Orhan Kaya

Orhan Kaya

Bundan elli yıl  önce, 1951-53 yılları arasında Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Toplum Bilim üzerine vermiş olduğu dersin “Toplumsal Kurumlar” bölümünde örgütün faydalarına ilişkin olarak Prof.Dr. MERAY:

“Eğer beş kişi, beş diğer oyuncuya karşı bir topu bir sepete geçirmeyi amaç edinmişse, bunların karmakarışık konuşmasından ziyade, planlı, sistemli bir şekilde hareket etmeleri amaçlarının gerçekleşmesi bakımından daha etkilidir. Basketbol tekniği işte bu amacın en etkili şekilde gerçekleştirilmesi için kurulmuştur.

Toplum içinde de ihtiyaçların tatmininde insanların örgütlü olarak hareket etmeleri, örgütsüz olarak hareket etmelerinden daha iyi sonuçlar verir. Yani örgüt, herhangi bir işi başarmak için etkili bir araçtır.

…tek olarak çalışan bir insanın bir günlük verimini (a) ile gösterirsek, örgütlü olarak çalışan 10 kişinin aynı zaman içindeki verimi 10 a değildir. Çünkü bu bir matematik sorunu değil, toplumsal bir sorundur. Bu verim dolayısiyle 10 a’dan çok fazla olur…” diyor.

Toplumsal Kurumlar “Mıknatıs Etkisi” Yapar…

Prof.Dr.MERAY Kurumsallaşmayı bir mıknatıs ile anlatmakta:

“Toplumsal örgütlerin hepsi olmasa bile pek çoğu bilinçli bir çabanın neticesidir…

Bir kâğıt parçası üzerine bir avuç çivi atsak, bu çiviler açık ve belli bir şekil meydana getirmezler. Fakat bu kâğıdın altına bir mıknatıs koyarsak, kâğıtta dağınık duran çiviler, mıknatısın görünmeyen şekli etrafında toplanırlar.

Bir toplumsal grubun üyeleri için de aynı şey geçerlidir… Nasıl mıknatıs  çivileri belli bir şekilde bir araya getiriyorsa, toplum üyelerinin müşterek arzuları da, örgütlenmeyi doğurmaktadır. İşte bu şekilde, insanın bazı temel ihtiyaçlarının tatmini için tesis edilmiş, örgütlenmiş usullerin, kuralların bütününe ‘toplumsal kurumlar’ adı verilmektedir.”

Türkiye’de örgütlenebilmek…

Örgütlenmek için öncelikle örgütlülüğün yukarıda da belirtilmiş olan faydalarının bilincinde olmak gerekiyor… Bilincinde olduktan sonra kanuni engellere rağmen örgütlenmeyi gerçekleştirmek gerekiyor… Daha geçen yıl olduğu üzere hakkını aramak için eylem yapan memurlar, “örgütlenme önündeki engeller kaldırılacaktır” savlarına rağmen, hükümetçe engellenmek istenip, iş bırakanlara yönelik olarak “haklarında yasal işlem yapılacaktır”, denilmedi mi? Buradan da anlaşılacağı üzere gücü elinde bulunduranların, bilinçli toplum söylemleri söylemden öteye geçememekte…

Yaşam içindeki sosyal, ekonomik, kültürel dengeyi sağlamakta büyük etkisi olan örgütler, dengeyi kendi lehine tutmak isteyenlere karşı mücadele vermekte, en işlevsel araç… Bu nedenle, gücü elinde bulunduranlar, sözlü olarak, gerektiğinde kamuoyu önünde örgütlenmeden yana olduklarını belirtseler de, uygulamalarda meydana getirilen engeller, aslında bilinçli, örgütlü toplum istemediklerine dair, kendilerini ele vermekte…

Üst düzey kamu personeli sistem tarafından gözetilirken; sendikalaşması ve dolayısıyla hak ve hukuklarının alınması, çıkarılacak olan yasal düzenlemelerin daha başında iken müdahale etme ve dengeyi sağlama hakkından yoksun bırakılmış olan alt düzey kamu personellerinin örgütsüzlüğü adaletsiz gelir dağılımı başta olmak üzere, maddi ve manevi hak kayıplarını da beraberinde getirmekte…

Türkiye’de, belki de en fazla maddi ve manevi hak kaybına uğrayan kamu personellerinden birini oluşturan silahlı kuvvetlerin zimmet, nöbet, eğitim, idari faaliyetler, terörle mücadele açısından ağır yükünü taşıyan astsubaylar, yıllardır haklarını alamamanın yanı sıra, kimi zaman öylesine yasal düzenlemeler yapılıyor ki, bir öncekine göre, durduk yere hak kaybına da uğramakta olduğunu da görebilmekteyiz…

Peki ama, neden hep astsubaylar hak kaybına uğruyor?

Yeterince yazılmış ve yazılmakta da olan ve silahlı kuvvetlerin halka açık olması sebebiyle, askerlik hizmetini ifa eden her Türk erkeğince de az-çok bilinmekte olan, astsubayın emeklilerinin yaşadığı sorunları, yazımızı uzun tutmamak adına, burada tekrar ele almaya gerek olmadığı kanaatindeyim…

Her Türk vatandaşının güvencesi, Çin, ABD, Hindistan, Kuzey Kore, Rusya, Güney Kore, Pakistan’dan sonra sayı olarak Dünya’nın 8’inci büyük ordusunun kara, deniz ve hava gücünün idaresine önemli katkılar sağlamış olan emekli astsubayın durumu, çalışan astsubayın geleceğini göstermesi bakımından bir gerçek olarak orta yerde durmaktadır!

Kişiye maddi katkı  sağlasa da, maddi durumdan ziyade, başta bilgi ve görgülerini arttırmak ve devleti temsil etmek için yurt dışında bulunmuş olan idarecilerce, dış ülkelerdeki astsubayın maddi ve şekli durumlarının yeterince incelenmediği, uygulamalardan anlaşılmaktadır. Şekli bir husus olan, AB ülkelerindeki astsubayların rütbesinin nerede olduğunu dahi bilmeyen bazı üst düzey idarecilerin olması ise doğrusu hayret vericidir…

Astsubayın yaşadıklarından, gördüklerinden kaynaklı olarak ruhundaki derin izlerin hayatını nasıl etkilediği tartışılarak ortak bir çözüme ulaşılması, beraberinde, çalışma hayatını da içeren sosyal hayatın daha düzgün işleyişi açısından önemlidir… Yılların ötelenmiş, birikmiş sorunlarına çözüm, elbette ki bir panelde elde edilemeyebilir… Fakat yola çıkılmış olunur ki o da yolun yarısını katetmek demektir…

Şimdiye kadar, sosyal ilişkiler, basın ve internet yoluyla dile getirilen hususlara Kurumsal nitelikte, bilimsel bir bakış sağlamak maksadıyla “Yeni Oluşum Grubu”nca konunun “Panel” düzeyinde tartışmaya açılması, son zamanlarda, Türkiye’de görülen en önemli bilimsel faaliyetlerden birini oluşturmaktadır! Türk toplumunun üyesi olan bir meslek grubunun emeklileri, meselelerini açık seçik olarak bir panelde masaya yatırmaktadır… Faaliyetin desteklenmesi, katkı sağlanması ve sürdürülmesi gereklidir. Paneli düzenleyenlere ve katılımcılara şimdiden başarı dileklerimizi yolluyoruz…

Orhan KAYA

Kaynak:

Prof.Seha L.MERAY, Toplum Bilim Üzerine, hil yayın, 1.basım, Ağustos 1982, Cağaloğlu, İstanbul, Sa.142-144


YENİ OLUŞUM GRUBU PANEL DAVETİ:

panel

  • TÜM EMEKLİ ASSUBAYLAR DAVETLİDİR!

  • Hilafet: İslami siyâsî ve hukukî yönetim.
  • Halifelik: İslami siyâsî ve hukukî yönetim makamı.
  • Halife: Hilafet makamındaki kişi.
Sözcüğün Kökeni ve Anlamı

halifelikHilafet sözcüğü,  Arapça'da birinin ardından gelen anlamındaki “half” sözcüğünden türemiştir. Yaygın kullanımda, İslam Peygamberi Hz.Muhammed (s.a.v)’in ölümünden sonra İslam toplumunun önderliğini yapma görevini ifade eder.

Halife, ilk zamanlarda İslam toplumunda ileri gelenlerin seçimiyle başa geldiği halde, Emevi ailesine geçmesinin ardından saltanat şeklini almıştır. Abbasiler döneminde siyasi gücün yerel hükümdarların eline geçmesinin ardından sadece “ruhani önder” veya “İslami toplulukların onursal lideri” haline gelmiş olan Bağdat'ta yaşayan halife, Moğolların 1258 yılında Bağdat'ı yağmalamaları sonucunda Mısır'a Memluk himayesine kaçmış, Yavuz Sultan Selim'in binlerce Türk askerinin çöllerde telef olmasına, hayatına malolan savaşlar sonucu, Memluklar'a 29 Ağustos 1516 son vermesiyle birlikte Abbasi soyundan Osmanlı soyuna, İstanbul'a taşınmıştır. Osmanlı Hanedanı'na geçen halifelik, 3 Mart 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırılmıştır. (1)

Hicaz’dan İstanbul’a Getirilen Kutsal Emanetler:

Pek çok Türk anasını  çocuksuz, çocukları yetim, eşleri dul bırakan, çöllerde telef olan Türk askeri adına ağıtlar yakılmasına sebep olan Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sonucunda kutsal topraklar Osmanlı hâkimiyetine girer. Kutsal Emanetler (Emanet-i Mukaddese) denilen ve aralarında Hz.Muhammed (s.a.v) hırkası, dişi, sancağı ve kılıcı da bulunan eşyaları, 6 Temmuz 1517'de Hicaz'dan Yavuz Sultan Selim'e gönderilmiştir.

Yavuz Sultan Selim, Ayasofya Camii'nde yapılan bir törenle, son Abbasi halifesi III. Mütevekkil'den kutsal toprakları aldığı zaman oradaki idarecilerin kullandığı Hakimü'l-Haremeyn (Kutsal beldelerin hakimi) sıfatını uygun görmeyip kendini Hadimü'l-Haremeyn (Kutsal beldelerin hizmetkârı) ilan etmiş, Kendi deyimiyle Hadim-i Haremeyn-i Şerifeyn (Haremeyn-i Şerifeyn), yani Mekke ve Medine'nin hizmetkarı ünvanını devralmıştır. (2)

I.Dünya Savaşı’nda Halife’nin etkisi:

Halifenin verdiği fetvaların beklenen etkileri gösterememiş olması I.Dünya Savaşı’nda Almanlara hüsran yaşamış, fakat aynı zamanda Osmanlı ordularına eğitim veren, yöneten, Osmanlının müttefiki olan Almanların, Kudüs’ün Hıristiyan İngilizlerce ele geçirilmesine de sevinmesi, düşündürücüdür… (3)

Halife İslam birliğini sağlayabilir mi?

Toplumun daha çok kaderci bir görüş çizgisinde yaşamasına etki etmiş olan halifelik sisteminin İslam birliğini kurma iddiasıyla yola çıkılarak; sözde İslam dinine hizmet adına dinin birliğini bozucu, parçalayıcı yöndeki –Irak’ta olduğu üzere, birbirini katletme pahasına- her birisinin farklı görüşü olan cemaat, tarikat liderlerinin, şeyhlerin, mezheplerin çoğunlukta olduğu Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde etkili olabilmesi, üstelik de Müslümanların kontrolünde etkili olmasının beklenmesi geçmişte olduğu gibi günümüzde de olası görünmemektedir…

İslam inancının doğduğu ve çoğunlukta bulunduğu Arap yarımadasının yeraltı zenginliklerinin olması beklentinin gerçekleşmesine daha bir olumsuz etki yapmaktadır...

Günümüzdeki halifelik tartışması…

Günümüzde, “halifenin Atatürk tarafından sürgüne gönderildiğini ancak makamının TBMM’nin lobisinde beklediği, kutsal emanetlerin Türkiye’de kaldığı, Atatürk’ün bu konuda gizli vasiyetinin olduğu, hatta ABD’de bulunan halife adayının verilecek göreve hazırlandığı” iddia edilmekte…

Bence, Atatürk’ün gizli vasiyeti yoktur…

Atatürk’ün böylesine, toplumdan gizli bir düşüncesinin olması, öncelikle bizzat kendisinin kaleme alıp TBMM’de okuduğu NUTUK ile ters düşer ki bu durum, özü sözü bir olan Atatürk’ün kişiliği ile bağdaşmaz… Biz biliyoruz ki Atatürk, yaptığı her işini, belli bir sıra, düzen içinde zamana yayarak hayata geçirmiş ve yaptıklarını, hedeflerini, olması gerekenleri, mesajlarını sonsuza dek hiçbir çelişkiye yer vermeyecek şekilde deklare etmiştir…

Türkiye, Halifeliğin sorumluluğunu kaldırabilir mi?

Devlet içinde etkili olan dış güçler nedeniyle bir türlü yerli savaş teknolojisini geliştirememiş olan, daha dünyaya ihraç ettiği bir yerli otomobili dahi olmayan, üstelik içtiği sigarası, suyu, yediği eti, mısırı, şekeri, ektiği tohumu, hasta olunduğunda aldığı ilacı, temel gıdaları yönünden de sıkı sıkıya dışa bağımlı kılınan Türkiye’nin üzerine bir de halifelik rolünün yüklenmesi anlamsızdır…

Atatürk’ün halifelik üzerine neler söylediği, ne düşündüğü ise NUTUK’ta açıkça mevcut…

Atatürk’ün halifelik üzerine tespitleri:

Hilafet konusunda halkın şüphe ve endişesini gidermek için, her yerde gerektiği kadar konuştum ve açıklamalarda bulundum. Kesin olarak belirteyim ki, milletimizin kurduğu yeni devletin mukadderatına, işlerine, bağımsızlığına, ünvanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştırmayınız! Milletin kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuz olarak da koruyacaktır.

Millete anlattım ki, bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak görevi ile yükümlü imiş gibi hayal edilen bir halifenin, görevini yerine getirebilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tabi tutulamaz. Millet buna razı olamaz! Türk halkı bu kadar mantıksız bir görevi üzerine alamaz.

Milletimiz, yüzyıllarca bu anlamsız ve boş görüşten hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insanı  bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlatlarının sayısını biliyor musunuz? dedim. Suriye’yi, Irak’ı elden çıkarmamak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan telef oldu, bunu biliyor musunuz? Ve sonuçta ne oldu görüyor musunuz? dedim.

Halife’ye dünyaya meydan okutmak ve onun bütün İslam dünyasının işlerinde söz sahibi kılmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on katı nüfusa sahip olan büyük Müslüman kitlelerden beklemelidirler! Yeni Türkiye’nin ve Yeni Türkiye halkının, artık, kendi varlık ve mutluluğundan başka bir şeyi yoktur… Başkalarına verilecek bir zerresi kalmamıştır!”
(NUTUK, sa.480-481)

Günümüzde basında Hilafet ve Halifeliğe ilişkin olarak Atatürk’ün gizli vasiyeti diye yazılan, İngiliz tarihçi Wells’in “Dünya tarihinin gelecekteki safhası” başlıklı yazısı başta olmak üzere Türkiye’deki hilafetçiler ve Panislamizmcilere yönelik, Nutuk’ta Halifelik ve Hilafet üzerine şu ifadeler yer almakta:

“Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da ve diğer kıt’alarda yaşayan Müslüman toplumları, gelecekte herhangi bir gün kendi irade ve arzularını kullanacak bir güç ve özgürlüğe kavuşurlar ve o zaman lüzumlu ve yararlı görülürse, çağın gereklerine uygun birtakım uyuşma ve birleşme noktaları bulabilirler. Şüphesiz, her devletin, her toplumun birbirinden karşılayabileceği ihtiyaçları vardır. Karşılıklı çıkarları olacaktır. Tasarlanan bu bağımsız İslam devletlerinin yetkili temsilcileri bir araya gelip bir kongre yaparlar ve “falan ve filan İslam devletleri arasında şu veya bu ilişkiler kurulmuştur. Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği şartlar içinde birlikte hareket sağlamak için, bütün İslam devletlerinin temsilcilerinden kurulu bir meclis oluşturulacaktır. Birleşmiş olan İslam devletleri bu meclisin başkanı tarafından temsil edilecektir” derlerse ve isterlerse, işte o zaman, o “birleşik İslam devletine hilafet ve ortak meclisin başkanlığına seçilecek zata da halife ünvanı verirler. Yoksa, herhangi bir İslam devletinin, bir kişiye bütün İslam dünyasının işlerini yönetme ve yürütme yetkisinin verilmesi akıl ve mantığın hiçbir zaman kabul etmeyeceği bir durumdur”
(NUTUK, sa.482-483)

İslam ülkelerinde yaşanmakta olan değişimler, o ülkelerin kendi iradeleriyle mi yoksa dış etkilerin etkisiyle mi yaşanmaktadır? Bu sorunun cevabı önemlidir…

Dünyayı her biçimde idare edebildiği görülen ABD varken ve üstelik de halifelik imajına benzer bir imajla dünyaya sunduğu bir şahıs varken, Türkiye’de Halifeliği tartışmaya ve bu yönde beklenti oluşturmaya gerek var mı?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni idare edenler, Atatürk’ün de belirttiği üzere “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi başta olmak üzere, halkın refahı, huzuru, güvenliği, iş ve aşıyla ilgilenmek durumundadır…

Kaynak:

(1) http://tr.wikipedia.org/wiki/Hilafet

(2) http://tr.wikipedia.org/wiki/I._Selim

(3) Nurten ARSLAN, Küçük Anılarda Büyük Sırlar, Ankara Ofset, 2007, 3.basım, 2.kitap, sa.324

(4) Nutuk, Kemal ATATÜRK, 1919-1927,Atatürk Araştırma Merkezi,Semih Ofset, Ankara, 2004

Devlet: Üzerinde yaşayacak toprağı olan, üzerinde yaşayan insanları bir arada tutan kuvveti olan siyasal bir kurum.

Soyut bir kavram olan Devleti, aşiretlerden, cemaatlerden veya düzensiz topluluklardan farklı kılan, somutlaştıran organlardan bazıları şunlardır: Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bayrak, Dil, Milli Marş, Başkent, Asker, Polis, Yasama, Yürütme, Yargı organları...

Devleti Oluşturan Öğeler:

  1. Toprak
  2. Millet
  3. Kuvvet (Askeri kuvvet, Polis)
  4. Bayrak, Milli Marş.

Halkın seçtiği Yasama organında başta emniyet, adalet, sağlık, eğitim gibi Devletin işleyişini, hizmetlerini, yükümlülükleri düzenleyen kanunlar kabul edilerek Cumhurbaşkanınca onaylanması sonrasında uygulanmayı ve denetimi sağlayan diğer kurumlar devreye girmekte…

Devletin en önemli ve temel özelliği, her hususu yasa ile belirleme, uygulama, denetleme gücü…

Bu güce itaat etmede en önde gelmesi gerekenler ise bizzat Devletin kurumlarıdır… İnsan hata yapabilirken, bilemeyebilirken –ki vatandaşın kanunu bilmiyordum deme hakkı yokken- bir devlet kurumunun, devletin işleyişini düzenleyen kuralları görmezden gelmesi, liyakat sistemine göre, belli merhalelerden geçen, eğitim alarak istihdam edilen devlet görevlilerinin Devletin kanununu bilmemesi söz konusu olamaz…

Konumuz, 26.02.2011 günkü bir gazetenin “polis tarafından yakalanan iki kişinin asker” olduğuna dair haberi ve Genelkurmay Başkanlığının bu durumu araştırma çabası…

devlet-kurumlarBasına yansıdığı  şekliyle, olay kısaca şu şekilde gelişiyor:

  • 25.02.2011 günü Başakşehir'de hâkim ve savcı lojmanlarının etrafında dolaşan iki kişi yakalanıyor…
  • 26.02.2011 günü olay gazetelerde yer almasıyla birlikte Genelkurmay Başkanlığı konuyu emniyetin ilgili birimleriyle koordine ediyor ve şahısların asker olmadığı beyan ediliyor. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanlığı bir açıklama yaparak haberdeki 'asker' ifadesinin gerçeği yansıtmadığını kamuoyuna bildiriyor.
  • 28.02.2011 tarihinde İstanbul Emniyeti'nden yapılan açıklamada da yakalanan 2 kişinin bölücü terör örgütü üyesi olduğu belirtiliyor…
Bundan sonrası  Genelkurmay Başkanlığı’nın 28.02.2011 tarihli açıklamasından:

''26 Şubat 2011 tarihinde Milliyet gazetesinde çıkan haberle ilgili olarak aynı gün, haberdeki ‘asker’ ifadesinin gerçeği yansıtmadığı  yönünde bir açıklama yapılmıştır.

Bu açıklama, olayın gazeteden öğrenilmesi üzerine öncelikle İstanbul Merkez K.lığı nöbetçi heyeti tarafından, bilahare İstanbul Mrk.K.nın talimatıyla Mrk.K.lığında görevli emniyet yetkilileri tarafından hem olayın meydana geldiği bölgeden sorumlu Başakşehir Polis Karakolu'ndan hem de İstanbul Terörle Mücadele Merkezinden alınan bilgiler doğrultusunda yapılmıştır. Her iki emniyet birimi de olayın doğru ancak yakalanan şahısların asker olmadıklarını ifade etmişlerdir.

Dolayısıyla, 26 Şubat 2011 tarihinde yapılan açıklama, birkaç  defa teyit edilerek yapılmıştır.

Daha sonra, teyit edilen bu bilgilere rağmen konu araştırılmaya devam edilmiş, saat 16:30’da İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğüyle yeniden irtibata geçilerek herhangi bir gelişme olup olmadığı sorulmuştur. Bunun üzerine saat 17:20’de aynı şubede görevli bir komiser tarafından, olayın 25 Şubat 2011 tarihinde meydana geldiği, asker olduğu ifade edilen kişinin Balıkesir’de askerliğini yapmakta olan bir er olduğu (Birliğinden 01-28 Şubat 2011 tarihleri arasında hava değişimine ayrılmıştır) ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde savcı talimatı gereğince gözetim altında tutulduğu ifade edilmiştir. Bunun üzerine 26 Şubat 2011 günü sabah saatlerinde yapılan açıklama TSK’nın internet sitesinden kaldırılmıştır.

Bahse konu askeri şahıs, ilgili yasa ve genelgelere aykırı olarak 36 saat emniyet müdürlüğünde gözetim altında tutulmuş ve İstanbul Mrk.K.lığına bilgi verilmemiştir.

353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 79’ncu maddesinde, suç işleyen asker kişilerin (Aynı Kanun’un 10’ncu maddesi gereğince erbaş ve erler de bu kapsamdadır) hangi hallerde geçici olarak yakalanabilecekleri düzenlenmiştir. Aynı Kanun’un 80’inci maddesi ‘yakalanan kişi serbest bırakılmaz ise hemen en yakın askerî inzibat karakoluna veya askerî makama teslim olunur veya yetkili askerî inzibat gelinceye kadar olay yerinde tutulur’ hükmünü amirdir. Ayrıca, Adalet Bakanlığı  tarafından yayımlanan 01 Ocak 2006 tarihli, ‘Asker kişiler hakkındaki soruşturma’ konulu ve 23 No.lu Genelge hükümleri de bu yöndedir.”

Sonuç,

Devlet, kurumlarıyla, organlarıyla bir bütün… Eğer bir kurum, yasalara göre sorumlu olduğu personelinin peşine düşüp 36 saatte sonuca ulaşabiliyorsa ve bu arada kamuoyuna yanlış bilgiler verilmesine de sebebiyet veriliyorsa, burada akla şu soru geliyor: Kurum, bir kurumdan doğru haber alamıyorsa, kurum kurumdan yasal düzenleme dışı, yasanın dışında çalışıyorsa, çalışabiliyorsa; böyle bir durum için vatandaş, halk ne düşünmeli?
demokrasi-kadin

Eğitim düzeyi, dünyaya bakışı, kültürü, inancı, toplumda, ailesinde kendisini nerede ve nasıl hissettiği düşüncelerinden hareketle, meydana getirmiş olduğu evladına insana dair var olan değerleri öğreten kadının, zor günlerden geçmekte olduğuna şahit olmaktayız…

Bir zamanlar seçme ve seçilme hakları başta olmak üzere, Türkiye’nin çağdaşlaşması  için Atatürk ile birlikte çalışan kadının toplumun gerilerine sürüklenmesinin, mızrağın çuvala sığmaması misali gün yüzüne çıkmış olduğu görünmekte… Sanki toplumun içinde, kimi bireylerce, farklı bir rejim, hukuk uygulanmakta…

Kadın,

Her gün şiddete uğrayan kadın… Kimisi, bir bıçakla, kimisi üç kuruş  etmeyen mermi ile can veriyor, kadın, anne… Üstelik de yargıdan, devletten koruma istemesine rağmen… Askerlikten muaf tutulma gerekçelerinde, polisin iç güvenlikte gerekliliği belirtilmiş olmasına rağmen, korunamayan kadın…

Toplumda yaşanan günlük olaylar bir tarafa…

Bunun dışında, bir de adalet sisteminde kaybeden kadın var…

Bundan önceki seçimlerde on dört kişi seçilmişken yüksek yargı organına, HSYK’nın 25.02.2011 tarihli son seçiminde sayısı onun altına, altıya düşürülen kadın, anne…

Konuya ilişkin olarak, YARSAV Başkanı Emine Ülker Tarhan “Yüksek yargıya seçilenler arasında bu kadar düşük kadın oranı hiçbir dönemde olmadı. Bu durum kadına yönelik toplumda yaşadığımız şiddetin ve ayrımcılığın bir yansımasıdır” tespiti, adeta toplumda yaşanan olayları gözler önüne sermekte… (*)

Üstelik de ileri demokrasi iddiasına rağmen, toplumsal faaliyetlerde, devlet kademelerinde 21.yy.da gerilere düşen kadın…

Geçmiş tutumların, yaymaçların etkisiyle olsa gerek, erkeğe üstünlük sağlayan değersizliğine dair düşüncenin tabanda hoş görülmesi neticesinde olsa gerek, kadının toplumda hızla gerilemekte olduğunu görmekteyiz…

Kadın geriliyorsa, ülke geriliyor… Herkes geriliyordur…

Atatürk, kadına “sen getir düşünceni, araştıralım, uygulayalım” düşüncesi ile hareket eden bir lider…

Kadına değer veren, onu yücelten Atatürk olmasına rağmen, bir kadın televizyona çıkıp da, bir “Humeyni’yi Atatürk’e tercih ediyorum…” diyorsa ve bunu kadın diyorsa, toplumun derinliklerinde daha ağır tespitlerin, yaymaçların, etkisizleştirmenin olduğunu tahmin etmek güç olmazsa gerek… Bayan Erdoğan BM’de konuşan ilk Türk vatandaşı olsa da, kadının gerileyişi, siyasi söylemlerle örtülemeyerek derecede, hızla ilerliyor…

Gerektiğinde korunamayan, toplumdan dışlanan kanının, toplumsal gelişmeye, çağdaşlaşmaya katkısı beklenebilir mi?

Demokrasi, üstelik de ileri demokrasi bu mu?

Orhan KAYA

(*)http://www.haber50.com/-hsyknin-yargitay-ve-danistaya-atadigi-hakimler-sabah-ise-basladilar-382055h.htm

Seçilerek veya atanılarak sürdürülmekte olunan, başlanan bir görevi bırakma eylemi, istifa…
İstifa şekilleri:

Gönüllülükle, kendiliğinden istifa: Kişinin kendi rızasıyla, bulunduğu, işgal ettiği konumu terk etmesi. Dünya üzerinde, eşine ender rastlanan bir istifa şekli…

İstifaya zorlanma: Kişinin seçilmesine katkı yapmış olan grubun, gidişattan memnun kalmayarak, seçtiklerinden desteğini çekerek, boşlukta kalan seçilmişin, istemeyerek de olsa işgal ettiği yeri bırakması… Bunun için, organize olmuş bir grubun olması gerekli… Bu durum, demokrasiyi özümsemiş, kavramış, kaderini elinde bulundurmaya devam eden topluluklarca sıkça kullanılabilmekte… İlerleyen dönemde, işleri yürütemeyeceğini anlayan kişi veya kişilerin kendiliğinden istifa edebilmesine yönelik bir kültür oluşturmada etkili bir yöntem…

istifa-uzerine

Bir Saddam geldi geçti, dünyadan… Olacakları kestirip, gerekli düzenlemeleri yapabilseydi, tedbirleri alabilseydi muhtemelen şimdi hayatta olacaktı… Asılan belki de benzeriydi, belki de hayattadır, bunu da bilemiyoruz… Fakat Irak’ta olanlar nedeniyle, iki milyonun üzerinde insanın öldüğü bir gerçek…

Daha sıcak bir konu…

Gelişen, değişen dünya ile birlikte, değişimi yönetebilseydi, Mısır'ı otuz yıl idare etmiş olan Mübarek ülkesini terk etmek zorunda kalır mıydı?

Her iki lider de, dünyadaki gelişimleri kontrol edemeyecek derecede kendilerini geliştiremediklerinden olsa gerek, halklarına büyük zararlar verme pahasına, zihniyetlerinden ödün vermemelerinin, sonuçlarını yaşadılar…

Aslında değişim, ister geri, ister ileri olsun, ilerlerken ayaklarındaki sesi gizleyememekte… Bence değişimin en zayıf noktası, bu… Fakat iş, bunun yönünü anlamak ve kavrayıp, bir yere oturtmaktan geçiyor…
Gerektiğinde istifa edebilmek…

Kişi, istem dışı, mecburiyet karşısında seçmiş olduğu bir işi, iş koşullarının, yasal düzenlemelerinin oluşmasıyla istifa ederek bırakabilmekte… Bunun için yıllarca bekleyebiliyor…

Bir de, bir topluluğun, grubun iş, istek ve arzularını “biz çözeriz” diyerek, çözmeye aday olarak, seçimle gelinip, ilerleyen zaman içinde “izledikleri yöntemlerin” çözüm sağlayamaması üzerine, beklentileri olan insanların, biran evvel yeni yollar denemelerini sağlamak üzere, eyleme dönüşen istifa şekli vardır…

Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD)nin son seçimlerinde gerek TEMAD adaylarınca, gerekse MSB’ce verilen sözler, gerçekleşemeden nihayete erildi…

Assubaylar halen tazminata kavuşamadı, derece ve kademesi emsallerinden düşük tutulmakta, tek kişilik ceza sistemi devam ediyor, yüksek okul düzeyine geçilmesine rağmen, özlük hakları subaylarda olduğu gibi emeklilerine yansıtılmadı, önü kesilmiş yüksek lisans sistemi ile nöbet tutmayı altı yıl daha uzatan düzenlemelerin dışında hiçbir düzenleme yapılmadı…

Ve Türkiye yeni bir genel seçim dönemine daha girdi…
Bu durumda, zaman kazanmak adına, toplumun genel çıkarları her şeyin üzerinde tutularak, TEMAD, genel seçimlerden önce yeni bir yönetim oluşturarak, güçlenmiş olarak, genel seçimlerde etkili olabilmenin yollarını aramalı…
turkiyede-siyaset

Türkiye’de siyaset yapmak, büyük bir kayayı rampa yukarı çıkartmak gibi bir şey… Kayanın altında kalınabileceği gibi kaya hedefe oturtulabilir de... Her an, her şey olabilir...

Belki de en zor şey, bir insanı ikna edebilmek… Emek istiyor, bilgi istiyor, fedakârlık istiyor…

Taraftar oluşturmak gayesiyle çoluk çocuğundan ayrı kalarak yola çıkan siyasetçi, kimi zaman belki de aç yol alarak, yağmur, çamur, kar, kış, gece, gündüz demeden mahalle mahalle, köy köy, ev ev gezerek düşüncelerine, projelerine katkı sağlamaya çalışmakta…

Projelerini anlatan siyasetçi, heybesinde ne varsa onu kişilere sunmakta…

Kimisi, Kur-an’a el bastırarak yemin ettirmekte, kimisi altın dağıtmakta, kimisi para, kimisi değişik hediyeler dağıtmakta, kimisi iş, iş mülakatlarında yardım sözü vermekte, kimisi de medenice fikrini anlatmakta… Türkiye’de yaşayıp da bu türden davranışlara muhatap olmayan, duymayan pek az insan vardır, özellikle de gelişmemiş bölgelerde…

Fakat Türkiye’de bunların dışında, gelmesi istenen siyasi düşüncenin desteklenmesi amacıyla başka tutumlar da sergilenebilmekte olduğu, tarihi belgelerle, olanların dünya siyasetiyle ilişkilendirilmesi ile ortaya çıkabilmekte…

Bu anlamda, son olarak, Türk siyasi tarihindeki yerini almış olan 27 Nisan e-muhtırası  ve ardından başbakan ve genelkurmay başkanınca Dolmabahçe Sarayında yapılan baş başa görüşme, beraberinde pek çok kuşkuyu da getirmiştir…

Söz konusu muhtıra nedeniyle, bir fısıltı şeklinde köylere yayılan “dinsiz ordu bize muhtıra verdi” şeklindeki yaymaçlar, başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere Türk siyasetine de zarar vermiş görünmektedir… Yapılan kamuoyu anketlerine göre alt seviyeye düşmüş olan bir parti, muhtıra ile mağdur edildiğini savunarak, seçmenden oldukça büyük bir destek almış olduğu, siyaset bilimcilerce ve araştırmacılarca dile getirilmiştir…

Gelinen noktada, Türkiye yeni bir seçim dönemine daha girmiştir. Ve siyasetçinin, geçmişte olanlara bakarak tedirgin olması da gayet normal bir duygu…

Kim emeklerinin boşa gitmesini ister ki? Elbette ki siyasetçi de emeklerinin boşa gitmesini istemez… Üstelik de siyaseten, siyasetin içinde olmaması gereken bir yerden gelen etkilerle…

Türk siyasetçisi, bunca değişik etkilerden sonra, kendine bir kontrol sistemi geliştirerek, yağmura ve çamura rağmen, zemini tespit edip, günün koşullarına uygun, sağlam bir zeminde ilerlemek için yollar aramakta olduğunu tahmin etmek, bence güç değil…

Siyaset, özellikle de Türkiye’deki siyaset, bir futbol maçı gibi…

Her şey, her an değişebilir… Karşı takımın oyuncusu gol atabilir, kendi oyuncusu kalesine gol atabilir, yan hakem yanlış bildirimde bulunabilir, orta hakem yanlış, hatta yanlı karar verebilir, kaleci gol yiyebilir, oyuncu oyun dışında kalabilir veya sahaya atılan maddelerden dolayı maç tatil de edilebilir…

CHP Genel Başkan yardımcısı, Prof.Dr. Suheyl BATUM, ifade ettikleriyle gündem yarattı. Belki de bir oyunu başlattı:

CHP Genel Başkan yardımcısı, Prof.Dr. Suheyl BATUM 06 Şubat 2011 günü Zonguldak'ta, Karaelmas Gazeteciler Derneğini’nde ve Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Zonguldak Şubesi’nde gazetecilerin sorularına vermiş olduğu cevaplarıyla gündemde.

Batum, Karaelmas Gazeteciler Derneği’nde ne demişti?

''Ben Tuncay Özkan ile görüşebilme imkânına sahip değilim, izin vermiyorlar. Benim bir önerim oldu, 'şahsi önerim' dedim. Hepimizin gözü önünde, bugün medya emekçilerinin haliyle kimse ilgilenmiyor. Aynı şey Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay gibi birkaç kişi için geçerli. Ben oradaki herkese kefil olmak durumunda değilim. Ben hayatımda Veli Küçük'ü tanımam, suçları varsa çekerler cezalarını. Bu insanların durumunu gördüm. Oraya gittim gencecik teğmeni gördüm, 29 aydır içeride. Diyorlar ki 'telefonunda 139 kayıt var, Hizb-ut Tahrir liderleri sende'. Tanımam diyor, inandıramıyor, sonra da ortaya çıkıyor ki polis yüklemiş. Ben de diyorum ki sehven devleti olduk. Buna dikkat çekmek lazım. Ben önerimi yapacağımı söyledim. Adım politikanın önüne geçmemeli. Türkiye'de hukuksuzlukları  CHP görmezden gelmeyecektir. İstedikleri gibi ürkütmeye çalışsınlar.''

''Önerim ortadadır. Parti Meclisi toplanacağı zaman aynı konuyu gündeme getireceğim. 3-5 iktidar yanlısından korkacak olsak, siyasete girmezdik. Kesinlikle geri adım atamayacağım. Kabul ederler, etmezler bunu bilmiyorum, nisan ayında göreceğiz. Türkiye'de hiçbir dava kanıtlar sehven karartılmaz, sehven kanıt yaratılmaz. İnsanlar hâkim görmeden 2 yıl tutuklu kalmaz. Bu önerimin içinde kimseyi kurtarmak filan yok.''

Batum, ''Ergenekon'' davasının tutuklu sanığı Prof. Dr. Mehmet Haberal'ın odasının aranmasını da eleştirerek, ''Odayı 3 saat arıyorlar. Buraya gireni çıkanı devlet göremiyor mu? PKK elebaşısı  Adbullah Öcalan bugün istediği şeyi avukatları aracılığıyla yansıtabiliyor, onun hücresini böyle aramıyor bu devlet''

Batum, Atatürkçü Düşünce Derneği’nde ne demişti?

Koca bir askeri yıktılar, meğer kâğıttan kaplanmış, biz bunu asker zannedermişiz, meğer ABD içini oymuş. O koca ağacı hop diye yıktılar. Ancak CHP'yi yıkamadılar''

Batum’un açıklamaları  üzerine, Genelkurmay Başkanlığınca 07 Şubat 2011 günü yapılan açıklamada şu ifadeler yer aldı;

“1. 6 Şubat 2011 tarihli bazı basın yayın organlarında, iki büyük siyasi partiye mensup ve yönetici konumundaki bir kısım siyasilerin Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında bazı değerlendirmeleri yer almıştır.

2. Her vesileyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin siyaset dışında kalması gerektiğini savunan bu siyasilerin, Türk Silahlı Kuvvetlerini günlük siyasi tartışmaların içerisine çekme gayretleri üzüntüyle izlenmektedir.

3. Çevremizde sonu belli olmayan istikrarsızlıkların yoğunlaştığı bir dönemde, sadece güvenlik alanındaki görevlerini en iyi şekilde yerine getirme gayreti içinde olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin siyasi tartışmalara konu edilmesi, ne ülkemize ne de herhangi bir siyasi görüşe fayda sağlayacaktır.

4. Kendi görüşleri doğrultusunda kamuoyu oluşturmak isteyen siyasilerin, Türk Silahlı  Kuvvetleriyle ilgili söylemlerinde daha özenli olmaları ve asker üzerinden siyaset yapmamaları beklenmektedir.

Kamuoyuna saygı  ile duyurulur.” 

Sonuç,

 

Dış etkilerden uzak, şeffaf, danışıklı dövüş işlerin olmadığı, ülke menfaatlerinin gözetildiği, her kurumun görevinin bilincinde, halkın sağlığını, refahını, huzurunu, mutluluğunu temin için canla başla çalıştığı bir Türkiye dileğimle…

Orhan KAYA

OYAK

Şubat 05, 2011

İşleyişi kanunla düzenlenmiş, üye aidatlarıyla meydana getirilmiş ve halen de desteklenen bir sosyal yardımlaşma, dayanışma kurumu olan Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK), Türkiye’de, aynı şekilde kurulmuş diğer meslek grupları sosyal sistemlerden farklı olarak, gelişerek günümüze kadar gelebilmeyi başarmış, aynı zamanda Türkiye’ye katma değer yaratan, bir Türk sermayesi niteliğini kazanmıştır…

Milli Savunma Bakanlığına bağlı, askeri personelin kurumu OYAK ile Milli Eğitim Bakanlığına bağlı, eğitimci personelin kurumu İLKSAN’ın karşılaştırmalı olarak organları şu şekildedir:

205 sayılı Kanuna Göre OYAK’ın organları:

Madde 2 - Kurumun organları şunlardır:

a) Temsilciler Kurulu,

b) Genel Kurul,

c) Yönetim Kurulu,

d) Denetleme Kurulu,

e) Genel Müdürlük

4357 sayılı Hususi İdarelerden Maaş Alan İlkokul Öğretmenlerinin Kadrolarına Terfi, Taltif ve Cezalandırılmalarına ve Bu Öğretmenler İçin Teşkil Edilecek Sağlık ve İçtimaî Yardım Sandığı ile Yapı Sandığına ve Öğretmenlerin Alacaklarına Dair Kanun gereğince işleyişi Ana Statü ile düzenlenen İLKSAN’ın organları:

İlk Okul Öğretmenleri Sağlık ve Sosyal Yardım Sandığı Ana Statüsü (*)

MADDE 5- Sandığın organları şunlardır;

a) Temsilciler Kurulu (Genel Kurul)

c) Yönetim Kurulu,

d) Denetleme Kurulu,

e) Genel Müdürlük

  • OYAK Türk halkına iş ve dolayısıyla istihdam yaratmanın yanı sıra pek çok hizmet de sunmaktadır… Yapı, gıda, otomotiv, aracılık gibi pek çok dalda halka ve üyelerine sunmuş olduğu hizmetleri ile şimdiye kadar, kimseyi dolandırdığına, aldattığına denk gelinmemiştir…
  • Kurmuş olduğu bankası Türk halkınca, bir milli banka gibi değerlendirilmiş ve kısa sürede sayılı bankalar arasına girmiştir…

oyakOYAK, kamuoyu gündeminde…

OYAK, büyümesiyle, satışlarıyla veya aidat ödeyen her statüden üyelerinin yönetim ve denetim kurullarında, kanunu gereğince yer alamaması gibi değişik nedenlerle kamuoyunun gündeminde yer alabilmektedir…

Üyeleri arasındaki ayrımcılığın bitirilmesinin gerekliliğini tartışmaya bile gerek yoktur…

OYAK, sistemdeki ve her geçen gün artan üyelerinin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için elbette ki büyüyecektir… Büyümenin gerekleri ve piyasa koşulları gereğince satışlarının olmaması diye bir şey olabilir mi? Ancak burada her personeli derinden yaralayan üyeleri arasındaki ayrımcılığın bitirilmesinin gerekliliğini tartışmaya bile gerek yoktur… Bu durum OYAK’ın kanayan yarasıdır…

İyi bir kanun, uzun vadeli düşünülerek hazırlanan kanun…

OYAK’ın hissesi olan iştiraklerde yönetici olmak, kurullarda yer alabilmek tamamen kanun dâhilinde. 205 Sayılı Kanun’un bazı maddeleri günün koşullarına, üyelerin ihtiyaçlarına cevaz vermemekle birlikte, OYAK yönetiminin tüm gücüyle, günün şartlarına göre üyelerinin birikimlerini değerlendirmekte olduğu da bir gerçek…

Emekli olan üyesi, emeklilik evrakı OYAK’a ulaştığında istediği takdirde, yılların birikimi olan alın terini, “emeklilik parasını” nemasıyla birlikte hemen alabilmektedir… Bugün git, yarın gel, yoktur OYAK’ta…

Kanundan kaynaklı, yönetimsel tercihlerin tartışılması bir yana; günümüzde, tüm varlıklarının satılarak parasının üyelerine hisse olarak verilmesi veya nakden ödenmesi veya OYAK üyeliğinin zorunlu olmaması gibi değişik eleştirilere denk gelinmekte…

Bu durumda ilk akla gelen soru, OYAK’ın üyelerine olan fayda ve zararları nelerdir? Faydası mı, yoksa zararı mı çoktur. Bunlara bakmak gereklidir.

Her şeyden önce OYAK, yabancı ortaklıkları olmasına rağmen elde kalan bir Türk sermayesi, bir Türk kuruluşu niteliğinde…

OYAK, kurulurken, insanların duygularını istismar ederek; bir daha geri dönmemek üzere, kimsenin boynundan, kolundan altınını, koşumluk öküzünü, evini, tarlasını, traktörünü, ineğini vb. şeyleri sattırarak, kurulmuş bir şirket değil… Bu anlamda, pazardan pay almak isteyen ve OYAK’ın piyasada olmamasını isteyen sermaye grupları da mevcut olabilmekte…

Bir kurumun satılması ile satılmamasından çıkacak sonuçlar iyi değerlendirilmelidir.

Daha on yedi yaşında olmasına rağmen şirket kurmuş, simit satarak trilyonlar sahibi olmuş insanlara denk gelmek mümkün… Devlet veya özel sektörde çalışanların böyle bir şansı ne kadardır?

OYAK satılırsa,

Üyeler sistemdeki birikimlerini, payını alır ve üyelerine yönelik olarak meydana getirmiş olduğu emeklilik sistemleri, hizmetleri son bulur… Bu durumda üyeler, özellikle de emekliliğinde kullanmak üzere tasarruf yapmak, parasını çoğaltmak maksadıyla yabancı sermayenin kontrolünde olan yatırım araçlarına yönelmeye başlar… Her türlü sorumluluğu kendinde olmak üzere, onlardan danışmanlık hizmeti alırlar… Bir taraftan mesleğini icra eden insanın, diğer taraftan bir siyasi gözlemciliğin yanında, bir ekonomist gibi sıcak parayı gün gün, saat saat hatta dakika dakika takip etmesi, yükselen, alçalan, sıkışan grafikleri, işlem hacimlerini takip etmeleri ve doğru karar vermeleri gerekecek… Eğer, doğru karar veremezse, birikimleri buhar olup uçma tehlikesi ile karşı karşıya kalacak… Edeceği zararın işine ve özel hayatına olacak olumsuz yansımalarını da unutmamak gerekli…

OYAK, her dalda istihdam ettiği uzmanlarıyla, kurumsal yapısıyla, aynı zamanda, askeri eğitim alarak mesleğe yirmi, yirmi bir yaşında başlayan genç insanın bir yardımcısı niteliğinde…
Bir yabancı, yerli malını paylaşmakta, elden çıkartmakta bizdeki kadar cömert ve istekli mi? Mesela 2005 yılında Fransa’da Fransızlar, bir Fransız kuruluşu olan Danone’yi Pepsi Cola’ya niçin sattırmadı?

Bugün Türkiye’de yedi yüz civarında sanayi kuruluşunun satıldığı belirtilmekte… Yabancılara satılan bu kurumlardan beklenen fayda neydi ve bu fayda sağlandı mı? Satılan kurumları, fabrikaları kim satın aldı? Kaçı faaliyetini sürdürüyor? Faaliyetini sürdürenlerde çalışanlar aylık kaç lira maaş alıyor?

OYAK’ın satılmasını, elden çıkartılmasını istemek ile yönetimsel hususlarının düzeltilmesini istemek, birbirinden farklı… OYAK, adeta bir milli statüdedir. Sonuç itibari ile aynı zamanda iyi de yönetilmekte olan bir kuruluştur... Elden çıkartılması çok önemli olumsuz sonuçlar meydana getirebilir... Yönetimsel hususların TBMM’ce düzeltilip, düzeltilemeyeceği ise ayrı bir konu…

Orhan KAYA

(*) http://www.ilksan.gov.tr/ilksan.asp?sayfaID=1

degisim

Gelinen noktada as(t)subay toplumunun değiştiği muhakkaktır. Bu değişimin hangi koşullara rağmen gerçekleştiğinden ziyade; değişimin gelişim yönünde olması toplumumuz için büyük bir kazanımdır… Gelişimi sayesindedir ki, en ağır sorunlarla, adaletsizlik sorunuyla baş başa kalmalarına rağmen, sorunlarını her zaman olduğu üzere, medeni bir şekilde dile getirmeye devam etmektedirler… Ve böyle de devam edeceği görülmektedir… Fakat bu medeni durumun, muhatapları tarafından ne derece samimiyetle değerlendirildiği büyük önem kazanmaktadır…

Muhataplar, çözüm yerleridir!

Dünya’nın ayaklanmalarla çalkalandığı, ülke güvenliklerinin önem kazandığı bir dönemde; çözüm yerlerinin, as(t)subayları baş başa bıraktıkları çözümsüzlüklerden uzun vadeli beklentileri nelerdir? Bunlara kafa yorulup, dikkatle üzerinde durulması gereklidir!

Dünya üzerinde yapılmak istenen değişimlere ait projelerin açıkça duyurulmakta olduğu bir dönemden geçtiğimiz bir gerçektir!

Peki, istenen değişimler, neden alenen duyurulmakta ve yapılmakta? Toplumların değerlerini, inanç sistemlerini yerle bir etmek için, yoksul ve eğitimsiz bırakılan halklara uyguladıkları yöntemler nelerdir? Dünya üzerinde yayılmış olan değişimcilerin, hedeflerini gerçekleştirmek için yapamayacakları bir şey var mı?

Onlar, insanlara güya “rüyalarında gördükleri” soruları dağıtıp, bir genç insanı ömür boyu haksız kazanca mahkûm etmenin yanı sıra, o genci korkuya dayalı minnet duygularıyla, kendilerine bağlamakta hiçbir sakınca görmemekteler…

Yine onlar, bir milletin en kutsal değerlerini, en üst düzeyde, danışıklı dövüş halinde, elbirliği ile “neden-sonuç” ilişkisi içinde olarak, siyasi anlamda ayaklar altına alabilmekteler…

Onların gözü kara…

Amaçları için suni gündemler yaratmak, bir ülkede yaşayan insanların “açlık, yoksulluk” gibi gerçek gündemini yerle bir edecek ve en gerekli anda, diğerlerinin aleyhine, yandaşı için avantaj sağlatmak onların işi…

Bir kurumu ayaklar altına veren ile onu ayaklar altına almak için çalışanın aynı yerden beslenebilmekte olduğu çoğu kez iş işten geçtikten sonra tarihi belgelerden, analizlerden anlaşılabilmekte… Anlaşıldığında ise, değişimin üzerinden yıllar geçmiş olmakta…

Hal böyleyken, yıllardır dile getirilmekte olan as(t)subay sorununun çözümsüzlüğünün sürdürülmesinden bir beklentilerinin olmaması, düşünülebilir mi? Düşünmek gerekli…

Bir sorunun çözümü, sorunun sahiplerince, bilimsel olarak toplumun gündemine oturtulmasıyla yakından alakalı!
Amaçları bilinen, PKK terör örgütünün yandaşları, geçen yıllar içerisinde, sözde sorunlarını üstelik de başkentin ortasında, kurumların konferans salonlarından gündeme getirerek, konularıyla basını, kamuoyunu meşgul ederlerken; as(t)subay sorunlarının toplumun gündemine getirilmeyerek, sürüncemede bırakılması, camiaya oldukça zaman kaybettirmiştir…

Bu anlamda, konunun hassasiyetliğinin bilinci içerisinde olmaya devam ederek, haksızlıkların önüne geçilmesi için izlenecek yöntem, yol büyük önem kazanmaktadır…

Dünya siyasi gündeminin hızla değiştiği bir dönemde, üstelik de ülke güvenliğini sağlamakla görevli insanların emeklilerinin sorunlarını toplumun gündeminde yer tutacak, ses getirecek şekilde, dile getirmesi için izlenecek yol nasıl olmalıdır?

Bir değerlendirme…

Toplumun sorunlarını çözmekle yükümlü olan ve bu anlamda sorumluluk alan kişiler, dile getirdikleri sorunları, adaletsizlikleri tekrar gözden geçirerek, sorunları tanımlamalı; sorun olarak dile getirdiklerinin gerçekten de bir sorun olup olmadığına karar vermeleri gerekli.

Sonuç, sorun yoktur, fantezi olsun diye dile getirilmişti, deniliyorsa, sorun yok demektir (!).

Eğer, sorun vardır, deniliyor ve çözülmesinin gerekliliğine inanılıyorsa; her şeyin farkında olarak, donanımlı olarak, günün siyasi koşullarına uygun şekilde yola çıkılarak, gündem oluşturmak ve sonuna kadar işin takipçisi olmak gereklidir…

Yazımızı Atatürk’ün meselelere bakışı ile bitirelim:

“İlim ve özellikle sosyal bilimler dalındaki işlerde ben emir vermem. Bu alanda isterim ki beni bilim adamları aydınlatsınlar. Onun için siz kendi ilminize, irfanınıza güveniyorsanız, bana söyleyiniz, sosyal ilimlerin güzel ( yapıcı ) yönlerini gösteriniz, ben takip edeyim.

Ben manevi miras olarak hiç bir ayet ve hiç bir dogma, hiç bir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen erimediğimizi, fakat asla taviz ( ödün ) vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek olan hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur. Benim Türk Milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Beden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mivher ( eksen ) üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.

Hiçbir hükmü kendi bilginize ve inanınıza vurmadan, filân veya falan Avrupalı muharrir söylemiş diye hemen benimsemeyiniz. Onların hele biz Türkler, bizim dilimiz ve tarihimiz üzerindeki hükümleri çok kere yanlış bellenmiş esaslara dayandığını görüyorsunuz.

Her yeni işten kendinden eskisini beğenmeyecek kadar yükselirse o zaman, ancak o zaman gelecek nesiller birbirinden kademe kademe yüksek seviyede bir yükselme grafiği meydana getirebilir ki, insanlığın ilerlemesinin amacı budur. ( 1918 ) Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Propaganda (yaymaç): Örgütlü olarak inandırma etkinliği; bir düşünceyi savunanların çıkar veya görüşlerine uygun düşecek biçimde ve yandaşlarını çoğaltmak amacıyla insanların tutum ve davranışlarını değiştirme etkinliklerinin tümü.”

Tanımda geçen örgüt, bir devlet olabileceği gibi, bir siyasi grup, bir cemaat, meslek grubu, belli bir statü de olabilmekte…

Yaymaç, kaynaklarına ve uygulanan tekniklerine göre değişiklik göstermekte:

Kaynaklarına göre Yaymaç:

  1. Beyaz Yaymaç'ın kaynağı bellidir.
  2. Kara Yaymaç, dost bir kaynaktan geliyormuş gibi görünür ama gerçek tersidir.
  3. Gri Yaymaç, nötr bir kaynaktan gelir gözükür ama aslında karşı taraftan gelmektedir.
Tekniklerine Göre Yaymaç:

Korkuya başvurma, Tren etkisi, Kalabalığa katıl, Kaçınılmaz zafer, Direkt emir, Reddin elde edilmesi, Rasyonalizasyon, Kasıtlı muğlaklık, Transfer, Nedeni aşırı basitleştirmek, Sokaktaki adam, Tanıklık, Damgalama, Günah keçisi, Erdem sözleri, Sloganlar, İfade edilmemiş kabuller.

Propaganda

Özellikle de savaş dönemlerinde yaygın olarak başvurulun bir yöntem olan propaganda, etki alanlarında anlamlı çözülmelere ve dolayısıyla yaymaççı devletin hedeflerine ulaşmasına büyük bir katkı sağlamakta…

Birinci Dünya Savaşı sırasında, bir zamanlar Cihan Devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülerek, dağılmasını hedef almış olan başta İngilizlerin Araplara yönelik olarak “bir peygamber gelecek ve çölde su çıkaracak”, planlı yaymacının akabinde, susuz çöle boru döşeyerek su hattı çekmeleri, bedevileri suyun aktığı yere götürerek yaymaçlarını ispatlamaya çalışmaları ve onların da buna “çıkarlarına uygun gelmesi nedeniyle inanmaları”, akabinde sahte peygamber İngiliz ajanı Albay Lawrence’ın ortaya çıkması, Araplarla aynı safta namaz kılması, bütün bunların yanında İslam birliğini bozmaya yönelik bir de mezhep oluşturması, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasında etki etmiş yaymaçlara bir misal…

Savaş sırasında, Osmanlı tebaasının üzerine uçaklardan bırakılan, kurtuluş mücadelesini önlemek amaçlı “sahte İngiliz fetvaları”…

Ya da binerce insanı peşinden sürükleyebilen Hitlerin sürekli tekrara dayalı “radyo yayınları” ve hemen hemen her köşede asılı posterleri…

Bu ve benzer yaymaçlar kabul edilebilir veya kabul edilemez olsa da, inançları, ahlâki değerleri, kültürleri, hedefleri farklı olan insanın emellerine ulaşmak için uyguladığı birer yaymaç yöntemi…

Yaymaç, insanlığın meydana getirmiş olduğu “karşılıklı hukuka dayalı” bir yönetim sistemi olan “demokrasi”de de önemli bir yer tutmakta. Belki de demokrasi, yaymaçlar, söylemler ile işlemekte…

Demokrasinin ürünü olan bir siyasi grup, düşüncelerini yaymakla, söylemleri ile taraftar bulabilmektedir. Kişi, bir siyasi grubun, partinin söylemlerine yönelik olarak; “evet, bu söylenenler, benim düşüncelerim ile örtüşüyor” veya “tam olmazsa da düşüncelerime yakın”, dediği anda, siyasi gruba destek verenler arasına katılıyor… Ve böylece, grup bir güç olamaya başlamakta… Ve işte tam da burada, siyasi grubun, partinin yaymacını yayarken izlediği teknik önem kazanmakta.

Siyasi grup güç olma yolunda ilerlerken, yaymacını nelerle destekliyor? İnandırıcılığını nasıl kuvvetlendiriyor, pekiştiriyor? Bunlara bakmak ve esas amacını anlamak, anlayabilmek önem kazanıyor…

Saf, temiz duygularla mı hareket ediyor? Yoksa her türlü duyguları, bir zamanlar İngilizlerin Araplara uyguladığı ve şimdilerde Amerika’nın uygulamakta olduğu türden, başta da “din” duygusu olmak üzere, duygular istismar ediyor mu? Demokrasinin, özgürlüğün yegâne unsuru ve dolayısıyla kişin namusu olan “oy” satın alınmaya mı çalışılıyor? Oy kullanana ahlâka uygun olmayan bir çıkar sağlanıyor mu? Yoksa medeni bir ortamda mı hareket ediliyor?

Bir “devlet yönünden” diğer devlete karşı, bir “siyasi grup”, parti yönünden güç, taraftar kazanmaya karşı yapılan yaymaçlardan kısaca bahsettik…


Meslek grupları, statülere gelince,

Yukarıda sıralananların dışında meslek grupları içinde, statüler arasında da yaymaçlar olabilmekte.

Birlikte hareket etmek, aynı amaca yönelik çalışmak dururken, üstelik de “halkçılık ilkesi”ne rağmen, bir meslek grubu içinde, statüler arasında olumsuz yaymaçlar niçin oluşturulur? Ve bu yaymaçlar niçin sistemli olarak yayılır?

Meslek grupları, statüler arasındaki yaymaç; bir meslek grubundan, statüden bahsedilince, toplumda yaygın bir kanaat oluşturmak, oluşturulan yaygın kanaatten yayanın lehine olmak üzere korku yaratmak, güç sağlamak amaçlı, olabilmekte… Hayatın akışı içinde, meslek grupları, statüler arasındaki yaymaçla karşılaşmak mümkün…

Yaymacın ana amacı, gücün, düşüncenin yayılması ve pekiştirilmesi olduğuna göre; bir meslek grubu, diğer meslek grubu üzerinde, üstelik de kanunlarla belirlenmişin dışında, neden güç oluşturmak ister?

Hele bir de yapılmak istenen, bir meslek grubu üzerinden toplumda “bak ben güçlüyüm” anlamında yaygın bir kanaat oluşturmak, mesaj vermek ise… Ve bu yolla topluma ulaşıyor veya ulaşılmak isteniyorsa…

Bir meslek grubunu, statüyü geliştirmek dururken, bu türden olumsuz, “sistemin geneline zarar verici” yaymaçlar, belki de bir soğuk savaş kültürünün kalıntıları, kırpıntıları…

Unutulmamalıdır ki, yaymaç mağdurlarının yanı sıra, yaymaca şahit olan da bir insan ve farkındalıkları vardır… Ve her dinleyenin de hayata geçirmek istediği bir düşüncesi olabilir. Ve gün gelir ki dinleyen kişi, o yaymacın dışında, yaymaçtan edindiği çatlaklardan da istifade ile çok farklı bir yaymaca girişebilir… Bu girişim beklenen amacın çok çok dışında da olabilir!

Yaymaç, yayanın ahlâki ve kültürel yapısıyla yakından alakalı...

Bir devletin, bir siyasi partinin yaymacına bir yere kadar, evet…

Bir Devletin ulaşmak istediği hedefleri vardır. Bu hedefler o devleti yönetenlerin genel ahlâkıyla, kültürüyle ilgilidir ve yaymaçları da o yöndedir, denilip geçilebilir.

Aynı şekilde, bir siyasi grubun, partinin de bir amacı vardır. Amacına ulaşmak için uygulanan yöntemler tamamen siyasi grubun ahlâkı ve kültürel düzeyi ile ilgilidir, denilip geçilebilir…

Fakat amacı topluma hizmet üretmek olan bir meslek grubunun diğer meslek grubuna karşı olumsuz yaymacına, hayır

Meslek grupları sürekli bilimsel gelişimden yana olmalılar… Bir meslek grubu diğerinin önünde, aşılması gereken engel teşkil etmemelidir…

Unutulmamalıdır ki, her olumsuz yaymaç, aynı zamanda atana geri dönen türünden bir bumerangtır! Bugün şunu yaydım diye kimse övünmemeli, yerinmemeli… Atılan bumerang atılış maksadına göre, döner, döner ve yayanı da eninde sonunda olumlu veya olumsuz bir şekilde etkiler…

Olumlu düşüncenin olumlu etkilerinden istifade etmek ve güzel bir yaşam dileğimle…

Timperialismoplumdan bahsedilince, toplumla ilgili olarak: “Toplumun hareket tarzı, yaşam şekli, davranış şekli, adetleri, inançları, adalet anlayışı, bilinç durumu, kurumları, örgütlenme durumu, iktisadi ve siyasi sistemlerinin yapısı ve bu sistemler içerisinde yaşayan bireyler…” akla geliyor…

Toplumun geneliyle ilgili, toplu yaşamı düzenleyen, düzeni sağlayan kurallar, kültür, toplumla birlikte, toplum hangi yöne gidiyorsa-götürülüyorsa, onlar da o yöne doğru değişerek yoluna devam etmekte… Topluma yerleşen ileri veya geri yöndeki her yeni değişim, meydana getirilmek istenen değişimi hızlandıran bir etki yapmakta…

Değişimin, toplumun bir önceki durumuna göre daha çağdaş yaşamı destekleyen bir “gelişme” olabileceği gibi; “geriye gidiş” şeklinde de olabileceği toplum bilimcilerce kabul edilmekte… Toplumdaki değişime dair söz konusu durumun gözle görünür bir gerçek olduğu, kimi ülkelerin bugünkü durumları ile geçmişi karşılaştırıldığında fark edilebilmekte… Yani, “hızla ilerleyen zaman ile birlikte, toplum da gelişme yolunda ilerliyor” diye bir şey söz konusu olamamakta… Keşke, zamanın ilerlemesine bağlı olarak “değişim” sürekli olarak “gelişim” yönünde ilerleyerek yoluna devam edebilseydi! İşte o zaman, kimse, Atatürk sayesinde kazanmış olduğu namusu olan oyunu inanç sömürüsüne, pakete, paraya değişmez; bugün oyunu satın alanın ilerde ona neler yapabileceğini tahmin edebilirdi…

"Toplumlar kendi yönlerini, kaderlerini kendileri çizer" denilse de, günümüzde bu durum göründüğü kadar kolay mı?

Özellikle de gelişmemiş, açlık seviyesinde bir gelir ile yaşatılan, üretimi düşük, sanayide, sağlıkta, güvenlikte dışa bağımlı tutulan, işsizlik oranının yüksek olduğu örgütsüz toplumlar üzerindeki yabancı etkiler, hissettirmeden toplumu yabancının çıkarları doğrultusunda değiştirmekte ve meydana getirilen değişimler basın ve yayın yolu ile topluma “ilerleme” olarak sunulabilmekte…

Bir toplumu kendi menfaatlerine uygun olarak değiştirmeye çalışan dış etki sahibi ülke, değişimi sağlamak için; kendilerini geliştirmek üzere ülkelerine gelen gelişmemiş ülkenin devlet görevlilerini etkilemenin, yanlarına çekmeye çalışmanın yanı sıra; değişimi gerçekleştirecekleri toplumun hassasiyetliklerine göre meydana getirip tanınmasını sağlamış oldukları liderlerini en verimli olacakları konumda, şekilde bulundurarak onları değişim yönünde kullanabilmekteler…

Bugün, çalkantı halinde olan ülkelere baktığımızda ülke içinde etkili olanların dışında; sürgünde, acılar çektiği belirtilen ve duyguları istismar edebilen, toplumu uzaktan yönetebilen liderlere rast gelinmesi bir tesadüf müdür? Veya çok büyük maddi ve manevi zararlara sebep olmuş, insana acılar yaşatmış kişilerin hapisten örgüt yönetmeleri, pazarlık etmeleri normal bir şey midir?

Dış etkiler, gücünü, güçsüz, örgütsüz, bilinçsiz toplumlar üzerinde daha çok hissettirmekte!…
Soğuk savaş döneminde iki güçlü devletin, gelişmemiş ülkelere yapmış oldukları etkiler, toplumlar üzerinde değişik yaptırımları da beraberinde getirmiş… Türkiye, böyle bir durumda olmasaydı, yani, şayet, etki altında olmasaydı! ABD filosunun gelişini protesto eden gençlerini asar, cezalandırır mıydı? Ya da, bir başka açıdan bakarsak! Hak arayan muvazzaf askerlere, Atatürk’ün değil de “mao”nun askeri, denir miydi?
Örgütlenmenin önünde bin bir nifak tohumu…

Toplumun özüne sadık kalarak, değişimini gelişim yönünde devam ettirebilmesi için, toplum olarak kalabilmesi için, gerekli olan bilincin, birlikteliğin sağlanmış olması gerekli! Bunların sağlanamamış olması, aynı zamanda bilimde, eğitimde, sanayide, politikada, güvenlikte dış etkiye açık olmak, demek.

Hal böyleyken, eğer bir yerde, her şeye rağmen, yani bütün arzulara rağmen birlik ve beraberlik sağlanamıyorsa, temellerine bakılması gerekiyor! Beraber hareket etmeye engel olan “her türlü husus” belirlenerek açık yüreklilikle üstesinden gelinmesi, birlik ve beraberliği de beraberinde getirecektir…

Toplum örgütlenmesin diye etnik parçalara; meslek grupları örgütlenmesin diye çok değişik iç ayrışmalara tabi tutulabilmekte… Ve işin acı olmakla birlikte bir o kadar da ilginç, düşündürücü tarafı; birlik beraberlik diye feryat eden mazlumlar, mağdurlar, ezilenler, haksızlığa, değersizliğe uğrayanlar bir türlü anlaşıp da bir araya gelememekte… Bu nasıl bir tezattır?

Toplum olarak, meslek grupları olarak, bireyler olarak başta ulusal değerlere sahip çıkmak, kaderini elinde bulundurmak, hakkını, hukukunu korumak, onurlu, saygılı, saygın bir şekilde yaşamak için kararlılıkla örgütlenmek şart, derken 21.yy.dayız ve halen faydası belli olan bir konuda “örgütlenmeliyiz” diyoruz! Avrupa’daki örgütlenmelere dair yazılara, hikâyelere, olaylara bakınca, bu halimizle en az bir asır geriden gidiyoruz!…

Biz geriden giderken, toplumu ve dolayısıyla bulunulan coğrafyayı değiştirmek, şekillendirmek uğruna; elde edilen gücü korumak adına, Atatürk’ün en önemli prensipleri bile, el birliği ile alel acele, gece-gündüz demeden mesai harcanarak ayaklar altına alınabilmekte…

Bu durumda, toplumu birleştirecek, dış etkilere karşı bir yumruk gibi güçlü kılacak, bağımsız kılacak, ulusal kurtuluş savaşı ile elde edilen kazanımları sağlamlaştıracak, Türk toplumunu çağdaş hedeflere ulaştıracak, toplumun faydasına ilişkin Atatürk’ün gösterdiği hedeflere ulaşmak ana hedef olmalı.

Ve sonuçta,

Kurumsallaşmış, üye sayısı yüksek, güçlü örgütlerin olduğu bir ülkede; icabında dünya siyasetiyle bağlantılı olarak, etki eden ülke menfaatine olabilen yönetimsel dış etkiler azalacak, eskisi gibi yönetimsel sürprizlerle karşılaşılamayacak; kurumların başındakiler görevlerinin dışına çıkamayacak, kurumlarının çağa uygun hale gelmesiyle ilgilenecek, sipariş, danışıklı dövüş işlere girişilemeyecek ve böylece hak, hukuk öne çıkacak; siyaset kavga-gerginlik yeril olmaktan çıkıp topluma rehber, fikir, proje üretim ve uygulama yeri olabilecek…

genclige-hitabe

Son Yorumlar

Son Eklenen Mesajlar

SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN Her şeyin gönlünüzce gerçekleşeceği; sağlık, başarı ve mutluluk dolu nice yıllar diliyoruz. SİTE VE ASSUBAY GÜÇ BİRLİĞİ YÖNETİMİ
Pazar, 31 Aralık 2023
SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
Baş öğretmenimiz ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi şahsında tüm öğretmenlerimizin ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN... Demokrasinin, adaletin, huzurun ve refahın hakim olduğu nice öğretmenler günü kutlamak dileklerimizle sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz.
Cuma, 24 Kasım 2023
SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
BAĞIMSIZLIK SAVAŞIMIZIN KAHRAMANI, LAİK, DEMOKRATİK CUMHURİYETİMİZİN KURUCUSU, EBEDİ ÖNDERİMİZ VE BAȘKOMUTANIMIZ BÜYÜK DEVRİMCİ GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü BEDENEN ARAMIZDAN AYRILIȘININ 85. YILINDA SAYGI, ÖZLEM VE ŞÜKRANLA ANIYORUZ... RUHU ŞAD, MEKANI CENNET OLSUN. 10 KASIM 1938 ! Bir devre damgasını vurmuş, dünyanın gidişatını değiştirmiş, yalnızca ya...
Cuma, 10 Kasım 2023

Son Eklenenler

Copyright © 2006 Emekli Assubaylar. Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım İhsan GÜNEŞ