Aydın Kulak

Aydın Kulak

dashok

11 Nisan 2002 tarihi assubaylar için önemli bir tarih. Yıllarca çekirdekten asker yetiştiren Assubay Hazırlama Okulları ile ilgili büyük bir değişim kararı  verildi o gün. Hazırlama Okulları kapatılacak ve Sınıf Okulları  da Meslek Yüksek Okulu olarak statü değiştirecekti. Kararın uygulama süreci 2004 yılına kadar devam etti. 2004 yılı bir devrin kapandığı, yepyeni bir başlangıcın yaşandığı yıl olarak kaldı akıllarda.

Osmanlı’nın son dönemlerinde, 1890 tarihinde Gedikli Zabit Mektepleri ile başlamıştı süreç. Hatta Türk tarihinde ilk assubay eğitimi 1734 yılına, Humbaracı Ahmet Paşa’ya kadar uzanıyordu. Türk mühendisliğinin, üniversitelerin ve harp okullarının temeli bu tarihte kurulan Hendesehane ve Humbaracı Ocağı’na dayanıyordu. Bu dönemde verilen eğitim mesleki ve teknik eğitim olduğundan bugünkü anlamıyla Assubay Sınıf Okulu türündendi. Oysa 1890 yılında çekirdekten asker yetiştirme dönemine geçilmişti. Daha çocuk denecek yaşta öğrenciler alınıyor, teknik ve taktik beceri ile donatılıyor ve ordusunun saflarında hizmete gönderiliyordu. Üstelik bu şekilde yapılan uygulama o dönemler için son derece başarılıydı. Verim alınıyor, ordunun belkemiğini oluşturan orta kademe subaylar bilgi ve birikimini kışlasında, gemisinde, atölyesinde ve cephede son derece başarılı bir şekilde kullanıyordu. Fakat devir savaşlar devri idi. Öğrencileri yıllarca eğitecek zaman yoktu. Savaşın biri bitiyor, ötekisi başlıyordu. En sonunda da Birinci Dünya Savaşı çıkmış ve Osmanlı’nın gözünü karartıp atıldığı bu macera ne yazık ki, hüsranla noktalanmıştı.

Bu savaşlar döneminde Gedikli Zabit ve Küçük Zabit Okullarında sürekli bir eğitim vermek mümkün olmadı. İstiklal Mücadelesi sonrasında cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte bu okullarda da düzenli ve kesintisiz eğitime geçildi. Askeri okul sisteminde taşlar yerine oturdu.

Assubay okulları, dönemler itibarıyla pek çok isim değişikliğine uğradı. Başlangıçta Gedikli Zabit ve Küçük Zabit Mektebiydi. Kimi zaman Çırak Mektebi, kimi zaman Amele Mektebi oldu. Gençler Mektebi de denildi. Küçük Zabit Mektebi de. Cumhuriyetle birlikte bakış açısı yine değişti. Almanya ve İngiltere ile olan askeri bağlar, orduya, bizim kültürümüzde olmayan diktacı oluşumu getirdi. Emir komutanın katılığına önem verildi. Assubaylara Gedikli Erbaş, bu okullara da Gedikli Erbaş Okulları denilmeye başlandı. 1950’li yıllarda Amerikan sisteminin etkisiyle Assubay tanımlamasına geçildi. Tanımlamada her ne kadar “assubay” deyişi hâkim kılınsa da, ordumuzun üst kademelerinde yer alan komutanlar, İkinci Dünya Savaşı öncesinin “Gedikli Erbaş” saplantısından bir türlü kurtulamadı. Assubayları kendilerinin bir uzantısı ve ordusunun belkemiği olarak kabul etmek yerine, başka bir sınıfmış, farklı bir ırkmış gibi gördü. Tepeden tırnağa bütün uygulamaları farklılıklar üzerine oturttu.

Assubay Hazırlama Okulları başlangıçta ilköğretim sonrası, ortaokul düzeyinde eğitim veriyordu. Zaman değiştikçe, bilim ve teknoloji geliştikçe ve Türkiye farklılaştıkça bu anlayış da değişti. Hazırlama Okulları lise seviyesine yükseltildi.

2000’li yıllarda ise insanoğlu tam anlamıyla aydınlanma çağına geçti. Bir bin yıl sona ermiş  ve yeni bir bin yıla merhaba denilmişti. Her şey makineleşmiş, robotlaşmıştı. Silah sanayisi ve teknolojisi gelişmiş, nerdeyse tüm silahlar akıllı hale gelmişti. Bu nedenle Assubaylık mesleğinin eğitiminin de yüksek okul seviyesinde verilmesi bir zorunluluk haline gelmişti. Her bir meslek dalı ayrı bir bilim halindeydi çünkü. Hepsi birer uzmanlık gerektiriyordu. Her silahın, her teknolojinin ve her dalın püf noktasını öğrenecek, akıl ve zekâsıyla kullanacak, iyi yetişmiş, nitelikli orta sınıf subaylara her zamankinden daha çok ihtiyaç vardı çünkü…

Öte yandan bir farklı bakış açısı daha vardı bu lise düzeyindeki okulların kapatılmasına. Küçücük yaşta, daha çocukluktan çıkmadan, daha kuşları öğrenmeden, bulutları öğrenmeden, daha aşkı öğrenmeden, ekmeği ve emeği öğrenmeden nasıl olur da insanlara savaş öğretilirdi ki?

Sisteme militan yetiştirmeyi amaçlayan, halkı ile bütünleşmeyi engelleyip araya mesafeler koymayı üreten,  sistemin yazılımını çocukların genç dimağlarına programlayan, halkı ile ordusu arasına soğuk duvarlar örmeyi önceleyen okullardı askeri okulların hepsi. Milletin bir askeri nizam ve intizam içinde yaşamasını savunan soğuk suratlı adamların hükmü geçiyordu bu okullarda. Cumhuriyetin askeri bir rejim olmadığını, halkın kendi kendisini yönetmesi olduğunu bilmeyen soğuk suratlı adamlar.

Halkını ve cumhuriyetini bir arada tutup kaynaştırmayı beceremeyen o soğuk suratlı adamların çağını tekmelemeliydi yeni bin yıl!  İlk hamleyi assubay hazırlama okulları ile yaptı. Umuyoruz, subay yetiştiren askeri liseler de bu değişimden payını yakın zamanda alır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti, Atasının hedef olarak koyduğu muasır medeniyet menziline varmak için bir büyük adımı daha atmış olur.

İNTİHARIN PARASIZ YATILI KÜÇÜK ZABİT OKULLARI

eceayhanŞiir okur musunuz? Ya da Türk Şiirini takip eder misiniz? Cevabınızın ne olduğunu bilemiyorum ama bir dönemin eğitim politikasını eleştirmek amacıyla, Türk Şiirinde “Küçük Zabit Mektepleri” imgesinin kullanıldığını belki de duymuşsunuzdur. İkinci Yeni akımının en tanıdık şairi Ece Ayhan, “Meçhul Öğrenci Anıtı” isimli şiirinde Küçük Zabit Mekteplerini ve Maveraünnehir’i kullanarak Türkiye’nin eğitim sistemini öyle bir eleştirir ki, öğrencilerin değil de devletin sınıfta kaldığını pat diye anlarsınız.

MEÇHUL ÖĞRENCİ  ANITI

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının  kalbine!dir.
Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı  mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları  olduğuna inandırmıştım
O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları  zakkumlarla örmüşlerdir şu  şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı  küçük zabit okullarında

Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.

Ece Ayhan

Bu şiirde Ece Ayhan, eğitim sisteminin ağırlığına, resmi tarih yüklemeleriyle dolu oluşuna, daha çocukluğunu yaşamamış öğrencilerin bunaltılmasına ve zoraki seçimlere yönlendirilmesine kesin bir şekilde karşı çıkmış ve tavrını  koymuştur. Özellikle şiirin ikinci bölümü en dikkat çekici yeridir. Devletin ve tabiatın çatışması sebebiyle geleceğin halk çocukları ayaklanması (cumhuriyete katacakları başarılar) şimdiden öldürülmektedir. Devlet tabiata aykırı yüklemelerle öğrenciyi resmi tarih ve ideolojiye yönlendirmekte, bir tür “tek tip vatandaş örneği” oluşturmaya çalışmaktadır. Tabiat ise o öğrencinin henüz çocuk olduğunu, çocukluğunu yaşaması gerektiğini savunmaktadır. Doğası gereği çocukluğunu yaşamak isteyen öğrenci, derslerin baskısı altında başarısızlığa uğramaktadır. Başarısız öğrenciler ya okuldan alınıp bir yerlere çırak olarak verilmekte ya da eve kapatılmaktadır. Başarılı olanlar ise bir oyuncakları olduğuna inandırılanlardır. Onlar devletin parasız yatılı okullarına gidecekler, kısa yoldan ekmek sahibi olacaklardır. Fakir ya da orta halli ailelerine yük olmayacaklar, hatta onların geçim sıkıntısına çare olacaklardır. Oysa cumhuriyet bu akıllı ve zeki gençlerden çok şey beklemektedir. Aydınlık ve mutlu günlerin anahtarı onlardır. Cumhuriyetin geleceği, çağdaş ve modern Türkiye’nin yarınları onlardır. Sonu baştan belli bir kaderi kabul ederek, geleceğin yaratıcılığı öldürülmüştür. Akranları arasından en zeki çocuklar seçilmiş ve düz memur olacak, assubay-subay olacak diye çekilip alınmıştır. Peki, bu çocukların beyni otomatiğe bağlanıp, bürokrasi çarkına sokulacaksa; devletin tornasında robotlaşacaksa, toplumu kim ileriye taşıyacaktır?

Bu sorunun cevabı da daha ilk bölümde verilmektedir.

Şiirin son bölümü ise çocuğa çok ağır yükler yüklendiğini ve bu yüzden olgun insan gibi davranmaya zorlandığını, erken yaşta sorumluluk almaya itildiğini söyler. Son dize ise çocukluğunu doyasıya yaşayamamış bireylerin yüreğindeki bu yarayla yaşamını sürdüreceğini ve nerede bir çocuk görse aklına kendi yaşanmamış çağlarının geleceğini imgeleyen  “çocuk bayramında zarfsız kuşlar” ile biter.

İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında” dizesi şiirdeki en vurucu yerdir. Burada devlet parasız yatılı okulları ve askeri ortaokullar, liseler;  “Küçük Zabit Okulları” olarak tanımlanmış, bireyin yaratıcı yanının daha çocukken intihara sürüklendiği açık ve çarpıcı bir şekilde ortaya konmuştur. Onlar geleceğin bilim adamları olamayacaklardır, onlar geleceğin sanatçısı, şairi, edebiyatçısı olamayacaklardır. Yaratıcı özellikleri bir ömür boyu hapse mahkûm edilmiştir. Günlük yaşamı kurtarmak ve geleceği garanti altına almak adına fakir ve orta halli ailelerin çocukları sistemin çarpık düzenine kurban edilmişlerdir.

İşte intihar buradadır!

İntiharın parasız yatılı  çocukları olarak büyüdük. Sıradan bireyler olmayı seçerek, cumhuriyetimiz için en büyük fedakârlığı yaptık. Kendimizden verdik. Çocukluğumuzdan verdik. Bir kereliğine geldiğimiz şu dünyada, şartların bize dayattığı seçimleri yapmak zorunda bırakıldık. Kendimizi avutmak için vatanımızı, bayrağımızı ve milletimizi ne çok sevdiğimizi söyleyip durduk. Oysa bizi intihara sürükleyenler çok başka türlü seviyorlardı vatanı. Geç fark ettik!

İktisadi teori değerlendirmesi yapmayı denesek, bu işin fırsat maliyetini nasıl hesaplayacağız? Yani askeri okullara gidenlere ya da parasız yatılı okullara gidenlere bu devlet tam anlamıyla bir fırsat eşitliği sağlayabilseydi, o çocuklar acaba hangi meslekleri seçerlerdi? Hangi yeteneklerini geliştirirlerdi? Nerelerde olurlardı? Akranları arasından en iyilerin seçilmesi ve bürokrasi cenderesinde kaybolmaya mahkûm edilmesi; cumhuriyetin büyük bir aydınlanma kaybı değil midir? İşte bu sebepledir ki, “intiharın parasız yatılı çocuklarının” fırsat maliyetini hiç bir iktisatçı tam olarak hesaplayamaz. Ne dersiniz, sizce mümkün müdür acaba bunun hesabını kitabını yapmak?

ASSUBAY HAZIRLAMA OKULLARI ANILARDA YAŞATILACAK

dashok-1Lumbarağzı dediğimiz askeri kışla kapısından içeriye girmeyi seçtiğinizde yaşamınızda artık büyük bir değişim olacaktır. Katı bir askeri disiplin sizi beklemektedir. Her şeyin bir kuralı olduğunu yaşaya yaşaya öğreneceksinizdir.

Ödeviniz ya da sınavınız olsun olmasın etüt (ders çalışma) saatleri olacaktır. Sabah kalkışınız, akşam yatışınız bando borusuyla olacaktır. Gece taburları (içtimalar) olacak, her akşam marşlar okunacaktır. Üst sınıflar size askerliği öğretmek ve sistemin katı disiplinini kabul ettirmek üzere canla başla çalışacaktır. Sıra arkalarında dolaşacaklar ve sizi akşam cezalarına çağıracaklardır. Bir şeyi eksik ya da yanlış yaptığınızda ceza talimleri yapılacaktır. Hafta sonları için sık sık biletiniz kesilecektir. Derslere girişler sivil liselerden farklı olacaktır. Öğretmenlere hitap şekliniz de öyle!

Günlük yaşam çizelgeniz sizin adınıza başkaları tarafından an be an planlanmıştır. Dakika dakika nerede olacağınız ve nerede olamayacağınız belirlenmiştir. Üstelik denetleme denilen yeni bir kavramla da karşılaşmışsınızdır. Daha o çocuk yaşlarda el muayenesi, ayak muayenesi, etek tıraşı muayenesi gibi ilginç uygulamalarla korku ve heyecan yüklenmiştir genlerinize. Donunuza kadar her şeyinize öğrenci numaraları dikilmiştir. Özgürlüğünüzle aranızda şimdilik demir parmaklıklar vardır. Zaman geçtikçe anlayacaksınızdır ki, parmaklıklardan çok daha fazlası vardır.

Yılları eskittikçe toplumun sağlam düşünceli bir bireyi olmaktan öte, mutlak itaate yönlendirilmiş  bir robota dönüşmekte olduğunuzu göreceksinizdir. Kendinize özgü düşünceleriniz azalmaya yüz tutmuştur. Doğrularınızı sistem, üstleriniz ve amirleriniz belirlemeye başlamıştır. İşte o anlar kişisel yeteneklerinizi, özgür düşüncenizi ve hatta bir birey olarak kişiliğinizi yitirdiğiniz, sisteme kurban ettiğiniz muhteşem anlardır. Direnciniz kadar ayakta kalmanız olasıdır ancak!

Evet, bütün bunları yaşadık ve biliyoruz. Hayatımızı kurtarmak için bir seçim yaptık. Kimimiz askerliği sevdiği için bu seçimi yaptı. Kimimiz karşısındaki en iyi seçenek bu olduğu için. Kimimiz ailesinin fakirliğine çare olmak için yaptı seçimini, kimimiz kardeşlerini okutabilmek için. Kimimiz üniformaya heveslendi, kimimiz maaşına. Nihayetinde o kapıdan girildi ve hayatın akışı değişti.

Yine de insanoğlu okul günlerini acısıyla değil tatlısıyla hatırlıyor. Cezaları, katı uygulamaları  unutabiliyor. Hatta bazen kendisini bu dönemlerde daha iyi keşfedebiliyor. En iyi dostluklarını bu dönemde kurabiliyor. Üstelik bu dostluklar bir meslek yaşamı boyunca sürüyor. Hatta emeklilik sonrasında bile bağlar kopmuyor ve ölünceye değin devam ediyor. “Bir ömür dostluk” her mesleğe özgü değildir. O yüzden ayrıcalıklı olduğumuzu düşünebiliriz yani.

Şöyle bir hatırlıyorum da Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nda geçen günlerim o kadar da acı yüklü değilmiş gibi duruyor. Oysa yaşarken ne kadar da zorluydu. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Ya şimdi? Ne kadar uzakta durduğunu görüyorum artık o günlerin. Hayatın belki de en kötü tarafı bu, bir dakika öncesine geri dönmek bile imkânsız. Hatta imkânsız ötesi!

Uzun tatillere gitmeden önce yatakhanelerde yapılan o ilginç şakalar geliyor aklıma mesela. Uykusu derin olanların yüzlerini ayakkabı boyalarıyla siyaha boyardık. Sabah uyanıp aynaya baktığında öcü gibi görürdü kendisini. Bizler de gülmekten kırılırdık. Bir diğer şakamız da yatağa  işetme seanslarıydı. İki bardağı alır ve suyu birinden diğerine boşaltırdık. Uyuyan arkadaşımızın yatağının başucunda yapardık bunu. Suyun sesi ile hareketlenen işeme güdüsü kısa zamanda sonuç verir ve arkadaşımız yatağını ıslatırdı. Kahkahalarımızla uyanan arkadaşımız utanç içinde kıpkırmızı olurdu ve bundan delice bir zevk alırdık.

Üsküdar semtinde öğrenci bütçesine uygun lokantalar bulur, kuru fasulye ve pilav ziyafetleri çekerdik kendimize. Bu küçük ama bir o kadar güzel lokantalara “fakirhane” ismini takardık. Buralar aynı zamanda buluşma mekânlarıydı.

Bazı arkadaşlarımız spor salonunun bulunduğu yerden ilerleyerek, bitişikteki mezarlıktan tel örgüleri aralar ve Kuzguncuk’a inerdi. Kısa süreli bir kaçıştı bu. Askeri ortamdan bir süreliğine teneffüse çıkmak gibi bir şey! Elbette yakalananların akıbeti kötü olurdu.

Kandilli Kız Lisesi ve Zeynep Kamil Sağlık Meslek Lisesi kardeş okullarımızdı. Sevgiyle, aşkla yaklaştığımız nadide okullardı. Bu okulların kız öğrencileri nedeniyle, Kuleli Lisesi’yle aramızda derin bir husumet vardı. Kızlar karacıların o iç karartıcı üniformalarına ilgi göstermez, denizcilerin beyaz üniformaları için deli olurlardı. Kendilerini daha o günlerde bir teğmen gibi gören bu çocuklar, bizi de daha şimdiden astları olarak belirlemişlerdi. Bu yüzden de karşılarında sükseli subay adayı öğrenciler varken, kızların bu ast üniformalı denizcilere gitmelerini hazmedemezlerdi. Zaman zaman mahalle kavgalarını andıran küçük kavgalar çıkardı.

Sınavların hepsi bir ya da bir buçuk hafta içinde olurdu. Günde iki ya da üç sınav birden yapılırdı. Farklı öğretmenler sınav gözlemcisi olarak yer alırdı  sınıflarda. Kopya çekme fırsatı hocasına göre değişirdi. Kimi fırıldak adamlar, bir yolunu bulur, sınav sorularını  çalarlardı. Sonra da çalışkan öğrencilere bu soruları çözdürürler ve hazır cevap şıklarıyla girerlerdi sınavlara. Hatırlıyorum, bir keresinde böyle bir Fizik Sınavı yaşamıştım. Meğer herkes soruların cevap şıklarını almış ezberliyormuş. Bakıyorum “abcabdab..” diyerek mırıldanıyor cümle alem. “Olmaz öyle şey!” demiştim içimden. Koskoca bir devre soruların cevaplarını alacak ha? Aklıma yatmamıştı. Nihayetinde iki yüz yirmi kişilik devre içinde biri ben olmak üzere iki kişi zayıf not almıştı. Lakin herkes aynı soruda basınca, öğretmen taifesi uyanmış, işin içinde bit yeniği aramıştı. Kısa sürede failler bulunmuştu. Fizik Hocası sınıfa gelmiş ve benim o sene fizik dersinden sınıfta kalmayacağımı şu sözleriyle beyan etmişti:

  • Bu arkadaşınız kırık not aldı ama bu notu namusuyla, şerefiyle aldı. Soruyu çalan ve suç ortaklığı yapan tüm öğrencilere inat, bu dürüst iki öğrenci, bundan sonraki sınavlarda ne alırlarsa alsınlar, ödül olarak Fizik dersinden geçeceklerdir. Bu dürüstlüğün, yalana dolana meyletmeyişin ödülüdür. Kendilerine teşekkür ediyorum

Okul yemekhanesindeki yemek düzenleri de unutulmayacak türdendi. Üst sınıfların seçkin öğrencileri ast sınıflara masa başı olurlar ve masada düzeni sağlarlardı. Tabi ki, masada oturan ekip, sevmediği masa başını yemek konusunda kızağa çekerdi. Adaletin temsilcisi olan masa başı, gururuna yediremediği için, sesini çıkaramaz ve kendisine verilen o az yemekle yarı aç bir şekilde masadan kalkardı. Elbette bu yemek sisteminin anlatılamayacak hikâyeleri de var. Kuru soğan araklama hikâyeleri gibi. Yani gerisini de yaşayan arkadaşlar getireceklerdir zihinlerinde…

Sabahları saray tarafındaki tünelden demir parmaklıklara kadar gelen simitçi amcaları da unutmamak lazım! Çılgın bir yarıştı açma, simit almak. Nöbetçi ekip görmeden işi bitirmek gerekiyordu. Kısa süre içinde Nöbetçi Amiri durumu fark edip, simitçi amcayı kovalayacaktı  çünkü!

Ya ders kaynatma taktikleri? Her öğretmenin bir zaafını bulup bundan yararlanmak ve dersi gümbürtüye getirmek? Örneğin Edebiyat Hocamız tam anlamıyla tertemiz bir Atatürkçüydü. Kurtuluş Savaşımızdan, Atatürk Devrimleri’nden bahsettik miydi, sözün sonu gelmezdi. Ders arada kaynardı. Kim bilir, belki de o an işlediğimiz aslında olması gereken gerçek dersti. Samimi ve içten anlatış vardı çünkü orada. Psikoloji Hocamız ise narsistti. Şöyle büyük adamsınız, böyle büyük adamsınız dedik miydi, coşar dalgalanırdı. İnkılâp Tarihi Hocamız iyi bir basketbol hakemiydi. Ona da basketbol konusunu açtığımızda dayanamazdı. Bir diğer özelliği de “Hayatta en çok sevdiği şeylerin Atatürk ve Kuru Fasulye” olmasıydı. Bize çok şey öğreten, aşılayan mümtaz bir isimdi.

Bu okullarda okuyan herkesin benzer anıları olduğuna inanıyorum. Üç aşağı beş yukarı  hepsi birbirine benzer. Bu yüzden, bu anılarla biraz sizleri maziye döndürmek ve o günleri şöyle bir ufuk turuyla yeniden yaşatmak istedim. Nihayetinde bu okullar artık kapandı ve bir daha o günler geri gelmeyecek. Her şey anılarda kalacak. Bizler yaşadıkça yaşayacak sadece…

TARİHE VURULAN DAMGA: DENİZ ASSUBAY HAZIRLAMA OKULU

DAMYOOrduya eğitimli assubaylar yetiştirmek üzere açılan ilk hazırlama okulu Deniz Assubay Hazırlama Okulu’dur. İlerleyen süreçte daha pek çok hazırlama okulu açılmıştır. Kabaca söylemeye çalışırsak, Kara, Hava, Jandarma, Elektronik, Veteriner, Bando, Sağlık ve Teknik Assubay Hazırlama Okullarını sayabiliriz. Bunların kimisi işlerliğini yitirdiğinden erkenden kapanmış, kimisi “Çok Programlı Assubay Hazırlama Okulu” olarak yeni bir kimlik kazanmıştır. Ve tarihler 11 Nisan 2002’yi gösterdiğinde, hazırlama okulları tümden kapatılmıştır. Böylece artık lise seviyesinde eğitim dönemi sona ermiş, onun yerine daha akilâne bir seçim olan Meslek Yüksek Okulları yapısında eğitim kurumları teşkil edilmiştir.

Kuşkusuz assubay hazırlama okulları içinde en aşina olunanı, son olarak tarihi Beylerbeyi Sarayı’nın bitişiğinde yer alan Deniz Assubay Hazırlama Okulu’dur. Bu okul aynı zamanda kuruluşu itibarıyla da en eski oluşuyla dikkat çeker. Her yıl 17 Kasım tarihinde kuruluş yıldönümü çeşitli etkinliklerle kutlanır. Artık hazırlama okulları kapatıldığından, bu kutlama etkinlikleri Deniz Assubay Meslek Yüksek Okulu tarafından gerçekleştirilmekte.

iclaliye-muinizaferBildiğiniz gibi, çekirdekten yetişme, eğitimli assubaylara ilk olarak Donanma’da ihtiyaç duyuldu. Bu sebeple 1890 yılında ilk Gedikli Mektebi kuruldu. Bir süre sonra çeşitli sebeplerden dolayı kapatıldı. 1915 yılında Gedikli Sınıfının yeniden kurulmasına karar verilmiş ve Makine Gedikli Okulu’nun Tir-i Müjgan Gemisinde, Güverte Gedikli Okulu’nun ise İclaliye Gemisi ile Muin-i Zafer Gemisi’nde eğitimlere başlaması aşamasına geçilmiştir.

Gedikli Mektebi’nin kuruluşuna tanıklık eden ve bu kurumsallaşmada etkin olarak görev alan isimlerden birisi de Bahriye Kolağası Çiftçioğlu Mehmed Nail Bey’dir. Nail Bey, günümüzün tanınmış yazar, şair ve gazetecisi Yağmur Atsız’ın dedesi, Türk milliyetçiliğinin öncü isimlerinden H. Nihal Atsız’ın ise babasıdır. Yağmur Atsız’ın çeşitli zamanlarda yazılarında belirttiğine göre; dedesi Kolağası Nail Bey (1877-1944), Kasımpaşa ve Heybeliada’da Bahriye Gedikli Mektebi’nin kuruluşunda bizzat görev almıştır.

1924 yılında okulun adı “Gemici Gençler Mektebi” olarak değiştirilmiştir. Eğitimler Kasımpaşa’da bulunan Havuzlar Kapısı’ndaki binada devam etmiştir. 1927 yılında okul bir kez daha isim değiştirmiş ve bu kez “Deniz Gedikli Zabit Namzet Mektebi” adını almıştır. Hemen bir yıl sonra, 1928-1929 eğitim yılı sürecinde “Deniz Gedikli Küçük Zabit İhzari Mektebi” ismini almış ve Kasımpaşa’da şimdi Deniz Hastanesi’nin bulunduğu binada eğitimler sürdürülmüştür. 1 Haziran 1929 tarihinde okul, Deniz Mektepler ve Kurslar Müdürlüğü’ne bağlanmıştır. 5 Ağustos 1930 tarihinde ise Turgutreis Gemisi’ne taşınmıştır. Haliç’te bulunan gemi, lüzum üzerine Gölcük’e götürülmüş ve bu gemide eğitim 1933 yılına değin sürdürülmüştür.

11 Haziran 1934 tarihinde kabul edilen 2505 sayılı “Gedikli Küçük Zabit Menbalarına Dair Kanun” un 1. Maddesi’nin (a) fıkrası gereğince yeniden isim değişikliğine gidilmiş ve okulun adı “Deniz Gedikli Küçük Zabit Hazırlama Mektebi” olmuştur. 1933-34 eğitim yılından itibaren ortaokul seviyesinde eğitim verildiği kanaati hâkimdir. Başarılı öğrencilerin doğrudan Deniz Lisesi’ne kabul edilmesinden dolayı bu kanaat kesin gibidir. Çünkü Deniz Lisesi, Lise düzeyinde eğitim veren bir kurumdur. Yine de Milli Eğitim Bakanlığı bu işleyişi resmi olarak 5 Temmuz 1955 tarihinde kabul etmiştir. Bakanlığın 117 sayılı kararına göre 1939-40 yılından itibaren Gedikli Okullarından mezun olanların ortaokul mezunu sayılması ve liselere kabul edilmesi tam anlamıyla geçerlik kazanmıştır.

27 Mayıs 1941 tarihinde okul, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle Mersin’e nakledilmiş ve beş  yıl orada kalmıştır. 30 Eylül 1946 tarihinde tekrar eski binasına, İstanbul’a taşınmış ve eğitimini 1 Ekim 1952 yılına değin sürdürmüştür. Her gün biraz daha gelişen okul, bulunduğu binaya sığmaz hale gelince başka bir yere taşınması planlanmıştır. Beylerbeyi Sarayı’nın yanındaki saraya ait binalar tadil edilmiş, ek binalar yapılmış ve eğitim verilebilir şekilde düzenlendikten sonra, okula tahsis edilmiştir. Bu binada eğitimlere 1 Ekim 1952 tarihinde başlanmıştır. Bu dönemde yine kanunlarda değişiklikler yapılmış, 2 Temmuz 1951 gün ve 5802 sayılı kanunla “Gedikli” tabiri “Assubay”  olarak değiştirildiğinden, “Deniz Gedikli Erbaş Ortaokulu” olan okulun adı da “Deniz Assubay Hazırlama Ortaokulu” olmuştur.

1964-65 ders yılında okulun adı  “Deniz Assubay Sınıf Hazırlama Okulu” olarak bir kez daha değişime uğramıştır. Yine bu yıldan itibaren okula ortaokul mezunları alınmaya başlanmıştır. Daha önce iki yıl olan eğitim süresi de üç yıla çıkarılmış ve lise seviyesine yükseltilmiştir. 1968 yılında okulun adı “Deniz Assubay Okulu Komutanlığı” olarak kullanılmaya başlanmış ve bu kullanım 9 Ağustos 1972 tarihine kadar sürmüştür. Bu tarihte okulun adı “Deniz Assubay Hazırlama Okulu Komutanlığı” olmuştur. Okul, lise dengi kabul edilmiş, öğrenim süresi 3 yıl olarak belirlenmiştir.

Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nun ana amacı assubay adayı öğrencileri denizcilik mesleğine hazırlamaktı. Bu okuldan mezun olan öğrenciler, Altınova’da ve Derince’de bulunan Deniz Assubay Sınıf Okulları’nda bir yıllık eğitim görür ve sonrasında “Assubay Çavuş” rütbesiyle Donanma’ya katılırlardı. Okulda liselerin fen kolu müfredatı uygulanırdı. İngilizce ağırlıklı dersti. Bu yönüyle ve eğitiminin kalitesiyle bugünün Anadolu Liseleri düzeyinde eğitim veren nadide bir eğitim ocağıydı. Bazı durumlarda denizciliğe yönelik eğitim veren bir meslek lisesi olduğu yönünde de değerlendirmeler yapılmıştır. Nihai değerlendirmede kalitesi yüksek bir eğitim sürecinin işlediğini kesin bir dille söylememiz mümkündür.

11 Nisan 2002 tarihinde Assubay Hazırlama Okullarının kapatılmasını ve Assubay Sınıf Okullarının Meslek Yüksek Okulu olarak, 2 yıl üzerinden ve ön lisans seviyesinde yapılanmasını teşkil eden kanun yayınlanarak, yürürlüğe girdiğinden yeni öğrenci alımı durdurulmuştur. Okul son öğrencilerini 2004 yılında mezun etmiştir.

Böylece çok uzun yıllar Türk Donanması’na nitelikli deniz assubayları yetiştiren bu eğitim ocağı tarihe damgasını vurarak, eğitim hayatını tamamlamıştır.

YAŞLI BİR DENİZKURDU’NUN ANLATIMIYLA BEYLERBEYİ’NE TAŞINMA

Okulun tarihsel gelişimine baktığımızda nasıl bir zorlu süreçten geçtiğini anlamamız olası. Bugünün deniz assubaylarının da bu süreci iyi tahlil etmesi, yaşananlardan ders çıkarması ve deniz assubaylığının kalıcı değerlerini koruması bu yüzden çok önemli.  Geçmiş nesillerin yaşadığı, yaşamak zorunda kaldığı ya da bırakıldığı  zor şartlar; her zaman bizi daha dirençli, daha çalışkan ve başarılı olmaya yönlendirmelidir. İşte bu yüzden, okulun Beylerbeyi’ne taşınma sürecini yaşamış olan bir yaşlı deniz kurdu büyüğümüzün dünü, bugünü ve geleceği kendi sözcükleriyle anlatımını dikkatle okumamız gerekmektedir. Okuldan 1953 yılında mezun olan Emekli Deniz Assubayı İlhami Kemal Atayolu’nun hikâyesi ile baş başa bırakıyorum sizleri:

cezayirli-hasapasa1950 senesinde Kasımpaşa’daki esas“Taş Mektep”e (1954 yılında Kuzey Deniz Saha Komutanlığı olan, halen tamiratı devam eden, geçmişte Cezayirli Hasan Paşa’ya konak olarak yapılan bina) kayıt oldum. Okulun o zamanki ismi “Deniz Gedikli Erbaş Hazırlama Okulu” idi. Birinci Sınıfın dördüncü kısmındaydım. Böylece yaşamıma yön verecek seçimi yapmış ve denizciliğe ilk adımımı atmıştım.

O zamanlar okul mevcudu 500 kişiyi geçiyordu. Okul talebelere kâfi gelmediği için Kasımpaşa Subay Orduevi’nin önünde hurdaya ayrılmış ve kıçtankara bağlanmış durumda bulunan meşhur Hamidiye Gemisi (yalnızca yatmak üzere) okulun üçüncü sınıfına tahsis edilmişti. Yemekhanemiz uzun bir baraka idi. Yemek tabaklarımız, su ve çay içecek  bardaklarımız kalaylı bakır kaplardı. Bir masada karşılıklı olarak on dört kişi otururduk. Çoğu zaman masanın sonunda olanlara çay veya süt kalmazdı.

ilhami-atayoluHer sene Temmuz ayında Pendik’teki  (hâlen) boş olan zeytinlik alana (yıkılan Yunus Çimento Fabrikasının yanındaki) çadırlar kurulur ve bir ay süresince çeşitli eğitimler yapılırdı. Bu eğitimler; talim, terbiye, gemicilik, filikalarla yelken donanımı ve kullanma, kürek talimi, yüzme dersleri ve benzeri etkinliklerdi. Çarşamba ve Cumartesi akşamları eğlence programları uygulanırdı. Kamp sonunda da Ağustos ayına münhasır bir aylık sıla iznine giderdik.

Bu arada 1951 senesinin Temmuz ayının tahminen 12’sinde (kampta idik) mesleğimizin ismi kanunen değişerek, Deniz Astsubaylığı oldu. Okulumuzun ismi de yine bu kanun gereğince Deniz Astsubay Hazırlama Ortaokulu olarak güncellendi. Bu meyanda da okuldan, ortaokul mezunu sayılarak mezun olmaya başladık. Kasımpaşa’daki okulumuz epey harabeleşmiş ve içinde yaşamak tehlikeli bir hâl almıştı. Bu yüzden Beylerbeyi ’nde yan yana olan iki bina satın alınıp modernleştirilmiş ve bizlere de sıla iznimizden sonra, 1952-1953 öğretim yılı için, Beylerbeyi ‘ndeki okula gelmemiz emredilmişti.

Okul, her şeyi ile yepyeni idi. Yemek masaları karşılıklı altışar kişilikti. Tabaklar porselen, bardaklar cam, sürahiler cam… İşte şimdi gerçek anlamda “astsubay talebesi” olmaya başlamıştık. Bu yenileşmeye elbiselerimizin de dâhil olmasını arzuluyorduk. Kıyafetimizin bir an önce er görünümünden çıkartılmasını ve astsubay olduğumuzu gösterecek tarzda bir üniforma düzenlemesi yapılmasını istiyorduk. Bunu sıkça dile getiriyorduk.

1953 senesinin 30 Ağustos’unda okuldan mezun olarak, Deniz Er Eğitim Alayı’na gönderildik. Deniz Er Eğitim Alayı, Kasımpaşa’daki Cezayirli Hasan Paşa Kışlası idi ve piyadecilik eğitimi için buraya sevkimiz yapılmıştı. Burada üç ay süresince tüfekli eğitim yaptık. Bu dönemde, 29 Ekim 1953 günü Ankara’da Cumhuriyet Bayramı etkinlikleri kapsamında yapılacak olan resmigeçitte yer almak üzere görevlendirildik. Merasimde yer alacak boru trampet takımına tefrik edilmiştik. Cumhuriyet Bayramı törenlerinden hemen sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün naşının Anıtkabir’e nakledilmesi merasiminde de yer aldık. 10 Kasım 1953’te Deniz Alayı olarak, bu kutsal vazifeyi ifa ettik. Ben; Deniz Alayı, Merasim Kıtası Boru Trampet Takımı’nın tambur majörü ve solo borucusu olarak görev yaptım.

Ankara’dan dönüşte piyade eğitimimizi tamamladık. Sonrasında TCG Yavuz’da üç ay denizcilik eğitimi gördük. Denizcilik eğitiminin hitamında meslek test imtihanına tabi tutulduk. Bu test imtihanı neticesinde herkesin ana mesleği belli oldu. Bu kez mesleğimize göre altı aylığına çeşitli yerlere ameli olarak öğretime devam ettik. Önümüzde Astsubay Çavuş olmak için bir senemiz kalmıştı.

Bu bir sene süresince bazı Makine Branşları ile Elektrik ve Elektronikçiler; Heybeliada’da, geriye kalan Makineciler ile bir kısım Güverteciler; Yassıada’da, geriye kalan Güverteciler ile İkmalcilerin bir kısmı ve Kâtipler; Kasımpaşa’da, geriye kalan İkmalciler ile Porsunlar; Derince’de (Porsun Sınıf Okullarında) ameli ve nazari eğitimler gördü. Bu eğitimler sonrasında 30 Ağustos 1955 tarihinde “Deniz Astsubay Çavuş” rütbesi ile Donanmaya katıldık ve Deniz Kuvvetleri’nin muhtelif birliklerine asaleten tayin olup görevimize başladık.

Genç neslin geçmişten bugüne nelerin değiştiğini bilmesi gerektiğini düşünmekteyim. Nelerin değiştiğini bilmek, gelecekte de nelerin değişebileceğini öngörmek ve ufka umutlu bir şekilde bakmak demektir. Sevgili cumhuriyetimiz geliştikçe assubayların da hak ettiği ilgi ve değeri göreceği inancındayım.”

ASSUBAY HAZIRLAMA OKULLARININ BİLİNMEYEN YÖNLERİ

Özellikle Enver Paşa döneminde askeri eğitime ve okullaşmaya aşırı bir önem verilmiştir. Hatta Enver Paşa’nın en güvendiği kişileri Küçük Zabit Mektepleri’nin başına getirdiği çeşitli kaynaklarda yer almaktadır. Dr. Hüseyin Yaltırık tarafından kaleme alınan “Âşık Ali Tanburacı ve Kırklareli Halk Müziği” isimli eserde bu konuda çarpıcı bilgiler bulunmaktadır.

Bu tarihlerde askere alınan halk ozanları,  âşıklar ve mahalli sanatçılar doğrudan Küçük Zabit Alaylarına gönderilir ve burada geniş çaplı bir eğitime tabi tutulurlardı. Âşık Ali Tanburacı da bu sanatçılardan birisiydi. Hatta adı bu Küçük Zabit Mektepleriyle bir anıldığından, kimi yerde biyografisinde assubay olduğu dahi yazılmıştır. Oysa o sadece askerlik yükümlülüğünü yerine getirirken, (Piyade) Küçük Zabit Mektebi bandosunda hem eğitim görmüş hem de görev ifa etmiştir. Âşık Ali Tanburacı, çoğumuzun iyi bildiği “Kırmızı gülün alı var/…/Ah bu gönül arzular seni seni yar seni” türküsünün derleyicisidir. Daha pek çok halk türküsüne can vermiş etkin ve üretken bir sanatçıdır. Kırklareli’nin unutulmaz isimleri arasında yer almaktadır.

Enver Paşa dönemi bir milat olmuş  ve cumhuriyetin başlangıç dönemlerinde de Küçük Zabit Mektepleri, halk sanatçılarının ve âşıkların yetiştirilmesi amacıyla kutsal bir ocak olarak görev yapmıştır. Pek çok sanatçının bu şekilde yetiştiğini görmek için bir nebze araştırma yapmak gerekmektedir.

Askerlik görevini yapmak üzere gelen âşıklar, mahalli sanatçılar ve halk ozanları; Gedikli Okulları’nda eğitilmiş, kendilerini geliştirmeleri sağlanmış ve özellikle Türk Halk Müziği’ne daha etkin şekilde hizmet verecek, daha olgun ve yaratıcı eserler üretecek, araştırmalar ve derlemeler yaparak muhteşem katkılar sunacak müzik altyapısına kavuşturulmuştur.

DENİZ ASSUBAY HAZIRLAMA OKULU’NUN KURULUŞ YILDÖNÜMÜ

dzasbokl5Deniz Assubay Okulu’nun kuruluş yıldönümü, her yıl çeşitli etkinliklerle 17 Kasım tarihinde kutlanmaktadır. Gazete arşivlerinde yaptığım araştırmalar sonucu, kutlamalarla ilgili ilk ilanın, 1979 yılında basında yer aldığını gördüm. Bu konuda araştırma yapan ve çeşitli yazışmalarda bulunan Emekli Deniz Assubayı Halil Ergenli de, yazışmalar neticesinde kendisine ulaşan bilgiyi şu şekilde belirtmektedir:

  1. Deniz Kuvvetleri, bu kutlamaların nasıl başladığına ilişkin yazılı bir kayıt ya da belgeye ulaşamamış ve bu nedenle emekli deniz assubaylarının bilgisine başvurarak araştırma yapmış,
  2. Bu araştırma neticesinde, kutlamaların 1975 yılında, 8’inci Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Hilmi Fırat’ın direktifi ile başladığı bilgisine ulaşılmış,
  3. Kutlamaların 17 Kasım’da icra edilmesinin nedeninin, “18 Kasım Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesinin Kuruluş Yıldönümü” ile aynı haftada yapılması suretiyle, Deniz Kuvvetlerine muharip subay ve astsubay yetiştiren okulların bütünlüğünü göstermek olabileceği,

Değerlendirilmiştir.

Bilindiği gibi Deniz Assubay Okulu’nun gerçek kuruluş tarihi 15 Haziran 1890’dır. Yani bir kutlama yapılacaksa, bu tarih kesinlikle 15 Haziran olmalıdır. Buna karşın yaklaşık 36 yıldır gelenekselleşmiş bir 17 Kasım kutlaması vardır ve bu tarih öyle ya da böyle deniz assubayları camiası tarafından benimsenmiş ve kabul görmüştür. Dolayısıyla, kişisel görüşüm; okulun gerçek kuruluş tarihinin 15 Haziran olduğunun bilinmesinden ama gelenekselliği nedeniyle kutlamaların 17 Kasım tarihi üzerinden sürdürülmesinden yana.

Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nun kuruluş tarihi ile ilgili olarak, araştırmacı yazar Ergun Hiçyılmaz’ın da belirtmiş olduğu ayrı bir tarih söz konusudur. Ergun Hiçyılmaz’ın “Türk Denizciliğinde İlkler” başlığı altındaki yazısında belirttiğine göre ilk Deniz Assubay Sınıf Hazırlama Okulu’nun kuruluşu 1875 yılına denk gelmektedir. İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda kendisi ile bu konuyu görüşme fırsatım oldu. Lakin kendisi pek çok konuda engin bilgi sahibi olduğundan, bu konu pek aklında kalmamış. Yine de o tarihte ısrarlı ve hatırlayamasa da dayanağının sağlam olduğunu belirtmekte. Benim kişisel kanaatim ise 1875 yılında herhangi bir Gedikli Mektebinin açılmadığı. 1875 yılında bildiğim kadarıyla, deniz subaylarının çocuklarının eğitimi için bir rüştiye mektebi açılmıştı. Bir de askeri memur yetiştirme amaçlı bir okul. Belki de üstad, bu okullardan birisini kastetmektedir.

DENİZ ASSUBAY OKULLARI MÜZESİ

17 Kasım 2004 tarihinde Altınova/Yalova’da Deniz Astsubay Okulları Müzesi açılarak hizmete girdi. Tarihi 1890 yılına değin uzanan Deniz Assubaylığı eğitimine ilişkin pek çok tarihi bilgi ve belgeyi bünyesinde barındırmayı amaçlayan müzenin resmi açılışı, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek tarafından yapıldı.

Müze kuruluşuna ilişkin ilk çalışmalara Beylerbeyi’ndeki Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nda başlanmıştı. Burada okulla ilgili fotoğraf, belge ve anı objeleri yer almaktaydı. Okul kapatılınca, müze fikri geliştirilmiş ve daha geniş çaplı düşünülerek, Deniz Assubay Meslek Yüksek Okulu (DAMYO) bünyesinde yeniden kurgulanmıştı.

Müze halen Deniz Assubay Meslek Yüksek Okulu kuruluşunda yer almakta ve kendisini geliştirme çabasını sürdürmektedir. Deniz Assubaylığı’nın tarihi ile ilgili böyle bir müzenin kurulması gerçekten de gurur vericidir. Umuyorum ki, müze kurulduğu şekliyle kalmaz, koyduğu hedefleri yakalar ve kısa süre içinde, deniz assubaylarının eğitim tarihine ışık tutacak seviyeye ulaşır.

DENİZ ASSUBAY HAZIRLAMA OKULU MARŞI

kemaltahirHepimizin iyi bir roman yazarı  olarak tanıdığı Kemal Tahir, aslında edebiyata şiirle başlamıştı. Fakat zamanla düzyazı yeteneği daha ağır basmış ve kendisini bu alanda geliştirerek, Türk edebiyatına eşsiz eserler vermiştir. Nazım Hikmet’in acımasızca yargılandığı Donanma Davası  sanıklarından birisi de Kemal Tahir’dir. Ayrıca Kemal Tahir’in kardeşi Nuri Tahir de bu davanın baş sanıkları arasında yer alır. Nuri Tahir, Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nda okumuş ve mezuniyet sonrasında Yavuz Gemisi’nde görev yapmıştır. Okul Marşı, Nuri Tahir’in Deniz Assubay Hazırlama Okulu yıllarında yazılmış olsa gerektir. Yazar Kemal Tahir sık sık okula kardeşini ziyarete gelmekte ve bu süreçte okul yetkilileri ile de muhtemelen görüşmektedir. Nuri Tahir’in ve okul idaresinin talebi ile Halit Recep Arman ve Kemal Tahir arasında bağlantı kurulduğuna ve sonuçta böyle bir marşın ortaya çıktığına inanmaktayım. Marşın sözleri Kemal Tahir’e, bestesi ise H. Recep Arman’a aittir.

hreceparmanHalit Recep Arman özellikle marş  besteleri konusunda usta bir isimdir. Bahriye ve Türk muzika geleneği içerisinde çok saygın bir yeri olan muhteşem bir insandır.

İki usta ismin bir araya gelmesiyle ortaya gerçekten güzel bir marş çıkmıştır. Müziği ile ritmi ile ve sözleri ile Deniz Gediklilerine yakışır bir eserdir bu marş. Deniz Assubaylarının yüreğindeki vatan sevgisinin düşmana karşı nasıl çelikleştiğini çok güzel vurgular. Hiçbir karşılık beklemeksizin, mevki, makam ve imtiyaz talep etmeksizin, ömrünü fedakârca vatanına bahşeden yiğit Anadolu çocuklarının duygusal sağanağını abartısız yansıtır. Nasıl bir özveriyle ve ne kadar cesurca görev yaptıklarını ve yaptıkları görevden dolayı ne kadar gururlu olduklarını çarpıcı bir dille anlatır mısralar:

Çelikten kalbimizde vatanın sevgisi var
Gözlerimiz enginde düşmandan bir iz arar
Düşmanların kalbinde korku olur eseriz
Biz ömrünü vatana veren denizcileriz

Alnımız göğe çarpar yurdun denizlerinde
Zafer bayrağımızı gezdirir izlerinde
Gelen ölüm de olsa titremeyiz güleriz
Biz ömrünü vatana veren dinç  denizcileriz

DENİZ ASSUBAY HAZIRLAMA OKULU’NUN UNUTULMAZ ÖĞRETMENLERİ

Donanmaya nitelikli, cesur, gözü  pek, aynı zamanda bilgi ve kültür donanımlı assubaylar kazandıran bir okulun öğretmenlerinden de söz edilmesi düşüncesindeyim. Nihayetinde hepimiz bir parça onların eserleriyiz. Notalarımızı, ritmimizi, ezgimizi onlar yüklediler bize.

Özellikle benim öğrenci olduğum dönemde gerçekten de adından söz edilmeye değer öğretmenlerimiz vardı. Mesela asıl işi Fizik öğretmenliği olan ama bir o kadar ustaca Türk Sanat Müziğiyle uğraşan Mustafa Kazezyılmaz’dan söz etmeliyim. Nasıl unuturum, o hem örnek bir insandı hem de öğrencilere müziği sevdirmesini bilen değerli bir sanatseverdi.

Keza A.Kadir Çelik öğretmen, assubaylıktan subaylığa geçmiş, İnkılâp Tarihi öğretmenliğini severek ve isteyerek yapan, Atatürkçü düşünceyi samimiyetle özümsemiş nadide bir isimdi. Hatırlıyorum da onun aynı zamanda iyi bir basketbol hakemi olduğunu öğrendiğimizde ne kadar şaşırmıştık. Adeta on parmağında on marifet vardı.

Altı dil bilen bir İngilizce öğretmenimiz vardı, ismi Aşkın Akoba. Bunca bilgi donanımına karşın, ne kadar mütevazı ve ne kadar cana yakındı. Oysa biz albay rütbesini taşıyanların somurtuk yüzlerine alışmıştık. O üstün kişiliğiyle alışageldik kalıpları nasıl da kırıp geçiyordu…

Bunlar benim isimsiz kahramanlarım. Bir de öyle ya da böyle Türkiye çapında ismi bilinen, herkesin aşina olduğu bazı öğretmenler gelip geçti bu okulun öğretmenler odasından. İçlerinden çoğu öyle lezzetli tatlar bıraktı  ki yüreğimizde…

nihalatszHatırlayacaksınız, yazımızın bir yerinde bahsetmiştik: Gedikli Mektebi’nin 1915 yılında ikinci kez hayata geçirilişinde Mehmed Nail Bey’in kurucu olarak görev aldığını söylemiştik. İşte Nihal Atsız, bu bahse konu Mehmed Nail Bey’in oğludur aynı zamanda. Baba ve oğlun ikisinin de deniz assubayları üzerinde emekleri vardır anlayacağınız. Sanırım bir gün bir şekilde torun Yağmur Atsız da yolunu assubaylarla kesiştirecek. Onun gibi bir usta ismin de assubayların onur mücadelesine katkı vermesi mutlaka çok şey kazandıracaktır bizlere.

bstkerdoganBekir Sıtkı Erdoğan ismini bilir misiniz? Hani şu Ellinci Yıl Marşı’nın şairi. “Karagözlüm efkârlanma gül gayrı” diyen adam. Dilimizden düşürmediğimiz “Gurbetten gelmişim yorgunum hancı” şiirinin şairi. Peki, o türkü kıvamındaki eşsiz şiirleriyle tanıdığımız adamın, Deniz Assubay Okulu’nda Edebiyat dersleri verdiğini biliyor musunuz? Ne büyük bir şans değil mi?

Türkçülük ve Turancılık denilince akla gelen ilk isim Nihal Atsız değil mi? Yazar, şair, tarihçi ve ideolog olarak tanınır üstat. Türk milliyetçiliğinin saygın ismi olan bu adamın 1934-1938 yılları arasında Kasımpaşa’daki Gedikli Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yaptığını biliyor musunuz?

iskenderpalaYa İskender Pala? Divan Edebiyatı  araştırmacısı olarak en etkin isim. Bize eşsiz tatlar sunan nice kitapların yazarı. Ayrıca Deniz Kuvvetleri’ndeki görevi süresince tarihi araştırmalara da imza atan çalışkan ve üretken bir isim. Onun da orduda görev yaptığı son dönemlerde, Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nda Edebiyat öğretmenliği yaptığını belirtebilir ve bununla gurur duyabiliriz.

sadikugurtaySadık Uğurtay, okula çok uzun süre emek veren öğretmenlerden birisi. İngilizceyi öğrencilerine sevdiren ve dersin de ötesinde öğrencilerin hayata bakış açısını da olumlu etkileyen müstesna bir isim. Kitap çevirileriyle Türkçeye yeni eserler kazandırmaya çalışan bir yazar olarak görüyoruz kendisini.

erolmtercimlerDeniz tarihi çalışmalarıyla tanınan ve bu konuda pek çok esere imza atmış olan Dr. Erol Mütercimler de Deniz Assubay Hazırlama Okulu’na öğretmen olarak emek veren isimlerden bir tanesi. Açıkçası öğrencilerini kitap okumaya yönlendiren, araştırmaya ve düşünmeye zorlayan bir adam. Gelin görün ki, tavır ve konuşmalarıyla, hatta bakışlarıyla size “sıradanın ötesinde, birinci sınıf bir adam” olduğunu ispatlamaya çalışıyor izlenimi verme çabasındadır. Yazdığı eserlerde de genelde bulunduğu sınıfın destanını yazma gayreti içinde olduğunu, hatta işin içindeki kahramanlar assubaylar ve sıradan insanlar olsa dahi bunu bir şekilde subay sınıfına mal etme emeli taşıdığını söyleyebilirim. Dolayısıyla her ne kadar derin bilgi sahibi bir insan olsa da yaptığı araştırmalarda assubayların gerçek değerini ortaya koyacağına dair olumlu bir fikre sahip değilim. Ne acıdır ki, tarih biliminin olaylara nesnel bakacak araştırmalara ve araştırmacılara ihtiyacı var. Gerçekleri bir şekilde evirip çevirip kendince resmi tarih görüşüne yamayacak taraflı insanlara değil. Yine de kendisinden umutlu olduğumu söylemeliyim.

VEEE UNUTULMAZ ÖĞRENCİLERİMİZ!

Ece Ayhan’ın şiirini yorumlarken çok karamsar bir tablo çizmiştik. Çocuk denecek yaşta askerlik mesleğini seçenlerin gündelik hayattan, bilimden ve sanattan koptuğunu anlatmaya çalışmıştık. Açıkça belirtmemiz gerekir ki, assubayların yaşamının özünde nasıl vatan sevgisi ve gözü peklik varsa, bir o kadar da umut, direnç ve kendini yenileyebilme güdüsü vardır. Assubaylar hayatlarının hiçbir anında kadere teslim olmazlar. Yenilgiyi asla kabul etmezler. Uygun an geldiğinde, bir yenilgi özelliği taşıyan olaylardan umulmadık zaferlerle çıkarlar. Hangi şart altında olursa olsun, bireysel özgürlüklerinden ve kişisel onurlarından ödün vermezler. Yaratıcı beyinlerinin ölmesine asla müsaade etmezler. Tıpkı efsanevi Zümrüd-ü Anka kuşu gibi hiç umulmadık anlarda yeniden doğuşu başarırlar. Belki de tüm hayatları boyunca cesur ve atak olmalarının, bulundukları her yaşta hayata umutla ve sıkıca tutunmalarının yegâne sebebi içlerinde yeşertip büyüttükleri umut ağaçlarıdır. Ast olmalarına rağmen her zaman düşmanca tutum, davranış ve tavırlara maruz kalmalarını da, onların bu özelliklerine duyulan gıpta ile açıklayabiliriz.

Dünyanın en zengini, en yüksek rütbelisi ve hatta en güçlüsü olabilirsiniz ama asla bir assubayın gönül zenginliğine sahip olamazsınız.

Aşağıda sizlere kısaca tanıtacağım isimler belirttiğimiz özellikleri taşıyan isimlerdir. Onlar Deniz Assubay Hazırlama Okulu’ndan mezun oldular. Hatta uzun süre Türk Donanması’nda assubay olarak görev yaptılar. Fakat hayatlarının hiçbir anında kadere teslim olmadılar. Yüreklerinin sesini dinleyip umutsuzlukları umuda çevirdiler. “İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında” okudular ama Zümrüd-ü Anka kuşu gibi küllerinden doğmayı ve hatta defalarca doğmayı başardılar. Hayata karşı kendinizi çaresiz ve umutsuz hissettiğiniz anlarda lütfen bu sıra dışı adamların hikâyesini araştırın ve zalimlerin yarattığı olumsuzluklara karşı nasıl umutlu ve dik durulacağını, her seferinde nasıl yeniden doğulacağını onlardan öğrenmeye çalışın.

cemildemirelCemil Demirel, 1912 yılında İstanbul’da doğdu. Deniz Assubayı olarak uzun yıllar görev yaptı. 1947 yılında emekli olduğunda, Türk Sinemasına farklı bir karakter oyuncusu olarak adım attı. 1978 yılına değin pek çok filmde rol aldı. Oynadığı başlıca filmler; Kore’de Türk Süngüsü, Kahraman Mehmet, Kore’de Türk kahramanları, Şimal Yıldızı, Lale Devri, Tek Kollu Canavar, Ateşten Gömlek.  Özellikle Kore’de Türk Süngüsü filmine dikkatinizi çekmek istiyorum. Çünkü bu filme Atatürk’ün İzmir’e girişini gösteren belgesel özellikli sahneler eklendi.

hulusikentmen1Hulusi Kentmen’i yani sevgili Hulusi Babamızı zaten ayrıca bir yazımda detaylı bir şekilde anlatmıştım. Onun bir tesadüf eseri tiyatro ve sinemaya başladığını ve daha meslekteyken bu sevdasının peşine düşüp aşkına tutkuyla bağlandığını ve yüzlerce filmde babacan roller oynayarak Türk halkının gönlünde koca bir taht kurduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. O nesiller boyunca örnek alınacak gerçek bir yaşam karakteridir. Hem de her yönüyle.

ML19840816001100811Zati Sungur, okulun ilk mezunlarındandır. Bir kurs için Almanya’ya gider ve orada hayatının akışı değişir. Yaşanan dünya savaşı ve bazı tesadüfi olaylar onu dünyanın bir ucuna illüzyonist olarak götürür. Yüreğinin sesini dinleyerek gönül verdiği sihirbazlıkta büyük aşamalar kaydeder. Atatürk’ün huzurunda dahi gösterisini yapma onuruna nail olur. Atatürk'ün huzurunda da pek çok gösteri yapan Zati Sungur'un bir defasında herkes kendisini merakla beklerken "altı ayrı insana dönüşüp Çankaya Köşkü'nün bütün kapılarından aynı anda içeri girmek" gibi akıl ve mantık sınırlarını zorlayan bir numaraya imza attığı anlatılır. Nihayetinde Dünya Sihirbazlar Kralı unvanını bileğinin ve yüreğinin hakkıyla alır. Bugünkü David Copperfield gösterilerinin temelinde onun dâhiyane buluşları vardır. Ayrıca, David Copperfield kendisiyle yapılan bir söyleşide ABD'deki müze-evinde Zati Sungur'un gösterilerine ilişkin pek çok tarihî poster, afiş ve araç-gereç bulunduğunu özellikle belirtmiştir.

Seyfi Tekdilek, Donanma davası sanıklarındandır. Yavuz Gemisinin Gediklisi olarak görev yapmaktayken tutuklanır. Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı üzerine kurulan acı senaryo nedeniyle uzun süre hapis yatar. Komünizmi merak etmiş, Nazım Hikmet’in şiirlerini okumuş ve bu süreçte assubaylara yapılan haksızlıkların farkına varmıştır. Hiçbir fiili suçu bulunmamasına, hatta okuduğu kitapların dahi kanunen yasak olmamasına rağmen kolayca harcanmıştır. Olay sonrasında komünist damgası yemiş, ailesinden ve çocuğundan dahi uzaklaşmak zorunda kalmıştır. Hayatının geri kalanında derbeder bir yaşam sürmesine rağmen hayalini kurduğu şiir kitabını yayınlamayı başarmıştır. Gemide Denize Hasret isimli şiir kitabı, Nazım Hikmet’e öykünen iddiasız şiirlerden oluşur. Fakat bir insanın hayalinin gerçekleşmesi adına çok ama çok önemli bir adımdır.

salimdndarSalim Dündar, 1954 mezunudur. Okulun 1750 numaralı ve “Kobra Salim” lakaplı öğrencisidir. Okulda bando eğitimi aldı. Kısa bir süre assubay olarak görev yaptı. Müzik tutkusu nedeniyle mesleğini erken bıraktı. Assubaylık sonrasında Hafif Batı Müziği sanatçısı olarak tanındı. Herkes onu “İspanya’yı memleketimize getiren sanatçı” olarak nitelendirdi. Aynalar, Sen Mevsimler Gibisin, İspanyol Meyhanesi ve Bir Dost Bulamadım en bilindik şarkıları arasında yer almaktadır.

yalnate1Yalçın Ateş, 1954 yılı (kesin değil)mezunlarındandır. 1938 doğumludur. Okul numarası 1894, lakabı ise “Kolyos”tur. Türk Caz Müziğinin unutulmaz isimleri arasında yer alır. Yalçın Ateş Altılısı denilince akan sular durur. Bir dönemin pek çok önemli müzik çalışmasında yer almış, onlarca plak kaydına Alto Saksafonu ile renk vermiş, kendi adını taşıyan Yalçın Ateş Orkestrası, Yalçın Ateş 5’lisi, Yalçın Ateş 6´lısı topluluklarını kurmuştur.

kamuran_yarknKamuran Yarkın; çok yakından tanıdığımız Türk Pop müziği sanatçısı Ferda Anıl Yarkın’ın babasıdır. Klasik Türk Müziği bestekârı ve yorumcusudur. Aynı zamanda tanburidir. 1938 doğumludur. Daha bebekken babasını kaybetmiş ve annesi tarafından yetiştirilmiştir. Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne uzun süre devam etmiştir. 1951 nasıplı bir deniz assubayıdır. “Sen Kimseyi Sevemezsin” adlı şarkının bestekârıdır. “ Ayrılık Rüzgarı” isimli şarkının hem bestecisi hem söz yazarıdır. Daha pek çok şarkıda imzası vardır. Eserleri, Zeki Müren ve Yıldırım Gürses gibi pek çok ünlü sanatçı tarafından seslendirilmiştir.

tarkkipTarık Kip, 1927 yılında Samsun’da doğdu. Deniz Gedikli Mektebi’nde okudu ve 1947 yılında Donanma’ya Sıhhiye Assubayı olarak katıldı. 1956 yılında mecburi hizmetini tamamladı ve Bahriye’den ayrıldı. Müzik alanında kendisini geliştirirken bir taraftan da üniversiteye devam etmesi hayli ilginçtir. Önce Gece Lisesini, ardından da Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin "Kütüphanecilik" bölümünü bitirdi. 1956 yılından 1993'e kadar viyolonsel ile Türk Mûsikîsi yayınlarına saz sanatkârı olarak katılan Tarık Kip, bu süre içinde stajyerlere öğretmenlik de yaptı. 1993 yılında emekli oldu. Türk Mûsikîsi repertuarına ikisi sözlü olmak üzere peşrev, semai, medhal ve oyun havası türünde yirmiye yakın eser kazandırmıştır.

zcanzgrÖzcan Özgür, 1936 doğumludur. Türk sinemasının eski oyuncularından birisidir. Aynı zamanda tiyatro sanatçılığı da yapmıştır. Deniz Assubayı olarak donanmada görev yapmış ve bir kaza sonrasında malulen emekli olmuştur. Tanınmasını sağlayan filmleri; Kardeşim Benim, Köşeyi Dönen Adam, Beş Parasız Adam, Üç Halka Yirmi Beş ve Kapıcılar Kralı’dır. Erotik Komedi filmlerinde de roller almıştır. Yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle 1995 yılında vefat etmiştir.

namkekinNamık Ekin; 1942 doğumludur. 1961 mezunu deniz assubayıdır. 1963 yılına kadar donanma gemilerinde Güverte Assubayı olarak görev yaptı. 1963 yılında SAT Komandosu ve Kurbağa Adam Kursuna katıldı. SAT Komandosu olarak özellikle ABD’de çeşitli kurslar ve eğitimler gördü. Judo’da dereceler aldı. Jimnastik, Güreş, Halter ve Vücut çalıştı. Karate ve Yakın Dövüş konusunda da eğitimler aldı. Türk halkı onu daha çok sualtı rekor denemeleri ile tanımaktadır. Aslında çeşitli spor dallarında rekorları ve başarıları vardır. SAT Komandoluğunu ve Deniz Assubaylığını halkımıza tanıtan ve sevdiren en önemli isimdir. Fakat daha çok komandoluğunu ön planda tutmaktadır. Hani ailemizin SAT Komandosu desek yeridir. Halen azim ve inançla rekor denemelerine devam etmektedir.

yaaratankazanr1Yaşar Atankazanır; 1929, İstanbul doğumludur. Deniz Gedikli Mektebinden mezun olur ve denizaltıcı bir assubay olarak donanmada göreve başlar. İki yıl sonra görevi bırakır. Mersin İdmanyurdu’nda Mersinli Ahmet’in himayesinde güreşe başlar. Daha sonra bir taraftan nakliyecilik işi yaparken bir taraftan da halter yapmayı dener. Halter’de 267,5 kilo kaldırmak suretiyle Balkan halter rekorunu kırar. 1955’te İstanbul’a gelir ve Kasımpaşa Güreş Kulübüne devam eder. Üç kez milli takıma seçilir. Tam hayatı spor üzerine sürerken, 1960 İhtilalı sonrasında girdiği bir iddia sonucu fotoğraf çekmeye başlar. Oysa hayatında bir kez bile eline makine almamıştır. Fotoğrafçılık onda bir tutku haline gelir. İşi öğrenmek için bir fotoğrafçının yanında iki yıl bedava çalışır. İstanbul’da Taç Fotoğraf Stüdyosunu kurar. Artık fotoğrafçılığı bir sanat olarak görmeye başlar ve kendisini daha da geliştirmek için yurt dışına açılır. Amerika’da mesleğinin okulu olan “School of Modern Photography”e devam ederek, oradan mezun olur. Ününü kısa zamanda Avrupa ve Amerika fotoğraf camiasına duyurur. Atankazanır, fotoğrafçılığa tesadüfen başlayan ama onu Türkiye’de bir sanat haline getiren, Türk Fotoğraf Sanatının duayen ismidir. Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf Bölümü kurucularından olan Yaşar Atankazanır, 16 yıl öğretim görevlisi olarak burada görev yaptı. İlerlemiş yaşına rağmen halen bağımsız olarak fotoğraf çalışmalarını sürdürmektedir.

Saydığımız bu isimler bir şekilde kendisini başarılarıyla Türk halkına tanıtmış isimlerdir. Aslında biliyoruz ki, daha pek çok meslektaşımız meslek sonrası ikinci yaşamında yüreğinin sesini dinlemekte ve yepyeni başlangıçlara ve bu başlangıçlarda mütevazı başarılara imza atmaktadır. Örneğin karikatürist Özgün Uysal, Roman yazarı Ünver Kardeşler (Mehmet ve İsmail Ünver) aklımıza gelen ilk isimlerdir.

Genç meslektaşlarımızın asla unutmamaları gereken şey, hayatın zorlu ve çetin bir mücadele olduğudur. Fakat bilsinler ki; en umutsuz anlar, şafağın en yakın olduğu zamanlardır. İşte bu yüzden, tüm yaşamları boyunca hangi zorlukla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, asla pes etmesinler. Yüreklerindeki ışığı hiçbir zaman söndürmesinler. Çünkü karanlığı aydınlığa çevirecek en büyük güç, yüreğimizde taşıdığımız direncimiz, yarınlara ertelediğimiz umutlarımızdır.

Umudun türküsünü kaybetmeyenlere ne mutlu!

Aydın Kulak

(Kaynak gösterilerek ve yazar adı  belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.)

NOT: Emekli Deniz Assubayı İlhami Kemal Atayolu’nun hikâyesi üzerinde, metine uyacak şekilde ama özüne sadık kalınarak, küçük düzeltmeler yapılmıştır.
KAYNAKÇA
  1. Kendi yazılarım ve yazılardaki kaynaklarım, Kişisel Yorumlarım/ Aydın Kulak
  2. www.emekliassubaylar.org /Gurur Duyduklarımız
  3. Ece Ayhan/Meçhul Öğrenci Anıtı Şiiri
  4. Ece Ayhan’ın Şiirinde Çocuk ve Eğitim Teması ve Felsefi Temelleri/Hulusi Geçgel
  5. http://anarrest.blogcu.com/ece-ayhan-siirinde-oznenin-halleri/3125883
  6. 1983 Mezunları Okul Yıllığı
  7. Okul Tarihçesine Ait Kendi Kişisel Notlarım/Aydın Kulak
  8. Emekli Deniz Assubayı İlhami Kemal Atayolu’nun Anıları
  9. Tarih Araştırmacısı Ergun Hiçyılmaz’ın bilgi ve görüşleri
  10. Aşık Ali Tanburacı ve Kırklareli Halk Müziği/Dr. Hüseyin Yaltırık/TRT İzmir
  11. Dr. Hüseyin Yaltırık’ın Açıklama ve Notları
  12. Yazar Yağmur Atsız’ın Yazıları
  13. Emekli Deniz Assubayı Halil Ergenli’nin Bilgi ve Yazışmaları
  14. www.damyo.edu.tr /Deniz Astsubay Meslek Yüksek Okulu İnternet Sitesi
  15. http://45devir.com/yalcin-ates / Yalçın Ateş Hakkında
  16. http://yenisafak.com.tr/arsiv/2003/mayis/31/g10.htmlAli Murat Güven /Haber (Zati Sungur)
  17. http://www.fotoforum.org.tr/index.php?p=etkinlik&id=43 /Y. Atankazanır Hakkında
  18. Fotoğraflarla geçen yarım yüzyıl/ Özer Kanburoğlu ( Y. Atankazanır Hakkında)
  19. Sinema Bilgi Siteleri
  20. www.milliyet.com.tr Gazete Arşivi
  21. www.dunya.com /haber (Salim Dündar)
  22. http://www.posta.com.tr/yasam/HaberDetay/Donanmanin_seyir_defteri.htm?ArticleID=35535 /Ergun Hiçyılmaz’ın Yazısı
  23. http://www.haberpan.com/haber/enver-pasa--e2-80-98askerlik-kisaltilsin /Enver Paşa Hakkında
  24. Çıpa Dergisi Özel Sayısı/Aralık 2003
  25. Kişiler Hakkında Çeşitli Sitelerden İnternet Araştırmaları
88-yillik

Dile kolay, 29 Ekim 1923’den bugüne tam 88 yıl geçmiş. Saltanatçı yapıdan cumhuriyete koca bir devrimle geçişin seksen sekizinci yılını kutluyoruz. İstiklal Savaşıyla yazılan o efsanevi destan hem atalarımızın işgal günlerinde yaşadığı  acıları gözler önüne seriyor hem de ne denli özgürlüğüne düşkün bir millet olduğumuzu apaçık ortaya koyuyor. Tam da Atamızın dediği gibi; karakteri bağımsızlık olan bir milletin çok zor şartlar altında dahi nasıl mucizeler yaratabileceğini, nasıl birlik ve dirlik olabileceğini, yoklukların içinden nasıl koca devrimlerle çıkılabileceğini cümle cihana ispat eden bir destandır cumhuriyetimizin kuruluş hikâyesi.

Nazım Hikmet’in dizelerinde ne kadar da çarpıcı anlatılıyordu, o varoluş mücadelesini gerçekleştiren insanların onurlu ve fedakâr duruşu…

dağlarda tek  tek  
ateşler yanıyordu.  
ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki  
şayak kalpaklı adam  
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden  
güzel, rahat günlere inanıyordu  
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,  
birdenbire beş adım sağında onu gördü.  
paşalar onun arkasındaydılar.  
o, saatı sordu.  
paşalar : «üç,» dediler.  
sarışın bir kurda benziyordu.  
ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.  
yürüdü uçurumun başına kadar,  
eğildi, durdu.  
bıraksalar  
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak  
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak  
kocatepe'den afyon ovası'na atlıyacaktı.

İşte dağlarda tek tek yanan ateşlerle başlamıştı hikâye. Yıllardır cepheden cepheye koşan Anadolu insanı bıkmıştı savaşlarla gelen yokluklardan. Açlıktan ve ümitsizlikten bitap düşmüştü. Barış gelsin de bu bereketli topraklara adı ne olursa olsun diyordu artık. İşgale bile razıydı. İşte bu umutsuz ve acı sağanakların baş gösterdiği günlerde adı Kuvay-ı Milliye olan bir avuç insan dağlara çıkıyor ve işgale direniyordu. İsimleri Ethem’di, Şahin’di, Mehmet’di, Ali’ydi, Kara Fatma’ydı… Onlar biliyorlardı ki, teslim olmak çözüm değildi. İşgale boyun eğmek, acıları ve yoklukları sürekli kılacaktı. Bağımsız yaşamaya alışmış bu topraklar, köleliğe alıştırılacaktı. Öz değerlerini bir bir yitirecekti.

Onlar biliyorlardı ki, küçücük ateşlerle başlar ve kocaman olurdu yangınlar. Anadolu’nun dört bir yanına serpiştirdikleri bu küçük kıvılcımlar elbette ki kocaman bir ateş topu olacaktı. Onlar küçük ama kahraman insanlardı. Küçük zabitti, zabitti, köylüydü, kadındı, asker kaçağıydı, dağların efesiydi… Yüreklerini sıcak tutan şey, kurtuluş gününe olan imanlarıydı.

Bu küçük çoban ateşleri teker teker birleşmeye başladı Samsun’da, Amasya’da, Erzurum’da, Sivas’ta ve Ankara’da. Artık Atatürk’ün önderliğinde tüm Anadolu’yu kasıp kavuran dev bir İstiklal ateşi yanıyordu. Kim durabilirdi ki, yüreği bağımsızlık hasretiyle yanan bir milletin önünde? Çığ topu gibi çoğalan ve sıradanlıktan kahramanlığa tereddütsüz geçiş yapan bu halkı, kim nasıl esir alabilirdi ki?

Ve sonunda tarihinin başlangıcından bugüne bağımsız yaşamayı ilke edinmiş Türk milleti, yeni destanını yazıyor; Atatürk’ün ilke ve devrimleriyle birlikte yeni yaşam düzenini Cumhuriyet olarak kuruyordu.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? 
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ! 
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, 
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli: 
Değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli! 
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli 
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

ATATÜRKÇÜLÜK VE TOSUNCUK PAŞALAR

Atatürk’ün ilke ve devrimleriyle yepyeni bir yaşam düzenine geçiliyordu. Artık saltanat olmayacaktı. Herkes hür ve eşit olacaktı. Batıdan doğuya, kuzeyden güneye medeniyetle bezenmiş bir memleket yaratılacaktı. Batı tipi demokrasiyle yaşanacak ve ayrıcalıkların, imtiyazların, sınıflaşmanın önüne geçilecekti. Kimse kimseden üstün olmayacaktı. Hakta, hukukta, emekte ve cinsiyette eşitlik olacaktı. İşte cumhuriyete inanç böyle başlamıştı. Bir millet yokluktan varlığa böyle geçmeyi arzulamıştı. Atasına içten ve samimi olarak bağlanmış ve inanmıştı.

Ne olduysa, o hastalandıktan ve öldükten sonra olmaya başladı.

Eski alışkanlıklar bir bir geri gelmeye yüz tuttu. Birileri yeniden imtiyazlı olmak istiyordu. Ayrıcalıkları olsun istiyordu. Kendisinin halktan daha akıllı olduğunu sanıyordu. Cahil halkın kendisini yönetemeyeceğini, o yüzden de zamanı gelince ayar verilmesi gerektiğini savunuyordu. Hatta hep iktidarda olmayı istiyordu. Herkese nizam ve intizam vermek ve böylece devleti daim kılmak çabasındaydı. Nizam ve intizam olmazsa, yıkılırdı yoksa rejim. Devlet öncelikli olmuş, halk ikinci plana atılmıştı. Devleti koruyan ağır ağabeyler hızla imtiyazlı sınıfı oluştururken, cumhuriyetin kendisine tanıdığı hakları kullanmak isteyenler itilip kakılmaya ve kurşunlanıp asılmaya başlanmıştı.

Cumhuriyetçilik, egemenliğin kayıtsız  şartsız halkta olduğunu söylüyordu. Fakat bunu halktan almayı isteyenler güçlenmişti. Palazlanmıştı.

Halkçılık, memlekette sınıfların olmadığını, söz konusu olanın iş bölümü ve dayanışma olduğunu söylüyordu. Fakat onlar, halkı sınıflara bölüyorlardı. Üstelik bunu Atatürk’ü, adını ve ilkelerini kullana kullana yapıyorlardı.

Laiklik, dine ve ibadete karışmamayı, hatta halkın inancına saygı duymayı ve korumayı  savunuyordu. Oysa onlar, bir zamanlar savaştıkları komünizm gibi davranıp, dinsiz ve inançsız toplum yaratma çabasına giriyorlardı. Dindar olanı fişliyor, ötekileştiriyorlardı. Oysa yapılması gereken sadece yobaz olanı diğer samimi inananlardan ayırmaktı. Çünkü Türk’ün karakterinde nasıl bağımsızlık varsa, nasıl vatana ve bayrağa düşkünlük varsa, dinine de düşkünlük vardı. Bu ülkenin gurur ve onurla söylenen İstiklal Marşı, apaçık bir belgeydi. Türk Milleti, Tanrısının kutsamış olduğu bir milletti.

Devletçilik, devletin ve özel teşebbüsün gereken yerde ve zamanda işbirliğini öngörüyordu. Fakat bunu da eş, dost ve akrabayı zenginleştirme kaynağı olarak kullanmaya başladılar. Arpalıklar yarattılar, her şeyi adamlarına peşkeş çektiler. Devletçiliğin ruhuna Fatiha okudular. Ona buna peşkeş çektikleri de, ziyan olup gitti. Çünkü tüccar aklıyla değil, yağma aklıyla yönetiliyorlardı. Öyle anlar geldi ki, kimilerinin adı “Kalebodur Paşa”ya bile çıktı.

Milliyetçilik, millet olma kavramı  ve düsturuyken onu da Hitler’in ırkçılığına çevirdiler. Vatan haini olmayı o kadar ucuzlattılar ki, beylere selam sabah vermeyen herkes kolayca hain ilan olundu. Farklı düşünen, farklı  söyleyen tüm sesler bu yolla kolayca susturuldu. Özellikle komünistler ve sosyalistler bu yöntemle tu kaka ilan edildi. An geldi, kendilerine en yakın olan ülkücüleri bile damgalamaktan çekinmediler.

En önemlisi de devrimciliği  öldürdüler. Atatürk devrimciliğini durağan bir şey sanıp tabiat varlıklarını korur gibi korumayı amaçladılar. Oysa Atatürkçülük, çağdaşlaşma ve medenileşme yolunda devamlı akan bir nehirdi. Her gün yenilenen, yeni ufuklara açılan bir çağlayandı. Teneke kafalarıyla bunu anlayamadılar, algılayamadılar. Atatürk, muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı hedef koyuyordu, onlar bir kaplumbağa gibi kabuğunda yaşamayı seçtiler. Atatürk, “İlk hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” diyordu, onlar Edirne’den ötesini umursamadılar. Hep geriye baktılar, herkesi düşman gördüler. Herkesi düşman görmekle kalsalar yine iyiydi ama uygulamalarıyla, herkesi devletine düşman yaptılar. Herkesin herkese düşman olduğu bir toplumun nasıl millet olacağını düşünmediler bile…

İşte size cumhuriyetimizin seksen sekiz yıllık tarihinin kısa bir özeti.

Biz assubaylar hep kandırıldık. Kemalistliği Atatürkçü olmak sandık. Atamızın kalpaklı resimlerini görünce, ay yıldızlı bayrağımızı görünce; sahiden de O’nun izinden gittiğimizi düşündük. Oysa Atatürkçülük, Kemalizm gibi sığ bir yapı değildi ki. Atatürkçülük Türkiye’yi çağdaşlaştırmak, bilimde, teknikte, eğitimde, sosyal yaşamda ve daha pek çok alanda ileriye taşımaktı. Bir ideoloji değil, bir anlayış, bir zihniyet devrimiydi. Fark edemedik.

Bugün hak ve adalet arıyoruz. Alın terimizin ve emeğimizin karşılığını istiyoruz. Peki, bunu kimden talep ediyoruz? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üst yönetiminden tabi ki… Öte yandan bir tarafımız da sızlıyor. Diyoruz ya onları sahiden Atatürkçü sanıyoruz, bu yüzden de “ya hak isteyelim ama ülkemizde Atatürkçü bir onlar kaldı, aman fazla incitmeyelim” şeklinde düşünüyoruz. Onların Atatürk’le ve Atatürkçülükle zerre kadar bir bağlarının olmadığını göremiyoruz. Vatanımıza, bayrağımıza ve milletimize olan sıkı bağlılığımız, aldığımız devlet terbiyesi gözlerimizi kör ediyor. Farklı düşünmeyi, sorgulamayı ve haksızlığımızın ana kaynağını keşfetmeyi bir türlü başaramıyoruz. Kıdemli Albayına 3500 lira emekli aylığı bağlarken; ömrünü ordusuna, vatanına ve milletine adamış Kıdemli Başçavuşuna bin küsur lira emekli maaşını reva gören bir bozuk zihniyetin nasıl Atatürkçü olabileceğini sorgulayamıyoruz. Görevdeki hiyerarşiyi, yaşamın her alanında hiyerarşiye çevirmelerinden ders alamıyoruz. Hatta onların bize sunduğu oyuncakla, TEMAD denen yapıyla hakkımızı savunabileceğimizi safça düşünebiliyoruz.

Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi ile takke düştü ve kel göründü. Bu “dümenden Atatürkçülüğün” foyası meydana çıktı. Amaç, ülkeyi uluslar arası sermayenin istediği şekilde biçimlendirmek ve hazır fırsatını bulmuşken de farklı düşünenleri şöyle bir sopadan geçirmekti. Bunu başardılar ve devam eden yıllarda da sürdürdüler. Her geçen gün Atatürk’ün yıktığı, parçalayıp tarihin çöplüğüne attığı değerleri yeniden geri getirmeye uğraştılar. “Osmanlı Paşalığını” yeniden hortlattılar. Biliyorsunuz ki, Cumhuriyetin son paşaları İstiklal Savaşımızda bu unvanı alan Atatürk ve Silah arkadaşlarıydı. Tam da laiklik ilkesi kapsamında, 26 Kasım 1934 tarihinde “Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştı.

İşte bundan sonrasındadır ki, Cumhuriyetimiz tek bir paşaya sahip olmuştur. O da sanat güneşimiz Zeki Müren Paşa! Ha bir de sünnet çocuklarının paşalık unvanları vardır. Önlerinde kocaman “Maaşallah” yazısıyla birlikte bir günlüğüne “Paşa” oluverirler oğlan çocuklarımız. Çünkü işin ucunda, “ucundan azıcık” kestirmek vardır. İşte yeni cumhuriyetin gerçek paşaları sadece bunlardır, geri kalanlar Osmanlı Paşası özentisi, Tosuncuk Paşalardır.

Hatırlayacaksınız, 28 Şubat Muhtırası, laiklik elden gidiyor diye verilmişti. Haklı mıdırlar, haksız mıdırlar bilmem ama televizyon ekranlarında sunucuların “Paşaaam!” demesiyle yağları eriyen Tosuncuk Paşalar; zaten bu paşalığı kabul edişle, laiklik ilkesinin içine yapmışlardır. İnanmayan varsa, İlköğretim Sekizinci Sınıf İnkılâp Tarihi ders kitaplarının laiklik ilkesini anlatan sayfalarına bakabilirler. Durum gayet açık ve net!

Osmanlı paşaları her konuda ahkâm kesen, etkili ve yetkili olan adamlardı. İş o kadar ayağa düşmüştü ki, hani şeyini sallasan paşaya değiyordu. İşin suyu çıkmıştı. Zaten bu paşa enflasyonu ülkenin sonunu hazırladı.  İşgal günü geldiğinde de, İstiklal ve bağımsızlık hareketine baş olacak, Mustafa Kemal ve birkaç silah arkadaşı haricinde hiçbir Osmanlı Paşasına rastlanmadı. İşgalcilerden izzet ve ikbal beklentisiyle vatanını ilk satanlar Osmanlı  Paşaları olmuştu anlayacağınız. Üstelik devletin başına çorabı örüp ilk fırsatta kaçanlar da zaten onlardı.

Kim bilir, belki de doğru olan şey; yükseldikçe astlarından uzaklaşan, onların emek ve alın terini, vatan ve bayrak sevgisini kendi kişisel hırslarına basamak yapan ve bir türlü Osmanlı Paşalığı özentisinden kurtulamayan “Generallik” müessesesini top yekûn ortadan kaldırmaktır. Tıpkı bazı çağdaş ülkelerde uygulandığı  gibi… Böylece olası kurtarıcılarından kurtulmuş  ve gerçek anlamda Atatürkçü anlayışa yönelmiş çağdaş  bir cumhuriyete ve gerçek demokrasiye kavuşmamız daha akılcı  bir hedef haline gelir.

12 EYLÜL 1980 DARBESİ  VE ASSUBAYLAR

Bu darbe sırf sivilleri vuran bir darbe değildir. Türk Silahlı Kuvvetlerini de derinden yaralayan bir darbedir. Bu darbe ile birlikte, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki yapı tam anlamıyla Atatürkçülükten uzaklaşmış ve “Tosuncuk Paşa” zihniyetine meyletmiştir. Statükolar yaratmış, ayrıcalıklı sınıfların, imtiyazların ve önü alınamayacak haksız uygulamaların doğmasına sebep olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin omurgasını oluşturan assubayların ve genç yaştaki subayların emekleri ve alın terleri çalınmış ve çeşitli yöntemlerle onların aleyhine kullanılmıştır. Malum yerdeki kılları ağarmış bir takım kişilerin kişisel ikballerine ters düşen şeyler, sanki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tümünün rahatsızlığıymış gibi topluma aktarılmış, medyadaki bir takım Tosuncuk Paşa Yalakaları “Genç subaylar rahatsız” türünden manşetler atmıştır.

Yetmişli yıllarda gerçekleştirilen assubay eylemleri, üst komuta kademesinin gözünü açmış ve işi daha sıkı tutmalarını sağlamıştır. Bildiğiniz gibi İç Hizmetler Kanunu ile Askeri Ceza Kanununun kısıtlılığı  altındaki assubayların bunca katı kanun ve kural içinde hak aramaları nerdeyse imkânsızdı. Fakat çabalar sonuç vermiş  ve mucize bir çıkış yolu bulunmuştu. Sonunda, assubaylar eşleri aracılığıyla seslerini tüm ülkeye duyurmayı başarmıştı. 1979 yılında Donanmada yaşanan Çelenk Olayları da üst kademenin gözünü oldukça korkutmuştu.

Darbeyle birlikte, tüm bu eylemlere kılavuzluk ettiği düşünülen assubay dernekleri yeni bir düzenlemeye tabi tutulmuş ve zapturapt altına alınmıştır. Bugün TEMAD dediğimiz yapının önceki derneklerle pek bir benzerliği yoktur. Bu yapı assubayların hak ve hukuku için değil, Kuvay-ı Milliye türü bir organizasyon amacıyla tesis edilmiştir. Soğuk Savaş döneminin zihniyetiyle oluşturulan bu yapı, barış zamanında kâğıt oynanan, geziler düzenlenen ve meslek anılarının yaşatılacağı bir dernek olarak gözükecek ama olur da ülke işgal edilirse ya da komünizm gelirse; tıpkı İstiklal Savaşı öncesinde olduğu gibi ülkenin küçük zabitleri yeni bir bağımsızlık direnişi başlatacaklardır. Kurgu budur.

Özellikle OYAK, ordu personeline ek katkı sunacak şekilde yeniden yapılanacak ve insanların ağzına bir parmak bal çalınarak, sizi koruyoruz mesajı iletilecekti. Böylelikle assubaylar sistemle bütünleşecek ve verilene razı olacaktı. Daha fazlasını isteyenler ise verilenin de elinden alınması korkusuyla hareket edemez duruma getirilecekti. Komünist teorem açısından bakıldığında bu tam anlamıyla bir tür “Küçük Burjuvalaştırma” operasyonuydu.

Netice olarak seksen sekiz yıllık cumhuriyet tarihinde assubaylar külfeti paylaşırken eşit ama nimeti paylaşırken eşit olmaktan hep uzak tutuldu. Hakkını arama çabasına girenler, çağına göre, kimi zaman komünist, kimi zaman vatan haini, kimi zaman bölücü olarak damgalanmaktan kurtulamadı. İşte bu vatan hainliği meselesini en iyi anlatan, cumhuriyet tarihimizin bilindik vatan hainlerinden(!) olan Nazım Hikmet Ran’dır. Defalarca vatan hainliği damgasını yiyen Nazım Hikmet, 1938 yılında bir avuç deniz assubayı ile birlikte “Donanmayı İsyana kışkırtmaktan” hüküm giymiş ama işin aslının kitap okumaktan öteye gitmediği herkesçe görülmüştür. “Şimdiye kadar yapmadıysan da gelecekte yapmayacağın ne malum?” denilerek işlenmemiş bir suç için yıllarca haksız yere hapislerde yatmıştır. Deniz assubayları ile birlikte Erkin gemisinin sintinelerinde iki büklüm hapis yatmış, zulüm ve işkenceler görmüş ve ayrıca insan onuruna yakışmayacak muamelelere maruz bırakılmıştır. İşte onun dilinden haksızlığa uğrayanların vatan hainliği… Hep birlikte okuyalım ve ne kadar vatan haini olduğumuzu birlikte öğrenelim:

“Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt  
hainiyim, ben vatan hainiyim.  
Vatan çiftliklerinizse,  
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,  
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,  
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,  
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,  
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,  
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,  
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,  
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,  
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,  
ben vatan hainiyim.  
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :  
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”

YOKUM DİYORSAN EĞER, SAHİDEN DE YOKSUNDUR!

Biz assubaylar görevde olduğumuz sürece katı kanunların, kural ve yaptırımların boyunduruğu altında hakkımızı arayıp soramaz hale getirildik. Tek başımıza mücadele etmeye kalktığımızda hiç olmadık yerlerden darbeler aldık. İki kişi, üç kişi, beş kişi olduğumuzda askeri isyanla suçlandık. Ne yana dönsek ağaların sopasından kurtulamadık. Namusumuzla, şerefimizle çalışıp ettiğimiz, anamızın ak sütü  kadar helal olan emeğimizin karşılığını bir türlü  alamadık. Vermediler, yetmiyormuş gibi bizim payımıza düşene de göz koydular.

Emekli olduğumuzda ise onca yılın bıkkınlığı ile “illallah” diyenler oldu. Artık asker değilim deyip, her şeyden elini eteğini çekenlerimiz oldu. Üstelik bunlar o kadar çoklar ki… Sessizliği seçtiler, sessizce yok oldular. Kendilerine başka yaşamlar seçtiler, geçmişlerini unutmaya ve unutturmaya çalıştılar. Sessiz oldular ama sessizliğin sesi olmadığını unuttular. “Yokum!” dedikçe, sahiden de yok olacaklarını, hak ve adalet adına sahiden de unutulacaklarını bir türlü anlamak istemediler. Sadece seslerin ayak sesi olabileceğini görmediler, inanmadılar, inanmak istemediler. Çok erken vazgeçtiler:

“Ayak sesleri var başka işiteceksin

Bizlerin ayak sesinden

Toprağın var suların var ağaçların var

Günlerin gecelerin

Sözlerin biçimlerin ayak sesleri

Ayak sesleri elele

Ayak sesleri kıyamet gibi

Işığın ayak sesi

Gölgenin ayak sesi

Seslerin ayak sesi

Çocuğum ilk ağızda bunları belle

(Arif Damar)”

Kimileri eldeki hakları da kaybederiz diye bize düşman gibi baktılar. Uğradıkları haksızlıkları  sinsi yüreklerinde saklayıp verilenle yetinmeyi savundular. Kazansaydık eğer, eğri bile işemeden hazıra konmanın sevinciyle kahkahalar atacaklardı.

Assubayların onur mücadelesi hep bir avuç idealist insana kaldı. Onlar yılmadılar, yokluklardan varlıklar çıkardılar ve mücadele ateşini hep istim üstünde tuttular.

Eylemler yapıldı, yürüyüşler yapıldı ama ne çare ki, aldığımız devlet terbiyesiyle ancak yirmi üç nisan çocukları gibi, Ankara’nın ıssız bir sokağında bayrak sallamakla yetindik. Kendimiz yağdık, kendimiz gürledik. “Aman ona buna slogan atmayın vereceği varsa da vermez!” korkusuna girdik. “Aman polisimizi üzmeyelim, onlar da bizim gibi devlet terbiyesi görmüş insanlar, devletin memuru birbirini üzüyor” dedirtmeyelim diye uğraştık. Yani çok kibarcık oldu eylemlerimiz. Öyle bir hak aradık ki, bizden başka sesimizi duyan olmadı. Bir eylem olduğunu fark edenler de, elde bayrak görünce,  malum partinin mitingi var herhalde dedi.

Oysa öyle bir eylem olmalıydı  ki, yer gök inlemeliydi. Ankara’nın unutulmuş sokakları  yerine, İstanbul’un orta yerinde gümbür gümbür akan bir sel olmalıydık.

İşte bu yüzdendir ki, TEMAD üzerinden gerçek bir mücadelenin verilebileceğine inanmıyorum. Başka yollar, başka alternatifler üretmemiz gerektiğini düşünüyorum. Parasal kaynağını hak hukuk istediğimiz yerden sağlayan ve rica minnet hak talep etmek zorunda kalan bir dernek yapısıyla hangi hakkı, hangi adaleti nasıl alabilirsiniz ki?

YENİ  TEMAD, YENİ OLUŞUM VE GENÇ  KUŞAK ASSUBAYLAR

TEMAD hep yetmişli yılların anısıyla yaşadı ve yaşatıldı. Oysa yetmişli yılların dernekçiliğinin üstünden balyoz gibi bir darbe geçmişti. Üstüne üstlük, bir de günü kurtarma meraklısı yönetimler işbaşına gelince, TEMAD vasıtasıyla hak hukuk aramak iyice hayal olmuştu. Yıllar yılları  kovalarken, internet icat oluverdi. Sonra “facebook” , “blog yazarları” falan derken, herkes gibi assubaylar da sorunlarını özgür ortamlara taşımaya başladılar. Devlet terbiyesi gereğince hak arama adresi olarak sadece TEMAD’a yönelim olduğundan, tüm tartışmalar da o çatı altında birleşmekten yanaydı.

İnternet siteleri peş peşe açıldı. Birleşmeler, ayrılmalar, tartışmalar derken uzun bir sürecin sonunda TEMAD’ın uykuya yatmış yönetimi tahtının sallandığını hissetti ama vaziyeti nasıl kurtaracağını bir türlü kestiremedi. En sonunda yenilikçi hareketlere teslim oldu ve tasını tarağını toplayıp gitti.

Son TEMAD seçiminin en umut verici yönü, yönetime üç başkan adayının talip olmasıydı. Demek ki yıllardır yapılan uğraşılar sonuç vermiş, birileri değiştirmeyi arzulamış ve bunun için savaşmayı göze almıştı.

Elbette eski başkan ve listesinin yeniliklerden yana olduğunu söylemek zor. Buna rağmen eskinin eski kafalılığı olmasa, yenilerin kıymetini kim nasıl bilebilirdi ki? O yüzden bize değişimin bir zorunluluk olduğunu hissettirdiği için eski yönetime ne derece teşekkür etsek azdır. Onlar bir şey yapmamakta ısrarcı olmasa, asla alternatif adaylar çıkmayacaktı. Ortalık şenlenmeyecekti. Bizler de şimdiki beklentilerimizi yine erteleyecek ve başka baharları bekleyecektik.

Yeni Oluşum Grubu, “Sen yoksan bir kişi eksiğiz!” diyerek herkese seslendi. Herkesi mücadeleye davet etti. Eski seçim deneyimlerinden ders aldığını çevresine hep pozitif enerji dağıtarak gösterdi. TEMAD’ın değişimini gerçekleştirecek güce sahip olduğuna inandırdı delegeleri. Hak ve Onur Mücadelesinde beklenen adımların kendileri tarafından atılacağını müjdeledi. Şimdiden assubay camiasını büyük beklentilere sürükledi. Umuyor ve diliyorum ki, Sayın Ahmet Keser ve ekibi başarılı olur ve yüzümüzü sahiden de güldürürler.

Bu seçimde üçüncü bir aday ve liste daha vardı ki, çok eleştirildi ve yıpratıldı. Eski yönetimin denetiminde görev almış olan Sayın Cengiz Erten’di bu aday. Son anda ortaya çıktığı için eleştirildi. Eski yönetimden yana bir bölen olmakla suçlandı. Eskilerin açığını ortaya koymadığı için yargısız infaza tabi oldu.

Seçim günü geldiğinde ise gerçekten de bir bölen olduğu görüldü. Ama yanlış tarafı  bölmüş, değişimi arzulayan Yeni Oluşum Grubu’nun ekmeğine yağ  sürmüştü. Gerçi bunun böyle olacağı belliydi ama insanlar nedense kötü senaryoyu akıllarına getirdiler. Bay Cengiz Erten, eski yönetimin içinde değil miydi? Öyleyse yanına çekeceği delegeler de eski yönetime sempati duyanlardan olacaktı. Yeni Oluşum Grubu kadar kulis faaliyeti yapmadığı ve ortaya geç çıktığı  için de az oy alması kaçınılmazdı. Bu seçim için amaçları sadece kendilerini üyelere göstermek ve yeni dönemin muhalefeti olduklarını kamuoyuna duyurmaktı.

Seçimler bitti ve eski cepheler bozuldu. Şimdi yeni hatlar kuruluyor. Yeni bir iktidar ve yeni bir muhalefet var. Arada yaşanan tartışmaların ve çöp kutularını boylayan e-postaların üzerine sünger çekilmesi ve herkesin birbirine taze bir başlangıç sunması en doğrusu. Çünkü assubayların onur savaşında kişilerin üzerinden siyaset yapmak kadar anlamsız bir taktik olamaz. Kişiler küçük, amaçlar büyüktür.

Assubayların onur mücadelesi, www.emekliassubaylar.org sitesinin başarısıyla, Emekli Assubaylar Güç Birliği Platformunun çetin mücadelesiyle ve de özellikle TEMAD’ın yeni yüzü ile beklenen ivmeyi kazanmış ve gelecek adına umutlanmamızı sağlamıştır. Bundan sonra hepimize düşen görev, bu mücadeleyi sürdürenleri var gücümüzle desteklemek ve sesimizi olabildiğince güçlü duyuracak yeni yollar, yöntemler geliştirmek, bu sağlam temellerin üzerine yeni yeni tuğlalar ekleyebilmektir.

HATTI MÜDAFAA YOKTUR, SATHI MÜDAFAA VARDIR!

Seksen sekiz yıllık cumhuriyet tarihi boyunca bize yapılan haksızlıkları hepimiz az çok biliyoruz. Günlük yaşamımızda her gün yüreğimizi burkan acılar yaşıyoruz. Kimimiz siniyor, saklanıyor. Kimimiz eldekiyle yetinmeyi savunuyor, devlet terbiyesine yakışmayacak eylem ve davranışların zümremizi zarara sokacağını düşünüyor. Açıkçası, eldekilerin de alınacağı korkusunu taşıyor ama söyleyemiyor. Bu davaya gönül veren bizler ise hakkımız olanı söke söke almanın yolunu, yöntemini arıyoruz, onurlu mücadelesini veriyoruz.

Öyleyse daha derin düşünmeli ve olaylara daha farklı bakmayı becerebilmeliyiz. Kendi kuytularımıza çekilmekten sıyrılmalı, mücadele alanını genişletmeliyiz. Hattı müdafaa etmekten vazgeçmeli ve mücadeleyi geniş satıhlara yaymalıyız.

  • Bundan sonra gazetelere eciş  bücüş ilanlar vermek yerine, meramımızı tam anlatan kısa ve öz şeyler söylemeliyiz.
  • Bundan sonra terk edilmiş sokaklarda kibarcık mitingler yerine, tüm medyanın gözü önünde, İstanbul’da Taksim’de eylem düzenlemeliyiz.
  • Bize asla sendika hakkı tanımayacaklar. O yüzden resmi ya da gayrı resmi sendikal faaliyetlere yönelmeliyiz. Çağdaş ülkelerde nasıl askerin sendikası oluyorsa, Atatürk’ün modern Türkiye’sinde de bizim hakkımız olan sendikamızı  istemeliyiz. Vermiyorlarsa, diretmeliyiz.
  • Daha çok kişiye ulaşmalıyız. Özellikle sanal ağlarda kayıtlı üyelere ulaşacak e-dergi projesi üretmeliyiz. TEMAD Dergisi üzerinden söyleyemediklerimizi ya da söyleyemeyeceklerimizi bu e-dergi üzerinden kitlemize ulaştırmalıyız.
  • Tüm emekli assubayların kabuğundan sıyrılmasını ve toplumun içine girmesini sağlamalıyız. Bu kapsamda, herkes hangi görüşe inanıyorsa, o doğrultuda siyasi partilere üye olmalı ve gidebildiği yere kadar gitmeli. Delege olmalı, yönetici olmalı ve mutlaka assubayların onur savaşını  o mecralara taşımalı. Bu konuda hedef, özellikle meclise giren partiler olmalıdır. Ne söylediği bile belli olmayan tuhaf adamların ve grupların partisinden uzak durulmalıdır.
  • Bir sonraki seçim döneminde mecliste sesimizi duyurabilecek en azından üç-beş milletvekili sokmayı  denememiz gerekir. Artık zümremizi kandırmaya yönelik, göstermelik yapıldığı belli olan aldatmaca önerge ve tekliflere rıza göstermemeliyiz. Hangi şehirden nasıl milletvekili seçebileceğimizin hesabını şimdiden yapmalı ve alt yapısını oluşturmalıyız.
  • Bulabildiğimiz ya da ilgimizi çeken tüm yasal derneklere, kurslara ve benzer yapıdaki kurumlara üye olmalıyız. Bu ilçemizdeki Avcılar Derneği de olabilir, AKUT gibi deprem ve insani amaçlı yardım dernekleri de. Hatta spor kulüpleri bile bu kapsamda ele alınabilir. Bu topluma assubayların insan yüzünü de göstermemiz gerekir. “Bir assubay bile benden fazla maaş alıyor” diyenlerin bizimle tanışmasını mutlaka sağlamalıyız. “Eşidin olarak gördüğün Kıdemli Albaylara da bir şeyler fısıldasana” diyebilmeliyiz.
  • Kapasitemiz varsa, maddi kaynak temin edebilirsek; internet üzerinden yayın yapan televizyon kurmayı  denemeliyiz. Buradan en azından kendi kitlemize kendi programlarımızla sesimizi duyurmamız olasıdır.
  • TEMAD şubelerini yeniden ele almalı  ve kültürel etkinliklerin de tertiplendiği güzide yerler haline getirmeliyiz. Söyleşiler, paneller düzenleyebilmeliyiz. Emekli assubayların  “okeye dönmenin” ötesinde yetenekleri de olduğunu, bilgi ve kültür seviyesinin “kendini beğenmiş ve kutsamış”  pek çok meslek erbabından yüksek olduğunu uygulayarak göstermeliyiz.
  • Hiç oy almayacağını farz etsek bile, sırf oy pusulalarında gözükmesi için bir siyasi parti kurma yolunu da seçenekler arasında tutmalı ve değerlendirmeliyiz. Her yerde TEMAD şubesi olduğuna göre, uygun hamlelerle seçime girecek şartları sağlayabilmemiz mümkün. İş, çarpıcı bir parti amblemi seçmekte ve o amblemi etkin bir silah olarak kullanmakta.

Elbette ki, mücadelemizi daha etkin kılacak nice seçenekler bulunabilir. Bunlar benim sıkça dile getirdiğim fikirler. Daha nicelerini aramızda yapacağımız beyin fırtınalarıyla üretmemiz mümkün. Açıkça söylemek gerekir ki, bu süreçte bize en çok lazım olan şey; akıl ve cesaret.

TEMAD yönetimindeki değişiklikten sonra artık yarınlara daha bir umutla bakabiliyoruz. Üstelik “Yeni Oluşum Grubu” tek seçenek de değil. Hemen ardında bekleyen ve kendilerine “Genç Kuşak Emekli Assubaylar” diyen yepyeni bir oluşum var. Zaman içinde bu grup da kendisini ve hedeflerini kamuoyuna duyuracak ve mücadelemize kendi bakış açısından katkılar sağlayacaktır. En azından iyiye, güzele ve doğruya ulaşma yönünde alternatif bir seçenek olacak ve muhalif söylemleri ile davamıza ne derece sahip çıktığını, ne kadar inandırıcı ve samimi olduğunu zamanla gösterecektir. Eldeki seçeneklerin birden büyük olması o dava için bereketin bir göstergesidir.

Cumhuriyetimizin seksen sekizinci yılına kavuştuğumuz bu gün, yarına umutla bakmayı tercih ediyorum. Yarın ya da çok yakında assubaylar için güneşli, aydınlık ve güzel günlerin geleceğine inanıyorum. Kendimi avutacak sebeplerim var. Tıpkı şairin dediği gibi:

“İçimden hep iyilik geliyor 
Yaşadığımız dünyayı seviyorum 
Kin tutmak benim harcım değil 
Çektiğim bütün sıkıntıları unuttum 
Parasız pulsuzum ne çıkar 
Gelecek güzel günlere inanıyorum 

Gelecek güzel günlere 
Sonunda galip geleceğine eminim 
İyiliğin, zekânın ve cesaretin 
İmanım var zaferine 
Aşkın, adaletin ve hürriyetin

Şairleri peygamberleri düşünüyorum 
Yaşamak o kadar tatlı ki 
Daimî bir sevgi içinde 
Galip sesini işitiyorum hakkın 
Asırlarca zulme ve işkenceye

Necati Cumalı/Son


Aydın Kulak

(Kaynak gösterilerek ve yazar adı  belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.)

NOT: TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı kapsamında, 12 Kasım 2011 Cumartesi günü saat 18.00’da Sokak Kitapları Yayınevi (Salon-2 Stand-107A) standında imza günü etkinliğinde bulunacağım. Kitapsever dost ve meslektaşlarımla karşılaşmak ve tanışmak beni mutlu edecektir.

sehitler

Seksenli yıllardan bu yana bir terör batağına saplandık gidiyoruz. Ne yapsak, hangi çözümü üretsek olmuyor. Öyle bir hale geldik ki, artık tam anlamıyla şehit cenazelerini kanıksadık. Ay yıldızlı bayrağa sarılı tabutlar, her gün görmeye alıştığımız sıradan bir manzara oldu çıktı. İki gün yas tutup sonra unutmayı öğrettiler bize. Gazete manşetlerinde şehit hikayelerini okuyup “ah vah” çektik, sonrasında gözlerimizi yumduk. Bekledik… Biliyorduk ki birkaç gün sonra, bilemediniz birkaç ay sonra aynı sahne yine yaşanacak. Yine hamasi nutuklar atılacak… Yine birkaç emekli albay gazetelerde bu askerlerin nasıl şehit olduklarını resmi prosedüre uyduracak şekilde engin deneyimleriyle izahatlar verecek. Biz de öğreneceğiz; çocuklarımızın komutanlarının hiçbir suçu ve ihmali yok, devletimiz elinden geleni yapmış ama ne yaparsınız ki teröristler kalleş! Bu adamlar her türlü inliği, cinliği yapıyor ve ne yapıp edip bir punduna getirip zalimce ve haince vuruyor vatan evlatlarını.

Daimi Muhalefet Partisi liderimiz de fırsat bu fırsat taşı gediğine koyuyor. “Mehmedin ne kadar komutanı varsa içeri attınız ondan oluyor bunlar. Komutanları hapis diye Mehmedin morali çok bozuk!

Belli ki bayağı kollamış bu fırsatı. Belli ki Mehmedimi iyi tanıyor. Ruh hallerini çözümlemiş iyicene.

Uzman Çavuş Mehmedimin o komutan dediği generalleri hayatında kaç kere gördüğünü düşündü mü hiç bilinmez. Bir Uzman Çavuş,  meslek hayatı boyunca bir generali ya beş kere görür ya on kere. Peki, bir Uzman çavuşun sorunları nelerdir, bilir mi beyefendi? Ordunun astları ne yer, ne içer, ne maaş alır, hangi yasalarla yönetilir? Ordu evi var mıdır? Lojmanı var mıdır? Evi barkı denetlenir mi? Eşinin yaptığı, giydiği gözetilir mi, fişlenir mi? Çocuğunu nasıl doyurur, nasıl okutur? Çocuğunun doğumunu görebilmiş midir? Attığı ilk adıma tanıklık edebilmiş midir? O sevinci yaşayabilmiş midir? Evine ekmeği nasıl götürmektedir?

Peki, şehit ailelerini bilir mi?

Giresun'lu bir şehit babası yıllardır oğlunun naaşını arıyordu bir ara. Buldu mu bilinmez. Koskoca Genelkurmay, şehidini ailesine teslim edememişti. Bir oraya, bir buraya gidip geliyordu adamcağız.    O şehit babası, şimdilerde oğluna kavuştu mu bilinmez.

sehit-3Peki, siz o şehit cenazeleri ile toprağa verilenlerin hepsinin gerçekten de şehit olduğunu mu düşünüyorsunuz? Sakın ha, bir de bürokratik yollardan geçmeniz lazım ki şehidiniz şehit sayılsın. Bakmayın siz, cenazelerde komutan gelir, aileye size hep destek çıkacağız, sahip çıkacağız der ama o iş o kadar kolay değildir. O gördüğünüz komutan iki gün sonra terfi alır ve o günleri unutur. Ordunun astları için kılını kıpırdatmaz. Onların hakkını, hukukunu koruyacak yasalar hazırlamaktan imtina eder. Görevi, sadece o acı yüklü aileyi bir nebze teselli etmektir. Rutine binmiş bir görevdir yapılan vesselam. Anlık olarak gerçekten samimidir ama ya sonra?

Cenazelerden birkaç gün ya da hafta sonra bürokrasi ile cebelleşme başlar. Mehmedin nasıl öldüğü, nerde öldüğü, neden öldüğü bir bir incelenir. Bürokratik kıstaslara göre şehit midir değil midir karara varılır. Evet, şehit diye bayrağa sarılı gömülmüştür ama iş devletin yerine getirmesi gereken yükümlülüklere gelince, bir sürü ince detay çıkar ortaya. Bir de bakarsınız ki, şehit aylığı alamıyorsunuz… Meğerse şehit değilmiş oğlunuz.

Peki, ne diye rahmetli oldu bizim Mehmet?

Bugünün gençleri askere gitmemek için açık öğretim fakültesini iki kere okur hale gelmiştir nitekim. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin komuta kademesinin üstün başarısı bu olsa gerektir.

Bir de bedelli sorunu vardır ki, sormayın gitsin. Eğer Edirne’nin ötesindeyseniz, bastırırsınız parayı ve dövizinizle bir güzel askerlik yaparsınız. Yok, Edirne’den içerdeyseniz vay halinize! Derler ki, bunca şehit varken ben size nasıl parayla askerlik yaptırayım! Ne yapsın vatandaş, futbolcu lisansı çıkartıp, Yunan takımlarında mı oynasın? Katakulli yapıp, dövizle askerlik etmenin yolunu mu açsın? Bir gün bunu da denerlerse şaşmam zaten!

Neyse biz büyük resme bakalım. 1980’li yıllardan bu yana dinmeyen bir yaramız var. Nice Mehmetleri bayrağa sarıyor ve gencecik yaşta gözyaşlarıyla uğurluyoruz. Kaç yıldır bu böyle. On değil, yirmi değil, yirmiyi aşkın yıldır böyle. Ölen genç sayısı da on binleri fersah fersah aştı.

Özellikle iki binli yıllardan beri farklı bir iktidar var. Kürtçe serbest oldu. Televizyon kanalı bile açıldı. Kürtçe şarkıları da doyasıya dinlemeye başladık. Kürtçe kitaplar da vitrinlerde yerini aldı. Üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı Fakülteleri bile kuruldu.

Demek ki bu adamların Kürtçeyle ve Kürt diliyle bir dertleri yokmuş. Olsaydı tatmin olurlardı.

Aflar çıktı. Pişmanlık yasaları yapıldı. Sınırlarda karşılama törenleri yapıldı. Bölgeye dünyanın yatırımı yapıldı. Hava alanları açıldı, duble yol yapıldı, iş geldi, aş geldi, hastane geldi… Halka hizmet geldi.

O halde bunların derdi Kürt halkı da değilmiş. Öyle olsaydı bunca bereketten sonra, silah bırakır ve terörün kanlı beslemesi olmaktan cayarlar, güzel ülkemin kalkınmasına alınteri ve emekle katkı sunmayı denerlerdi.

Terörle bağlantıları görmezden gelinen partilerine göz yumuldu. Bölünelim dediler kimse bir şey demedi. Yerel özerklik dediler tıs çıkmadı, tartışıldı. Kürdistan dediler göz yumuldu. Eski tarihi yer isimlerinin kullanılmasına hak verildi. Ölülerini terör örgütünün bayraklarıyla ve törenle gömmelerine izin verildi. Polise taş ve Molotof atmalarına göz yumuldu. Serapları cayır cayır yakmaları unutturuldu.

Yani demokrasi kulvarında da elden ne geliyorsa yapıldı. O kadar ki, yemin krizinde bile Meclis Başkanı onlarla özel görüştü. Onları demokratik ortama çekmeye çalıştı. Sonuç, koca bir sıfır.

Demek ki dertleri demokrasi de değilmiş. Öyle olsaydı, bölünelim, birleşelim, ayrışalım diyebildikleri bir mecliste yerlerini rahatça alırlardı.

Peki, büyük resim ne? Bunca yıldır bize yutturulan şey ne?

Bakmayın siz, herkes konumuna göre konuşuyor, garip sözler söylüyor. Milliyetçi partiler ve hâttâ tüm partiler şehit cenazelerinden ve ırkçı nutuklardan besleniyor. Çatışma olup da şehitler verilince, siyasiler bu işi nasıl oya çeviririm telaşına düşüyor. Bildiğiniz adı “Barış” olan partiler bile böyle. Onlar da Kürtlerin milliyetçilik damarına bu çatışmalar kanalıyla serum veriyor, besliyor.

Devam eden vatan kurtarma davaları da bu şehitlerden beslenmek istiyor. Şehitlerin ardından yapılan protesto yürüyüşlerinin belirli yöne kaydırılması umuluyor ve böylece güç kazanılacağı düşünülüyor. En son İzmir’deki Şehit Aileleri Derneği böyle bir yürüyüşe katılamayacağını, çünkü amacın görünenden çok daha başka olduğunu açıkladı.

Bazen bazıları için “Kaos” en güzel sistemdir. Tipik bir derebeylik ya da krallık kursanız bile yapamayacağınız şeyleri, adı demokrasi olan sistemlerde kaos ortamı yaratarak ve bunu daim kılarak çok güzel yaparsınız. Amaç kaosu vazgeçilmez kılmak, tıpkı bir esrarkeşe hap verir gibi topluma bunu alıştırmak, müptela yapmaktır. O zaman devlet ve vatan vazgeçilmez olacak, tartışılmaz olacaktır. Burada çatışan her iki taraf da durumdan şikayetçidir ama aslında öyle değildir. Paylaşılan büyük nimetler vardır ama kimin bu paylaşımı yaptığına ulaşmak asla mümkün değildir. Sistemin kurbanları sadece gariban vatan çocuklarıdır ki, onları da anlı şanlı törenlerle ebediyete uğurladığınızda, bu muhteşem seremoni toplumun vicdanını rahatlatır. Halkın isyan duyguları bayrakla, kahramanlık hikayeleri ile ve vatansever basın yorumcularının katkıları ile gerçek bir yurtseverliğe dönüştürülür, biat etme kültürüne evrilmesi sağlanır. Ve siyasete, ekonomiye katkı sunacak, çizilen o kaos dairesini tamamlayacak şekle sokulur. Devir daim yoluyla bu iş böyle sürer gider…

Bizler de böylece kanıksayarak yaşar gideriz.

Peki, bir gün kaosun o fesat dairesi yıkılacak mı? Yıkılır mı?

Ben fikrimi kendime saklıyorum. Sizler de şöyle bir geçmişten geleceğe doğru yaşananları gözden geçirin ve bu soruyu kendinize tekrar sorun:

Acaba bir gün kaosun o fesat dairesi yıkılacak mı?

Yıkılır mı sizce?

Aydın Kulak

(Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında sakınca yoktur.)

humbaraci

Osmanlı’nın son dönemleri genelde Duraklama, Gerileme ve Dağılma dönemi olarak adlandırılır. Oysa bu, Osmanlı’nın kurgusunun savaş ve ganimet olduğu düşüncesiyle yapılan bir tanımlamadır. Aslında kaybedilen savaşların ötesine varıldığında, bu dönemlerde Osmanlı Devleti’nin yoğun bir şekilde modernleşme çabası içine girdiği ve en nihayetinde bunu da aydınlık Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla başardığı söylenebilir. Yani aslında bu karışık dönemler her ne kadar koskoca cihan imparatorluğunun dağılmasıyla noktalansa da, Osmanlı’nın bir aydınlanma çağına girdiği gerçeğini değiştirmez.

Osmanlı’nın modernleşme çabalarının başlangıcında ise Humbaracı Ahmed Paşa’nın kurduğu Humbarahane ve Hendesehane yer alır. Osmanlı’da Batılı anlamda kurulan ilk eğitim kurumu olan bu yapılar, aydınlanmanın, üniversitelerin ve harp okullarının başlangıcıdır aynı zamanda. İlginç olan ise resmi tarihin detaylarında saklanan gerçektir. Humbaracı Ahmed Paşa’nın; Sadrazam Topal Osman Paşa’nın himayesi ile kurmuş olduğu bu naçizane askeri teknik eğitim kurumları aslında bugünkü anlamıyla bir nevi Assubay Sınıf Okulu’dur.

Buradan diyeceğimiz şudur ki, Osmanlı’nın Batılılaşması anlamında atılan ilk adım bir Assubay Sınıf Okulu türü eğitim ocağı kurulmasıdır. Bu askeri eğitim kurumu zamanla değişime uğramış, askeri mühendisliğe, oradan da üniversitelere ve harp okullarına dönüşmüştür. Dilerseniz gelin tarihin bu ilginç dönemine bir de bu pencereden bakalım ve neler yaşanmış, ne sonuçlar çıkmış; birlikte değerlendirelim:

KEŞİF VE İCATLAR OSMANLI’NIN KADERİNİ  DEĞİŞTİRİYOR

Takvimler 1700’lü yılları gösterirken Cihan İmparatorluğu Osmanlı’da bir şeylerin ters gittiği konuşulmaya başlanmıştı. Artık zaferler eskisi kadar kolay kazanılmıyordu. Düşman orduların taktikleri, düzenleri, silahları ve teknolojileri değişmişti. Öyle anlar oluyordu ki, savaş meydanlarında düşmanın ateşli silah kullandığını gören Osmanlı askeri bazen telaşa kapılıp emir verilmeksizin kendiliğinden ricat dahi edebiliyordu. Fark edilmeye başlanmıştı ki, Osmanlı; yaşamını savaşa ve ganimetlere bağlamasına rağmen, öncelediği askerlik sanatında artık geriye düşmüş, çağdan kopmuştu.

Avrupa Devletleri keşif ve icatlarla hem toplumsal yaşamı değiştirmiş hem de ordularını yeni teknolojilerle donatmıştı. Bunların bir yansıması olarak ordu yapı ve düzeni de değişmişti. Geçmişi 1400’lü yıllara kadar uzanan ve orduların orta direği olarak tabir edilen bir assubaylık yapılanması da işlerlik kazanmıştı. Ordular artık iki sınıftan oluşuyordu; birincisi büyük çapta taktiksel bilgiyle ve yeterince de teknik bilgiyle donatılmış bir subay sınıfı, ikincisi ise daha çok teknik ve mesleki edinimlerini savaş sanatında ustaca kullanan mahir bir assubay sınıfı. Aslında bunları biri taktik diğeri teknik ağırlıklı subaylar olarak nitelendirmek daha doğruydu ama savaş alanında liderlik ve komuta etme yetkisi Taktik Subaylara düştüğünden dolayı, hiyerarşik üstünlük de onlardaydı. Onlar savaş sahasının taktik resminin bütününe hakim olacak şekilde yetiştiriliyor ve teknik silahların nerede ve ne zaman kullanılacağına ilişkin yeterli bilgi ve beceriyi yeni tesis edilen askeri okullarda senelerce alıyorlardı. Teknik subay sınıfı ise dallara ayrılarak eğitiliyor ve sadece bir ya da birkaç dalda kendisine bilgi ve beceri kazandırılıyordu. Liderlik vasfı genelde ikinci plana atılıyordu. Onlardan istenen ve beklenen, eğitimini gördüğü alanda teknik ve taktik bilgisini geliştirmesi ve bunu savaş meydanlarında uygulamasıydı. Bu yüzden de üst rütbelere yükselmesi genelde sorun oluyordu. Terfileri sorun olan bu teknik subaylar kadrosu artık yavaş yavaş ordu içinde yeni bir sınıf olarak ayrışmaya başlıyordu.

Bu yeni gelişmeler doğrultusunda yüzyıllarca korktukları ve sahadan hep yenik ayrıldıkları  Osmanlı’ya karşı artık dik durabiliyor ve zaferler kazanabiliyorlardı.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ise zaman zaman kazanılan zaferler modernleşme fikrini hep ötelemeye yarıyordu. Osmanlı Ordusunun Batı Ordularından geri olduğu düşüncesine karşı çıkan Tarihçi Ahmet Vasıf Efendi, bu fikrini şöyle savunuyordu:

Avrupa Orduları silah ve teçhizat bakımından daha önceleri de Osmanlı’dan kuvvetliydi ama Osmanlılar daima Avrupa Ordularından daha üstün olmayı başardı.

BATI İLE ARAMIZDAKİ FARK SORGULANIYOR

Yine de orduyu modernleştirmek adına bazı çalışmalar için uğraş veriliyordu. Örneğin Fransız subayı Rocherfort, orduda yeni bir eğitim formasyonu hazırlamış ve savaşlardaki mağlubiyetin harp sanayindeki geri kalmışlıktan kaynaklandığını vurgulamıştı. David isimli bir başka Fransız ise İstanbul’da tulumba teşkilatını kurmayı başarmıştı.

Rocherfort, “Bab-ı Ali Hizmetinde Bir Fen Kıtası Kurulması Üzerine Tasarı” olarak bir sunum hazırlamış ve bu proje devrin sadrazamı olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya 1716 yılında takdim edilmiştir. İşte bu sunumda; Osmanlı’nın askeri alanda niçin geri kaldığı, hayali kişilikler olan bir Hristiyan ile bir Müslüman arasında geçen konuşmalarla izaha çalışılmıştır. Artık savaşların sadece güç, kuvvet ve moralle kazanılamayacağı, teknik üstünlüğün çok önemli olduğu belirtilmiştir. Avrupa’da teknolojinin silah sanayine uygulanması ile eski kahramanlık hikayelerinin bittiği, teknolojik olarak üstün olanın sayıca üstün olandan daha şanslı olduğu konuşmalar arasında özellikle vurgulanmıştır. Osmanlı’nın bundan dolayı bir an önce teknoloji transferi yapması ve askerin talim ve terbiyesini de yeniden bu şartlara göre düzenlemesi gerekliliği çözüm olarak sunulmuştur. Tüm bunların kısa sürede gerçekleştirilebilmesi için de Avrupa’dan mühendis ve subayların getirilmesi ve askeri talimlerin bunlar tarafından yaptırılması tavsiye edilmiştir.

Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından Paris’e gönderilmiş olan Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet Efendi, Ekim 1720’de gözlem ve yorumlarından oluşan bir “Sefaretname” hazırlamış ve bu “Sefaretname”, Osmanlı’nın Batılılaşma sürecinde bir dönüm noktası olarak kabul görmüştür. Daha çok o günkü Fransa’nın günlük yaşamını gözlemlerine dayalı olarak anlatan Çelebi, özellikle Fransa’da yeniliklere bakış açısını ve sahalarda uygulanışını vurgulamıştır.

İbrahim Müteferrika, Yirmi Sekiz Çelebizade Said Mehmed Efendi ile birlikte matbaasını kurduktan sonra yayınladığı “Usûl-ül-hikem fî nizâm-il-ümem” (Toplum Düzeni İçin Erdemli Yöntemler) isimli eserini, Patrona Halil İsyanı’ndan hemen sonra yazmış ve Padişah I.Mahmut’a sunmuştur. Bu eserde Osmanlı Ordusunun bozulmasının ve Avrupa Devletleri’nin gelişmesinin sebepleri anlatılmakta, aradaki farkı kapatmak için neler yapılması gerektiği belirtilmektedir. Osmanlı’nın nasıl ve neden zayıf düştüğü vurgulanmakta ve çözüm olarak Avrupa’dan ilim ve tekniğin alınması gerektiği açıkça söylenmektedir.

Geri kalmışlığın kabulü  ve yenileşmenin gerekliliğinin anlaşılması üzerine hemen bazı uygulamalar yapılmaya başlanmıştır. Özellikle Sultan I.Mahmut, tahta geçtiğinde teknik donanıma sahip bir subay kıtası kurmak fikrine sıcak bakmıştır. Sultan’a bu konuda yardımcı olan iki isim vardır. Sadrazamı Topal Osman Paşa ve Fransız Topçu Subayı Comte De Bonneval. Burada özellikle Fransız Subayı Comte De Bonneval üzerinde duracağız ve biyografisine bir göz atacağız.

BONNEVAL AHMED PAŞA

bonneval1Claude-Alexsandre Comte de Bonneval, Fransa’nın Limousin şehrinde 14 Temmuz 1675’te doğmuştur. Önce bir Cizvit okuluna devam etmiş, babası öldükten sonra, akrabası olan Mareşal Tourvill tarafından daha on iki yaşındayken Fransız Donanması’na nefer olarak verilmiş, 1688 tarihinde deniz teğmenliğine terfi etmeyi başarmıştır. Daha sonra Mareşal Tourvill kumandasındaki Fransız filosunda, Dieppe, de la Hogue ve Cadix savaşlarına katılmış, bu savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar şöhretinin artmasına sebep olmuştur. Bir şeref meselesinden dolayı Donanma’dan ayrılmış ve 1698’de Karacı olmuştur. 1701’de Piyade Alay Kumandanı olarak Mareşal Catinat’nın maiyetinde İtalya Savaşlarına katılmıştır. 1706’da Fransa Ordusu’ndan ayrılarak, önce Venedik ve daha sonra İtalya’ya sığınmıştır. Fransa’ya karşı savaşmak amacıyla Avusturya Ordusu’na geçmiş ve Prens Eugene’nin idaresi altında bulunan orduda görev almıştır. Provence ve Dauphmu savaşlarında Fransızlara karşı dövüşmüştür. Kuzey İtalya (1709) ve Flandre (1710-12) savaşlarında bulunmuştur. İmparator VI. Charles, başarılarından dolayı kendisini Genelkurmay Heyeti’nde görevlendirmiştir. 5 Ağustos 1716’da Varadin Muharebesinde Avusturya kuvvetlerinden bir kısmının kumandanı olarak Osmanlılara karşı savaşmış ve bu savaş sonrasında rütbesi Mareşalliğe yükseltilmiştir. Fakat daha sonra Prens Eugene ile arası açıldığı için bütün rütbeleri geri alınmış ve beş yıl da hapse mahkum edilmiştir. Affa uğradıktan sonra tekrar Venedik’e geçmiş, burada bir yıl kadar kaldıktan sonra 1729 yılında mülteci olarak Osmanlı Devleti’ne sığınmıştır. Bonneval, Osmanlı’ya iltica ettikten sonra önce Bosna’da, daha sonra da Gümülcine’de ikamet ettirilmiş ve bu süreçte İslamiyet’i kabul ederek, Ahmed ismini almıştır. Bonneval Ahmed, Gümülcine’de iken Sultan I. Mahmut’a mektup yazarak durumunu anlatmış ve Osmanlı Devleti’ne hizmet etme arzusunu bildirmiştir. 1731 yılında Topal Osman Paşa, sadrazam olunca, Batı tarzı ıslahatlar için kendisini İstanbul’a davet etmiştir.

Bundan sonrasında Bonneval Ahmed, Osmanlı Ordusu için Batı tarzı yenilikleri uygulamaya başlamış ve 16 yıl boyunca Osmanlı için görev yapmıştır. Özellikle 1734 yılında uygulamaya koyduğu, Üsküdar’da Topbaşı’nda “Humbarahane” ve “Hendeshane”; Batı teknik ve bilgilerinin ülkeye girişinde bir dönüm noktası olmuştur. Bu “Humbarahane ve Hendeshane”; önce ilk assubay sınıf okulu uygulaması olarak başlamış ve ardından askeri mühendislik yönüne kaymıştır. Humbarahane ve Hendesehane ile Osmanlı’da ve Türkiye’de modernleşmenin ilk nüvesi de atılmıştır.

Bugün harp okullarının ve üniversitelerin başlangıcını oluşturan yapı işte bu yapıdır. İlerleyen dönemde bu “Hendesehane” yeni açılımlara sebep olacak ve buradan İstanbul Teknik Üniversitesi ile Harp Okulları doğacaktır.

Humbaracı Ahmed Paşa olarak tarihimize not düşülen bu Fransız Subayı, ilerleyen zaman içinde Beylerbeyi rütbesine haiz oldu. Paşa oldu. Hatta Osmanlı’nın dış siyasetinde bile çok etkili oldu. Nihayetinde, Sadrazam Topal Osman Paşa’nın görevden alınması sebebiyle o da gözden düştü ve 1738 yılında Kastamonu’ya sürüldü. Bir yıl sonra geri döndü. Görevine devam etti. 1747’de İstanbul’da ölen Humbaracı Ahmet Paşa’nın ardından kurmuş olduğu Hendeshane, yeniçerilerin muhalefeti nedeniyle bir süre kapatıldı. Humbaracı Paşa’nın naşı, İstanbul’da Galata Mevlevihanesi Mezarlığı’na defnedildi.

Humbaracı Ahmed Paşa’nın pek sık ülke değiştirdiğini ve hatta kendi ülkesi Fransa’ya karşı savaştığını gördüğünüzde şaşırmış olabilirsiniz. Fakat tarihin bu dönemlerinde bu tip olaylara pek sık rastlanmaktaydı. Bu yüzdendir ki, ilerleyen dönemlerde pek çok yabancı subay Osmanlı Devleti tarafından modernleşme çabaları için sıkça kullanılacaktı.

Humbaracı Ahmed Paşa, bazı özellikleri nedeniyle pek sevilmeyen bir kişiliğe sahiptir. Dilerseniz bunları da şöylece belirtelim:

Humbaracı Ahmed Paşa, Müslümanlığı ve Osmanlılığı kabul etmesine rağmen Türkçe öğrenmemiştir. Ayrıca, evinde bir Fransız gibi giyinmiş, alışkanlıklarından vazgeçmemiştir. Özellikle de ömrünün sonlarına doğru, Fransa’ya geri dönmek için uğraş vermiş, geri dönmeyi çok istemiştir. Sünnet olup olmadığı konusunda da tereddütler vardır. Kendi anılarında sünnet olmaktan kurtulamadığını belirtmektedir ama o dönemde İstanbul’da görüştüğü Casanova’nın hatıratlarında, sünnetle ilgili olarak Şeyhülislam’dan izin istediği belirtilmektedir.

Onunla ilgili en önemli iddia ise Türkiye’de masonlaşmayı başlatan adam olduğu yönündedir.

Ayrıca yine söylememiz gerekir ki, Humbaracı Ahmed Paşa yalnız bir Islahatçı olarak anılmaz. Aynı zamanda özellikle 1734 yılından ölümüne değin Osmanlı ile Avrupa Devletlerinin dış politikalarını da perde arkasından idare eden şahıstır.

OSMANLI MODERNLEŞMESİNİN BAŞLANGIÇ  NOKTASI: HUMBARAHANE VE HENDESHANE

humbarahaneklas-halcoluHumbaracı Ahmet Paşa tarafından kurulan Humbarahane’de geometri bilen humbaracılar yetiştirmek amacıyla, pratik talimlerin yanı sıra geometri, trigonometri, balistik ve teknik resim gibi teorik dersler de gösterilmiştir. Başlangıçta sırf humbaracıları modern tekniklerle yetiştirmek amacını  güden bu askeri eğitim kurumu, zamanla kendini geliştirmiş  ve askeri mühendisliğe doğru yol almıştır. Böylece Humbarahane ve Hendeshane, günümüz bilgileri ile değerlendirildiğinde küçük ve orta rütbedeki subayları yetiştiren bir tür assubay sınıf okulu işlevinden yola çıkarak, askeri mühendislik yönüne doğru akmıştır.

1734 yılında eğitime başlayan okul, yeniçeri korkusuyla 1736 yılında tatil edilir. Araştırmacı Mustafa Kaçar’ın anlatımına göre ise 1738’de Humbaracı Ocağı’nın nizamının bozulması ve yoklamada bulunmadıklarından dolayı çok sayıda humbaracının maaşlarının kesilmesiyle, ocakta kargaşa çıkmış ve Bonneval Ahmed Paşa bu yüzden gözden düşmüş, Kastamonu’ya sürgün edilmiştir. Bir yıl sonra tekrar geri dönmüş ve aynı göreve devam etmiştir. Yani Humbarahane ve Hendeshane kesintiye uğramamış ama sönükleşmiştir. Ta ki 1747’de Bonneval Ahmed Paşa’nın ölümüne değin.

1759 yılında Sadrazam Ragıp Paşa tarafından eski öğrencileriyle ve onların çocuklarıyla, okul, yeniden açılır. Bu kez okulun eğitim verdiği yer Haliç-Karaağaç’tır. Okul, III. Selim dönemine kadar eğitimine devam eder fakat eskisi kadar etkin değildir. 1790 yılında III. Selim tarafından okul kışlası büyütülüp genişletilir. 1792’de ise Halıcıoğlu’na bir kışla yaptırır ve Lağımcılar (İstihkamcılar) ile Humbaracıların eğitimini buraya alır. 1795 yılında ise okul lağvedilir ve öğrenciler Mühendishane’ye nakledilir.

Bilimlerin kuramsal olarak öğretildiği, silah ve cihazların ise ameli olarak kullanımının gösterildiği Humbarahane ve Hendeshane ile birlikte, medrese eğitiminden farklı olarak yeni bir eğitim ve yeni bir kurumlaşma ortaya çıkar. Genel amacı askeri teknik eğitim görmüş subaylar yetiştirmek olan bu yeni eğitim anlayışı 1775 yılında yeni meyvesini verir.

29 Nisan 1775 tarihinde (bazılarına göre bu tarih 1776) Tersane-i Amire bünyesinde askeri mühendisliğe yönelik eğitim amacıyla yeni bir Hendeshane kurulur. Bu kurumun başına da yine bir Fransız olan Baron de Tott getirilir. 1776 tarihinde Hendesehane’nin Batı kaynaklarına uygun yeni kuram ve yöntemlerle matematik ve istihkamcılık eğitimi veren bir Osmanlı Eğitim Kurumu olduğunu belirleyen nizamname hazırlanır. Hendesehane, 1781 yılından itibaren Mühendishane olarak anılmaya başlar.1806 yılında "Mühendishâne-i Bahrî-i Hümayun" (İmparatorluk Deniz Mühendishanesi) adını alır.

Bunun öncesinde ise Deniz Harp Okulu’nun kuruluş tarihi başlangıcı olarak kabul edilen 1773 yılı  vardır ki, burada söz konusu edilen eğitim, bir nevi gemi kaptanı yetiştiren kurs niteliğindedir ve Kasımpaşa’daki bir kalyonda açılmıştır.

1793 yılında ise Nizam-ı Cedit kapsamında “Mühendishane-i Cedide” adıyla yeni bir mühendishane daha kurulur ve bu mühendishanede Humbaracıların, Lağımcıların ve Topçuların eğitimi verilir. Eğitimler 1794 yılında başlatılır. İlk kurulan Hendesehane ve Humbarahane öğrencileri de 1795 yılında buraya nakil alınır.

1806 yılında Mühendishane-i Cedide adı, "Mühendishâne-i Berrî-i Hümayun" (İmparatorluk Kara Mühendishanesi) olarak değiştirilir. Böylece Humbarahane ve Hendeshane ile çıkılan yolda iki yeni ve özgün mühendishane oluşur: "Mühendishâne-i Berrî-i Hümayun" ve "Mühendishâne-i Bahrî-i Hümayun”!

Mühendishane-i Bahr-i Hümayun, daha sonra 1845 yılında Heybeliada’ya taşınacak ve “Bahriye Mektebi” adını alacaktır.

Türkiye’de batı tarzı  ilk üniversitenin açılışı ile ilgili farklı tarihler ve görüşler ileri sürülmektedir. Bu görüşlerden bir tanesi, İstanbul Teknik Üniversitesini ilk kabul ederken, bir diğer görüş ilk üniversitenin Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) olduğunu savunur. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ilk olduğunu kabul edenlere göre ilk üniversitemiz; Çeşme yenilgisinden sonra, 1773 yılında kurulan ve kısa bir süre sonra faaliyete geçen Mühendishane-i Berr-i Hümayun ile günümüzdeki İTÜ’nün kökenini oluşturan Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’dur.

Yukarda yazdığımız hususları şöyle bir değerlendirirsek, Hendesehane ve Humbarahane ile başlayan ve günümüz koşullarında “Assubay Sınıf Okulu” eğitimi diyebileceğimiz koşullarda yeşeren eğitim ortamının üniversitelere ve mühendislik eğitimine doğru sıçrama yaptığını görürüz. Bugün tekniker ve operatör düzeyindeki insanlara tepeden bakıp burun kıvıranların bu geçmişi özellikle hatırlamasını ve nerden geldiklerini, yola nasıl çıktıklarını bir tarafa not etmelerini içtenlikle dileriz. Kaldı ki, o günün koşullarında bu mühendishaneler tam olarak birer üniversite değildi. Yine askeri teknik eğitim veriyorlardı ve Meslek Yüksek Okulu ile fakülte arasında bir konumları vardı. Buraya devam edenler askeri personeldi ve genelde küçük ve orta rütbeli zabitlerdi.

HUMBARAHANE VE HENDESEHANE EĞİTİMİ

humbaraclarHumbara, el bombasına benzer küçük el toplarıydı ve tüfekle atılanı da vardı. O zamanlarda, kılıç ve tüfeğe karşı Avrupa ordularında etkin olarak kullanılıyordu. Önceleri topçu ve cebeci ocaklarının bâzı bölükleri humbaracı idiler. On altıncı asırda ayrı bir ocak hâline getirildiler. İstanbul’daki ulûfeli humbaracılardan başka, taşrada tımarlı humbaracılar vardı. Her ikisinin âmiri İstanbul’daki humbaracıbaşı idi. Kışla ve fabrikaları Üsküdar Ayazma’da idi. Mevcudu 18. Yüzyılın ilk yarısında altı yüz civarında olan ocak; oda denilen ve her biri yüz kişiden meydana gelen altı bölüğe ayrılmıştı. Bunların üçü ulûfeli, üçü de tımarlı idi. Her ulûfeli odaya iki yüz akçe ile bir odabaşı ve doksanar akçe ile iki tane ellibaşı ve elli akçe yevmiye ile üç tane otuzbaşı ve otuzar akçe yevmiye ile on tane onbaşı, vekilharç, çavuş, imam, cerrah, yazıcı, davulcu tâyin edildi. Neferlerin yevmiyesi on sekiz; Alaybaşı denilen humbaracıbaşının yevmiyesi ise üç yüz altmış akçe idi.

Bonneval Ahmed Paşa, Humbaracı Ocağı’nda, emri altında bulunan üç Fransız subay ile birlikte Üsküdar, Doğancılar semtindeki Ayazma Sarayı’nda yeniden inşa edilen bir kışlada (bir imalathane ve bir kışla), hem kuramsal hem de uygulamalı olarak savaş hazırlık eğitimi vermeye başlar. Bu şekilde, teknik donanıma sahip personelin yetişmesinde ilk adım atılır. Çalışmaları biraz ilerleyince de Humbarahane ve Hendesehane adlı askeri okulda, yetenekli ve seçkin gençlerin eğitimine başlar. Projesini daha da ilerletir ve aynı kapsamda askeri mühendislik tanımına girecek eğitimlere de yönelir. Böylece Osmanlı Ordusu’nda ilk defa bir Avrupalı uzman idaresinde oluşturulan bir askeri ekip, Avrupa savaş taktikleri eğitimi ve cihaz tekniği ile mühendisliğini görmeye başlar.

Humbarahane ve Hendesehane; gerek askerî açıdan gerekse idarî yönden Osmanlı askerî teşkilatındaki benzer ocaklardan farklı bir şekilde düzenlenmiştir. Bu ocakta, geometri bilen humbaracılar yetiştirmek amacıyla, pratik talimlerin yanında geometri, trigonometri, balistik ve teknik resim gibi teorik dersler de gösterilmiştir. Ayrıca bilimsel temelli olarak kale ve tabya inşası, top ve humbara tabyalarının yapımı gibi dersler de söz konusudur.

Tarihi kaynaklarda Hendesehane'nin ilk hocasının Yenişehir Müftüsü Hacı Mehmed Efendizade Said Efendi olduğu ve hendese (ölçme tekniği)  öğrettiğini belirtmektedir. Mühendislikte kullanılan çeşitli aletler onun sayesinde burada yapıldı ve öğrencilere faydalı oldu. Said Efendi,Humbarahanedeki hendese hocalığı zamanında top atışlarında mesafe ölçmeye yarayan ve Avrupalılar tarafından icad edilmiş bazı aletlerin kullanılması ve özellikleri hakkında; humbaracıların atış sırasında mesafe tayinleri için icad edilmiş bir alet olan ''dürbünlü rubu' müceyyebi zü'l-kasveyn''in kullanılmasından bahseden Rubu Müceyyeb Zü'l-kasveyn Aleti ve İstimali Risalesi adlı Türkçe bir eseri n de sahibidir.

ESKİ  YAPIYA YENİ BİNA BENZETMESİ

1.mahmutI.Mahmut devrine denk gelen bu ıslahat hareketleri aslında genel anlamıyla “eski yapının içinde yeni teşkilatlar” şeklinde olmuştur. Yani Batı’daki gibi eski defteri kapatıp geniş anlamıyla büyük çaplı değişiklikler yapılmamış, yenilik eski yapıya yamanmaya çalışılmıştır. Zaten bu durum Yeniçeriliğin kaldırılışına kadar böylece devam etmiştir. Humbaracı Ahmed Paşa “Artık cesaret ve kahramanlığın bu çağda yetmediğini, çağdaş askerlik mesleğinde teknik bilginin, disiplin ve eğitimin, asker maaşlarının düzenli ödenmesinin önemli olduğunu, bu esasların ise Osmanlı ordusunda olmadığı” fikrinden hareketle, daha önce görev yaptığı Fransa ve Avusturya ordularında olduğu gibi reformlar planlamıştır. Özellikle aylıkların ve emekli maaşlarının verilmesinde düzen sağlanmasını ve böylece askerliğin gerçek anlamda bir meslek haline gelmesini istemiştir. Yeniçeri birliklerinde de bir takım düzenlemeler yapmaya çalışmıştı. Fakat yeniden düzenlediği birliklerin başına kendi ekibinden yabancı subayları getirmesi rahatsız edici bulunmuştu. Bu yüzden de genelde vaktini Topçu birliklerine ayırdı ve yeniliklerine orada devam etti. Hendesehane ve Hummbarahane ile birlikte Top dökümhanesi, Baruthane ve Tüfek Fabrikası da kurmayı başardı.

Yaptığı yenileşme çalışmaları  sürecinde Türk askerini tanıma fırsatını da bulan Humbaracı  Ahmed Paşa, Türk askerinin üstün nitelikleri ile farklı olduğunu görmüş, eğitimler sonrasında oluşturduğu birliğinin Fransız ve Almanların gıpta edecekleri düzeye çıktığını vurgulamıştır. İşte bundan sonradır ki şöyle bir söz etme gereği duymuştur:

“Mahir bir general, bu askerlerle dünyayı bir baştan bir başa katedebilir!”

İlerleyen dönemlerde yapılan çalışmalarda da (özellikle Baron de Tott) hem assubay eğitimlerini hem de mühendislik eğitimlerini çağrıştıran okullaşmalar ve ıslahatlar söz konusudur. Osmanlı’nın son dönemleri hala keşfedilmeyi bekleyen pek çok sır ve detaylarla doludur. Dönem, gerek savaşların çokluğundan gerekse pek çok ıslahatın kısa dönemlere sığdırılmaya çalışılmasından dolayı karmaşık bir yapıdadır.

SER ÇAVUŞU SELİM

Serçavuşu Selim, Humbaracı Ocağı’nda 240 Akçe yevmiye ile çalışan ve aynı zamanda harp sanayi fennini ve ilmini öğreten muallim sıfatına yani “Muallim-i İlm ve Fenn-i Sanayi-i Ateşbazı” ünvanına sahiptir. Muhtemelen Fransız asıllı olduğu düşünülen Mühendis Selim’in “Cenk Mimarbaşılık” ünvanı da söz konusudur. Mühendis Selim, 1735 yılında Humbaracı Ahmed Paşa’nın maiyetinde Ulufeli Humbaracılar Kışlası Birinci Odası’na Başçavuş olarak tayin edilmiş ve küçük yaşından itibaren harp sanatı ve mühendisliği eğitimi görmüştür. Serçavuşu ve Mühendis Selim; 1738 yılında kendisine “Cenk Mimarbaşılık” beratı ihsanı için vermiş olduğu istidasında “gerek müceddeden hendese üzere kale inşası, gerek hendese üzere meteris aldırıp top ve humbara tabyaları tertip etmek ve sair cenk mimarlığına müteallik olan ressamlık hususlarına dahi mahareti olduğunu” belirtmiştir. Beyanından ve eldeki kayıtlardan, Avrupa’da da konusunda eğitim aldığı anlaşılan Serçavuş Selim’in 1740 senesinde ulufesinin kesildiği, 1741 yılında ise Belgrat taraflarına görevli olarak gönderildiği anlaşılmaktadır. Hayat öyküsü hakkında pek fazla şey bilmediğimiz Serçavuş ve Mühendis Selim’in 1735-1741 yılları arasında Humbarahane’de eğitim faaliyetlerinde bizzat bulunduğunu ve Osmanlı Ordusu’nda Avrupa askeri tekniklerinin eğitim ve öğretiminde rol aldığını söyleyebiliriz.

NEDEN ASSUBAY SINIF OKULU?

astsbmyokaraHepimiz az çok biliriz ki, Osmanlı’da askeri yapılanma ve terfi şartları bugünkünden çok farklı  durumdaydı. Askeri okullar açılana değin belirli bir sınıflandırma yoktu. Anlattığımız bu dönemde de ayrıca subay yetiştiren bir okul bulunmuyordu. Ocakta ve savaşlarda istidâd ve kabiliyetli kimseler gösterdikleri başarılara göre yükselmek suretiyle yayabaşı, bölükbaşı, baş karakollukçu, baştüfekçi, tüfenkcibaşı, avcıbaşı, tâlimhânecibaşı, zenberekçibaşı, baş bölükbaşı, peykbaşı, asesbaşı, başyayabaşı, muhzırbaşı, başçavuş, başhaseki, solakbaşı, zağarcıbaşı, samsoncu başı, turnacı başı, yeniçeri kâtibi, sekbanbaşı ve nihayet yeniçeri ağası olurlardı. Bugünkü generale kadar rütbe karşılıkları olan bu görevlerde bulunanlar, ancak başarıları karşılığında yükselebilirlerdi. Yeniçeri ağası ise pâdişâh tarafından seçilirdi. Âmiri sadrâzamdı. Sadrâzamla yeniçeri ağası arasında başka bir kumanda kademesi yoktu.

Dolayısıyla bugünden bakıp o günkü  şart ve koşullarda kimlerin assubay kategorisinde değerlendirileceğini belirlemek çok zordur. Her çağ kendi değer ve dinamikleri ile değerlendirilebilir. Bu yüzden de benim gibi amatör olarak tarihle ilgilenen ve profesyonel tarihçilerin yaptıkları çalışmalardan derlemeler yaparak ve yorumlar üreterek çalışan birisinin böyle bir saptamada bulunabilmesi tarihi zorlamak olur. Sizler zaten bilmektesiniz ki, Osmanlı tarihine ait pek çok resmin altında açıklayıcı veya tamamlayıcı bilgiler yer alır. Örneğin o dönemin gayet düzgün bir kıyafetle ve hatta kılıçla donatılmış başçavuş’unun resim altında hemen şöyle bir ibare yer alır: “Başçavuş (Subay)”! Yani hemen sorgusuz sualsiz, tarihçilere ve bilimselliğe dayanmaksızın tek yönlü olarak tarih biçimlendirilmiş ve sükseli kuvvetlerin forsu zedelenmekten kurtarılmıştır.

İlk harp Okulu olarak tarihe not düşülen Deniz Harp Okulu, tarihini nedense bu Humbarahane ve Hendesehane’ye değil de, ne olduğu tam olarak anlaşılamayan bir Kaptanlık Kursu’ndan başlatır. Oradan da yeni Hendesehane’ye ve Bahr-i Hümayun’a geçer. Böylece ne olduğu tam anlaşılamayan ve ilerde “meğerse Harp Okulu’nun başlangıcında assubay eğitimi denecek bir model çalışma varmış” gibi bir takım başağrılarından kurtulmayı dener. Oysa nasıl bir resmi tarih düzerlerse düzsünler, her geçen gün o humbarahane ve hendesehane çok daha iyi anlaşılacak ve gerekli not; tarihe, tarafsız bilim adamlarınca mutlaka düşülecektir. Fiyakalı tarih yazmak adına görmezden gelinenleri söyleyecek gerçek aydın ve gerçek cesuryürekler bir gün mutlaka sözlerini söyleyeceklerdir. Tıpkı biraz sonra belirteceğimiz gibi…

i-tuİstanbul Üniversitesi ile İstanbul Teknik Üniversitesi arasında tatlı bir rekabet vardır. İkisi de Batılı anlamda ilk üniversite olduklarını tarihe not düşerler. İstanbul Üniversitesi, kendi tarihinin başlangıcı olarak İstanbul’un fetih tarihini alır ve hatta biraz daha ileriye gider ve Osmanlı ile Bizans tarihinin birlikte incelenebileceği görüşünü savunanların desteğiyle, kuruluş yılını Bizans dönemi olan 1 Mart 1321 yılına değin götürür. İstanbul Teknik Üniversitesi ise daha alçakgönüllüdür ve tarihinin başlangıç noktası olarak, Deniz Harp Okulu ile aynı kuruluş tarihini paylaşır. Yani bir kalyonda başlatılan ve aksakallı ihtiyar kaptanların da katıldığı bir Kaptanlık Kursunu! Fakat İTÜ’nün tarihi hakkında yazılan makaleleri okuduğunuzda, aslında başlangıcın bu makalede anlattığımız Humbarahane ve Hendesehane’ye değin uzadığını mutlaka yazarlar. Nedense, bu Hendesehane ve Humbarahane’yi farklı şekilde yorumlamayı seçerler. Askeri mühendisliğin başlangıcı saymayı yeğlerler ve bu şekilde onlar da fiyakalı tarihlerinin geçmişinde “assubay sınıf okulu” türü bir teknik eğitim yuvasının olduğunu görmezlikten gelirler.

Oysa Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bünyesinde bulunan Topçu ve Füze Okulu, başlangıç tarihini, 1734 yılında kurulan Humbarahane ve Hendesehane’ye dayandırarak, foyaları meydana çıkarır. Daha da önemlisi, bir tarihçinin tarihe düştüğü not apaçık gerçeği ortaya koyar:

“1730 İhtilali’nin sarsıntılarını atlatan devlet, faydalanmaktan artık bir çekinme duymadığı yabancı danışmanların da yardımıyla Topçu Sınıfı’nın teknik bilgi ile yetişmiş Astsubay kadrosu için, 27.12.1734’de, Üsküdar’da, Toptaşı’nda ‘Hendesehane’ adı altında bir okul açmıştır ki bu müessese memleketimizde asker ve sivil mühendis okullarının çekirdeğini ve müsbet bilimler öğreten ilk meslek eğitim kurumumuzu teşkil etmektedir.”

Kim söylüyor diye merak ettiyseniz hemen belirteyim: Tarih Araştırmacısı ve bir eğitim savaşçısı olan merhum Faik Reşit Unat. İsmi Cumhuriyetin eğitim tarihine altın harflerle yazılmış bir bilim insanı olan Faik Reşit Unat.

Kaderin cilvesine bakın ki Faik Hocamız bir Topçu Albayı’nın oğludur. Gerçek bir aydın olmanın sorumluluğu ile kimsenin söyleyemediğini söylemiş ve tarihe notunu açıkça düşmüştür. Yine belirtmemiz gerekir ki sevgili Hocamızın Harp Okullarının kuruluş tarihini belirleme çalışmaları  da söz konusudur. Kim bilir, belki de burada gerçekleri söylemiştir ama çok bilen ulema kısmı tarihini yine işine geldiği gibi okumuştur.

Bugün değerli çalışmalarıyla eğitim camiasında adı hep zikredilen, tarihçi yönüyle hep saygıyla yad edilen bu değerli bilim insanının adı; isminin verildiği okullarda yaşatılmaktadır. Oysa onun için söylenecek sözü, vakt-ı zamanında eğitimci Rauf İnan söylemiştir bile:

“Bilim ve Kültür onda üzerine giydiği güzel bir elbise değil, karakterinde ve kişiliğinde her zaman açılan bir aydınlıktı!”

Ben de 1964 yılında hakkın rahmetine kavuşmuş olan bu istisna bilim adamının bu naçizane pasını  alıyor ve süslü adamların süslü tarihine golümü  atıyorum. Artık, tarihi kahramanlıklarla ve destanlarla dolu Türk Assubaylarının kronolojisine işleyeceğim eşsiz bir bilgiye daha sahibim!

Aydın Kulak

(Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur. Bu yazıda aşağıda belirtilen kaynakçalardan faydalanılarak bir derleme ve yorumlama çalışması yapılmıştır.)
Kaynakça
  1. Türk Modernleşmesinin Osmanlı Kökenleri: Sultan II. Abdülhamit Dönemi Eğitim Konuları/Ömer Faruk Yelkenci/Yeditepe Üni. S.B.E./İstanbul-2008
  2. Osmanlı Devletinde Islahat Hareketleri ve Batı Medeniyetine Giriş Gayretleri (1700-1839)/ Dr. Mehmet Karagöz/İnönü Üni. S.B.E.
  3. Sultanın İsimsiz Kahramanları/Doç. Dr. Mustafa Kaçar/Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi/ 12 Aralık 2007
  4. Türkiye’de Üniversitelerin Gelişim Süreci ve Bölgesel Dağılımı/Doç. Dr. Sevil Sargın/Süleyman Demirel Üni. S.B.E. Dergisi/Sayı: 5, 2007, 133-150
  5. Modern Eğitim Kurumlarının Batılılaşma Dönemindeki Gelişimi (1700-1900)/Okutman Yakup Göktaş/A.Ü. K.K. Eğitim Fakültesi Güzel sanatlar Eğitimi Bölümü
  6. Mühendishane’den İstanbul Teknik Üniversitesi’ne Kısa Mühendislik Tarihimiz/ Mustafa Kaçar-Atilla Bir/ İTÜ Mustafa İnan Kütüphanesi- Sayı: 1639/2008
  7. Osmanlı İmparatorluğu’nda Bilim ve Eğitim Hayatında değişmeler ve Mühendishanelerin Kuruluşu (1808’e kadar)/Mustafa Kaçar/ www.bilimtarihi.org
  8. İstanbul teknik Üniversitesi’nin Kısa Tarihçesi/Prof. Dr. Kazım Çeçen/İTÜ Bilim ve Teknoloji Tarihi Araştırma Merkezi Yayın No: 7/ http://www.arsiv.itu.edu.tr/tarihce/index.htm
  9. The Beginning of The Military Renovation in The Ottoman Empire/ Mustafa Kaçar/ www.bilimtarihi.org
  10. http://www.dataci.net/osmanlida-bilim-ve-teknoloji.html
  11. Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi/İlhan Apak Yönetiminde Heyet Yayını/ İhlas Matbaacılık ve Gazetecilik
  12. Türkiye Tarihi-3/Sina Akşin Yönetiminde Heyet yayını/ Cem Yayınevi
  13. İstanbul Üniversitesi, İTÜ ve Dz. Harp Okulu internet Siteleri
  14. Tarihçi Faik Reşit Unat’ın Milli Eğitime ve Tarih Eğitimine Katkıları/Yrd. Doç. Dr. Bahri Ata/Gazi Eğt. Fak./Türk Yurdu, Sayı: 260, Nisan 2009 
oyak-karpayi

Bilindiği gibi OYAK, çeşitli nedenlerle BDEGS'nde değişiklikler yaptı ve 01 Eylül 2011 tarihi itibarıyla da uygulamaya koydu.

Buna göre, daha önce %9 olan garanti gelir %5’e düşürüldü ve bu oranı kabul etmek istemeyen eski üyelere sistemden çıkma hakkı verildi. Şimdi eski üyelerin kafası biraz karıştı. Çıkmak mı iyi, kalmak mı diye düşünmekteler.

Sevgili meslektaşlarımın bu konuda karar vermesine yardımcı olmak amacıyla bazı açıklayıcı  bilgi ve yorumlarımı belirtmek gereği duydum.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, BDEGS %9 garanti gelir oranıyla, dünyada eşi ve benzeri bulunmayan nadide güzellikte bir sistemdir. Düşünün bir; toplu paranız var ve bunu sisteme yatırıyorsunuz. Bir sene sonra da maaş almaya başlıyorsunuz. Üstelik anaparanıza da belli bir oranda ilave yapılıyor ve erimesinin önüne geçiliyor.

Hayat Sigortası, Bireysel Emeklilik ve A Tipi Fonlar gibi aldatmaca sistemleri düşündüğünüzde karşınızda gerçekten de bulunmaz bir nimet duruyor.

Lakin dünya eski dünya değil. Türkiye de eski Türkiye değil. Şimdi faizler yerlerde sürünüyor. Başlangıçta sistemi kuranlar tarafından pozitif görünen bu sistem artık yeni dönemde OYAK’ın üzerinde bir kambur. Faizin %7-8 olduğu bir ülkede %9 gelir garanti ediyorsunuz. Başaramayınca da cepten takviye yapıyorsunuz.

Eskiden kılınızı kıpırdatmadan %25-30 faiz almanız mümkündü, ama şimdi? Şimdi öylesine bir gelir elde etmek maalesef yaratıcılık istiyor. Ayrıca da risk istiyor. Oysa bu sistemin en büyük özelliği riskten kaçması, garantiye yönelmesi. Yani bildiğiniz bankaların Hazine ve Tahvil Fonları gibi işliyor ya da Bireysel Emeklilik Fonları gibi.

Peki bu fonların şimdiki halini biliyor musunuz? Gazete sayfalarından takip ediyor musunuz? Yüksek enflasyon, yüksek faiz ve bedava kâr sistemine alışan bu fonlar artık can çekişiyor. Bırakın kâr etmeyi, yatırımcının anaparasını bile Tazmanya Canavarı gibi tırtıklıyor.

Böyle bir ekonomik tablo içersinde OYAK da yeni duruma adapte olmaya çalışıyor. Yüzde 9 kazanmanın zor olduğu dönemde garanti ettiği geliri yüzde beşe çekiyor ki, bu bile çok zor aslında. Peki yüzde 5 garanti gelir ne anlama geliyor, biraz açalım. Her şeyden önce kayıp kayıptır. Yani matematiksel olarak 9-5=4 şeklinde BDEGS yatırımcılarının kaybı olacağını belirtelim. Lakin bugünler için yüzde 5’in de iyi bir rakam olduğunu vurgulayalım.

OYAK, bu şekilde hem kendisini koruyor, hem yeni duruma adaptasyon sağlıyor. Yatırımcısını da koruyor -gibi ama-dediğimiz gibi eski yatırımcılar maalesef 4-0 mağlubiyeti kabullenmek zorunda. Ya da sistemden çıkmak kararını vermek durumunda.

Yani yeni girecekler için hâlâ BDEGS iyi bir seçenek. Eskiler ise durumunu değerlendirmeli.

Yüzde 5 garanti gelir ile size dönecek maaş tahminen yarı yarıya azalacak. Fakat anaparanızın yükselme ihtimali daha fazla olacak. Hatırlarsanız, BDEGS iştirakçisi arkadaşlarımız bırakın artmayı, anaparalarının eksilmekte olduğu yönünde serzenişte bulunmaktaydılar. İşte bu garanti geliri aşan miktarın azlığından dolayı yaşanıyor. (Bkz OYAK Bilgilendirme Yazısı: BDEGS’de garanti gelirin üzerinde elde edilen yıllık gelirin iştirakçi yaşına oranlanan kısmı garanti gelir ile birlikte üçer aylık gelir ödemesi olarak ödenmekte, kalan kısmı iştirakçi rezervine ilave edilmektedir.)

Yani OYAK size %9 kâr garanti ediyor ama %11 kazanıyor. Anaparanıza katkı sağlayacak miktar 11-9=2 rakamının içinde yer alıyor. Garanti gelirle gerçekleşen kâr arasındaki makas daraldıkça anapara kırpılmaya başlıyor. Bu da yıllık sigorta masrafı vs. gibi masraflarla, anaparaya ilave edilen miktarın arasındaki negatif ilişkiden kaynaklanıyor. Yani diyelim ki, bu yılın kârından anaparanıza ilave miktar 50 TL çıktı. Fakat sigorta masrafı gibi tutarlar 60 TL olarak gerçekleşti. Bu durumda anaparanız o yıl 60-50=10 TL eksilecektir ve bu durum bu ekonomik ortamda her yıl süreklilik arz edecektir. Anaparanız eriyecektir. İşte bu nedenle OYAK, garanti gelir oranını düşürmekte ve anaparanızın erimesini önlemeye çalışmaktadır. Öte yandan yüzde 5 garanti geliri kabul ettiğinizde ise anaparanız eskisine oranla biraz daha iyi artacak ama aldığınız maaş azalacaktır. Tabii ki, anapara artışını BDEGS’nin şimdiye kadarki gerçekleşmiş nema oranına göre söylüyoruz. Eğer, bundan sonraki yıllarda nema oranı yüzde 7-8 gibi bir rakama düşerse, değişen hiçbir şey olmayacaktır. 7-5=2 olacak ve tıpkı bugünkü gibi anaparanız erimeye başlayacaktır.

OYAK açısından bakıldığında ise durum şöyle özetlenebilir: Eski durum devam etseydi; gerçek anlamda OYAK, BDEGS’den zarar dahi etse, size %9’dan ödeme yapmak zorunda olduğundan, anaparanız sıfırlanıncaya kadar bunu sürdürmek mecburiyetindeydi. Bugün garanti gelir sağlayacağınız faiz, bono gibi piyasalarda %9’u elde etmek mümkün değildir. Stopaj vs. gibi kesintileri düşüp nete ulaştığınızda, garantici olan iyi bir piyasa oyuncusu en fazla %7 civarında gelir elde edebilir. Dolayısıyla, OYAK şirket olarak kendisini parasal açıdan zorlayacak bir negatif durumdan da sıyrılmayı hedeflemektedir.

Şimdi, yukarıdaki bilgilendirmeler ışığında ilk tavsiyemi sunuyorum: Eğer hâlâ çalışansanız BDEGS’ye girebilirsiniz. Yeni üye olabilirsiniz. Ülkemizdeki aldatmaca sigortalardan çok daha iyidir. Çekeceğiniz bir banka kredisiyle ya da OYAK Borç Para seçeneği ile sisteme üye olabilir, anaparayı birkaç yıl uykuya yatırabilir ve çocuklarınız büyüyüp okuma çağına geldiğinde maaş bağlanmasını isteyebilirsiniz. Özellikle eşi çalışmayanlar için aile bütçesine karınca kararınca destek sağlayacağını söyleyebilirim. Dediğim gibi, bu tavsiye, emekliliğine uzun süre olan genç arkadaşlar için bir seçenektir. Kısa zaman sonra önünüze EMS gibi bir seçenek çıkacaksa, hiç BDEGS’yi planlamanıza almayın.

Ben, BDEGS’yi emekliler ya da emekli olacaklar için tavsiye etmiyorum. Karşınızda EMS gibi bir seçenek varken, BDEGS’yi düşünmeyin bile. Hâttâ bugün yüksek miktarda iştiraki olan emekli meslektaşlarıma şunu tavsiye ediyorum, mümkünatı varsa, buradaki paranızı çekip EMS’ye aktarınız. Şu emsal tamamlama ya da oran yükseltme seçeneklerini gözden geçiriniz.

İncelememize devam ediyoruz ve diyoruz ki, hadi OYAK bizi kandırmaz, yüzde 5’i kabul edelim. O zaman yola devam edeceğiz ve yüzde 5 ile birlikte neleri kabul ettiğimizi inceleyeceğiz.

OYAK bilgilendirme yazısında şöyle diyor: “Sistem’de garanti gelir oranının %9’dan %5’e düşürülmesi mevcut koşullarda iştirakçinin toplam gelirinde herhangi bir fark oluşturmayacak olup, yalnızca üçer aylık gelir ödemeleri ve rezerve ilave kompozisyonu değişerek, iştirakçinin rezervinin erimesi engellenecektir.

Şimdi bunu açalım. Önce demek istiyor ki, ben sadece bir düzenleme yapıyorum. Hile yapmıyorum ve art niyet taşımıyorum. Şimdiye kadar bu sisteme nasıl özen gösterdiysem aynen öyle devam edeceğim. Yani nema oranını pat diye düşürmeyeceğim. Mümkün olan en iyi rakamı yakalamaya çalışacağım. Bu durumda nema oranını %11 kabul edersek şöyle bir tablo çıkacak karşımıza: 11-5=6. Yani anaparanız eski sistemde (garanti gelir %9), 2 puandan nasipleniyordu (11-9=2),  şimdi ise 6 puandan nasiplenecek. Tabii ki yaşınızın durumuna göre. Burada alacağınız maaş; garanti gelir+ 6 puanın yaşla oranına göre belirlenen meblağ olacak. Anaparanız daha çok artacağından (eskiye oranla) alacağınız maaş o kadar azalacaktır. Toplamda hiçbir değişiklik olmayacaktır. Aynen dedikleri, vurguladıkları gibi. Şimdi şöyle düşündünüz; pek fena bir şey değilmiş, hâttâ beni koruyor gibi… Maaşım biraz azalacak ama anaparam artacak.

O zaman karşınıza şu soru gelecek; Türkiye’nin devasa bir holdingi niteliklerine haiz OYAK, niye böyle bir şey yapıyor? Beni mi çok seviyor sahiden? Yoksa işini şansa bırakmak mı istemiyor? İşte cevaplanması gereken soru bu. Bu düzenlemenin ana can damarı da burada yatıyor. Dolayısıyla bu düzenlemenin şifresi açıldığında, OYAK demek istiyor ki; yakın vadede belki ama orta ve uzun vadede %9 oranını aşacak nema kazanımını gerçekçi bulmuyorum. Bu hem şirketimi hem de iştirakçimi kandırmak olur. Benim planlarıma göre gerçekçi olan oran %5’tir ve bunu uygun mütalaa ediyorum. Böylece hem iştirakçimi hem de kendimi korumayı amaçlıyorum. İşi savsaklamayacağıma ve aynı oranlarda nema elde etmeye çalışacağıma dair de ilke benimsiyorum. Lakin piyasa şartları bu ve ne olacağı bilinmez.

Yeni sözleşmenin en tehlikeli maddesi ise 8. Maddedir. Şöyle diyor: “Ekonomiyi etkileyen ve önceden öngörülmesi mümkün olmayan haller ile para piyasaları ve faiz oranlarında önemli değişiklikler olması durumunda, Kurum işbu sözleşmeden doğan yükümlülüklerini, o günün koşulları çerçevesinde yerine getirir.” İşte bu madde OYAK’a esnetilebilir bir alan tanımlıyor. İyi niyetine güvendiğiniz takdirde sorun yok. Lakin belirtilen önemli değişikliklerin ne olacağı iyice tanımlanmamış. Sadece bir kriz tanımlaması ve büyük değişiklikler vurgusu yapmış. Kurum kendini korumak istediğinde, bu maddeyi istediği gibi kullanabilir kanaatindeyim.

Bir diğer dikkat çekici madde ise altıncı maddedir. Burada şu husus açıkça belirtiliyor: İlave nemanın elde edilemediği yıllarda riziko primleri garanti edilen %5 nemadan karşılanır. Yani kurum önümüzdeki senelerden birinde %4 nema sağladığında, siz yine %5 üzerinden nemalanacaksınız. Lakin sistem kazancı yüzde beşi aşamadığı için, riziko primi size garanti edilen gelirden (%5)düşülecektir. Bu da biraz daha düşük maaş almanıza sebep olacaktır.

Şimdi ayrılmayı düşünen meslektaşlarımız için dikkat edilecek bir hususu belirteceğim. Karar verdiniz ve ayrılacaksınız. Hemen şimdi mi yoksa biraz beklemeli mi? Çünkü size 31 Aralık 2011 tarihine kadar süre tanınmış. O halde burada faydamıza olacak şey nedir, ona bakalım.

Genel anlamıyla çıkış işlemlerinde “çıkış başvurusunun yapıldığı ayın gelir tahakkuku gerçekleştikten sonraki ayın ilk bilmem kaçıncı günü” vurgusu yapılmaktadır. Bu şu demektir; eğer başvurunuzu Eylül’de yaparsanız paranızı Ekim’in ilk günlerinde, Ekim’de yaparsanız; Kasım’ın ilk günlerinde, Kasım’da yaparsanız; Aralık ayının ilk günlerinde ve Aralık ayında yaparsanız; Ocak 2012’nin ilk günlerinde alacaksınız demektir. Öyleyse başvuru tarihinin bir anlamı vardır.

Yani ne kadar geç çıkarsanız o kadar süre bu %9’luk gelirden nemalanacaksınız demektir. Bu sebeple iştirakçilerden çıkmak isteyenlere Aralık ayı içinde başvuru yapmalarını ama Aralık’ın son günlerine de kalmamalarını  tavsiye ediyorum. Çünkü ayın biri de aynı otuz biride.

Eğer acil paraya ihtiyacınız yoksa Aralık ayını beklemeniz önemli. Çünkü hesabınıza üç çeşit para yatacak. Birincisi henüz devam eden aylık  ödemelerinizden (maaş) kalan kısım. Tabii ki eğer bu dönem henüz almadığınız maaş varsa. Diyelim bu dönem henüz ilk maaşı aldınız. Alacağınız daha üç maaş vardır ve bunlar hesabınıza yatacaktır.

İkinci meblağ ise içerideki anaparanızdır. OYAK’ın internet sitesinde görülen meblağ yaklaşık olarak hesabınıza yatacaktır. Yaklaşık olarak diyorum, çünkü burada belirtilen meblağ brüt tutar olarak gösterilmektedir. Netinin ne kadar olduğunu OYAK bilir.

Üçüncü tutar ise az önce vurguladığımız, çıkış tarihinizle ilgili kısımdır. Diyelim ki başlangıç (sözleşme tarihiniz) Haziran ayı. O halde yeni dönemde nemalanmanız (eski oran %9’dan) devam etmektedir. Haziran, Temmuz ve Ağustos için nemalanma yapılmıştır. Sizin çıkış başvuru tarihinize (aya) göre de alacağınız ya da kazanacağınız miktar ilave nemalanacak yani artacaktır. Her ay için yaklaşık olarak (garanti gelir %9 üzerinden) %9:12 =0,75 (yani aylık %0,75-yüzde birin altındadır, dikkat) kazancınız olacaktır. Yaklaşık olarak, aylık neredeyse yüzde bir gibi. Bu da hiç fena değil. İşte bu sene işletilen nemadan da kaldığınız süre için payınıza düşeni alacağınız bu meblağ üçüncü tutarı oluşturmaktadır. Haziran ayını örnek aldığımıza göre; Eylül’de çıkış başvurusu yapanın alacağı nema oranı: 0,75*4 (ay)=%3 olacak, Aralık ayında başvuranın ise 0,75*7 (ay)=%5,25 olacaktır. Tabii ki bunlar da garanti gelire göre ve basitçe bir hesaplama ile yapılmıştır.

OYAK ile ilişkim kesilmesin niyetiyle BDEGS’den ayrılmamayı düşünüyorsanız, bu sistemin OYAK ile özel bir bağ olduğunu unutmayın. Yani EMS üyesi iseniz OYAK üyeliğiniz devam eder, ama sadece BDEGS üyesi iseniz OYAK üyeliğiniz söz konusu değildir. Dolayısı ile OYAK ile bağ kurulması açısından hiçbir önemi yoktur. Avantaj sağlamaz. Çıkmak istiyorsanız rahatça çıkabilirsiniz.

OYAK’ın bilgilendirme mektubunda yer alan bir diğer husus, vergilendirme vurgusudur. Benim buradan anladığım, ilk başta sisteme yatırmış olduğunuz anaparanın herhangi bir vergi sorunu yaratmadığı fakat üstüne gelen nemanın vergilendirilebileceğidir. Bu da nema tutarına göre değişir. Vergi muafiyetleri falan söz konusu olabilir.

Sistemde yüksek meblağınız var ise üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Çünkü, yüksek meblağın neması da muafiyetleri aşıyor olabilir ve bir vergi sorunu yaşatabilir. Küçük tutarlar için bir vergi korkusu olacağını düşünmüyorum.

Sistemde kalmayı düşünenler için de bir ipucu verelim. Eğer kalacaksanız, kalmak istiyorum dilekçenizi, taahhüdünüzü de Aralık ayı içinde yapmanızda fayda var. Çünkü başvurunuz OYAK’a ulaştığı tarihten itibaren garanti gelir %5 olarak uygulanacak. Geç başvuru yaptığınız takdirde, %9 garanti gelirden o kadar süre faydalanmış olacaksınız.

Bir diğer husus şudur ki, BDEGS'nde normal şartlarda çıkış yoktur. Bu olağandışı bir fırsat ya da şanstır. İyice düşünüp tartıp değerlendirmenizi yapın. Belki de bir daha çıkış fırsatınız olmayabilir. Bundan sonra fesih talebinde bulunulamayacağı da açıkça belirtilmektedir.

Bana gelince, ben de BDEGS sistemine üyeyim ve çıkma kararı verdim. Bu karara varışımın sebebi ise bu paraya ihtiyacım olması. Eğer ihtiyaç söz konusu olmasaydı, enikonu düşünürdüm.

BDEGS sistemine üye olan meslektaşlarımın bu bilgilendirme notunu dikkatlice inceledikten sonra, kendi kararlarını  vermelerini tavsiye ediyorum. Amacım sadece bilgi sunmak. Sorumluluk; kararı verecek meslektaşımın kendisindedir.

Sevgi ve selamlarımı arz ediyorum.

Aydın Kulak

(Yazar adı  belirtilerek ve kaynak gösterilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.)
gedikli-zabit-2

GEDİKLİ  ZABİTLİĞİN YAPISI

Gedikli Zabitlik yapısı bu dönemde de yine iki kısımdan oluşmuştur. Bunlardan birincisi Gedikli Küçük Zabitlik müessesesidir. Gedikli Küçük Zabit Mekteplerinden mezun olanlar, kanunda belirtildiği şekilde göreve başlayarak, sırasıyla her biri üç yıl olan Gedikli Onbaşı, Gedikli Çavuş ve Gedikli Başçavuş rütbelerinde görev yaparak, mesleki bilgi, görgü  ve deneyimlerini geliştirirler.

İkinci Müessese ise Gedikli Küçük Zabitliğin devamı niteliğinde olan ve onların üstünde bir hiyerarşik mevki olan Gedikli Zabitliktir. Yani Gedikli Küçük Zabitlerin başarılı olanların yükselebileceği bir askeri kariyer basamağıdır. Gedikli Başçavuş rütbesindeki görevini de başarıyla ikmal edenler, üstlerinin uygun görmesi halinde Gedikli Zabitliğe yükselebilirler.

Gedikli Zabit yapılanması şu  üç rütbe basamağından oluşur: Üçüncü Sınıf Gedikli, İkinci Sınıf Gedikli ve Birinci Sınıf Gedikli. Sadece Birinci Sınıf Gedikli, Teğmen (Mülazım)  ile Asteğmen (Mühendis) rütbe aralığında konumlandırılmış, diğer iki rütbe ise Asteğmen’den (Mühendis) daha kıdemsiz olarak yapılandırılmıştı. Gedikli Zabitlere hitap şekli ise genel olarak isminin sonuna “Efendi” sözcüğünün eklenmesi şeklindeydi. “Telsiz Telgraf Birinci Sınıf Gediklisi Salih Efendi” şeklinde bir uzun ünvan tanımı kullanılıyordu.

GEDİKLİ  ZABİTLERDE KIYAFET

1924-Dz_Assb

Gedikli zabitler, subaylarda olduğu gibi kışlık elbise olarak baruti çuha kumaştan siyah, yazlık elbise olarak keten kumaştan beyaz elbise giymişlerdir. Subaylardan farklı olarak, rütbe ve meslek işaretleri  omuz ile dirsek arasına isabet eden sol pazı kısmında bulunmuştur. Kışlık ceket, kalçayı örtecek uzunlukta, çift önlü olup, her sırada dörderden sekiz düğme bulunmuştur. Ceketin yan ve sol göğüs cepleri kapaksız olarak dikilmiştir. Ceketin arka kısmının alt tarafında yırtmaçlar yer almıştır. Ceketin içine poplin kumaştan beyaz gömlek giyilmiş ve siyah düz boyunbağı bağlanmıştır. Rütbe işaretleri sarı sırmadan yapılmış, üzerine de meslek işaretleri işlenmiştir.

Beyaz elbiseleri ise kapalı yaka ve tek önlü olmuştur. Ceketin yalnız göğüs kısmında birer kapaksız cep bulunmuştur. Başa ise siyah püsküllü kırmızı  fes giyilmiştir.

Gedikli Küçük Zabit kıyafetleri setre, kaput, günlük siyah ve beyaz elbiseden oluşmuştur. O dönemin uygulamaları gereğince, erlerde olduğu gibi siyah ve beyaz elbise olarak baştan geçme gömlek şeklinde bir kıyafet kullanılmıştır. Bu gömleğin yakasına mavi kumaştan yapılmış bir palet takılmıştır. Paletin kenarlarında birbirine paralel olarak dikilmiş üç beyaz şerit bulunmuştur. Palet, gömleğe boyuna isabet eden dört gizli düğme ile bağlanmıştır. Kullanılan rütbe işaretleri ise sınıfına göre değişmekte ve kırmızı, yeşil ile mavi renkten işlenmiş  şeritlerden meydana gelmektedir. Başçavuşta 4, Çavuşlarda 3, Bölük Eminlerinde 2 ve Onbaşılarda 1 rütbe şeridi bulunmaktadır.

13 Mayıs 1916 tarihinde yapılan değişiklik sonrasında; başa, fes yerine “Enveriye” ve “Cemaliye”  denilen başlıkların giyimine başlanmıştır. Kara Kuvvetleri için hazırlanan serpuşa, Harbiye Nazırının isminden dolayı “Enveriye” denilirken, aynı uygulamayı bahriyede başlatan Bahriye Nazırı Cemal Paşa’dan dolayı da denizcilerin serpuşuna “Cemaliye” denilmiştir. Gedikli Küçük Zabit ve Deniz neferlerinin Cemaliyelerinin alt kısmına 2 cm. genişliğinde, üzerinde serpuş sahibinin görev yaptığı geminin adının Osmanlıca yazılı bulunduğu siyah bir şerit konulmuştur.

GEDİKLİ  ZABİTLERİN MESLEKİ YAŞAM ÖZELLİKLERİ

1924-25_inzibat_asbGedikli zabitler, gedikli namzetliklerinden itibaren 17 seneyi tamamladıklarında emeklilik hakkı kazanmaktaydılar. Yaş hadleri ise 52 yaşını tamamladıklarında doluyordu. Gedikli Küçük Zabitler, Başçavuş olmadan evlenemiyordu. Rütbeler tek bir kola takılıyordu. Özellikle savaş yıllarında birlik ya da gemilerinde yatıp kalkıyorlardı. İlerleyen yıllarda ise hafta içi geç saatlere kadar yapılan talim ve manevralara iştirak ediyor, yine birlik ve gemilerinde kalıyorlar, ancak hafta sonu izne çıkıyorlardı. Tüm yaşamları işleri üzerine kuruluydu. Özel yaşam yok denecek kadar azdı.

TBMM kayıtlarında Gedikli zabit ve Gedikli Küçük zabitlerle ilgili ilginç tutanaklar mevcuttur. Bunlardan bir tanesi şöyledir:

Roterdam’a gönderilen iki Gedikli Zabitan, 1928 yılında yurda döndüklerinde, yanlarında iki de nikahlı ya da nikahsız ecnebi kadın getirmişlerdir. Ciheti askeriye durumu haber alınca büyük sorun da başlamış ve iş, Millet Meclisine kadar uzanmıştır. Bu iki kişi hakkında nasıl bir ceza uygulanacak, hangi yol izlenecektir? Çünkü o ana kadar yapılan uygulamalara göre, Gedikli Zabitan ve Gedikli Küçük Zabitan kesimi, Zabitan ve memurini askeriyeden sayılmamaktadır. Yani ayrı kanunları olan farklı sınıflar olarak görev deruhte etmektedirler. Nihayetinde, Gedikli Zabitanların ve Gedikli Küçük Zabitanların da tıpkı zabitanlar gibi bir ceza-i müeyyideye tabi olmaları içtihat olarak kabul görmüştür.

Burada da göze çarpan husus; ceza ve sorumluluk durumlarında yaptırımların subaylarla eş tutulması  fakat iş; sosyal haklar, üniforma ve özlük haklarına geldiğinde farklı kanunların uygulanmasıdır.

GEDİKLİ  ZABİTLİĞİN KALDIRILMASI VE YENİ  DURUM

Gedikli Zabit yapılanması ile ilgili ilk olumsuz adım, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile atılmıştır. Bu kanunla Türk Eğitim Sistemi yeniden düzenlenirken, Ordumuzun üst kademelerinin direktifleri doğrultusunda, Gedikli Küçük Zabit okullarının adı Gedikli Erbaş Hazırlama Okulları olarak zikredilmeye başlanmıştır.

Daha sonraki süreçlerde özellikle Gedikli Küçük Zabitan yapılanması üzerinde durulmuş  ve Gedikli Zabitliğe gereken önem gösterilmemiştir. Birinci Cihan Harbinden yorgun çıkan Dünya, daha o dönemlerde hızla İkinci Cihan Harbi’ne doğru yol almaya başlamıştır. Almanya ve İtalya gibi ülkeler faşizme doğru kayarken, Rusya; Komünizm’e yönelmiştir. İşte bu dünya konjonktürü içinde ülkelerin askeri yapılanmaları da katı bir disipline yönelmiş, ara yapılar bu süreçte erbaş olarak konumlandırılmıştır. Yeni bir savaşa hazırlanan ülkeler; ordularında bir ara yönetici sınıftan ziyade, emri ikiletmeyecek, ne denirse anında uygulayacak ve mutlak itaati düstur görecek, emirlere bilgi ve görgüsüyle yorumlar getirmeyecek bir yapı arzu etmişler ve bu yüzden gelişme çağındaki Gedikli Zabitliği ve Küçük Zabitliği, uygulama alanından kaldırmaya ya da Erbaş konumuna indirgemeye başlamışlardır. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bu yönde adımlar atılmıştır.

Örneğin, yaşanan bu dönemlerde yeni bir savaşın özellikle kara savaşları olacağı düşünülmüş ve tüm savunma yapılanmaları buna göre dizayn edilmiştir. Öyle ki, ülkemizde bile, Deniz Kuvvetlerinin pek çok birliği Kolordular emrine verilmiş ve piyadeleştirilmiştir. Deniz Kuvvetlerinin okulları dahi Kara Kuvvetlerine benzetilmeye çalışılmış, buna rütbeler de uydurulmuştur.

Tanzimat’tan o günlere değin İngiliz ve Alman sistemleri içinde kararsız uygulamalar gören ordumuzda en sonunda, iş; Gedikli Zabitliğin kaldırılmasına kadar uzanmıştır. Hatta orduda bu dönemlerde, uzatmalı ve temditli sistemler de denenmeye başlanmıştır.

1935-Kosulu-Topcu-Bscvs-Sabri1 Haziran 1929 tarihli ve 1492 numaralı  kanun gereğince, Gedikli Zabitlik kaldırılmıştır. Halen Gedikli Zabit olarak görev yapanlara, maaşları aynı kalmak şartıyla, Baş Gedikliliğe tenzil-i rütbe önerilmiştir. Bu seçeneği kabul etmeyenler ise haklarındaki eski kanuna göre (172 numaralı ve 9 Mart 1915 tarihli, "Bahriye efrat ve küçük zabit aniyle Gedikli Zabıtanı Kanunu") görev yapmaya devam edeceklerdi. Böylece zamanla Gedikli Zabitlik tasfiye edilecek ve Gedikli Küçük Zabitlik yaşatılacaktı. Yine bu kanunla kabul edilen Gedikli Küçük Zabitlik rütbeleri şöyle sıralanıyordu: Gedikli Çavuş, Gedikli Başçavuş Muavini, Gedikli Başçavuş ve Başgedikli.

Gedikli Zabitlik yapılanması  tasfiye sürecine girse de, gerek göreve aynı şartlarda devam edenlerin, gerekse Başgedikliliğe geçmeyi kabul edenlerin çok daha uzun seneler orduda hizmette bulunması ve bu nedenle çeşitli müktesap haklarını talep etmeleri nedeniyle, yeni çıkan kanunnamelerde onlarla ilgili geçici maddeler hep yer almıştır. Öyle ki, 2.7.1981 tarihinde yeniden düzenlenen  5802 sayılı Assubay Kanununda dahi, bir geçici maddeyle,  “Deniz ve Hava sınıfında bulunan Gedikli Zabitlerin arzu ederlerse, Assubay sınıfına geçebilecekleri” vurgulanmıştır.

Meclis tutanaklarında da 1932 yılında Gedikli Zabitlikten Başgedikliliğe geçmeyi kabul eden 60 kişinin müktesap hakları ile ilgili vermiş olduğu dilekçenin tartışıldığını görüyoruz. Anlaşılan o ki, bu 60 kişi Başgedikliliğe geçseler bile haklarının korunacağını sanmışlar ve aldanmışlardır. Daha önce ellerinde mevcut bulunan haklar, Başgedikli oldukları için alınmıştır. Bunun neticesinde 60 kişi bir araya gelmiş ve Meclise dilekçe vererek; “ya bize yeni haklar tanınsın ya da alınan haklarımız geri verilsin” şeklinde bir talepte bulunmuşlardır. “Eğer bu mümkün olmuyorsa, bizi de Mızıka Gedikli Zabitanı gibi Askeri Memur kategorisine alın” dileklerini de belirtmişlerdir. Tutanak kayıtlarında eğitim durumları ve askeri memur olup olamayacakları tartışılmış ama karar bir türlü verilememiştir.

İlerleyen dönemde daha önce belirtilen şartlar gereğince, Gedikli Küçük Zabit yapılanması da Gedikli Erbaş olarak kanunlarda tanımlanmaya başlamış ve sınıf olarak bir kategori düşüşü yaşanmıştır.        10 Haziran 1935 tarihinde kabul edilen “Ordu Dahili Hizmet Kanunu” ile Küçük Zabitanlar, Erat kabul edilmiş; erat tanımlaması içinde özel kanunlara tabi olup, mükellefiyetinden daha fazla askerlik vazifesi yapanlara “Gedikli” deneceği karara bağlanmıştır. Bu tanımlamada Onbaşı, Çavuş, Üstçavuş, Başçavuş ve Başgedikli rütbeleri “Erbaş” rütbeleri olarak kabul görmüştür.

GEDİKLİ  SINIFINDAN ASSUBAYLIĞA GEÇİŞ  SÜRECİ1941-yili-Astsb_ve_erler

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyada dengeler değişmiş ve Türkiye’de de Amerika’nın etkisi artmaya başlamıştır. Eski süreçte daha çok Alman ve İngiliz tipi yapılanmaları benimseyen Türk Silahlı Kuvvetleri artık akıl hocalarını Amerika’dan getirmeye başlamış ve sistemini de Amerikan sistemine entegre etme çabasına girmiştir.

Deniz Kuvvetlerinde Sistem Değişikliği” konulu doktora tezi çalışmasında, İskender Tunaboylu; bu durumu şu şekilde vurguluyor:

1946-yili-asb“Amerikan askeri yardımına kadar Alman askeri esaslarına göre teşkilatlandırılmış olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Amerikalı askeri yetkililerce yapılan incelemeler neticesinde yeniden teşkilatlandırılması gerektiği kararına varıldı. Yeni teşkilat yapısı Yüksek Askeri Şura ve Hükümet tarafından değerlendirilerek 15 Ağustos 1949’da 5398 sayılı ‘Kuvvet Komutanlıkları Yasası’ çıkartıldı. Kuvvet Komutanlığı’nın kurulmasıyla teşkilat ve doktrin konseptlerinde önemli değişiklikler görüldü.”

İşte bu konsept değişikliğinden Gedikli Erbaş Kanunnamesi de payına düşeni aldı.

Gedikli Erbaş Kanununu etkisiz ve başarısız bulan Amerikalılar, önce bu kanunun yeniden ele alınarak, adam edilmesini istemiş ve bunun neticesinde 23 Mart 1950’de yeni Gedikli Erbaş Kanunu kabul edilmiştir. ABD’li danışmanların tavsiyeleri doğrultusunda hazırlanan bu kanun, Gedikli Sınıfının yetiştirilmesine ilişkin hususları kapsıyordu. Bu kanuna göre, Gedikli Erbaş olmak için en az ortaokul ve eşidi okullardan mezun olup Gedikli Erbaş okullarını ya da Sanat Enstitülerini bitirmiş olmak şartı aranıyordu.

Bu yıllarda Türk Silahlı Kuvvetleri, Amerikan yardımından alınan modern harp silah ve araçları  ile donatılmaya başlanmıştı. Amerika, Türkiye’yi Komünizme karşı savunulması gereken bir kale olarak görüyor ve özel önem veriyordu. İdeolojiler arasında sıcak ve soğuk savaşlar dönemine giriliyordu. Amerika’nın öngörüleri doğrultusunda modernleşen ordunun personeli de bundan kısmetine düşeni alacaktı.

NCO-Suleyman-Keskin-KORESAVASIDaha önce totaliter zihniyetlerin etkisi altında Gedikli Erbaş statüsüne düşürülen Gedikli Küçük Zabitlik, bu kez Amerikalıların daha çağdaş kafa yapısıyla yeniden ele alınıyordu. 1950 yılında yeniden tasarlanan Gedikli Erbaş Kanununun uygulanma tecrübelerinin ve Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin kendi yapılanmalarının da ışığında, “Gedikli” tanımlaması kaldırılıyor ve yerine yeni bir tanım getiriliyordu. 2 Temmuz 1951 tarihli ve 5802 sayılı  kanunla getirilen bu tanım Assubaylıktı. Artık ne Gedikli Zabitlik, ne Gedikli Küçük Zabitlik, ne de Gedikli Erbaşlık söz konusu değildi. Bir dönem böylece kapanıyor ve Gedikli Zabitlik yapılanması tarih müzesindeki yerini alıyordu.

Menderes Hükümeti dönemine rastlayan bu sürecin akabinde, Türkiye NATO’ya üye olacaktı. Bundan böyle Türk Silahlı Kuvvetleri, ordu yapısını NATO standartlarına göre düzenleyecek ve her konuda modern olma çabasına girecekti. İkinci Dünya Savaşı döneminden kalma totaliter kafa yapısını  bilinçaltında sürdürse bile, görünürde modern olma zorunluluğu taşıyacak ve en azından bazı konuları makyajlamak gereği hissedecekti. Görüntü itibarıyla modern ordu havası böylece sağlanmış olacaktı.

GAZİ  ALEMDAR GEMİSİ, İSMAİL HAKKI KAPTAN VE ATEŞÇİ  YUSUF

gazialemdargemisiKurtuluş Savaşımızın pek bilinmeyen bir de deniz savaşı vardır. İstanbul’dan Ereğli’ye kaçırılan ve düşman kontrolündeki Karadeniz’de yiğit destanlar yazan bir gemimiz vardır bu deniz savaşının içinde. Birkaç  yurtsever denizci her şeyi göze alarak Anadolu’ya destek için Gazi Alemdar Gemisini kaçırmış ve bir görev için hareket ettiğinde de Fransızlara yakalanmıştır. Geminin rotası İstanbul’a döndürülmüşken, o yurtsever denizciler gemi içinde muhteşem bir harekat icra ederek, Fransızları etkisiz hale getirmiş ve gemiyi tekrar Ereğli’ye doğru yönlendirmiştir. Ereğli civarında iken Fransızlara karşı, milli mücadelenin ilk ve tek deniz savaşı yapılmış ve kazanılmıştır. Gazi Alemdar gemisinin başarısı nedeniyle Fransızlar, yeni Türkiye Cumhuriyeti ile anlaşma yapmak zorunda kalmıştır. Yani yeni cumhuriyet ilk kez Gazi Alemdar gemisinin kahraman personeli sayesinde tanınmış, uluslar arası kabul görmüştür. Bu kahraman gemi daha sonra Karadeniz’de pek çok görev icra etmiş ve adına layık şekilde İstiklal Mücadelesine destek sağlamış, denizlerde kahramanca sancağımızı dolaştırmıştır.

İşte bu gemiyi İstanbul’dan kaçıran kahraman denizcilerin arasında statü ve konumu itibarıyla assubay diyebileceğimiz pek çok isim vardır. Kesin olarak assubay olduklarını söyleyemiyoruz, çünkü resmi tarih, her zaman olduğu gibi anlatımında kahraman subaylarının biyografilerini veriyor. Bu kahraman personelin ise sadece isimleri zikrediliyor. Bir gün bu kahraman isimlerin hayat hikayeleri detaylandırıldığında daha sağlıklı bilgilere kavuşmayı umuyoruz. Bugün bir müze gemi olarak Karadeniz Ereğli’de bir gurur abidesi olarak duran Gazi Alemdar Gemisi, kahraman denizcilerinin hikayelerinin aydınlığa kavuşmasını sabırla bekliyor.

Dilerseniz bu kahraman denizcilerden bazılarının isimlerini zikredelim: Gemiyi İstanbul’dan kaçıran ekibin içinde yer alan Güverte Lostromosu Üsküdarlı Ali Reis, Serdümen Trabzonlu Rıfat Reis, Serdümen Rizeli Recep Kahya (Şehit düştü) ve Ateşçi Göreleli Yusuf.recepkahya

Ekibe daha sonra Ereğli’den katılan ve ilk deniz savaşının içinde yer alan ve gemiye komuta eden (eski gedikli zabit) Süvari İsmail Hakkı Bey. İsmail Hakkı Bey, bahriyenin ilk gedikli zabitlerindendi ve İtalyanca ile Fransızcayı çok iyi biliyordu. Emekliydi. Tecrübesi ve sivil olması nedeniyle bu göreve seçilmişti.

Deniz Kuvvetleri tarafından bu kahraman geminin hikayesi kitaplaştırılmış ve yayımlanmıştır. Lakin bakın bu iş nasıl yapılmıştır:

“Donanmanın etkisiz duruma getirilerek, Haliç’e hapsedilmesi nedeniyle deniz subayları ve Deniz Harp Okulu öğrencileri Anadolu’ya kaçarak Kurtuluş Savaşı’na katıldılar. Bahriyemizin bir kısım personeli de ‘Muavenet-i Bahriye’  (Bahriye Yardım Kuruluşu) adı altında bir grup oluşturarak, İstanbul’da İtilaf Devletleri’nin kontrol ve baskısı altındaki ambarlardan geceleri top, hafif silah, cephane, mayın, donatım araç ve gereçlerini gizlice kaçırarak, sivil deniz araçları ile Anadolu’ya, Kurtuluş Savaşı’nı yapan birliklere ulaştırdılar. Daha da önemlisi, bu vatansever denizciler, büyük fedakarlıklarda bulunarak, canları pahasına bir yandan Karadeniz üzerinden yapılan nakliyatla Kurtuluş Savaşı’nın lojistik desteğinin önemli bir kısmını sağlarken, öte yandan da Karadeniz’deki nakliyatın güvenliği yönünden önemli liman ve kıyı bölgelerinin savunulmasını üstlendiler.”

İlerleyen sayfalarda ve özellikle sayfa-7’de kahraman denizcileriyle birlikte Türk halkının yaptıkları, açıkça “Deniz Subaylarının Kurtuluş savaşı süresince yaptıkları” şeklinde sunulmaya çalışılmıştır.

Gördüğünüz gibi Türk halkının, kahraman denizcilerimizin ve de özellikle cesur yürekli Ereğli insanının emekleriyle yazdıkları destan bir çırpıda kahraman Türk subayına mal edilmiştir. Evet, bu destanda Türk subayının da katkısı, emeği ve alınteri vardır ama hepsine sahiplenmek; resmi tarih miti yaratmak adına yapılmış bir emek hırsızlığıdır. O kahramanlara yapılmış bir saygısızlıktır. Zaten kitabı hazırlayan ekip de, kendi yazdıklarına fazla itibar etmemiş olacak ki, ister istemez ilerleyen sayfalarda gerçeği itiraf etmek zorunda kalmıştır:

“Bu destan Türk Milletinin destanıdır… Bu destan Kuvay-i Milliye ruhunun destanıdır. Bu destan Karadeniz Ereğli’nin, Edirne’nin, Ardahan’ın, Ankara’nın, Trabzon’un, Türk vatanının destanıdır… Bu destan Recep Kahyaların, Nimet Hocaların, Çarkçıbaşı Osman Efendilerin, Göreleli Yusufların destanıdır… Bu destan Mustafa Kemal’in; her biri Mustafa Kemal olan binlerce Mehmetçiğin destanıdır. Bu destan Gazi Alemdar’ın destanıdır.”

Zaten bizim de söylemek istediğimiz şey budur. İstiklal Savaşı, bağımsızlığına düşkün Türk halkının, yiğit Anadolu insanının kahramanlık destanıdır. Bunu kendilerine mal ederek, ırkçı ve imtiyazcı bir sınıf miti yaratmak isteyenler her daim bu gerçekle yüzleşmek zorunda kalacaklardır; çünkü: herkes ne kadar kahramansa, onlar da o kadar kahramandır. Ne fazla ne de eksik.

Bakın şu Allah’ın işine ki, Cumhuriyetin ilanı sonrasında kahraman deniz subaylarından tam 749 tanesi donanmadan emekli edildi. Sebep; sağlık sorunları  ile birlikte bir de şu: Milli Mücadeleye katılmamaları! Yani, kahramanlık efsaneleri üretirken biraz daha akil düşünmek lazım! Ha bir de yüz ellilikler listesine göz atmak lazım. Orada da pek çok kahraman Türk subayı var.

Ya da şöyle yapacağız; İstiklal Savaşı’nın Türk subayının değil, Türk halkının kahramanlık destanı olduğunu kabul edeceğiz. On yıllarca cepheden cepheye koşan, anasını, yuvasını, köyünü hep geride bırakan, Balkanlara, Çanakkale’ye, Yemen’e ve hatta Galiçya’ya , “emredin öleyim” diyerek koşa koşa giden ve yetmiyormuş gibi sonrasında da kutsal toprağı Anadolu’yu işgal tertibinde bulup bağımsızlığı için şahlanan halk çocuklarına haksızlık etmeyeceksiniz. Bu vatanı; hacısıyla, hocasıyla, işçisiyle, köylüsüyle, kadınıyla, erkeğiyle, zabitiyle ve de Gedikli Küçük Zabitiyle, eşkiyasıyla ve hatta asker kaçağıyla bu toprağın cesur evlatlarının kurduğunu hazmedeceksiniz.sehit-asb-siirlerle-karsilandi

Öyle ki adı komüniste çıkmış ve vatan haini bellenmiş bazı İstanbul işçileri bile, Anadolu’ya cephane gönderebilmek için canını dişine taktı. Bunun da hakkını vereceksiniz.

Öyleyse vatanı herkesin eşit sevdiğini ve vatanı sevmede kimseye ayrıcalık ve imtiyaz tanınmadığını da öğreneceksiniz. Yiyip harcarken kendinize sağladığınız bir takım imtiyazlar olabilir fakat bu vatan için ölme zamanı geldiğinde, kimlerin imtiyazlı olduğunu bilecek, bilmiyorsanız öğrenecek ve saygı duyacaksınız.

SONUÇ

Bugün Gedikli Zabitlik dediğimiz yapılanma artık kullanılmamaktadır. 1951 yılından bu yana Assubaylık tanımı geçerlidir. Türkiye’de assubaylık mesleği, üst kademenin pasifize etme, küçümseme ve sınıflaştırma çabalarına karşın halkından ilgi ve sevgi gören saygın bir meslektir.

Türkiye’de assubaylık mesleği, başladığı günden bu yana diğer ülkelerde uygulanandan farklı olmuştur. Baskılara, önyargılara ve tahakkümlere rağmen bu böyledir. Çünkü, bu mesleğin geçmişi Türk tarihine ve o tarihte yer bulan Akıncılar ve Çavuşluk geleneğine dayanmaktadır. Bu yüzden tüm baskılara, küçültme ve hor görme operasyonlarına her zaman karşı koyabilmekte, direnebilmektedir. Öyle ki, bazı şeyler üst komuta kademesi istemese bile, assubay sınıfının kendisini geliştirmesi, işini çok iyi bilmesi ve çağa ayak uydurabilmesi nedeniyle zorunluluk gereği yapılmaktadır.

Assubaylık mesleğinin günümüzdeki yapısını şöyle bir inceleyecek olursak, örneğin Amerikan sistemi ile kıyaslarsak şu başlıkları çıkarmamız mümkündür:

Türk assubayları, çağdaş bir eğitimden geçmektedir. Yüksek Okul seviyesinde çağa yakışır bir süreç yaşayarak ordu saflarına katılmaktadır. Pek çok ülkenin assubayından çok daha üstün niteliklere sahiptir.

Buna karşın kışlada işler tam tersine dönmektedir. Çağa yakışır ve modern eğitim süreci sonrasında, birlik ve kıtalarda çağa yakışmayan uygulamalar ve önyargılar; assubay sınıfının çok daha ileri sıçrayacak şekilde hamle yapmasını engellemektedir. Yürürlükteki kanunlar; ordu içinde kaliteli bir görev bilincini değil, ortaçağ kast sistemini çağrıştırır seviyededir.

Türkiyedeki assubaylık sistemi; belirli bir rütbeye kadar (Asb.Çvş- Üçvş) Amerikan ordusunun NCO yapısı ile uyuşmakta, özellikle üstçavuşluk rütbesi sonrasında ise Amerikan Gedikli Subay sınıfı ile benzeşmektedir. Yani bugün görev yapmakta olan üstçavuş ve daha kıdemli assubayların Amerikan ordusundaki karşılığı Warrant Officer/Gedikli Subaylardır.

Assubaylık mesleği, bundan sonra da baskılara ve tahakkümlere göğüs gerecektir. Şimdiye değin alışılagelmiş statükocu zihniyet, cumhuriyetin kanını emmeyi arzulamaya devam etmeyi hep isteyecektir. Çoğu kez de başaracaktır bunu. Lakin uzun vadede kazanan cumhuriyete gönülden bağlı Türk halkı olacaktır. Halkının ordu içindeki temsilcisi assubaylar da, ırkçı kafaların bağnazlığına karşı sabır ve umutla direnecek, hak ettiği konumu kazanabilmek için var gücüyle mücadelesini sürdürecektir. Çok küçük bir azınlık durumuna dahi düşseler, insan onuruna saygı için, hak, adalet ve onur için; geçmiş nesillerinden devraldıkları mücadele bayrağını gelecek nesillere layıkıyla devir-teslim etmeyi başaracaklardır.

Çünkü onlar, yurdu işgale uğradığında Kuvay-i Milliye’nin ilk ışığını çakan küçük zabitlerin neslidir. Onların sahte efsanelere, şişirilmiş hikayelere ihtiyacı yoktur. Her assubay kendi yüreğiyle, kendi mücadelesiyle zaten başlı başına bir efsanedir.

Aydın Kulak

(Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur. Bu yazıda aşağıda belirtilen kaynakçalardan faydalanılarak bir derleme ve yorumlama çalışması yapılmıştır.)
Kaynakça
  1. http://www.royal-navy.mod.uk/history/index.htm
  2. Amerikan ve İngiliz Ordu İnternet Siteleri
  3. The Army NCO Guide/ FM 7-22.7/HQ Department of The Army-December 2002
  4. The Soldier’s Guide/ FM 7-21.13/ HQ Department of The Army-October 2003
  5. Nejat Gülen/Şanlı Bahriye/ Kastaş yayınları/03-2001
  6. Sultan Abdülaziz’den Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlı Donanması/Dr. Mehmet Beşirli/A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi-Sayı:25-Erzurum/2004
  7. Karadeniz’de Bir Destan: Gazi Alemdar Gemisi/ Tarihçi-Yazar Gürdal Özçakır ve Dz.Bnb. Mehmet Dönmez/ Deniz Basımevi-2008
  8. II. Abdülhamit Devri Osmanlı  Donanması/ Şakir Batmaz/Doktora Tezi/Erciyes Üni.-Kayseri/2002
  9. Deniz Kuvvetlerinde Sistem Değişikliği/ İskender Tunaboylu
  10. Balkan Harbinden Kurtuluş Savaşına Türk Deniz Stratejisi/Bülent Donbaloğlu-Yüksek Lisans Tezi/Gebze İleri    Teknoloji Enstitüsü-2007
  11. http://www.dzkk.tsk.tr/turkce/TarihiMiras/TurkDenizcliKiyafetleriveUnvanlari.php
  12. http://www.msb.gov.tr/ayim/Ayim_karar_detay.asp?IDNO=621&ctg=000002000013000007
  13. “Dünyanın Uzak Ucu” (Master And Commander: The Far Side Of The World) filmi
  14. E. Tank Kd. Bçvş. Süleyman Kızan’ın Anıları
  15. TBMM Cerideleri-11.06.1934
  16. TBMM Cerideleri-15.12.1932
gedikli-zabit

Özellikle yaşlı vatandaşlarımızın assubayları gördüğünde kullandıkları bazı hitap sözcükleri dikkatinizi çekmiştir. Assubaylara zaman zaman “Gedikli Zabit”, “Baş Gedikli”, “Gedikli” ya da “Baş Efendi” şeklinde seslenirler. Ülkemizde “Gedikli” terimi artık kullanılmadığından dolayı özellikle genç assubaylar bu işin sırrını bir türlü çözemezler. Kendilerince araştırıp uygun cevaplar bulmaya çalışırlar.

Ülkemizde de uzun yıllar saygın bir yapılanma olarak kullanılan ve daha sonradan kaldırılan “Gedikli Zabit” yapılanması, tarihsel derinliğinde; gedikliliğin ve bu yönüyle de deniz assubaylığının başlangıcını oluşturduğundan önem arz etmektedir. Bu yüzden, gelin hep birlikte bu konuyu inceleyelim ve bu güzide mesleğe ömür vermiş insanlarımızı da böylece yad etmiş olalım.

gediklizabit2GEDİKLİ ZABİTLİĞİN TANIMI

Gedikli zabitler, belirli bir alan ya da konuda uzmanlık derecesinde ihtisaslaşmış özel görevli subaylardır. Gedikli zabitler askeri yapılanmalarda subay ile assubay arasında bir rütbe konumuna sahiptirler. Türk Ordusundaki şekliyle tarif edersek, asteğmen ile teğmen aralığına yerleştirildiğini söyleyebiliriz. Daha çok kıdemli assubaylığın bir uzantısı olarak görülseler de gerçekte ayrı bir sınıf oluşturmaktadırlar. Fakat pek çok ülkenin silahlı kuvvetleri, uzun yıllar orduya emeği geçmiş kıdemli assubaylarına yeni bir kariyer sunmak ve onları onurlandırmak amacıyla “Gedikli Zabit” yapılanmasını kullanmıştır.

Gedikli Zabitlik, dünya ordularında ve orduların her kuvvetinde çok az farklılaşan bir yapıya sahip karışık bir rütbedir. Genel anlamda teknik becerilerine ve yeteneklerine göre rütbe alırlar. Komuta pozisyonunda kendilerine pek görev verilmez. Yine de Cenevre Antlaşması içeriğine göre genel olarak subay tanımı içinde yer alırlar.

Özel bir rütbeleri olmadığı için onlara “Bay …”, “Bayan …” ( ve soyadı) şeklinde hitap edilir. Ancak, uygulamada çoğu personel bu söylemi kullanmak yerine, onlara, “Efendim”, “Madam” ve daha çok “Şef” şeklinde hitap etmeyi tercih eder. Bizdeki uygulamalarda ise hitap şekli “Efendi” olarak kabul görmüştür.

NATO kodu olarak WO-1’den başlayan rütbeleri WO-5’e kadar gider. Ülke tanımlamaları da bu standarda bağlı olmak kaydıyla değişiklik gösterir. Örneğin Amerikan Ordusunda bu rütbelerin karşılıkları aşağıdaki gibidir.

WO-1= WO1 (Warrant Officer 1)

WO-2= CW2 (Chief Warrant Officer 2)

WO-3= CW3 (Chief Warrant Officer 3)

WO-4= CW4 (Chief Warrant Officer 4)

WO-5= CW5 (Chief Warrant Officer 5)

Bu rütbe yapısı ilk olarak İngiliz Kraliyet Donanmasında kullanılmış, daha sonra günümüze değin pek çok ülke tarafından benimsenmiştir. Bugün İrlanda ve ABD gibi pek çok devlet tarafından kullanılmakta olan bir sistemdir. ABD dışında genellikle kıdemli assubayların uzun yıllara dayalı askeri tecrübelerinden yararlanılması niyetiyle ve onları mümkün olduğunca etkili olarak kullanmak gayesiyle oluşturulmuştur.

Fakat Amerikan ordusunda özel bir konumları vardır. Teknik konularda liderdirler ve konularında uzman derecesinde ihtisas sahibidirler. Şef pozisyonundaki gedikli subaylar (Chief Warrant Officer) bizzat Başkan tarafından yetkilendirilir ve atanırlar, subaylarla aynı şekilde yemin ederler. Teknik uzman olarak, doğrudan orduya giriş yapabildikleri gibi, uzun hizmet yılları göz önünde bulundurularak (özellikle helikopter pilotları) orduda kalmaları da sağlanmış olabilir.

GEDİKLİ ZABİTLİĞİN VE DENİZ ASSUBAYLIĞININ DOĞUŞU

Gedikli Zabitliğin ve buna bağlı olarak Gedikli sınıfının doğuşu, İngiliz Kraliyet Donanmasının kuruluş yıllarına değin uzanır. Bu yapının askeri bir sınıf olarak kullanılması yaklaşık olarak, 13.yüzyılda başlamıştır.

Bilindiği gibi o dönemlerde henüz silah teknolojisi çok gelişmiş olmadığından kara ordularında herkes kısa bir eğitimle hemen görev yapabiliyordu. Oysa deniz kuvvetleri için özel yetenek, mesleki yeterlilik, bilgi ve tecrübe gerekiyordu. İlerleyen yıllarda hava kuvvetlerinin gelişmesi de aynı gereksinimlere ihtiyaç duyacaktı. Hatta gelişen ordu silahları ve savaş teknikleri dolayısıyla, kara kuvvetleri de ilerleyen dönemlerde bu yetenekli sınıfa ihtiyaç duyacaktı.

Dolayısıyla bu başlangıç, hem gedikli zabitliğin hem gedikli sınıfın doğuşu olarak işlenecekti tarihe. Gedikli sınıf ise o günkü anlamıyla deniz assubaylığına ve onun devamı olan bir sisteme işaret ediyordu.

13. yüzyılda İngiltere’de Deniz Kuvvetleri’nin kontrolü ve komutası, askeri deneyimleri nedeniyle, soylu sınıfın elindeydi. Bu soylu sınıfa mensup insanlar, genelde teğmen ve yüzbaşı gibi rütbeler taşıyorlardı ve gemilere kumanda ediyorlardı. Askeri tecrübeleri vardı, bilgi ve görgüleri vardı fakat denizcilikten bihaberdiler. Gemi yaşamına çok uzaktılar. Gemide işlerin nasıl döndüğünü, silahların nasıl kullanılacağını, geminin sevk ve idaresinin nasıl olacağını bilmiyorlardı. Denizcilerin güvertede hangi işlerle meşgul olduklarına, bir geminin tek başına nasıl seyir yapacağına, deniz haritalarının kullanımına, yön bulma tekniklerine, pusula kullanımına ve daha pek çok denizciliğe özgü bilgilere çok yabancıydılar.

Asıl mesleği denizcilik olan gemi kaptanlarına ve onların kıdemli, tecrübeli denizcilerine bel bağlamışlardı. Onların işbirliği ve teknik uzmanlığı ile tüm bu işleri kotaracaklarını düşünüyorlardı. Bu usta denizciler ve kaptanlar, gemilerin kullanımı ile ilgili teknik detaylara ve silahların çalıştırılmasına dair tüm bilgilere sahip oldukları gibi kullanmaya da yatkındılar. Her türlü teknik bilgi ve beceriye, denizciliğin gerektirdiği yetenek ve ustalığa tam anlamıyla sahiptiler.

Bu usta denizciler böylece ilk gedikli sınıfını oluşturdular ve gedikli zabitan ile deniz assubaylığının ilk nüvesi oldular. Zaman zaman “Boat Mates”, bazen “Boswans Mates” olarak anıldılar. Tecrübe ve özgüvenleri ile zamanla vazgeçilmez oldular ve daha sonra “Royal Warrant” (Kraliyet Gedikli Zabitanı) olarak ödüllendirildiler.

Görüldüğü gibi, İngiltere’nin soylu ve asil insanları yeni kurulan donanmada hemen parsayı kapmışlar ve komutan ve subay olarak yer almışlardır. Engin bilgi ve tecrübelerine rağmen halktan olan insanlar ise ast olarak tanımlandırılıp konumlandırılmıştır. Asil sınıfa mensup olmadıklarından dolayı da onlara böyle bir pratik çözüm üretilmiştir: Tam anlamıyla subay sayılmaksızın subay tanımı içinde yer almak.

İşte bu başlangıç günümüze değin sürüp gitmiştir. Modern ordular bu tabuları yıkmış olsa da günümüzde Türk Ordusu gibi kendisini geliştirememiş ordularda halen bu asil sınıf ve halk tipi sınıf ayrımı derin bir şekilde sürdürülmektedir.

İNGİLTEREDEKİ GELİŞİM SÜRECİ

Gedikli subaylar yıllar süren gelişmeler sonucunda dört kategoride değerlendirildiler.

  • Subay Salonundan Yararlanan gedikli subaylar
  • Kıdemsiz Subay Salonlarından yararlanan gedikli subaylar
  • Yaşam alanı verilmemiş (Salonsuz) gedikli subaylar
  • Düşük dereceli gedikli subaylar

1843 yılında Subay Salonunda kalan gedikli subaylar normal subay yapılmış, düşük dereceli gedikli subaylar ise yeniden yapılanan assubay sınıflandırmasında Chief Petty Officer olarak Kıdemli Assubay yapılmış ve böylece gedikli subay kategorisinin ikisi sonlandırılmıştır.

Birinci Dünya Savaşı sürecinde Salonsuz Gedikli Subaylar; “Gedikli Subay” ve “Şef Gedikli Subaylar (Yetkilendirilmiş Gedikli Subay)” olarak ikiye ayrılmıştır.

Donanmada modern teknolojinin gelişmesi doğrultusunda onların da sisteme adaptasyonu amacıyla rütbe tanım ve kapsamları değiştirilmiştir. Telgrafçı, Elektrikçi, Gemi Onarımcısı, askeri teknisyen ve benzeri isimler almışlardır. Subay Salonu yerine Gedikli Subay Salonunu kullanmaya başlamışlardır. Küçük gemilerde ise yine subay salonunu kullanmaya devam etmişlerdir. Gedikli Subay ve Şef Gedikli Subaylar kılıç takmışlardır, rütbelerine göre selamlanmışlar ve selamlamışlardır. Teğmen ile asteğmen arasına yerleştirilmiş bir rütbe sıralamaları olmuştur.

1949 yılında yeniden tanımlama yapılmış ve isimleri “yetkili subay” ve “kıdemli yetkili subay” olmuştur. Fakat rütbe kıdemleri yine teğmenden sonra gelmiştir. Yine yerleri subay salonu olmuş, gedikli subay salonları kapatılmıştır.

1956 yılında yeniden bir tanım değişikliği yapılmış ve şimdiki branş subayı anlamında özel görev subayları tanımı yapılmıştır. 1998 yılında bu özel görevli subaylar listesi, normal kraliyet subay listesi ile birleştirildi ve böylece tüm subaylar eşitlenmiş oldu.

master_and_commander_the_far_side_of_the_world

İngiliz Kraliyet Donanmasındaki rütbe yapılarını ve gerçek yaşamdan kesitlerini “Dünyanın Uzak Ucu” (Master And Commander: The Far Side Of The World) isimli filmde bulabilirsiniz. Deniz Subayı, Gedikli Subay, Assubay, Denizciler  ve Deniz Talebesi gibi rütbelerin hepsinin canlandırıldığı bu film, 1800’lü yıllarda Pasifik’te bir İngiliz Gemisi (HMS Surprise) ile bir Fransız gemisi (Acheron) arasında geçen çetin mücadeleyi konu almaktadır. Brezilya sahillerinden başlayan macera dünyanın büyük bir kısmını dolaşarak devam etmekte, Cape Horn'un fırtınalı sularından dünyanın uzak ucundaki Galapagos Adasına varmaktadır. Napolyon dönemindeki deniz savaşlarını konu edinen film; 2003, Amerikan yapımı. Yönetmeni Peter Weir, başrol oyuncusu ise Russel Crowe. İnternet üzerinden ulaşabileceğiniz bu filmi izlemenizi tavsiye ederim.

AMERİKAN ORDUSUNDA GEDİKLİ SUBAYLAR

Gedikli Subaylar Amerikan Ordusu’nda son derece özel bir konuma sahiptirler. Tek bir mesleğe, konuya ya da branşa yönelik olarak çok özel bir şekilde yetiştirilirler. Gedikli Subay olarak ilk göreve başladıklarında Ordu Sekreterliği tarafından yetkilendirilirler ve Warrant Officer-1 (WO1) rütbesini taşırlar. Daha sonraki aşamalarda Gedikli Subay Komisyonları tarafından üst rütbelere yükseltilirler. Bu komisyon doğrudan A.B.D. Başkanı’nın temsilcisi olarak görev yapar.

Gedikli Subaylar, kendi uzmanlık alanları söz konusu olduğunda diğer subaylarla aynı otorite, saygınlık ve komuta yetkisine sahiptirler. Müfrezelerde, birlik, birim ve timlerde, gemilerde ve icra edilen harekatlarda hem görev ve sorumluluk alabilir hem de komuta ve liderlik üstlenebilirler. Ayrıca astlarına danışmanlık görevleri de söz konusudur.

Konusunda uzman oluşuyla ve liderlik özellikleriyle birliklere ve komuta kademesine özel uzmanlık tecrübelerini ve rehberliğini sunar. Özellikle teknik konulardaki kabiliyetleri ile dikkati çekerler.

Çeşitli eğitim aşamasından geçerek rütbe ve kariyer basamaklarını oluştururlar. Kısaca değinirsek; orduya katılma kararı sonrasında ilk olarak Gedikli Subay Aday Kursu’na dahil olduklarını ve daha sonra da meslek yaşamları boyunca sürekli eğitim gördüklerini söyleyebiliriz. Gedikli Subay Aday Kursu ile temel subay ve lider özellikleri kazandırılır.

Bir sonraki aşamada Gedikli Subay Temel Kursu görürler ve burada Gedikli Subay görevlerini teknik liderlik derecesinde yapabilecek yetenekle donatılırlar.

Daha sonra gelen Gedikli Subay Tekamül Kursu ise önceki eğitimleri ve edinilen tecrübeleri geliştirme, ileri aşamalara hazırlanma sürecidir. Bu kurs CW3 rütbesine haiz bir Gedikli Subay tarafından verilir.

Gedikli Subay Karargah Kursu ise CW4 rütbesine geçiş için gerekli olan karargah görevlerinin öğrenilmesini amaçlar. Bu süreçte gedikli subaylar; ordu, personel, iletişim, eğitim yönetimi ve personel yönetimi ile özel liderlik konularında bilgi ve deneyim kazanırlar.

Son aşamada görülen kurs ise Gedikli Subay Üst Düzey Karargah Kursu’dur. Gedikli Subayların CW5 seviyesine terfi edebilmelerini amaçlayan ve bu rütbeye haiz bilgilerin öğretildiği kurs sonrasında, mesleklerinin en önemli kariyer aşamasına gelmiş bulunurlar. CW5 rütbesi, askeri eğitim için en önemli seviye olarak tanımlanır. Orduya daha geniş açıdan bakmayı öğrenirler. Örgütsel düzeyde en yüksek seviyedeki eğitmenler olarak görevler alırlar. “Amerikan Ordusu nasıl daha iyi işler, nasıl daha başarılı olur” konusu üzerinde özel olarak çalışırlar. Orduyla ilgili politikalar ve programlar üretirler. Özel konular hakkında bilgilendirme yaparlar.

Özellikle CW5 aşamasına gelen Gedikli Subay, tam anlamıyla Amerikan Ordusunun en vazgeçilmez ve aynı zamanda en üretken personeli olur. Ordunun politikasından, eğitimlerine değin pek çok konuda söz sahibidir ve de işlevselliğinde lokomotif rolündedir. Kısa başlıklar halinde görev tanımlarına bakacak olursak, şunları söyleyebiliriz:

  1. Komuta kademesine uzmanı olduğu konularda danışmanlık yapar, çözüm üretir ve desteğini sunar.
  2. Ordu politikasını yürütür ve yönetir.
  3. Bireysel ve Kolektif Eğitimler ile liderlik eğitimleri üzerine odaklanır.
  4. Ordunun silah, cihaz ve ekipmanı ile teknik sistemlerini yönetir. Bakım, onarım ve destek faaliyetleri üzerine çalışır ve bu faaliyetleri hem icra eder hem de yönetir.
  5. Birliklerin harbe hazırlık seviyeleri ve etkinlikleri üzerine özel olarak yoğunlaşırlar.
  6. Assubayların bilgi ve beceri bakımından mesleki gelişmelerine eğitim desteği ile birlikte bilgi, beceri ve tecrübelerini de sunarlar.
Amerikan Ordusu, kuşkusuz dünyanın en güçlü ve en teknolojik ordusu olarak kabul görür. Fakat onu diğer ordulardan ayıran bir özelliği daha var ki, o da insan odaklı olması. İnsana değer vermesi. Personeline rütbe ya da konumuna göre davranmak yerine, onun insan olmasını önemsemesi. Özlük hakkından madalyasına, şerit rozet ve brövesinden sosyal tesislerine kadar ordu üniformasını giyen herkese eşit davranmaya çalışması. Hatta özellikle ast olanlara pozitif ayrımlar sunması.

Amerikan Ordu yapısında rütbeler sadece görev amaçlıdır. Tüm yaşamınızı etkisi altına almaz. Yani birileri sizden rütbe ve kıdemce üst olduğu için yaşamınıza, duygu ve düşüncenize ve hatta vereceğiniz oylara karışmaz. Astlarını cahil olarak nitelemez. Onları izlemeyi ve fişlemeyi düşünmez. Ev ve aile yaşamını denetlemeyi aklından bile geçirmez.

Askeri bir kişi de olsanız önce insan olmanın onur ve haysiyetini koyar önünüze. “Rütbesi yüksek olanın ve mevkisi yüce olanın her şeyin en doğrusunu bileceği” saplantısı günümüz dünyasında sadece bir safsatadan ibarettir. Ortaçağ zihniyetinin bir ürünüdür. Herkes kendi hayat tecrübesinden, günlük yaşamından ve biriktirdiklerinden öğrendikleriyle bir çıkarım yapar ve yolunu öylece seçer. Düşünün ki, aylık emekli maaşı yaklaşık olarak 4.000 TL’yi bulan bir Emekli Kıdemli Albay ile bunun yarısını dahi alamayan Emekli Kıdemli Başçavuş; aynı siyasi eğilimi ya da ideolojiyi her nasılsa benimsesin. Eğer bu mümkün oluyorsa zaten bir yerlerde bir yanlışlık var demektir. Ya ülkenin siyasi partilerinde bir sorun vardır, yelpaze geniş değildir ya da yukarılardan somut ya da başkaca baskılar ve etkiler vardır.

Nihayetinde insanı öncelemek açısından oldukça uzun ve meşakkatli bir yolumuz olduğunu söylememiz gereklidir.

OSMANLIDA VE TÜRK ORDUSUNDA GEDİKLİ SUBAYLAR

gediklizabit1Osmanlı’da da Donanmadaki uygulamalar hep farklı olmuştur. Yüzyıllar boyunca Kara Ordusundan değişik, denizciliğe ve bu mesleğin zorlu şartlarına uygun bir hiyerarşi yapısı uygulanmıştır. Nihayetinde askeri alanda batılılaşma çabaları başlayınca, Donanma yapısı da bundan payını almıştır. Bilindiği gibi öncelik subay yetiştirilmesine verilmiştir fakat yaşanan olaylar, zorluklar ve savaşlar; Donanmayı modernleştirmenin, yapısını değiştirmenin o kadar da kolay olmadığını göstermiştir. İthal komutanlara teslim edilen ordularda ilk arayış mesleğini bilen bir ara sınıf oluşturmak fikrini sabit kılmıştır. Bu ara sınıf fikri, Osmanlı Paşalarının saltanatçı kafa yapısıyla arabeskleşmiş ve subay sınıfından ayrı olarak, Gedikli Sınıfı oluşturulmuştur. Gedikli Sınıfı, Gedikli Zabitlerden ve Gedikli Küçük Zabitlerden teşekkül edecek şekilde düzenlenmiştir. İngiliz Sisteminden alınan bu yapı, söylediğimiz gibi, şarkçı bir zihniyetle uygulama safhasına konmuş, Zabite ayrı, Gedikli Zabite ayrı ve Gedikli Küçük Zabite daha bir ayrı kurallar, kanunlar işler hale sokulmuştur. Zaten pek çok tarihçi bu dönemdeki modernleşme uygulamalarının daha çok taklitçi olduğunu ama daha da ötesinde kötü versiyonlar olduğunu vurgulama gereği hisseder.

5 Şubat 1890 tarihinde Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa’nın gayretleriyle donanmanın teknik ve ameli personel ihtiyacını karşılamak üzere, topçu, işaretçi, serdümen ve porsun, sanayi ve makine sınıflarında görev yapmak üzere “Deniz Gedikli Subay ” sınıfının kurulması için bir nizamname çıkarıldı. İngiliz sistemi örnek alındı. Nizamname, Ceride-i Bahriye gazetesinde yayımlandı ve yürürlüğe girdi. İşin aslı, hızlı bir şekilde toprak kaybetmeye başlayan Osmanlı Donanması, gemilerinde görev yapacak yetenekli leventler ve ara sınıf personel bulamamaktaydı. Özellikle Rum kökenli Osmanlılardan faydalanıyorlardı ama Yunanistan elden gidince, Rumlarda da kopuş başladı. Gemilerin teknolojisi değişmişti ama Osmanlıda bu teknolojiye ayak uyduracak ne Paşa, ne zabitan ne de devlet adamı vardı. Bunlar olmayınca, körü körüne son model gemiler alınıyor ama yürütülemiyordu. İşte bu zorunluluktan dolayı Gedikli Sınıfının kurulması şart olmuştu.

Nihayetinde, 3 Nisan 1890 tarihinde 21 Sayılı Ceride-i Bahriye'de çıkan Şura'yı Bahriye Nizamnamesiyle "Deniz Gedikli Sınıfı" resmen kurulmuş oluyordu. Böylece resmi olarak hem Osmanlı Bahriyesinde hem de Osmanlı Ordusunda “Gedikli Zabitliğin” bir parçası olarak, assubaylık mesleği de başlamış oluyordu. Elbette ki daha önce de benzer konumlarda bir ara sınıf vardı fakat kafa karıştırıcı bir sistem bütünlüğüne sahipti. Örneğin, Osmanlı Donanmasının rütbe ve hiyerarşisini çözmeniz için donanmayı iyi bilmeniz ve tanımanız gerekiyordu.

Söz konusu nizamname ile birlikte, gemilere sivil personel alınmaması, yalnız İstanbul çocuklarından olmak üzere gedikli temin edilmesi kararlaştırılmıştır. 15 Haziran 1890 tarihinde Selimiye Gemisi'nde ilk Deniz Gedikli Sınıfı eğitim ve öğretime başlamıştır. Fakat kısa bir süre sonra uygulamada karşılaşılan sorunlar nedeniyle bu sınıf kapatılmıştır.

Nizamnamede yer alan ve Gedikli Sınıfın esaslarını belirleyen ana hususlar şöyleydi:

  1. Gedikli okullarına alınacak adaylar 15-18 yaş aralığında olacak ve İstanbul halkından seçilecekti.
  2. Adaylık için velinin rızası bulunacaktı.
  3. Adaylar bir yıl İstanbul’da eğitim gemisinde teorik ve pratik bir eğitime tabi tutulduktan sonra seyr-ü seferdeki gemilere gönderilecek ve bu gemilerde dört yıl daha eğitim ve öğretim göreceklerdi.
  4. Beş yıllık adaylık dönemini bitiren ve son sınavda başarı gösterenler porsun, işaretçi, sefine emini, serdümen ve topçu dallarına ayrılacak ve kendilerine onbaşı rütbesi verilecek ve bir yıl sonra yapılan bir sınavla çavuş ve bölük emini olabileceklerdi.
  5. Bir yıl hizmet eden çavuş ve bölük eminleri yine sınavla üçüncü porsun ya da üçüncü işaretçi ve aynı şekilde birer yıl hizmetle birinci porsun veya birinci işaretçiliğe kadar yükselebileceklerdi.
  6. Bu şekilde mecburi askerlik hizmetini de tamamlayan adaylar, üstlerinden iyi sicil aldıkları ve imtihanları verebildikleri takdirde üçüncü sınıf gedikliliğe yükselebileceklerdi.
  7. Üçüncü Sınıf Gedikliler, gemilerde 4 yıl, İkinci Sınıf Gedikliler ise beş yıl hizmet görüp imtihanları geçtikten sonra ancak Birinci Sınıf Gedikli olabileceklerdi.

İlk Gedikli Sınıfı 15 Haziran 1890 tarihinde Selimiye Eğitim Gemisinde eğitime başladı. Başlıca dersler; Hesap, Güzel Yazı, İmla ve Okuma dersleri olmuştur. Öğrencilere mesleki eğitim kapsamında ayrıca, Branda Bağlamak, Geminin Kısımları, Direk, Seren, Yelkenler, Sabit Arma, Makara ve Tornalar, Gemici Bağları ve çeşitleri, Top ve Kundak ayrıntıları, Ateşli Silahlar ve kısımları öğretilmiş ve top, tüfek, arma ve kürek talimleri yaptırılmıştır.

Bu nizamname esaslarına göre kurulan ve tipik İngiliz yapılanması olduğu hemen göze çarpan Osmanlı’nın ilk Gedikli uygulaması, çeşitli nedenlerden dolayı çok kısa bir dönem hayatta kalabilmiştir. Bunun başlıca sebeplerinden birisi, o dönem bahriyede hakim olan başıbozukluklardır. Özellikle maaş ödemelerinden kaynaklanan sorunlar nedeniyle, ne donanma subayına ne de denizcilerine söz geçirilemiyordu. Yapılan yenilikler de bu yüzden etkili olamıyordu.

Ayrıca nizamnamesinde belirtilen hususlar gereğince, Gedikli Sınıfına başka kaynaklardan kimsenin alınmayacağı belirtilmesine rağmen bu kural kısa sürede çiğnenmişti. İstanbul dışından kimsenin alınmayacağı kuralı da çoğu kez görmezden gelinmişti. Yine nizamnamesi gereğince, Gedikli Sınıfından kimse zabitan yapılmayacaktı. Yani başarılı olsalar bile hiçbir Gedikli Zabitan, Mülazım ve Yüzbaşı gibi rütbelere terfi edemeyecekti. Kapalı devre bir sistem tasarlanmıştı. Buna rağmen, II. Abdülhamit’in emri gereğince bazı Gedikli Subaylar, üsteğmen rütbesiyle zabitan sınıfına geçirilmiş ve bir kere başlayınca da arkası gelmişti. Başlangıçta tasarlanmış olan kuralların bütünü bozulmuş ve ihlal edilmişti. Tüm bunlardan sonra, bu şekliyle Gedikli Subay yetiştirmenin bir fayda sağlamayacağı değerlendirilmiş ve mevcut olan Gedikli Subayların muhtelif zabitan rütbelerine nakli sağlanarak, Gedikli uygulaması sonlandırılmıştır.

Burada dikkatinizi çekmek istediğim husus şudur: Bilindiği gibi Türklerde hiçbir zaman kapalı devre bir sistem olmamıştır. Başarılı olanın önü hep açık olmuştur. Türk Milletinin özgür yapı ve karakteri, tarih sahnesinde doğuşundan bu yana böyledir. İlk kez böyle bir taklit sistem denenmiş ve başarısız olmuştur. Buradaki başarısızlık, görevini yapma konusunda değildir. Bu sınıf kendisine tevcih edilen görevi layıkıyla yapmış ve daha fazlasını hak ettiği ve istediği için kuralları delip geçmiştir. Kurallar çiğnenince de, ilerde tekrar gözden geçirilmek üzere, gedikli sınıfının kaldırılması fikri hemen devreye girmiştir.

Gedikli Zabitliğin ilk uygulandığı dönemlerden bilinen isimlerin en başında İsmail Hakkı Kaptan gelir. Zaten başkaca da bir isme rastlanmaz. Gazi Alemdar Gemisi ile İstiklal Savaşı’nda destan yazan isimlerden birisi olan Gemi Süvarisi İsmail Hakkı Kaptan, Osmanlı’nın ilk Gedikli Zabitlerindendir ve Kurtuluş Savaşı döneminde emekli durumdadır.

Gedikli uygulamasının ikinci safhası ise 1900’lü yılların başında denemeye geçmiştir. 1909 yılına gelindiğinde, Osmanlı Devletinin pek çok yerinde, ilkokul ve ortaokul seviyesinde Gedikli Küçük Zabit Mektepleri peş peşe açılmaya başlamıştır. Fakat bu süreçte söz konusu olan Gedikli Küçük Zabitlerdir. Gedikli Zabitlikle ilgili yeni bir uygulama söz konusu olmamıştır.

19 Temmuz 1913 tarihinde “Sekeni Hümayunda Gedikli Sınıfının Sureti Tesciliyle Usulü Terfi ve Terakkileri” hakkındaki kanun kabul edildi. Bu kanun Gedikli Sınıfının teşkil esaslarını kapsamaktaydı. 14 Temmuz’da deneme uygulamasına başlanmıştı ve bir senelik denemeden sonra, 1915 yılında hayata geçirildi. 24 Şubat 1915’de geçici bir kanun ile küçük zabitlerin üstünde olarak “Gedikli Zabit” sınıfı yeniden teşkil ediliyordu. Böylece Gedikli Zabit ve Gedikli Küçük Zabitten teşekkül eden Gedikli Sınıfı, kanun ve nizamnamesi oturtulmuş olarak bir kez daha uygulamaya konuluyordu.

İlerleyen dönemlerde Gedikli Sınıf yapılanması yeni kurulmaya başlayan Hava Kuvvetlerinde ve başladığı yer olan Deniz Kuvvetlerinde oldukça etkili olarak kullanılacaktı.

Hazırlayan : Aydın Kulak

NOT: Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur. Çalışma ile ilgili kaynakça, son bölümde yer alacaktır.
sah-mat

Assubaylar neler çekmedi ki ondan. TEMAD şubelerini her seçim öncesi ziyaret ediyor, gönül alıyor, vaatler veriyor sonra da unutup gidiyordu. Bize de üstüne bir bardak soğuk su içmek kalıyordu. Ne zaman ufukta seçim görünürse o zaman aklına assubaylar ve emeklileri düşüyordu. Onları sadece kolay kandırılan birer oy deposu olarak görüyor ve adeta AK Parti hükümetinin en kandırıkçı bakanı olarak görev yapıyordu.

İş artık o raddeye gelmişti ki, assubaylar ve emeklileri, kendisine çeşitli isim ve ünvanlar takmak zorunda kalmışlardı. Bunlardan bir tanesi “Vicdansız Gönül”dü. Bir diğeri ise “Milli Subay Bakanı”! Velhasıl söyledikleriyle, yaptıklarıyla tüm bu yakıştırmalar üzerine tam oturuyordu.

Görevi süresince Türk Silahlı Kuvvetleri’nde astları ezen ve her daim hor gören bağnaz yapıya asla diklenememiş, hep günü kurtaran ve adeta diplomatik duruşlarla vaziyeti idare eden birisi olmaktan öteye geçememişti.

Aslında Milli Savunma Bakanlığı sivil iktidarla ordu arasında dengeleri koruyan bir bakanlık olarak bilinir. Genelde buraya seçilen isimler suya sabuna dokunmadan vaziyeti idare ederek geçinirler. Fakat AK Parti iktidarının söylemlerini hatırladığımızda bizler, bu bakanlıktan da bir şeyler beklemiş ve ummuştuk. Bir şeylerin değişmesini dilemiştik.

Ordu içindeki adaletsizliklere de el atılacak, haksız uygulamalar aşama aşama giderilecekti. Türk Silahlı Kuvvetlerinde insanı ve insanlığı önceleyen yasalar uygulamaya konulacaktı. Askeri Ceza Yasalarında, Sosyal Tesislerde, Lojmanlarda, OYAK’ta ve özellikle de özlük haklarında pek çok iyileştirme beklentisi taşıyorduk. 2002 yılından bu yana bütün bu umutlarımızı taze tutmaya çalıştık. Fakat hesaplarımız ve beklentilerimiz hep boşa çıktı.

İktidar partisi olan AK Parti, biz assubayları da belli bir anlayışın temsilcisi, takipçisi veya kuyruk uzantısı bellemiş olmalıydı. Yoksa Adalet ve Kalkınmadan bahseden bir partinin özellikle emekli maaşlarındaki adaletsizliğe göz yumması mümkün müydü? Aynı süre görev yapan, aynı ortamları paylaşan ve sadece rütbeleri farklı olan insanlar arasında emekli olduklarında maaş olarak yaratılmış olan koca uçurumu nasıl tarif edebiliriz? Nasıl akıl ve mantık süzgecinden geçirip “bu doğru bir uygulamadır” diyebiliriz?

Bugün bir emekli kıdemli albay yaklaşık dört bin lira emekli maaşı alırken, emekli kıdemli başçavuşun bunun yarısını dahi alamadığını hangi adalete ve hangi kalkınmaya sığdıracağız?

Yirmi birinci yüzyılı son hız yaşadığımız bugünlerde assubaylara birinci derecenin dördüncü kademesinin verilmeyişini hangi sebeplerle insan haklarına ve memurin haklarına uygun olarak değerlendireceğiz?

Ya başlangıç derecelerimizi? Ya subaya tam, assubaya yarım takılan bröveleri? Yarın Uzman Çavuşlara da uçuş brövesinin çeyreği mi takılacak? Ortaçağdan kalma “subay ve general asil ve soylu sınıftır, geri kalan sadece asttır ve ordunun hamalıdır” anlayışını mı güdeceğiz? Oldu olacak, assubay orduevlerinin kapısına “Tom Amca’nın Kulübesi” yazalım, herkes mutlu olsun.

gnl1Bu son seçim döneminde Bay Vecdi Gönül, nasılsa, İzmir’den aday gösterilmedi. AK Parti’nin sahil stratejisi gereği Antalya’ya kaydırıldı. Antalya zaten CHP için kaybedilmek üzereydi. Orada kimin kazanacağı aleni belliydi. Buna rağmen Bay Gönül, orada çok yoğun tepkiler gördü. Esnafın tepkisi ilk yaşanandı. Ardından bir emekli assubay meslektaşımızın tepki ve protestosu yansıdı basına. Ayrıca AK Parti iletişim sayfasından pek çok assubay rahatsızlığını iletti hükümete.

İşin tuhaf tarafı ne biliyor musunuz? Bu Bay Vecdi Gönül, özlük hakları konusunu bu ülkede en iyi bilen adamlardan birisi. Buna rağmen, son olarak ne dedi, sizler de gördünüz…

Haksızlıklara karşı ordunun astlarını inatla ve onur dolu bir dirençle savunan, basında pek ender kalmış ve gerçek anlamda hümanizmi benimsemiş kalemlerden birisi olan Umur Talu’ya verdiği telefon röportajında, tam anlamıyla ağzındaki baklayı çıkarmış ve hangi zihniyetin temsilcisi olduğunu ayan beyan ortaya koymuş:

Devletin de bir hiyerarşisi var!” buyurmuş. İyi de devletin hiyerarşisinde kölelik kanunu falan mı var acaba ki, sevgili cafcaflı albayım emekli maaşının daniskasını alıyorken, assubaya fakir fukara maaşı bağlanıyor? Acaba devletin hiyerarşi kitabında “adaletli özlük hakkı” için hangi kıstas yer alıyor? Efendiler ve köleler kıstası mı?

Hangi mantık bize bu mantıksızlığı, bu haksızlığı ve bu ahlaksızlığı izah edecek? Sayın Gönül’den o savunduğu hiyerarşisinin ölçütlerini bekliyoruz! Biz de kendisini bu boşta kaldığı günlerde “insaf ölçütlerini” araştırmaya davet ediyoruz.

Bay Vecdi Gönül, 1970 yılından beri özlük işlerinin içindedir. Bu işi en iyi bilenlerdendir. Özlük haklarının mevkiye, konuma, rütbeye göre değil de emeğe ve alınterine ve yapılan fedakarlıklara göre belli bir izan ölçüsünde yapılması gerektiğini en iyi savunması gereken kişidir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde tahakkümün boyunduruğu altında yaşayan assubayların, uzman çavuşların, uzman jandarmaların ve sivil memurların koruyucu ve kollayıcısı olması gereken kişidir. Oysa Bay bakan, çok uzun görev süresince emir-komuta zincirinin göstermelik bir halkası olmuş ve “alındı/anlaşıldı”dan başka bir icraat eyleyememiştir.

Bu haliyle şunu söylememiz gerekir ki, babası merhum Mustafa Saffet Gönül, tüm yurdu ve halkını savunup Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kurarken, oğlu Vecdi Gönül; egemenliğin bağnaz kalelerini koruma yönünde eylemler icra etmiştir. Umarım bu yaptıkları nedeniyle, rahmetli babası onu affeder. Biz assubaylar ise onu hiçbir zaman affetmeyeceğiz!

Tüm bunlardan sonra şöyle söyleyebiliriz. AK Parti’de bağnaz yapıyı, ırkçılığı ve sınıfçılığı koruyup kollayan koca bir kale en sonunda düştü: Şah ve mat!

Sana güle güle demeyeceğiz Bay Gönül, çünkü bizi hiç güldürmedin. Paşa babaların ne dediyse onu uyguladın. Boyayıp, allayıp pullayıp bize satmaya kalktın. En sonunda da içindeki saklı duygularını açığa vurdun ve kimlere hizmet ettiğini net bir ifadeyle açıkladın:

Devletin de bir hiyerarşisi var!

Seni ve bize yaşattığın hayal kırıklıklarını asla unutmayacağız. Tarihimize altın harflerle not düşeceğiz. Torunlarının bile bunlardan haberdar olmasını sağlayacağız.

Diyeceğiz ki, biz şimşekler ve gök gürültüleri başlatacak koca bir rüzgar bekliyorduk ama çıka çıka fos bir osuruk çıktı!

Saygılarımı sunuyorum sayın eski bakanım.

*Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.

veteriner-assubay

Bir dönem önemli görevler üstlenen ama zamanla işlerliğini kaybeden, çağın gelişimi nedeniyle artık anılarda yaşayan bir Assubay Okulu’ndan bahsedeceğiz sizlere: Veteriner Assubay Okulları'ndan.

Prof.Dr. Ferruh Dinçer tarafından “Türkiye’de Askeri Veteriner Hekimlik Tarihi Üzerine Yapılan Araştırmalar” kapsamında yapılmış olan bir çalışmadan elde ettiğimiz bu bilgileri gelin birlikte inceleyelim. Nerede teknik bir konu varsa, orada assubayın da olduğunu, bilgi ve becerisini vatanı ve milleti için nasıl her alanda kullanabildiğini birlikte değerlendirelim ve unutulmaması için biz de hem tarihimizde hem anılarımızda yaşatalım.

I923-33'de "Nalbant Gedikli Küçük Zabit Kursu" adıyla hayvan sağlığı ve nal teknisyen assubayları yetiştirilmesi ele alındı.

Veteriner Teknisyen Assubay İlerleme Kursu” 1945’te, “Veteriner Teknisyen Assubay Nal Tekniği Kursları" 1954'de ve "Veteriner Teknisyen Assubay Gıda Kontrol Kursları" 1959'da açıldı.

Askeri Veteriner Akademisi Assubay Okulu

Assubay sınıfı için ilk olarak 1932 yılında öğrenci alındı. Eylül 1932-Haziran 1933 arası 10 ay süren bu döneme "Nalbant Gedikli Küçük Zabit Kursu" adı verildi. 1934-35 döneminde "Nalbant Gedikli Erbaş", 1945'den itibaren "Veteriner Gedikli Erbaş" olarak değiştirildi. 1951'de "Hayvan Sağlık Teknisyen Assubay Okulu" ve 1953'den itibaren de "Hayvan Sağlık ve Nal Teknisyen Assubay Okulu" denildi.

1940 yılına kadar askeri ve sivil ortaokul öğrencileri ve mezunları ile ilkokul mezunları da okula alınıyordu. 1940'dan itibaren, diğer bütün assubay okullarında olduğu gibi ortaokul mezunları alınmaya başlandı.

Okula kayıt olan öğrenciler, önce 3 ay süreyle atlı birliklerde staj görüp buradan Kolordu Hayvan Hastaneleri’ne gönderiliyor ve 10 ay pratik yaptıktan sonra Tatbikat Okulu'nda 10 aylık kurs görüyorlardı. Yapılan sınav sonucunda da mezun oluyorlardı. 1945 yılından itibaren öğretim, tamamı Tatbikat Okulu'nda geçerek, 2 yıl üzerinden sürdürüldü.

1932-33'de açılan I. dönemde öğrencilere nal tekniği, veteriner bilgileri, Türkçe, Ordu Bilgisi, Sevk ve İdare, Arazi Bilgisi, Askeri Ceza ve İç Hizmet, Harp Tarihi ve Türk Tarihi, Coğrafya, Matematik dersleri verildi. 1934-35'de “Spor” ve 1936-37’de “Ecza Bilgisi” dersleri eklendi. 1945'de 2 yılın tamamı Tatbikat Okulunda geçince 1. ve 2. yıl dersleri şöyle programlandı:

Birinci yıl: Anatomi, Dış Hastalıklar, Fizyoloji ve İç hastalıklar, Ayak Hastalıkları ve Nal Tekniği, Veteriner Görevleri, Hayvan Sağlığını Koruma, Tarih, Coğrafya, Binicilik, Piyadecilik ve Atış, Harp Silahları ve Vasıtaları, Topoğrafya, Ordu Bilgisi, İç Hizmet ve Askeri Ceza, T'ahkimat Gizlenme ve Tahrip, Türkçe.

İkinci yıl: Anatomi, Dış Hastalıklar, İç Hastalıklar, Ayak Hastalıkları, Patoloji, Salgın Hastalıklar, Kimya, Zootekni, Veteriner Görevleri, Veteriner Tabiyesi, Türkçe, Tarih, Coğrafya, İç Hizmet, Tabya, Balistik, Topoğrafya, Ordu Bilgisi, Binicilik.

1953-54 döneminde, ikinci sınıfta "Hayvan Sağlık Teknisyen Assubayı" ve "Nal Teknisyen Assubayı" olarak ayrılan öğrenciler bu adlar altında mezun oldular.

1942 yılında iki dönem mezunu verildi. Birincisi Eylül 1941-Haziran 1942 dönemindeki 5 adaydır ki bunlar, 22 haziran 1942'de mezun oldu. 1942'nin 10 Şubat'ında açılan İkinci Dönem ise 10 ay sürdü ve adaylar 9 Aralık I942'de mezun oldu.

1945'den itibaren öğrenciler Assubay Ortaokullarından mezun adaylar arasından alınmaya başlanmışlardı. 1949'da Assubay Okullarından öğrenci gelmediğinden, 1950'de mezun verilmedi.

1959'da 7 mezun verildi. Ancak, 1958'de okula giren öğrenciler de aynı yıl "Nal Teknisyen Assubayı" olarak mezun oldu (22 Ekim 1959). Bunlar "B" sicili aldılar. Bu nedenle 1960 yılında mezun verilmedi. 1962'den sonra okula öğrenci alınmadığından en son mezun 1963'de verildi. 1933-1963 arasındaki 28 dönemde 386 mezun verildi.

Veteriner Teknisyen Assubay Kursları:

Veteriner Teknisyen Assubayları’nın da yeni gelişmeler ve uygulamalar konusunda bilgilendirilmeleri için Askeri Veteriner Akademisinde şu kurslar açılmıştı:
  • 1. Veteriner Teknisyen Assubay İlerleme Kursları: 1.5.1945-30.7.1947 arası açılan I. Dönem ile başlatılmış ve Akademi'nin okula dönüştürülmesine kadar 12 dönem (5.5.1969-28.6.1969) yapılmıştır.
  • 2. Veteriner Teknisyen Assubay Nal Tekniği Kursları: Bu kurslar 1954'de başlatılmış ve 1959'a kadar her yıl açılmıştır.
  • 3. Veteriner Teknisyen Assubay Gıda Kontrol Kursları: 1. Dönem (4.5.1959-8.7.1959) IX. Dönem (7.10.1968-30.11.1968) olarak düzenlenmiştir.

Akademiye bağlı Assubay Okulu mezunlarının tümüne yakın kısmının (354'ünün) çeşitli kurslara alınmasından, teknisyen eğitimine de ayrıca önem verildiği anlaşılmaktadır.

Bir döneme damgasını vurmuş olan Veteriner Astsubay Okulları, ordudaki gelişmelere bağlı olarak işlevini kaybetmiş ve kapatılarak, tarihteki yerini almıştır. Sadece anılarda yaşatılmakta ve assubaylığın onur dolu sayfasında yerini korumaktadır.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyacı olan Veteriner Assubaylarının yetiştirilmesinde bundan sonraki dönemlerde farklı politikalar izlenmiştir. Örneğin; 1990-1991 eğitim ve öğretim yılında Samsun'daki Veteriner Sağlık Meslek Lisesi'nde Tarım bakanlığı'nın Kara Kuvvetleri ile yaptığı protokol gereğince, takip eden dört öğretim yılı boyunca 40 Veteriner Teknisyen Assubay öğrenci alınmış, mezun edilmiş ve müteakiben Milli savunma Bakanlığı'nın çeşitli birimlerinde görevlendirilmiştir.

BİR GİRİŞİMCİ HİKAYESİ: GÜN-TAV VE BAŞOFLAZ

GUNTAV-TAVUKCULUK-REKLAMI-Lutfu-BasoflazTürk Silahlı Kuvvetlerinde Veteriner Teknisyen Assubayı olarak görev yapan Lütfi Başoflaz, 1973 yılında emekli olur. Küçük pikabının arkasında başladığı girişimcilik hikayesi zamanla GÜN-TAV adlı bir şirkete ulaşmasına vesile olur ve bir başarı hikayesine dönüşür.

Vatanına ve milletine bir Assubay olarak yıllarca hizmet eden Başoflaz, emekliliği sonrasında çalışmadan yapamıyor ve yeni bir başlangıç istiyor. Kader onu İstanbul'da küçük bir dükkana götürüyor. Başoflaz, bu küçük dükkana mütevazi ama bir o kadar anlamlı bir isim veriyor: Güneş Tavukçuluk.

Derme çatma kapkacakla kümes hayvancılığı yapmaya çalışan insanlara, pikabının kasasına doldurduğu, kalıplarını kendisinin yaptığı malzemeleri kapı kapı dolaşarak satmaya başlıyor. Yaptığı bu girişimci çalışmaları ile belki de Türkiye'de ilk profesyonel yemlik sistemlerinin temelini atıyor ve sektörün geleceğine de kılavuzluk ediyor böylece. Bu hikaye, seksenli yılların başına kadar devam ediyor.

Bu dönemde sağlık sorunları nedeniyle, çalışmalarına beş senelik bir ara vermek zorunda kalıyor Başoflaz. Ara verdiği bu dönemde şirketin saygınlığını korumak adına her hakkını koruyor, Gün-Tav ismine halel gelmemesi için çabalıyor, markasının saygınlığına sahip çıkıyor ve 1987 yılında bu güzide markayı, yine kendisi kadar girişimci ve idealist olan emekli bir öğretmene, Ahmet Eyvazoğlu'na teslim ediyor.

Bugün temelini Lütfi Başoflaz'ın attığı bu şirket, örnek bir durumda. Şu anda Bulgaristan, Yugoslavya, İran, Mısır, Suriye, Rusya, Arabistan, Romanya, Sırbistan, Libya, Türmenistan gibi ülkeler başta olmak üzere bir çok ülkede çalışmaları bulunan Gün-Tav; Dünya pazarında söz sahibi olma yolunda ilerliyor. Gerçekleştirdiği üretim, yatırım ve sağladığı kaynaklarla Gün-Tav kendi sektöründe Türkiye’nin lokomotif markası. 1973 yılında başlayan bu hikaye, yeni başarılarla yazılmaya devam ediyor. Hikayenin başlangıcında ise bizden birisi var: Emekli Assubay Lütfi Başoflaz!

VETERİNER OKULUNDAN ÇIKAN BİR HALK OZANI: MEHMET ZEKİ AKDAĞ

mehmet-zeki-akdagŞimdiye kadarki yazılarımda halka malolmuş, sesini duyurmuş ve assubayları onurluca temsil etmiş pek çok ismi sizlere sundum. Bu kez karşıma, pek çoğumuzun tanımadığı, bilmediği bir isim çıktı:Mehmet Zeki Akdağ! Onun için yeni çağın Karacaoğlan'ı gibi tanımlamalar dahi yapılıyor. Pek çok şiir kitabı var. Aslında belki de ismine orda burda rastladınız ama nerden gelmiş, nasıl gelmiş diye inceleme zahmetine katlanmadınız. Bizden birisi olduğunu farkedemediniz. Oysa o, ne güzel dökmüş yüreğimizde taşıdığımız isyanı dizelerine:

Geceden kurtarır karanlıkları
Zulmeti yıkardık hatırlar mısın?
Arzuların kanadında ruhumuz
Göklere çıkardık hatırlar mısın?

Dilerseniz, şöyle bir biyografisini okuyarak başlayalım işe:

Karaman’a bağlı Ermenek ilçesinin Göktepe kasabasında 1929 yılında (28 Haziran 1929) dünyaya gelen Akdağ, Göktepe İlkokulu (1943), Kayseri Askeri Ortaokulu (1948), Ankara Veteriner Teknisyen Astsubay Okulu (1952) ve Ordu Yabancı Diller Okulu’nu (1960) bitirdikten sonra assubay olarak yurdun çeşitli bölgelerinde görev yaptı. Emekli olduğu 1968 yılında gazeteciliğe başladı. Milliyet, Akşam, Güneş, Yeni İstanbul, Son Posta, Hergün ve Ortadoğu gazetelerinde çalıştı. Bu gazetelerde muhabir, haber müdürü, yazı işleri müdürü ve genel yayın müdürü olarak çeşitli görevlerde bulundu.

Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatkârlar Vakfı kurucu üyeliği, İLESAM İstanbul temsilciliği yaptı. Türkiye Gazeteciler Cemiyetine ve Gazeteciler Sendikasına üye oldu.

İlk şiiri 1947'de Erciyes dergisinde yayınlandı. Geride kalan bu 64 yıl süresince; Çınaraltı, Hisar, Türk Edebiyatı, Türk Dili, Millî Kültür, Yeni Ufuklar, Türk Yurdu, Türk Dünyası, Kültür Dünyası, Orkun, Tarla, Kızılelma, Türk Sanatı, Petek, Dokuz Eylül ve Sarmaşık Kültür gibi çok sayıda dergide kalemiyle, mısralarıyla yer aldı. Cumhuriyet devri Milli Edebiyat akımına ve Hisar ekolüne bağlı kaldı. Sade ve samimi bir dille, halk şiiri özelliklerini barındıran çağdaş bir şiir yazma çabası gösterdi.

Mızrap” isimli musiki dergisini bir grupla birlikte altı sayı yayınladı. Gazetecilik araştırma dalında 1977'de “Yılın Gazetecisi Ödülü”nü aldı.

Kültür Bakanlığı'na yaptığı 7 bin 500 kitaplık bağışıyla, doğup ilk öğrenimini gördüğü köyünde adına kütüphane açtırdı.

Şiire küçük yaşta başlayan şair, özellikle türkülerle içli dışlıdır. Hem de “Türkülere gömün beni” diyecek kadar!

Büyük büyük tufanlarda
Yitirdik birbirimizi
Şüphesiz vuslat gününe
Türküler getirdi bizi.

Anacığım çağırıyor
Bir türküde demin beni
Türkülerle doğmuşum ben
Türkülerle gömün beni.

Şiirlerinde tasavvuf izine rastlamak da mümkündür. Fakat burada bir aşırılık değil, bizi biz yapan değerleri anlatış vardır. Tarihimiz, kültürümüz, dilimiz ve geçmişimiz olanca güzelliğiğiyle göze çarpar onun şiirinde. Yozlaşmış bir Türkçe'yi değil, İstanbul şivesiyle süslenmiş bir Türkçe'yi yeğleyen şair, halkının yanıbaşında olmaya özen gösteren mısralarla örgülediği nice şiirlere imzasını atmıştır.

Yazar Abdurrahman Şen, onun şiirini köşesinde şöyle dile getiriyor:

“Otuzu aşkın şiiriyle TRT repertuarına girmiş ve Zeki Müren, Ahmet Özhan, Bilge Pakalınlar gibi sanatçılar tarafından seslendirilen şarkıların şairi olan Zeki Ağabey; mısralarında kendini gösteren 'gönül adamı' özelliğini yaşantısında da çevresine hissettiren, tam bir Anadolu efendisidir.

Hece vezninden bazı şiirlerinde vazgeçse de sağlam kâfiyeden, şiirin ritminden, âhenginden asla ayrılmaz. Bir çok şiirinde hicivden örnekler de sunan Zeki Ağabey, 'Millî şiir' tanımının, yaşayan ender ustalarından biridir.

Merhum Ahmet Kabaklı büyüğümüzün; 'Türkü, koşma havasına girdiği, aşkını ve tabiatı eski bir Toroslu gibi söylemek gereği duyduğunda Karacaoğlan'ın şenlik ve renkliliğinden pek ayırt edilemiyor' sözleriyle tanımlamaya çalıştığı. Merhum ağabeyim Ahmet Tufan Şentürk'ün ifadesiyle de; 'Tam mânâsıyla ve tek kelimeyle günümüzün yaşayan Karacaoğlanıdır' diyebileceğimiz Mehmet Zeki Akdağ Ağabeyime bundan sonra da bol şiirli, az hasretli, 'ballı Türkçe' ile örülmüş nice şiirler, şiir kitapları diliyorum.”

Eserleri: Kırkikindi (1967), Dar Saat (1973), Uzun Hava (1991), Yağmura Duran Bulut (1999), Önce Şiir Vardı (1999), Boşa Çiğnemedim Yalan Dünyayı (2003), Gecenin Gözleri (2006)

Vedamızı şairimizin güzel bir dörtlüğüyle yapalım dilerseniz:

Cüceyi dev yapan ışık
Şimdi zindanla barışık
Gür salkımlı mor sarmaşık
Var mı böyle konut artık...


SEÇİMLERE ÖZEL NOT:

Terörle ilişkisini gözardı ettiğimizde, BDP'nin demokratik mücadelesine hayran olmamak mümkün değil. Bir seçim bölgesinde birkaç bağımsız aday birden seçiliyor. Her adayın aldığı oy son derece dikkatle belirleniyor. Örneğin bir adayın seçilmesi için 74.154 oy gerekiyor. Seçim sonucunda almış olduğu oya bakıyorsunuz 74.156. Ne kadar planlı, ince ince hesaplanmış bir mücadele olduğunu ilk bakışta görebiliyorsunuz.

Ayrıca bu seçim döneminde Pendik ilçesine bağlı bir köyde yaşanan olay dikkatimi çekti. Yaklaşık 100-200 kişilik bir köy, hizmet gelmediği için seçimleri protesto edeceğini açıklıyor. Araya kimler girmiyor ki, ama nafile. Köylüler demokratik hakları olan protesto seçeneğini sonuna kadar kullanıyorlar. Onca kişinin yalvarmasına, gelin vazgeçin bu direnişten demesine rağmen.

Bizler ise bu sitede assubay sorunlarımızı öteleyip, siyasi partilerin vatan kurtarma edebiyatına kaptırıyoruz kendimizi. Bizimle hiç alakası olmayan partilerin sloganlarını mesaj panosuna militanca yazanlara şahit oluyoruz. Sizce oraya yazılan ve kullanılmışlık kokan bu mesajlar, insanları ikna etmeye yeter mi?

Allaha şükür, vatanı kurtarmaya o kadar çok meraklı parti ve insan var ki... Şimdilerde bunların bir çoğundan kurtulmayı deniyoruz. Zor iştir kurtarıcıdan kurtulmak.

Oysa bizim aradığımız, vatanı değil, bizi kurtaracak çözüm ve öneriler. Bunu farkedip, denemeye başladığımızda çok şeyi de değiştirdiğimizi hep birlikte göreceğiz.

Eğer bundan sonraki dönemlerde beş-on bin emekli Assubay, hep birlikte bir seçimi protesto edeceğimizi açıklarsak ve bunu gerçekten yapabilirsek, bir şeyler elde edemesek bile; gerçek anlamda bir mücadeleci ruh yakalama yolunda olmanın gururunu yaşamış oluruz.

Gelin görün ki, siyasi partilerin kuşatılmışlığından kurtulacak beş-on bin emekli Assubay çıkartabilir miyiz, işte bu şüphelidir.

Hazırlayan: Aydın Kulak

Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.
Kaynak :
  1. TÜRKİYE'DE ASKERI VETERİNER HEKİMLİK TARİHİ ÜZERİNDE ARAŞTIRMALAR/ Ferruh Dinçer/A. Ü. Veteriner Fakültesi Veteriner Tarihi ve Deontoloji Kürsüsü
  2. http://okulweb.meb.gov.tr/55/01/965050/tarihce.html
  3. http://www.guntav.com/tr/hakkimizda.html
  4. http://turkiyekulturportali.gov.tr/Sayfalar/KimKimdir/MehmetZekiAKDAG.aspx
  5. http://www.yeniasya.com.tr/2007/11/25/yazarlar/asen.htm
  6. http://www.antoloji.com/mehmet-zeki-akdag/ (Şiirlerine buradan ulaşabilirsiniz)
ORDULAR-DEGISIYOR

HOMEROS DESTANLARINDA ASSUBAYLAR

Tarihte ilk devlet tipi yapılanmaların görülmesiyle birlikte, insanoğlunun doğası gereği savunma ve saldırı amaçlı askeri oluşumların da başladığını görürüz. İnsanoğlu ya toprağını korumak ya da genişletmek amaçlı olarak savaşmayı tercih etmiş. Bu durumda ortaya askerlik dediğimiz meslek ve bu mesleğin olmazsa olmazı diyebileceğimiz emir-komuta zinciri yani hiyerarşik yapı çıkmış.

İlk dönemlerdeki askeri yapılanmalarda ilkel silahlar kullanıldığı için assubay diyebileceğimiz meslek grubu insanlar, daha ziyade orduların hücumda ve savunmada düzenli hareket etmesi maksadıyla, emir-komuta zincirinin bir halkası olarak kullanılmıştır. Bu yapılanmada emirler koordineli hareket etmeyi sağlamış ve orduların bu yolla zafere daha yakın oldukları görülmüştür.

Yenilgi durumlarında ise eldeki savaşçı insan malzemesinin panik halinde kaçışıp heba olması yerine düzenli bir şekilde geri çekilmesine vesile olmuşlardır. Savaş alanında dirlik ve düzeni sağlamışlar ve birliklerine cesur davranışlarıyla önderlik etmişlerdir.

Homeros'un İlyada Destanı'nda bunun güzel bir anlatımını bulabiliriz:

“Zephyros yelinin üstüste getirdiği dalgalar

yankılı kıyıya çarparsa nasıl,

önce açık denizde başkaldırır da yükselir hani,

gelir sonra kırılır karada, öter güm güm,

burunlarda olur sırtı yusyuvarlak,

tükürüp saçar köpüklerini;

işte tıpkı bu dalgalar gibi üstüste yığılarak

Danaolar durmadan geliyordu savaşa.

Bir önder kumanda ediyordu her sıraya,

erler de yürüyordu sessiz soluksuz.

Diyemezdin arkalarında koca bir ordu var,

şu insanların göğsünde ses var diyemezdin.

Önderlerin ardından yürüyorlardı usulcana,

sıralar içinde ışıl ışıl parlıyordu silahları.”

(Çeviri: Azra Erhat-A.Kadir)

TEKNOLOJİ DEĞİŞTİ VE ORDULAR DA!

Savaş ve silah teknolojilerini incelediğinizde, bu teknolojilerin paralelinde ordu yapılarının da değiştiğini görürsünüz. Sopayla, taşla başlayan savaş silahları; zamanla ok, yay ve kılıca, mancınıklara ulaşmış, günümüze adım adım yaklaştıkça barut icad edilmiş ve ardından tabanca, tüfek, top gibi silahlar ortaya çıkmıştır. Bugüne geldiğimizde artık akıllı silahlardan söz etmekteyiz. Kıtalar arası füzeler, güdümlü mermiler, nükleer silahlar, atom bombaları, savaş uçakları ve gemileri vs. İnsanlık savaşla başladığı medeniyet yolculuğuna ne yazık ki, hâlâ savaşla devam etmektedir. Güçlü bir ordu demek, düşmana gözdağı vermek anlamına gelmekte ve barış içinde yaşamak adına caydırıcılık sağlamaktadır.

İlk düzenli orduların emir komuta yapısında küçük rütbeli subaylar olarak yer alan assubaylar, gelişen silahlarla birlikte daha farklı roller üstlenmeye başlamışlardır. İyi bir avcı, iyi bir dövüşçü ya da iyi bir nişancının ötesine varmıştır iş. Her yeni icat edilen silah biraz biraz eğitimi ve bilgiyi gerektirir olmuştur.

TÜRKLER VE ROMALILAR: İKİ FARKLI ANLAYIŞ

optio-01Bu nedenle savaşın kaçınılmazlığını bilen Türk devletleri ve Roma İmparatorluğu; orduda kalıcı yapılanmalar denemişlerdir. Türkler çoğu şimdi bile kullanılmakta olan onbaşı, yirmbeşbaşı, ellibaşı, çavuş, yüzbaşı gibi rütbeler ihdas etmişlerdir. Buna benzer yapılanma Roma ordusunda da yer almış fakat Roma, asker millet kavramı yerine işi tamamen profesyonel askerlik olan Lejyon yapılanmasını oluşturmuştur.

Bu yapılanmalarda assubay hem iyi bir savaşçı hem de iyi bir eğitimci olmak zorundaydı. Bunun yanı sıra özellikle Roma Ordusunda eğitim, idari işler ve lojistik destek gibi konular tam olarak bu lejyon assubaylarının sorumluluğundaydı.

Uzun yüzyıllar boyunca ordu teşkilatlanması toprak yapılanmasına bağlıydı. Ordunun komutanı kral ya da padişahtı. Genelkurmaylık benzeri bir kavram olmadığı gibi şimdiki anlamda bildiğimiz ve kullandığımız Assubay tanımlama ve sınıflandırması da yoktu. Onbaşıdan itibaren tüm rütbeli personel subay kavramı içinde yer alıyordu. Düşük rütbeli personele genelde küçük subay/zabit deniliyordu.

ASSUBAY KAVRAMI ORTAYA ÇIKIYOR

Artık insanoğlu yeni savaş silahları üretiyordu. Barut icat edilmiş, ortaya toplar, tüfekler, tabancalar ve hatta top taşıyan savaş gemileri çıkmıştı. Bütün bu silahların yerinde kullanımı için bilgi gereksinimi vardı. Aynı zamanda bilen, kullanabilen ve eğitebilen insan gücü önem kazanıyordu. İşte bunlar küçük rütbeli subaylardı ve ilk kez bunları “assubay” olarak niteleyen devletler ortaya çıktı.

Helmuth von Moltke, Harp Bakanı Roon ile birlikte 1857'de Prusya Ordusunda değişiklikler ve düzenlemeler yapıp bundan olumlu sonuçlar aldığında işin esas temellerinden birisi olarak branşlarında çok iyi yetişmiş assubayları gösterir ve assubayların özellikle teknik ve uygulamalı konulardaki tecrübe ve bilgileri sayesinde muharebe ve eğitimlerde ordunun asıl yükünü taşıdıklarına vurgu yapar.

Keşiflerle ve icatlarla artık sanayi çağına geçilmiştir. Toprak esasına dayalı ordular savaşı kaybetmeye başlamıştır. Yeni çağa ayak uyduran, ordu yapısını buna uyarlayan devletler savaş meydanlarının galibidir. En önemli silah; bilgiyi ve çağın teknolojisini orduya uyarlayabilmektir. Bunu başaramayanlar kocaman imparatorluklar bile olsalar yıpranmaya ve yıkılmaya başlamışlardır.

Sanayi çağı, toprağa dayalı yaşam kültüründen, her alanda üretime ve bilgiye dayalı yaşam kültürüne geçiştir. Kendini bu sisteme uyarlayan devletler bir anda sömüren devletler olmayı da başarmışlardır. Daha önce adı duyulmamış bir kavram olan milliyetçilik ve ulus devletçilik ortaya çıkmıştır. Artık kralların, sultanların ya da halifelerin tebaası ve ümmeti yoktur. Millet vardır, halk vardır. İşçi vardır, patron vardır. Emperyalizm vardır, sömürge vardır.

Değişimlerin hızlı yaşandığı bu zaman aralığında onbaşıdan binbaşıya kadar uzanan küçük rütbeli subaylara önce “küçük zabit” sonra da Assubay denilmeye başlandı. Binbaşı ve sonradaki rütbeler ise üstsubay olarak değerlendirildi. İlerleyen dönemlerde değişim ve teknolojiye paralel olarak yeni rütbe organizasyonları gelişti. Assubay rütbeleri; Assubay Çavuş ile Assubay Kıdemli Başçavuş arasında basamaklandırılan ve zaman zaman değişime uğrayan çeşitli kategorilere bölündü. Asteğmenden Binbaşıya kadar uzanan rütbe aralığı da subay olarak yapılandırıldı. Bunlara daha ziyade genç ya da kıdemsiz subaylar denildi.

MODERN ORDULARIN BELKEMİĞİ ASSUBAYLAR

1900'lü yıllardan günümüze değin yaşanan büyüklü ve küçüklü tüm savaşlar; küçük rütbeli subay kavramını çarpıcı bir şekilde ön plana çıkarmıştır. Işık hızı ile gelişen bilim ve teknoloji yeni silahların icadına da yol açmış ve savaşların sırf liderlerin ya da komutanların taktik bilgisi ile kazanılamayacağı gerçeğini ortaya koymuştur. Bugün savaş ve buna dayalı silah teknolojisi herhangi bir bilim dalından daha seri bir şekilde kendisini yenilemektedir. Atom bombasının icadı, savaş sanatında tam anlamıyla yeni bir çığır açmış ve göğüs göğüse çarpışmaların yerini uçaklar, gemiler, bombalar ve kitle imha silahları almıştır. İnsanoğlu küresel bir barışı dört gözle bekleyedursun, modern savaş sanatında; nükleer savaşlardan, kontrolsüz ülkeler ve güçlerden, tehlikeli silahları yasadışı yollardan edinmiş terörist gruplardan ve hatta uzayda bir savaştan dahi söz edebilecek derecede ilerlemiş durumdayız.

Birinci ve İkinci Cihan Harbi, Kore ve Vietnam Savaşları ve daha pek çok savaş, “Harbi onbaşı kazandırı!” sözünü haklı çıkartacak derecede küçük rütbeli ya da rütbesiz askerlerin cesaret dolu hikayeleriyle onurlanmıştır. Anlık bir fırsatı değerlendiren rütbesiz ama lider kapasiteli bir er bile savaşın kaderini değiştirecek en cesur hamleyi yaparak, zafere giden yolu açabilmiştir. Bu da bize göstermektedir ki, ordular; en kıdemsiz personelini dahi bilgiyle donatmalı ve onlara dahi liderlik özelliği kazandırmalıdır.

1990'a değin gelinen aşamada, silah ve cihazlara ünsiyeti olan küçük rütbeli personel, uzmanlığı, bilgisi, cesareti ve liderliği oranında komuta kademesine kılavuzluk etmiştir. Pervanesi dönmeyen bir uçağın pilotu olamayacağı gibi, yüzemeyen bir gemiler filosunun da Filo Komutanı olamaz. Bir komutan, astlarıyla bütünleşebildiği oranda komutandır. Liderlik, bilgi ve beceri birbirini tamamlayan unsurlardır. Salt taktiksel liderlik özellikleri geliştirilen bir komuta yapısı ile savaşların kazanılacağını ummak, bir gün karşınıza bir badire ile çıkacak “Kral Çıplak” söylemine çanak tutmaktan öte bir şey değildir.

Öyleyse, tepeden tırnağa tüm silahlı kuvvetler personelini insan onuruna yakışır şekilde haklara kavuşturmak ve gerek iş bölümünde, gerek hukukta, emekte ve özlük hakkında daha eşit şartlar sunmak; ülke siyasetçilerinin ve komuta kademesinin ilk ödevidir.

CUMHURİYET TARİHİNDE ASSUBAYLAR

Cumhuriyetin ilanından bugüne ve hatta Kurtuluş Savaşımız dahil; Türk Silahlı Kuvvetleri'nin assubayları, üzerlerine düşen vazifeyi hakkı ve onuruyla yapmış ve yapmaktadır. Düşünün ki, Batı Anadolu'da işgal güçlerine ilk karşı çıkan bir küçük zabittir. Resmi tarihimizin bir sayfasında kahraman olarak göklere çıkartılan ama sonraki sayfalarda çeşitli nedenlerle hain damgası vurulan Ethem Bey (Çerkez Ethem); Milli Mücadelemizin lider kadrosuna çok büyük katkılar sunmuştur. Ayaklanmaları bastırmış ve planlı, programlı bir mücadelenin yapılmasına zaman ve zemin hazırlamıştır. Başına gelenleri iyi ya da kötü olarak değerlendirmek bizden çok tarihçilerin işidir. Fakat şu kadarını söylemeliyiz ki; büyük mücadele ve devrimler çoğu zaman kendi çocuklarını da yemekten sakınmamıştır.

Antepli Şahin Bey de alaylı bir assubaydır ve kahramanca çarpışarak, kanını bu kutsal topraklar için akıtmış, canını ay yıldızlı bayrağın dalgalandığı bir vatan toprağı hülyası ile feda etmiştir. İstiklal Destanımızın her sayfasında bu ülkenin nice onurlu evlatları vardır ki, bunlar yokluklara rağmen yürekleri ile savaşmış, rütbelerin en yükseği olan şehitlik ve gazilik makamına erişmişlerdir. Kimilerine devletimiz tarafından onbaşı, çavuş, başçavuş ve teğmen gibi çeşitli rütbeler verilmiş olsa da; o savaşa yüreğini koyan her vatan evladı bizim için birer gurur abidesi meslektaştır. Yüreğimizde isimlerini taşıdığımız, sevdalarını taşıdığımız; mücadelelerinden ilham aldığımız birer Assubay görüyoruz herbirini.

Kore Savaşında ve 1974 Kıbrıs Barış Harekatında da nice destanlar yazmış bir ordunun assubayları olarak, bu destanlara kanımızla ve canımızla katkıda bulunduk.

bnasbTerörün kol gezdiği sınır boylarında, dağ karakollarında ay yıldızlı bayrağımızın dalgalanması için var gücümüzle çalıştık, çabaladık. Kutsal vatan toprağında gece gündüz nöbetler tuttuk, kimi zaman evimizi bile taşıyamadık, yıllarca ayrı kaldık. Hasret ateşini vatanımıza ve milletimize duyduğumuz derin aşk ateşi ile bastırdık.

Eve dönüşlerde, çocuğumuz babasını yabancı bir misafir zannetti çoğu kez. Kim bu adam, niye sevgili annemle bu kadar yakın diye tuhaf bakışlarla süzdü bizleri. Bazen kahramanlık hikayelerinin etkisiyle, dev gibi bir baba bekleyip durdu ama karşısına mayında elini kolunu kaybetmiş eksik bir baba buldu. Bilemedi Gaziliğin ne olduğunu. Şaşırdı.

Bazense babasını düşlerken, onun yerine bayrağa sarılı, yüzünü bile göremediği bir adam için ağladı. Birileri, babasının kahpe kurşunlara karşı kahramanca çarpıştığını ve şimdi kanatlanıp cennete doğru uçtuğunu fısıldayıverdi kulağına. Kutsal babayı kutsal bayrağa sarılı gördü ve öylece rüyalarına taşıdı. Her gece yüzünü seçemediği ama bayrağından tanıdığı o cesur babayı kurdu düşlerinde. Ne zaman başı sıkışsa, ne zaman hayatın zor bir anına denk gelse, düşlerindeki ayyıldız destanlı babası koştu imdadına. Yine de babasızlığın tarifsiz hüznünde gizli sözcükleri söyleyemedi kimselere. En gizli hazinesi olarak yüreğindeki sandukasında sakladı.

POST MODERN ORDUDA ASSUBAY

İki cepheli, iki kutuplu dünya, 1990 yılından itibaren tek kutuplu bir yapıya dönüştü. Bütün dünya sadece bir emperyal ülkenin sömürgesiymiş gibi oldu. Yine bilim ve teknikte yaşanan büyük gelişmeler dünyayı zoraki bir küreselleşmeye taşıdı. Fakat günümüzde küreselleşme algısı, bu tek belirleyici ülkenin hegemonyasına girmek olarak yorumlanıyor. Onun pişirdiği pastalardan pay alma yarışları yapılıyor. İnsanlık ya da çağdaş dünya, kendi küresel anlayışının dinamiklerini bir türlü oluşturamıyor, daha baştan teslim bayrağı çekiyor. Bunun yerine, bir takım aşırı söylemlere varan ulusalcılık çarpışıyor bu küresel emperyalizmle. Nedense; yeni, farklı ve çağdaş bir küreselleşme projesi üretilemiyor. Kim bilir, belki de bir ütopyadan öteye gidemeyen komünizm yeniden elden geçirilmeli. Son versiyonu kitlelerin beğenisine sunulmalı.

Herşeyin hızla değiştiği ve bu değişimlerin yaşanan her gün ister istemez farkedildiği bir dünyada, ordular da payına düşeni alıyor; kabuk değiştiriyor, kendini yeni şartlara uyduruyor. Artık tehditler farklı, güvenlik anlayışı farklı. Mücadeleler bir cephede değil, bütün cephelerde ve hayatın normal akışı içinde yapılıyor. Süngü süngüye yapılan savaşlar bir nostaljiden öte bir şey değil. Hatta bir siperden ötekine bomba atmak bile çok gerilerde kaldı. Aklın almayacağı silahlar, sistemler ve psikolojik harekat türleri gelişti. Siz koltuğunuzda rahat rahat oturuken düşman gelip sizi teslim alabiliyor şimdi. Tek bir mermi dahi harcamadan yapıyor bunu. Daha ucuz bir maliyetle dürüyor defterinizi.

İşte bu yeni anlayışa postmodern anlayış deniyor. Ordular da buna göre çeki düzen veriyor kendisine. Zorunlu askerlik anlayışından tam profesyonelliğe geçiyor. Orduları sırf lider komutanların sultasına bırakmıyor. Siyaset ve diplomasiyle örtüştürüyor. İlkel kalmış kurmaylık yapısını değiştiriyor. Çarıklı erkan-ı harpten, sivillerin de dahil olduğu küçük, mobil ve çevik bir yapıya doğru evriliyor. Vatandaşını da tehdit gören ve devletini vatandaşına karşı da korumak düsturunu güden anlayış hızla yıkılıyor. Bunun yerine düşman istilasının kaleleri değil, insanları zaptla başlayacağını varsayan ve buna göre şekillenen ordu yapıları geliyor. Artık savaşın tek cephesi yok, medya bir cephe, ekonomiler ve borsa bir cephe. İnternet zaptedilmesi en zor olan kale. Bireyi kazanmak ve milli bilinç altında tutmak vazgeçilmez savunma biçimi. Bunun içinse bireye refahtan, haktan, hukuktan ve gelirden pay vermek gerekiyor. Ayrıca, özgürlükleri kısıtlayan değil, çoğaltan ama vatandaşlarını yönlendirmeyi başaran devlet organizmasından bahsetmek gerekiyor.

Postmodern ordular dünyanın herhangi bir yerindeki savaşı daha büyümeden kontrol altında tutmayı ya da önlemeyi amaçlıyor. Böylece yeni bir dünya savaşının önünü kesiyor ve küresel barışı hedefliyor. Savaş insanların ya da silahların birebir karşılaşacağı cephelerde değil, yukarda saydığımız cephelerde gerçekleşsin istiyor. Barışı korumak, insani yardım amaçlı harekatlar yapmak çok sıkça çıkıyor karşımıza. Ordular artık yeni görevler tanımlıyor kendisine; kaçak göçmen akınını önlüyor, doğal afetlerde ulusal ve uluslararası destek operasyonları yapıyor, deniz güvenliği için korsan ve haydutlarla mücadele ediyor, daha fazla özgürlük ve yönetimde söz hakkı isteyen sivil halklara destek sunuyor, terörle ve uyuşturucu ile mücadele ediyor, gemi ve uçak kaçırma olaylarına mülaki oluyor, küreselleşmenin getirdiği ayrışmalar nedeniyle hedeflenen mikro devlet ideallerine ve bu idealler doğrultusunda yapılan ve genelde sivilleri hedef alan bölgesel ve şehir eylemlerine önlemler alıyor..... Daha pek çok yeni işlev kazanarak, alışıldık bir cepheden öteye taşıyor kendisini.

Yine de işin felsefi boyutuna baktığımızda, orduların kurulmasının ana gayesinin caydırıcı güç olmak ve bu vesileyle de barışı korumak olduğunu vurgulamalıyız.

Küreselleşen dünyada artık bilginin, istihbaratın, medyanın, teknolojinin ve diplomasinin daha etkin silahlar olduğunu görmekteyiz. Herhangi bir devlet, hiçbir gerginlik ortamı yaratmaksızın, bir başka ülkede çeşitli yollarla etkin bir savaş yürütebilmektedir artık. O ülkeyi internet, basın ve medya yoluyla ya da taşeron kişi, kurum ve örgütler kullanarak istediği yöne doğru çevirebilmektedir. Tehdit unsuru gördüğü bölge ve ülkelere kontrollü kaos getirerek, kendi dünya düzenini kendi çıkar ve emellerine uygun şekilde kolayca inşa edebilmektedir.

Tüm bunlar silahlı kuvvetler yapısında devrimsel değişiklikler yapılmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Ordulara artık lider ya da komutandan çok, bilgi ile donatılmış ve bilgiyi nasıl kullanacağını sezebilen ve lider özellikler de taşıyan orta rütbede subay ya da sivil uzmanlar gereklidir. Bundan sonraki süreçte daha çok general yerine daha azı ama daha kalitelisi yetiştirilmelidir.

Yeni ordu yapılanmalarında, yeni tanımlanan görevler gereği teknolojiye hakim, dil bilen, liderlik vasfı taşıyan, askerlik mesleğine ünsiyetli ve her daim kendini geliştirebilen assubaylara ihtiyaç tüm dönemlerden daha fazla. Hatta şunu bile açıkça söyleyebiliriz ki; modern ordular bu yeni dönemde rahatlıkla, bir general yerine bir Assubay yetiştirmeyi tercih edebilir, daha rantabl bulabilir.

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ VE ASSUBAYLARI

Cumhuriyetle birlikte gelişen ordu yapılanmamızda zamanla assubaylar ordunun temel direği olmuşlardır ama hak ettikleri değere bir türlü ulaşamamışlardır. Yirmi birinci asrı yaşadığımız bu günlerde bile batılı devletlerin assubaylara verdiği değeri ne yazık ki, Türk Ordusunun üst kademeleri bu emekçi insanlara sağlayamamışlardır. Hala bilginin rütbe ve kıdem esasına dayalı olduğunu düşünen bağnaz yapı; maalesef Amerika’nın, İngiltere’nin ve Almanya’nın assubaylara bin dokuz yüz küsürlü yıllarda verdiği değer seviyesinden bile çok uzaktadır.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu katı ve bağnaz yapısı Uluslararası alanda da tescillidir. Kültür farklılıkları ve örgüt kültürleri üzerine araştırmalar yapan Prof. Geert Hofstede'nin incelemelerine göre çıkan sonuç şöyledir:

“Türkiye örneğinde, ordu üst yönetim kademeleri, erbaş ve erler bir kenara bırakılsın, Assubay ve hatta subaylarla bile, yüksek güç mesafesi (High Power Distance) nedeniyle oldukça farklı ve birbirinden yalıtılmış kültürleri ve değerleri paylaşmakta ve yaşamaktadır.”

Burada, sevgili albayım lafı süsleyip püsleyip şunu demeye getiriyor: Türk Silahlı Kuvvetleri aslında erine de, erbaşına da, uzman çavuşuna da, assubayına ve hatta genç subayına bile güvenmiyor. Ordunun temelini ise güven duyulan üstsubaylar oluşturuyor. Yukarda zikrettiğimiz ast kesimlerin, devamlı kontrol altında tutulması gerekiyor. Bilgi ve tecrübeleri artıncaya değin (yani sisteme adaptasyonları sağlanıncaya kadar) her an başınıza iş açabilirler. Mutlak itaat denen şeyi pek de fazla kaale almıyorlar. Bu yüzden yönetilmeleri çok zor. Şimdi işin içine bir de profesyonel er girerse, ne yapacak bizim üst kademe, nasıl çıkacak bu keşmekeşin içinden bilinmez. Bu yeni gelenler de hak isteyecek, hukuk isteyecek. Başlarda “Allah devlete, millete zeval vermesin, ayağımızı attık devlet kapısına” diye şükrederken, sonraları “maaşım az, kariyerim yok, orduevim yok, oyak beni ütüyor” demeye başlayacak ki, bu da o alt tabakadakilere yeni bir şeyler vermeyi gerektirecek. Sulta yapısına alışmış üst yapının liderliği de işte burada sorgulanacak bir kez daha.

Bilgesam kapsamında çalışma sunan ve aynı zamanda bir Emekli Albay olan Dr. Salih Akyürek; Türk Ordusu ile ilgili kişisel saptamalarını şu şekilde yapıyor:

“Orduda birlik komutanlığı yapan lider personel, zorunlu askerlikle silah altında tutulan erbaş ve erleri, kurumsal etkinlik noktasında yetersiz ve isteksiz bulmakla birlikte; aynı kitleyi kurum içinde ilave hiçbir talebi olmayan, en kolay yönetilebilir ve yönlendirilebilir kitle olarak da değerlendirmektedir. Kurumdaki subaylar; assubayları ve uzman erbaşları 'mutlak itaat' kavramının fazla işlemediği ve bilgi/tecrübe temelinde hakim olunması gereken ve yönetilmesi zor profesyoneller olarak algılamaktadır. Profesyonel orduya geçilmesi durumunda oluşturulacak ve muhtemel bir profesyonel er statüsü de, diğer statüler kadar olmasa da, liderlerin yetkinliğine dönük yeni bir sorgulamanın önünü açacaktır.”

Bütün bunların benim yazdıklarımla ne kadar örtüştüğünü görüyorsunuz. Satırları sanki albayım değil de ben yazmışım gibi. Demek ki, aslında üst taraftakiler de sorunu biliyor. Konuşurken, nutuk atarken astlarını az buçuk anlayabiliyorlar. Fakat iş, bir şeyler vermeye geldi miydi, ödleri kopuyor. Bunlara bir kez bir şeyler verip alıştırdık mıydı hep daha fazlasını isteyecekler diye korkuya kapılıyorlar. Sınıfsal ayrıcalıkları sorgulanacak ya da bitecek, tahtları sallanacak diye kabuslar görmeye başlıyorlar. O yüzden de astların taleplerine çok ağır, çok sert karşılık veriyorlar. Ne zaman uluslararası camiada yapılan uygulamalar bir zorunluluk haline geliyor, işte o zaman “bakın assubaylara ya da astlara devrim gibi yenilikler yaptık” diye bir şeyleri pazarlamaya kalkıyorlar.

Günümüz ordularında, assubaylık mesleğinin yıldızının parlamasını kabullenmek zor olsa da çağın gerektirdiği gelişmeler nedeniyle bilgili, cesur, vatansever ve konusunda uzman assubaylardan kurulu bir ordu yapısına varmak, bu yapılanmayı güçlendirip geliştirmek, kaçınılmazdır. Dolayısıyla, assubaylara hakkı olanı teslim etmek, modern ülkelerde olduğu gibi ayrım ve fark gözetmeksizin onlara hak ve hukuken eşit davranmak, emeğine ve bilgisine saygı duymak ve fırsat eşitliği sağlamak elzemdir. Tüm bunları saltanatçı yapı nedeniyle görmezden gelenler belki uzun süren bir barış ortamında kafalarını kuma gömebilirler ama kısacık bir an sürecek bir savaşta, görmezden geldiklerinin bedelini toptan ödemek zorunda kalabilirler. Ne demek istediğimizin daha iyi anlaşılması için özellikle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinin analizi tam anlamıyla ibret verici ve öğreticidir.

ikisibiraradaPEKİ AMA ASSUBAYLAR NE İSTİYOR?

Çok uzun süredir assubaylar için yapılacak yenilikçi düzenlemeleri bekliyoruz. Meslek grubumuza karşı yapılan haksızlıkların giderileceği ve cumhuriyetin ikinci sınıf insanı olmaktan kurtulacağımız günlerin umudunu yüreğimizde sabırla taşıyoruz.

Biz assubaylar, Silahlı Kuvvetlerin orta direğiyiz. Belkemiğiyiz. Biz assubaylar, bir uçağın kanadı, bir geminin pervanesi, bir tankın paleti ve bir ülkenin sınır karakolu gibiyiz. Türk bayrağının dalgalandığı her yerde cesur ve cansiperane görev yapmanın onuruyla yaşarız.

Biz Assubaylar, Türk Silahlı Kuvvetlerinin emekçisiyiz. Yeri geldiğinde işçi, yeri geldiğinde memuruz. Yeri geldiğinde lider ve komutan, yeri geldiğinde yönetileniz. Vatan, millet ve bayrak söz konusu olduğunda gözünü kırpmadan şehitlik rütbesine koşa coşa giden, bu halkın onuru için şehitliği ve gaziliği onur bilen öz vatan evlatlarıyız.

Şehit cenazelerimiz arka mahallenin camisinden kalksa bile halkının omzunda, halkının kutsal gözyaşlarıyla ebedi istirahatgaha gitmeyi şeref bileniz.

Bir generalin işaret parmağıyla on dört gün, yirmi bir gün sorgusuz, sualsiz, savunmasız hapislere gönderildik. Üstelik ülkemizin aydınları, medyası ve yazarları, siyasetçileri tarafından ve hatta bağrından kopup geldiğimiz halkımız tarafından tam anlaşılamadık. Tüm derdimiz statükolardan, ortaçağ kalıplarından arınarak görev yapmakken, sırf ekonomik sorunumuz olduğu, tek derdimizin para olduğu gibi anlaşılmalarla incindik, mağdur bırakıldık. Üstelik bunları söyleyenler, kendi maaşlarının azlığına bizleri örnek gösterdiler. Bu ülkenin işçileri, memurları ve hatta profesörleri dahi assubayın maaşını emsal alarak yorumlar yaptı. Üstelik şark kurnazlığıyla davranarak, bir SAT Komandosu assubayın, bir Denizaltıcı assubayın maaşını sundular kamuoyuna. Oysa bunlar özel branşlardı ve maaşları da farklıydı ama bunu görmek kimsenin işine gelmedi. Tıpkı kendilerine emsal olacak subay maaşlarını nasıl görmezden geldilerse, üstelik onlara, Atatürk devrimlerine karşı olmasına rağmen, “ağam sen, paşam sen” nakaratı ile saygıda ve lütufta kusur etmedilerse; bizim çığlıklarımızı da öylece duymazdan geldiler. Emekli olduğumuzda bizimle aynı hizmet yılına sahip bir Kıdemli Albayın yarısı kadar dahi maaş alamadığımızı, Cumhuriyetin Meclisinden en fazla pozitif ayrımcılık yüklü kanunların onlar için çıktığını anlatmaya çalıştık ama dinletemedik.

Müsteşar olduk, profesör olduk, yüksek lisanslar yaptık ama bir türlü o birinci sınıf insanların hakir gören bakışlarından kurtulamadık. Kendi komutanlarımız bizi dar bir aralığa sıkıştırdı, kariyersiz yaşamak zorunda bırakıldık. Emir komutanın dev prangaları özel yaşamımıza kadar girdi, düşüncemize karıştı, inancımıza karıştı, gün geldi evlerimiz dahi denetlemeden geçti, anlatamadık. Tahakkümleri ve zulmü hep kendi bireysel çabalarımızla aşmaya çalıştık.

Biz Kemal Tahir'le ve Nazım’la birlikte Yavuz ve Erkin gemisinde zulüm ve işkence görendik. Biz Deniz Gezmiş’le birlikte darağacında asılandık. Biz 1970’li yıllarda İzmir’de, Ankara’da eş ve çocuklarımızla coplanandık. Biz 12 Eylül’ün prangasında “ast” olarak damgalanandık. 9 Ekim 2010’da elli beş yaş ortalamasıyla Ankara’nın sokaklarında hak ve adalet isteyendik.

Duymadınız, duymak istemediniz bizi!

Başlangıç derecemizden, emeklilik derecemize kadar ayrımcılık yapılıyor ey halkım. Üniformamızdaki aksesuarlardan, özlük haklarımıza kadar, mükafatlardan cezalara kadar, sosyal olanaklardan askeri mahkemelere kadar sınıflaştırma, ayrıştırma tahakkümü altındayız. Ortaçağ kalıbı bir kast yapısının boyunduruğu içindeyiz. Ayakkabı rengimizden uçuş brövemize kadar, taşıdığımız rütbe işaretine kadar ırkçı ve şekilci uygulamalara tabi tutuluyoruz.

Sahte gazete manşetleriyle avutulduk. Yalan dolan vaatlerle kandırıldık. Manşeti attıran komutan muhtemeldir ki, şimdi emekliliğin tadını çıkartıyor. Milli Savunma Bakanı tam on yıldır her seçim öncesi çayımızı kahvemizi içip vaatlerle aldatıyor bizi. Bir de bakıyoruz, seçim sonraları nasılsa, Milli Subay Bakanı oluveriyor.

Körolasıca bir Vicdansız Gönül'ün oyuncağı yaptı bizi felek!

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi ile 2002’den bu yana iktidar olan hükumetin ortak düşmanı olduğumuzu anladık. Başkaları bu vatanın öz evlatlarıydı ama biz üveydik, mahallenin sümüklü yetim çocuğuyduk. Görev ve sorumlulukta ağır yükler taşırken gülümseyen komutanlar, iş statükoya ve özlük haklarına geldiğinde hep somurttular. Düşman bir ülkenin askerleriymişiz gibi uygulanan yasalar gördük. Kendimizi azınlıkmış gibi hissettirdiler bize. Öyle ki, 17 Nisan 2008 tarihinde TBMM’de sessizce bir darbeye göz yumuldu. Gözler görmedi, kulaklar duymaz oldu. Bir gün önce assubaylara birinci derecenin dördüncü kademesi verildi ama aradan daha 24 saat geçmeden ilga edildi. Faili meçhullere karıştı yasa.

Yüreğimizde de koca bir yara var, acı var, burukluk var!

Kim bilir belki de doğrudan bir darbe tehdidi oluşturmadığımızdan dolayıdır tüm bu ortaçağ muameleleri. Bizim darbeyle işimiz olmaz ey halkım, ekmekle, aşla olur. Şehitlikle, gazilikle olur.

Biz harbiye marşıyla büyümedik ey halkım. Bizim tek bildiğimiz, o sizin de yüreğinizde taşıdığınız, gurur ve onurla söylediğimiz İstiklal Marşımız. Bunu bilin!

Bizim korumalı evlerimiz, makam arabalarımız, “Hanfendinin Fifi”sini gezdiren emirerlerimiz olmadı. Lojmanda da, orduevinde de, askeri kamplarda da hep ikinci sınıf tutulduk. Öyle ki, kendi paramızla, yasa gereği üye olduğumuz OYAK’da dahi emir-komutanın tahakkümü altındayız. Sivil kamuflajlı OYAK’ta nelerin döndüğünü, nelerin yaşandığını, anlatamasak da biliriz biz.

Biz bu ülkenin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine her yerde halkıyla içiçe yaşayanız. Onlarla çorbalarını paylaşan, düğünlerinde gülen, cenazelerinde ağlayan samimi komşularız. İçinizden biriyiz. Daha fazlası değil!

Ve hakkımız olanı istiyoruz. Değerimizin karşılığı olanı istiyoruz. Sırf para pul değil, onurumuzu, şanımızı da istiyoruz!

Hazırlayan: Aydın Kulak

Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.
Kaynakça:
  1. Zorunlu Askerlik ve Profesyonel Ordu/ Dr. Salih Akyürek/Bilgesam/Rapor No. 24/2010
  2. www.geert-hofstede.com
genclige-hitabe

Son Yorumlar

Son Eklenen Mesajlar

SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN Her şeyin gönlünüzce gerçekleşeceği; sağlık, başarı ve mutluluk dolu nice yıllar diliyoruz. SİTE VE ASSUBAY GÜÇ BİRLİĞİ YÖNETİMİ
Pazar, 31 Aralık 2023
SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
Baş öğretmenimiz ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi şahsında tüm öğretmenlerimizin ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN... Demokrasinin, adaletin, huzurun ve refahın hakim olduğu nice öğretmenler günü kutlamak dileklerimizle sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz.
Cuma, 24 Kasım 2023
SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
BAĞIMSIZLIK SAVAŞIMIZIN KAHRAMANI, LAİK, DEMOKRATİK CUMHURİYETİMİZİN KURUCUSU, EBEDİ ÖNDERİMİZ VE BAȘKOMUTANIMIZ BÜYÜK DEVRİMCİ GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü BEDENEN ARAMIZDAN AYRILIȘININ 85. YILINDA SAYGI, ÖZLEM VE ŞÜKRANLA ANIYORUZ... RUHU ŞAD, MEKANI CENNET OLSUN. 10 KASIM 1938 ! Bir devre damgasını vurmuş, dünyanın gidişatını değiştirmiş, yalnızca ya...
Cuma, 10 Kasım 2023

Son Eklenenler

Copyright © 2006 Emekli Assubaylar. Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım İhsan GÜNEŞ