları da alıp Avşar HASAN’ın yanına götürdüler. Eşkıya başı önünde titreyen adama şöyle bir baktı,
Eşkiyalara gün doğmuştu, av eti ile İncir rakısını içtikçe içtiler… Aşık Ali dedikleri biri saz çalıp türkü söylüyordu, yiyip içtiler, çalıp söylediler, ay dağın üzerine dikilmişti, birazdan ay battı…Nöbetçi diye bıraktıkları birkaç kişi sanki herkesten önce sızıp kalmıştı. Arap İlhan ve adamları sessizce geldiler, önce Avşar Hasan’ı aldılar, sonra diğerlerini uyandırdılar. Kısa bir çatışma oldu. Otuza yakın eşkıyadan 13'ü ölmüş, 8'i yakalanmş geri kalanlar da karanlık orman içinde izlerini kaybettirmişti.
Arap İlhan’ın çerçi kılığına soktuğu adam ve katıra yüklediği İncir rakısı çok işe yaramıştı.
Arap İlhan’ın adamlarından sadece bir hafif yaralı vardı.
1865 Yılının Recep Ayının 21'inci günü, Halep taraflarından Mürsel Oğulları, Hacılar Köyünün ileri gelenleri, Yahudi ve Hıristiyan din adamları ve cemaat temsilcileri, Kılıçoğulları, Reyhaniye’den Çerkez Beyleri, Ulaşlı aşiretinden kalabalık bir gurup, Söğütlüöz Aşireti, Antekya Arapları, Dağ köylerinden yüzlerce insan bütün gece askerlerin çalışıp kurduğu geniş ve yüksek sekinin etrafında toplanmıştı.
Ne bir Türkmen, ne de bir Türkmen Beyi gelmişti.
Gelen aşiret temsilcileri Derviş Paşa’ya bağlılıklarını bildiriyor, hediyelerini sunuyordu.
Derviş Paşa emir vermişti, gelen hediyeler kayıt altına alınacak, yiyecek askere dağıtılacak, yiyecek dışındaki hediyeler Padişah Hazretlerine sunulmak üzere götürülecekti.
Hoş geldin ve hediye faslı bittikten sonra, Derviş Paşa yüksek sekiye ağır adımlarla ilerledi. Murassa kılıcı, pahalı taşlarla süslü kaftanı güneşte parlıyordu. Kalabalığa şöyle bir baktı… Atlılar, piyadeler düzgün sıralar halinde dizilmiş kıpırtısız, duruyordu. Manzara gerçekten görkemliydi.
Tam bu esnada 30 atlı, 14 yaya, bir katırdan oluşan Arap İlhan’ın bölüğü göründü. Ünlü eşkıya Avşar Hasan elleri önden bağlı gurubun en önündeydi. Arkasında Arap İlhan vardı. Bütün gözler o yöne çevrilmişti.
Avşar Hasan’ı sekinin altında bırakıp, Paşanın yanına vardı Arap İlhan, Paşayı usulünce selamladı, sakindi.
Arap askerlerine işaret etti, Avşar Hasan’ı sekiye çıkardılar.
Avşar Hasan başı dik, heykel gibi duruyordu. Paşayı selamlamasını istedi askerler, oralı olmadı Eşkıya Başı.
dedi Avşar Hasan !
Paşa öfke içindeydi, eli kılıcına gitti bir an, sonra vazgeçti.
Avşar Hasan oralı olmadı,
Havada bir kılıç parıltısı, kılıcın çıkardığı ses ve Avşar Hasan’ın başının sekiye düştüğünde çıkardığı ses dışında hiçbir ses duyulmuyordu. Herşey, herkes, kuşlar, atlar, sinekler, arılar, kalabalık, atlar, askerler, her şey susmuştu.
Arap İlhan elindeki kanlı kılıcı diz çöküp Paşa’ya uzattı,
Paşa Arap İlhan’ı yerden kaldırdı kılıcını geri verdi…
Sessizlik yerini şaşkınlığa, uğultuya bırakmıştı. Kimse gördüklerine inanamıyordu.
Derviş Paşa hiçbir şey olmamış gibi halka döndü…
Gözleri ile halkı süzdü, her yana baktı, Arap İlhan’a sordu
Konuşma uzayıp gitti… Halk korku içindeydi… Söylenenleri anlamaktan çok uzaktılar… Öğle ezanına yakın Derviş Paşa konuşmasını bitirip arkasını döndü, çadırına girdi.
Kalabalık geldiği gibi dağıldı…
Ordugah 3 gün daha kaldı, Derviş Paşa beylerle aşiret ileri gelenleri ile görüştü. 4'üncü günün sabahı asker yola çıktı. Ordugahın olduğu yerde küçük bir müfreze kalmıştı.
Recep Ayının 26'sında Ordu erken saatte Belen Kasabasından geçti, dönüşteydi, Belen’in giriş ve çıkışındaki iki ayrı ağaçta dörder ceset sallanıyordu. Eşkiyanın arkadaşları Belen kadısının kararıyla asılmıştı. Bir gece bir gündüz asılı kalmaları hükmü verilmişti. Ertesi günün sabahı erkenden sessizce cenazelerini aldılar.
Derviş Paşa Arap İlhan’ı affetmedi, memleketinde bıraktı. Bir miktar para verdi, seni hizmetlerine saygımdan affediyorum, ama seni askerimin arkasında görmek istemem dedi. Sonbahar yaprakları dökerken Arap İlhan Kara Su’nun kenarında çift sürerken, nehri takip ederek gelen üç kişi ağızdan dolma tüfekle Arap İlhan’ın vücuduna ateş edecek, Arap İlhan saatlerce kıvrana kıvrana kan kaybından ölecekti.
Dönüşte Derviş Paşa Çukurova’yı çevreleyen dağlarda Türkmenler üzerine yürüyecek, binlerce Türkmen kılıçtan geçirilecek, Kozanoğlu öldürülecekti. DADALOĞLU can yoldaşı Kozanoğlu için;
Derviş Paşa gayrı kına yakınsın
Böbür böbür dört bir yana bakınsın
Ama bizden gece gündüz sakınsın
Öç alırız ilk fırsatı bulanda.
diyecekti.
Yazı, tarihte yaşanmış gerçek bir olaydan esinlenilerek kaleme alınmıştır. Yer isimleri ve bir çok kişi-aşiret isimleri doğrudur. Kurgu-hikaye yazarın kendisine aittir.
Tarihin her döneminde paşa-bey zulmü süregelmiştir. Zalimler hep kaybetmiştir, zulme, haksızlığa, adaletsizliğe uğrayanlar ağır bedeller ödese de hep kazanmıştır. Kazanmak için kaybetmeyi göze alabilmek gerekir.
Yeter ki başımız dik, yolumuz doğru olsun!