Bağımsızlığı ile işgalcilerin iştahla akan salyalarını kursaklarında bırakan, bağımsızlığından sonra da Türk halkının peşini bırakmayan ezeli ve bugün yaptıklarıyla da ebedi olduğu perçinlenen azılı düşmanları varken, Türkiye’deki terör biter mi?
Sömürgecinin oyunlarıyla geçmişte akan Türk kanı, günümüzde de yerli işbirlikçileri yoluyla oluk oluk akmakta.
Geleceğin çınarları olmaya aday Türk gençleri, uluslararası antlaşmalar, iç ve dış hukuk kuralları, siyasi çekişmeler, tutarsızlıklar ortamında cephesiz savaşta, vatan savunmasında her gün birer birer can veriyor.
Kimi iktidar sahibinin oğlu vatan hizmetinden kaçmanın yolunu bulurken, her birisi ciğer paresi vatan evlatları kirli oyunda vatan uğrunda can veriyor.
Siyasetçisi rahat rahat siyaset yapsın, işçi, çiftçi, köylü, kentli yatağında rahat uyusun diye, karakolda, sınırda nöbet beklerken, hainle çatışırken şehit düşen vatan evladı, memleketinde büyük topluluklarla son yolculuğuna uğurlanıyor. Böylesine büyük topluluklara bakınca; nasıl olur da böylesine duyarlı bir halk yıllardır terör altında inim inim inler, demekten geri kalamıyor insan.
Evet, nasıl oluyor da böylesine hassasiyetliği olan, vatanın bütünlüğünü şehit cenazelerinde haykıran bir halk yıllardır terörü bertaraf edemiyor?
Üstelik de demokrasi idaresine sahip, her dört yılda bir iç ve dış siyasetini belirlemede etkili olabilen bir halk!
Halkın, son on yıldır yüzde ellilerle yakın bir oyla tek başına iktidara getirmiş olduğu siyasi irade nasıl bir iradedir ki, terörü bitir(e)miyor ve üstelik de terör her geçen gün, dünü aratıyor?
Terör, sokaklarda, caddelerde, şehrin meydanlarında toplanarak terörü lanetleyen büyük topluluklarla mı, siyasi iradeyle mi, yoksa her ikisinin işbirliği ile mi biter?
Türkiye’de, olmadık şeyler oluyor son yıllarda…
Yıllarca terörle mücadele etmiş olan insanlar kesinleşmiş hiçbir karar olmadan, yıllardır özgürlüklerinden yoksun… Teröristin, teröre destek verenlerin adeta dokunulmazlığının olduğu, teröristin ayağına mahkemenin götürüldüğü, dış ülkelerde pazarlıkların yapıldığı, genelkurmay başkanının dahi terörist lideri olarak yargılandığı, insanların seyahatleri esnasında yollardan dağa kaçırıldığı, özgürce ve güven içinde seyahat edilemeyen bir Türkiye gerçeği ile karşı karşıyayız. Van’ı, Hakkâri’yi, Şemdinli’yi, Şırnak’ın Cudi Dağı’nı.. sivil ve silahsız olarak ne zaman gezip, görecek Türk vatandaşı?
Geçmişte sadece terör yoluyla dışa bağımlı tutulan Türkiye’yi yaşarken, Türk halkının kafası bu denli karışık değildi. Şimdi ise; dışa bağımlığın yanı sıra, kurumlar içi-arası güvenin sarsıldığı, sayın (!) terörist liderine ev hapsinin tartışıldığı, sözde zehirlendi diye eylemler yapılarak sokakların ateşe verildiği; terörist denilerek tutuklanan, teröre karşı mücadele vermiş, devlete, millete hizmet etmiş, sağlık sorunları da yaşayan insanların hapishanelerde adeta ölüme terk edildiğini ancak onlar için sokakların ateşe verilmediğini de görmekteyiz… Hâlbuki terör örgütlerinin dış bağlantıları mutlaka vardır ve topluma zarar verici hareketlerden geri kalmaz, PKK terör Örgütü’nde olduğu üzere, varlığını sürdürmek için eylem üstüne eylem yapar.
Bu ne tezattır böyle?
Böylesine tezatlıkların olduğu, Türkiye düşmanlarının kanlı eylemlerden nemalanarak halkı borç içinde, yoksul, yoksun bırakmanın yanı sıra, milli birliği bozucu, ülkeyi bölünme riskiyle baş başa bırakabilecek gidişata; şehit cenazelerinde toplanan toplulukların temsilcisi, tarihte aldığı kararlarla Türkiye’yi bağımsızlığa kavuşturan TBMM’de dur denilmelidir.
İlimden, fenden uzak kalarak, Avrupalıya okul açtırıp öğretmen ithal ederek yaşamını sürdürmeye çalışırken, Rusların “Doğu Sorunu” adı altında bölünmek istendiğinden İngilizlerin haber vermesiyle haberdar olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yöneticileri; Rusların Boğazları geçmesini istemeyen İngiliz ve Fransızların oyunları neticesinde 1856 yılında bitecek olan Kırım Savaşı 3 Temmuz 1853'te başlar. Savaş başlar ancak hazinesi boş olmasına rağmen, İngiliz ve Fransızların cephanesini savaş boyunca karşılama sözü de vermiştir Osmanlı İmparatorluğu. Derken paraya ihtiyaç olur ve 1853’te İngilizlerden ilk borç para alır. Fakat alınan bu borç para savaş masraflarını karşılamaya yetmez ve 1855’te alınan ikinci borç para ile “Borç Sarmalı” da başlamış olur. Başına örülen örgüden habersiz borç sarmalına dolanan ve 1865’te bırakın anaparayı faizini dahi ödeyemez duruma düşen Osmanlı İmparatorluğu’nun borç ödemesinin yönetimi için yabancıların baskısıyla 20 Aralık 1881’de Düyun-u Umumiye İdaresi kurulur.
İngiliz, Fransız, Hollandalı, Alman, İtalyan ve Osmanlı temsilcilerden oluşan Düyun-u Umumiye İdaresi’nin yedi kişiden oluşan “Düyun-u Umumiye Meclisi” İstanbul Lisesi’nde 20 Aralık 1881’de faaliyetine başlar.
İngilizin, Fransızın, Rusun, Almanın başına ördükleri çoraptan habersiz Osmanlı yönetimi, borç batağından sonra dünya çapında “Hasta Adam” olarak anılmaya başlar. Ekonomik çöküşün ardından başlayan ayaklanmalar yoluyla Osmanlı’nın toprak kayıpları, I’inci Dünya Savaşı ile zirveye ulaşır. Ve nihayetinde İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General Franchet d’Esperey’in İstanbul Limanı’nda Cevat Paşa ve İngiliz General Wilson tarafından 23 Kasım 1818’de karşılanmasıyla “Hasta Adam” Osmanlı’nın ölümü gerçekleşir ama ilan edilmez, çünkü paylaşım sorunu yaşamaktadır işgalciler.
Askeri gücünü yitirmiş, ilmiyle, siyasetiyle, teknolojisiyle dünyayı izleyemez olmuş olan Osmanlı’nın başına çorap örenlerin bugün de el ele, kol kola oldukları ve dünyayı yaşanmaz hale getirdikleri gören gözler için, gözler önündedir.
İngilizin, Rusun, Fransızın başına ördüklerinden habersizce hazinesinde parası olmadan Ruslarla savaşa tutuşan, bunun yanında İngiliz ve Fransıza cephane temin eden, Hasta Adam olarak anılan, bir zamanlar Cihan Devleti Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içerisinde yer alan, tam da ekonomik iflasından sonra Düyun-u Umumiye İdaresi’nın kurulduğu 1881 yılında, sarışın mavi gözlü, sağlıklı bir çocuk dünyaya gelir, Selanik’te.
Babasının vefatı, annesinin başka bir insanla evliliği ve bunların getirdiği sıkıntılarla büyüyen çocuğun askerlik mesleğini seçmesi, gündelik yaşamdan sıyrılarak o yaşlarda ülke meselelerine ilgi duyması, ülkesindeki ticaret merkezlerine ait yabancı tabelalardan dahi ekonomik işgalin farkına varması, subay olduktan sonra da ülke meselelerine olan tutkusu ve yabancılarca devletinin başına örülen kötü gidişin farkında oluşu; Mustafa Kemal’in işgalcilere karşı vatansever Türk insanıyla sabırla, ilmek ilmek geliştirdiği dostlukları gün gelir yedi düvele karşı verilen savaşlar sonrası Tam Bağımsız Türkiye ile sonuçlanır.
Mustafa Kemal; bir bakmışsınız Trablusgarp’ta, bir bakmışsınız Diyarbakır’da, Şam’da, Toroslar’da, Bitlis’in dağlarında, Çanakkale’de, Samsun’da, Amasya’da, Erzurum’da, Sivas’ta, Afyon’da, İzmir’de.. Üstün zekâsı, milletine bağlılığı, öncülüğü ve cesaretiyle hep vatan savunmasında yedi düvele karşı.
On iki milyonluk nüfusun Arap alfabesi ile okuryazar oranı 1923’de %2’ler civarında. Halkın çoğu, yerde gördüğü gazete parçasının üzerindeki yazıyı Kur-an’dan ayet zannederek yüksek bir yere koyuyor. Hal böyleyken, eğitimde açtığı çığırla okuryazar oranını 1936’da %17’lere çıkartan; Kur-an’ı Türkçeye çevirterek her Türk evladının tek başına kitabını anlamasına sunmasıyla; tekstil başta olmak üzere, tarımda, sanayide, kara, deniz, hava ulaşımında, sağlıkta, adalet sisteminde, bankacılıkta, yeniden bir ordu kurulmasında, devlet idaresinde çağdaş kurumlar meydana getirmesi ve bütün bunları milletiyle birlikte büyük bir heyecan içerisinde yapması, barıştan yana olması; her alanda güçlü, tam bağımsız bir Türkiye meydana getirerek, asırlardır Türk insanın ardından kuyu kazan, başına türlü türlü çorap ören AB-D ve Rusya’nın oyununu bozmuş olması, Dünya üzerinde sözü geçen, itibarı olan bir Devlet meydana getirmiş olması, halen o ülkelerce hazmedilmiş midir acaba?
Ekonomisi, siyaseti iflas etmiş, başkenti dâhil, toprakları işgal edilmiş, silahlarına el konularak ordusu terhis edilmiş olan bir milleti yeniden şahlandıran Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, zekâsıyla, yedi düvelin Türk milletinin başına ördüğü tüm olumsuzlukları ortadan kaldırmış bir lider.
Günümüz siyasetçisi, siyasetçi olarak varsa şayet onu da ATATÜRK’e borçlu. Ancak gelin görün ki O’nun sayesinde siyaset yapan siyasetçi icraatlarında, konuşmalarında O’nu yermeye çalışıyor. Hâlbuki terk-i diyar eylemiş, hakkında söylenene cevap veremeyecek durumda olan bir kimsenin ardından konuşmak kültürümüzde yoktur. Kaldı ki ardından konuşulan kişi milletimiz için çok fedakârlıklar göstermiş bir insan.
Başbakan Tayyip Erdoğan, 17 Ağustos günü 22 kilometrelik Kadıköy-Kartal Metrosu'nun açılışını yaptıktan sonra basın mensuplarının sorusu üzerine: “Türkiye'yi biz karayollarında nereden aldık, hangi ağlarla donattık, demiryolunu nereden aldık hangi ağlarla donattık, biliyorsunuz 10. Yıl Marşı'nda geçer, demir ağlarla ördük falan... Neyi ördün, hiçbir şey örmüş falan değilsin. Ortada duranlar belliydi. Demir ağlarla şimdi Türkiye'yi biz örüyoruz.” demiş.
Geçen günler içerisinde bir camiye geçici olarak atanmış, sözleşmeli genç bir imam ile tanıştık. Kendisi sarığı, cüppesi, uzun sakalı ve kemersiz şalvarıyla devlette görev almış, cami dışında da böyle dolaşmayı tercih ediyor. Merhabadan sonra ilerleyen sohbet içerisinde o da, “Atatürk bu kıyafetle dolaşmamızı yasakladı, din adamlarını astırdı, Çanakkale’de asıl başarı başkasınındır” diyerek epeyce gıybet etti. Hâlbuki gıybet ettiği Atatürk, şu anda İslamiyet’in en iyi yaşandığı Türkiye’yi kuran kişi, onu bile anlamış değil. Onun yanında kendisi sözleşmeli, neden sözleşmeli olduğunun farkında bile değil.
Şimdi, hakkında gıybet edilen Gazi Mustafa Kemal’e bakınca, her şeyden önce; O’nun savaş alanlarındaki yönetme sanatından kaynaklı yenilmezliği, İngiliz himayesi, Amerikan mandası dururken, milletini bağımsızlığa kavuşturmadaki öngörüsü, başarıları TBMM’ce ATATÜRK soyadıyla taçlandırılmış.
Bugün yapılan her güzel şey onun eserlerinin geliştirilmesi, çağdaş muasır medeniyet seviyesine ulaşılması ve üstüne çıkılması hedeflerinin gerçekleştirilmesinden başkaca bir şey değildir. Bu nedenle gören gözler O’nu anlamakta, diğerleri ise anlamakta güçlük çekmekte olsa gerek.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 tarihinden itibaren devleti idare etmiş olsa bile ki öyle değil, o halde bile, hesap bilmeyenler için yazalım: Bedenen ölüm tarihi 1938 - Samsun’a çıkış tarihi 1919= 19 yıl. Cumhuriyetin ilanı 1923’den alırsak 17 yıllık bir devlet yöneticiliği var.
1923 yılında | 1938 yılında | Artış oranı | |
İlkokul Sayısı | 4894 | 6700 | %36 |
İlkokul Öğrencisi Sayısı | 341.941 | 764.691 | %132 |
İlkokul Öğretmeni Sayısı | 10.238 | 15.775 | %54 |
Genel Lise Sayısı | 23 | 68 | %195 |
Fakülte ve Yüksek Okul Sayısı | 2 | 7 | %350 |
Bayan Öğretim Elemanı | 0 | 99 | % 10.000 |
1923 yılında | 1938 yılında | Artış oranı | |
Demiryolu (km) | 4.559 | 8.637 | % 89,4 |
Çöken İmparatorluğun borcu: Mahfi Eğilmez’in 11.12.2011 “Osmanlı'dan Devraldığımız Borçlar” başlıklı yazısından okuyalım:
“Osmanlı'dan devralınan borçların ödenmesi 1954 yılında bitirildi. İlk dış borçlanma 1854 yılında yapıldığına göre bu borçların tasfiyesi 100 yıl sürmüş oluyor. Osmanlı'dan devralınan borçlar 145 milyon Osmanlı altın lirası tutarındaydı. Bu da o dönemin milli gelirinin yaklaşık yüzde 65'i ediyor. Bugünkü koşullarla düne bakıp devralınan borç miktarının söylendiği kadar yüksek olmadığı tezini ileri sürenler bu borcu aynı mantıkla bugünkü değerlerle hayal etmeye çalışırlarsa kabaca 500 milyar dolarlık bir borç yüküne denk geldiğini göreceklerdir (Bugünkü GSYH'mız 750 milyar dolar olduğuna göre bunun yüzde 65'i 488 milyar dolar eder.)”(*)
Hatay sorunu, nüfus mübadelesi, uluslararası anlaşma/sözleşmeler, adeta birer misyoner yetiştiren yabancı okulların durumu, sayısı bir düzineyi bulan iç ayaklanmalar, İngiliz destekli Şeyh Said isyanı ve bu isyan nedeniyle Musul’un kaybedilmesi… Karadeniz’in sarp dağlarına yerleşen ve sayıları 25 bine ulaşan Pontus eşkiyasının F-16, Kobra, Heron, uydu teknolojisi, telefon dinlemesi olmadan ortadan kaldırılması ve daha pek çok mücadele… Bütün bunlara rağmen meydana getirilen ve yeni nesle bırakılan Tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti…
Cevap veremeyecek durumda, bugün aramızda olmayan, üstelik de varlığımızı, ülkemizin bağımsızlığını, demokrasimizi, özgür ülkemizde hür ibadetimizi yapmamıza vesile olan insanların ardından konuşmadan önce düşünmek lazım. Kaldı ki İslam inancına göre Kur'an-ı Kerim’in Hucurat Suresi’nin 12’inci ayetinde “…Sizin bir kısmınız diğerlerinin dedikodusunu yapmasın. Hiç sizden biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Elbette ondan tiksinirsiniz. Ve Allah'a karşı takva sahibi olunuz..” buyrulduğu gibi, Hadis-i şeriflerde de “ölmüş insanın etini yemek” olduğu buyurulan “gıybet”i etmenin bir Müslüman için felaket olduğu bildirilmektedir.
Dünya üzerinde yaşamış liderlerden bir çiçeğe, bilim insanlarınca ”ATATÜRK ÇİÇEĞİ” adı verilen tek ve Ebedi Liderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü ve çalışma arkadaşlarını, O’nun yolundan ilerleyenleri saygı, minnet ve şükranla anıyor, selamlıyoruz.
Milletler, tarihlerini bildiği, ders çıkardığı ve yaşanılan güne, çağa yorumlayarak uyguladığı oranda hür ve müreffeh yaşarlar.
İnsan kıyafetiyle ağırlanır, davranışları, sözleriyle uğurlanırmış. Hal böyle olunca kıyafet ilk izlenim için önem kazanıyor elbette.
26.05.2005 tarihinde kuvayimiilye.net sitesindeki köşemizden “Astsubayın Kılık Kıyafeti Mustafa Kemal Atatürk’ün Kıyafet Devrimi İle Bağdaşıyor Mu?” başlığı altında Atatürk’ün Fransa’da yaşadığı bir hadiseyi yazımızda aktarmıştık.
Aktardığımız hadise şuydu:
“Osmanlı İmparatorluğu yöneticileri tarafından, 1910 yılında Fransa’da düzenlenen ‘’Pikardi Askeri Manevraları”nı izlemek üzere Mustafa Kemal görevlendirilir.
Önderimiz, manevra sonunda, kendi fikirlerini manevraya katılan, oradaki subaylara söyler. Söylemesine söyler, ancak onu dinleyen yabancı subaylar dudak bükerek yanlarından ayrılırlar.
Ertesi akşam albay rütbesindeki yabancı subay Mustafa Kemal’in yanına gelerek;
-Sizin söyledikleriniz diğerlerinin düşüncelerinden daha doğru idi, der ve başındaki kalpağı göstererek:
-Başınızdaki bu tuhaf başlığı giydikçe kimse sizin fikirlerinize kıymet vermez…,” der.
İyi bir gözlemci, yeniliklere açık, teklifleri değerlendiren ve çağdaş değerleri hayata geçiren Atatürk ‘’Uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti, halkı ile hayatıyla, yaşayış tarzıyla uygar olduğunu göstermek zorunluluğundadır.’’ diyerek, uygarlığın sonsuzluğa değin sürecek bir yarış olduğunun mesajını da milletine vermiştir.
Kimi ülkeler uygarlık yarışı içindeyken, kimileri de ağaların, şeyhlerin, cemaat liderlerinin, dini siyasete alet edenlerin elinde kalarak, onların elinde, uygarlıktan uzaklaşırken Mustafa Kemal’in ülkesine yakışan uygarlıktan yana davranmaktır.
Bir gece kıyafeti olmadığı için yurt dışındaki resepsiyonlara harici kıyafeti ile katılmak durumunda bırakılan assubaya 2006 yılında mesdres verilmesiyle konu çözülmüş ancak rütbe yerleri ve şekli halen düzeltilmemiş durumda.
Şimdiye kadar assubayın özlük haklarında istenilen düzeyde değişiklikler yapıl(a)madı. Ancak yapılan ufak şeylerin de disiplini bozmadığını hep birlikte gördük. Neydi bu yapılanlar ve disiplini bozmayanlar:
***
Kıyafetle ilgili olarak, Avrupa ordularında görev yapan assubaylara ilişkin ileti adresime gelen bir fotoğrafı aşağıda paylaşıyorum. Fotoğrafta bir kişi hariç hepsi astsubay ve her birinin rütbesi apolette. Alman, Fransız, Belçikalı, Hollandalı, İspanyol, İtalyan assubayların rütbeleri apolette. “Dünyanın neresinde görülmüş assubay rütbesinin apolette olduğu” diyenler varsa şayet, incelemelerini öneririm.
Ordular ve polis teşkilatları, kıyafet harcaması en yüksek devlet kurumları arasında. Bir eğitim, öğrenim sonucunda alınan rütbe, esasında, bir statü işaretinden öte bir şey de değildir.
Biz, milletimizin her ferdini yüceltmek durumundayız ki çağdaş olalım, medeni devletler içerisinde yer alalım.
Azeri assubayın apolette olan rütbesini kola aldırtmakla; vatan hizmeti gören üniversite mezunu genç insana, assubaydan bir üst statüde askerlik yaptırmanın yanı sıra apolette rütbe vererek, pek çoğu üniversite mezunu assubayın rütbesini kolda tutarak; tüm dünya çift kanat uçuş brövesi takarken uçuş personeli Türk assubayına tek kanat taktırıp yurt dışında mahcubiyet yaşatarak; bir zamanlar yarbay düzeyinde maaş alan en kıdemli assubayı neredeyse kıdemli üsteğmenin altında maaşa talim ettirerek; subaya zam verilirken, assubaya gelince sadece umut verilerek, bir subay emekli olunca çalışırken aldığı maaşın % 80’ini, astsubay emekli olunca %40’ını vererek bir yere varmak ne mümkün.
“Sosyal paylaşım sitelerinde yer alan, 01 TEMMUZ 2012 tarihi itibariyle subay ve assubay emekli maaşları:
Kd.Albay ¼ 40 yıl 4.000 TL Kd.Albay ¼ 36-yıl 3.850 TL Albay ¼ 32 yıl 3.150 TL Yarbay ¼ 29 yıl 2.800 TL
Kd.Bçvş. 2/6 40 yıl 1.670 TL Kd.Bçvş. ¼ 30-yıl 1.860 TL Kd.Bçvş. 2/3 30 yıl 1.475 TL Kd.Bçvş. 3/2 25 yıl 1.325 TL İlk göreve başladığımızda Astsb Çvş. 2000 TL, Teğmen 2500 TL alıyor. Yani subay maaşının % 80’ini alıyoruz. Yıllar sonra albay 5000 TL alırken Kd Bçvş. 3000 TL alıyor. Subay maaşının %60’ına düşüyor. Emekli olunca Albay, maaşının %80’i olan 4000 TL alırken, 2.Kad.Kd Bçvş. 40 yıl üzerinden emekli olsa bile aldığı maaş 1670 TL oluyor.. Yani albaya verilen emekli maaşının % 40 ı alıyor. 3/2 dereceden emekli olan Kd.Bçvş ise 1325 TL maaşla albay maaşının 3’de 1’ini bile alamıyor.”
Yazımızı Büyük Önderimizin sözüyle bitirelim:
‘’Uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti, halkı ile hayatıyla, yaşayış tarzıyla uygar olduğunu göstermek zorunluluğundadır.’’ 28.08.1925 / Mustafa Kemal ATATÜRK
Orhan KAYA
İslam Dini’nin geliştirici, adaletli, insana değer veren, ilmi yönünü hiçe sayarak; eğitime, bilime, teknolojiye, sanayiye önem vermeyip, kendi teknolojisini üretmeyip, insanını çağ dışı yöntemlerle cezalandırıp, medeni haklardan yoksun bırakan, ülkesinde saltanat süren kralların yönettiği İslam Ülkeleri bir bir düşüyor.
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)/Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi (GODKAG): “Eğitim, demokrasi, özgürlük, kadın hakları, iş, evrensel hukuk değerleri, fikir özgürlüğü, kadın ve erkek eşitliği” gibi, bu haklardan yoksun insanları hedefleyerek, hedefte bulunan toplamda 22 ülkenin insanlarını zayıf noktalarından yakalayıp, onları projeye hazırlamakta ve zamanı gelen ülkeleri darmadağın ederek yolunda ilerlemekte.
İkiz kulelerin 11 Eylül 2001’de kuşkulu bir şekilde yıkılmasından sonra su yüzüne çıkan BOP’un Türkiye’yi de kapsadığına dair harita, tesadüf eseri ABD’deki bir düşünce kuruluşunda perdeye yansıyınca Türk kamuoyunca da öğrenildi.
İkiz kulelerin yıkılışından sonra, sözde, dünya çapında kendi güvenliğini sağlamak isteyen ABD, önce Afganistan’ı, ardından Bakanlar Kurulu Kararıyla, Türk Hava Sahası’nı da kullanarak, denizden ve karadan on binlerce bomba yağdırdığı Irak’ı ele geçirdi. Bu işgal sonucunda Milyonlarca Müslüman hayatını kaybetti, tecavüze uğradı. Fakat ne acıdır ki Müslümanlığı rehber edinerek siyaset yapan uç noktadaki hiç kimsenin sesi çık(a)madı bu katliamlara, işgallere, tecavüzlere, camilerin yıkılmasına…
Türkiye’nin eş başkanlığında yoluna devam eden BOP, ülkelerin karışıklığa sürüklenerek, devrilen iktidarların yerine getirilen BOP uygulayıcıları yoluyla, kaynakları yabancılarca işletilecek şekilde idare edilmeye başlanmakta. Ancak “eğitim, demokrasi, özgürlük, kadın hakları, iş, evrensel hukuk değerleri, fikir özgürlüğü, kadın ve erkek eşitliği” gibi uygulamaların hayata geçirildiğine dair duyulan bir haber henüz yok.
BOP haritasında yer alan Türkiye’de yaşanan uzun tutukluluk süreleri, yedi yüz civarında üniversite öğrencisinin tutuklu olması, gazetecilerin uzun süre tutuklu yargılanmasının ardından bir kısmının serbest kalması, işsizlik oranındaki yükseklik, gizli işsizlik ve iş sahibi olanın asgari ücretle iyi bir geleceğe dair umudunun olamaması; insanların, evleri yerine çadırlarda yapılan yardımlar yoluyla iftar açması, yoksulluk nedeniyle seçim döneminde yapılan yardımları bekliyor olması, aynı meclis altında çalışan hizmetlilerin (Parti gruplarında çalışan ilkokul mezunu hizmetlinin maaşı net 3.890 TL , Meclis'te diğer birimlerde aynı işi yapan hizmetliler ise 2.637 TL alıyor. 23.07.2012/VATAN) gelir adaletsizliğine maruz kalmasının dışında, benzer işi yapanlar arasındaki özlük haklarında, sosyal haklardaki uçurumlar, her alanda dışa bağımlılık vs. insanların devletine, idarecisine olan güvenini sarsabilecek, üzerinde bıkkınlık yaratabilecek hususlar.
Türk insanının üzerinde meydana getirilmiş olan bıkkınlık verici ve bilinçli bir şekilde sürdürüldüğü izlenimi veren her türlü adaletsizliği, güvensizliği, yolsuzluğu, yoksunluğu, hırsızlığı, hak gaspını, demokrasi istismarını; çözülmeden, birlikte çözmesi, daha güzel bir gelecek inşa etmesi her şeyin üzerinde…
Dünya üzerinde hiçbir birey, topluluk, toplum yoktur ki yaşamına katkı sunmasın. Her topluluğun kendince bir katkısı vardır yaşama…
Her bir insanın yaradılıştan gelen farklı özellikleri mevcut.
İnsan, birey olarak yaşamını şekillendirirken, farklı yaradılışıyla, çevresine de katkı sunabilmekte. Yaşam, bireysellikten çıkıp bireyler bir araya geldikten sonra oluşan aile, topluluk, bir sonraki aşamasında toplum halinde yaşarken de işleri kolay eden, yaşamı yaşanılır kılabilen bireysel katkılar devam edebilmekte.
İnsanın yaşam alanı olan Dünya üzerinde değişik toplumlar mevcut. Belli bir yaşam düzeyine ulaşabilen toplumlar arasında başlayan etkileşimler, toplumların kültürel hayatına renk katabildiği gibi, üstün gelen, saldırgan özellikteki toplumun her alanda söz sahibi olabilme durumu, etki altında kalan toplumun yok olma tehlikesini de beraberinde getirebilmekte. Bugün dünya hayatında olmayan, yok edilen, yaşam alanları, hakları elinden alınan Aborjinler, Kızılderililer, İnkalar, Aztekler gibi topluluklar buna bir örnektir.
Bu anlamda; devlet haline gelmiş olan bir toplumun, yaşam şekli, diğer devletlerin, toplumların yaşamına kastedecek düzeydeyse şayet; doğada var olma mücadelesi veren, bir nevi vahşi yaşam şekli söz konusudur, denilebilir.
Ne devlet olarak, ne birey olarak, ne de topluluk olarak, yaşam içerisinde geride kalmamak gerek!
Toplumun meydana getirmiş olduğu Devlet halinde yaşamdan kaynaklı, toplumun bir arada yaşamasına katkı sağlayan, değer yaratan iş bölümlerinin içerisinde bir araya gelen ve toplulukların/statülerin, diğer topluluklarla/statülerle bir arada hayatı sürdürmelerinde Devlet İdaresinin sergilemiş olduğu; eşitlik, hoş görü, adilane v.b. tutumlar, sürdürülebilir birlikte yaşamın temel taşları.
Daha düne kadar birlikte var olma savaşı veren toplulukların, devlet haline geldikten bir süre sonra çıkar çekişmelerine düşmeyerek huzurlu bir yaşam ile yoluna devam etmesi, özünü kaybetmemesine bağlı.
Bu öz, bir devletin kuruluş aşamasındaki özdür ve bu öz; geçmişte, bütünü kapsayan, bütüne değer veren bir özdür.
Fakat zaman içerisinde, daha çok diğer devletlere karşı bilimde, teknolojide geride kalma durumdan kaynaklı olarak; devletin kuruluş özünden, toplumun kültüründen uzak, başka devletlerden alınan bilimsel yardımlar, alan devletin özünde de tahribatları beraberinde getirmektedir.
Bu anlamda, Osmanlı Devleti’nin bilimde geri kalması ve Batılı Devletlerden eğitim kurumları oluşturması için yardım alınması, buradan yetişen kimi öğrencilerin Batılı değerleri benimseyerek özünden kopması, yüzyıllar sonra kendi sonunu da hazırlamış görünmektedir.
Osmanlı Devleti’nin parça parça bölüşülmesinden sonra Türk evladı Mustafa Kemal’in önderliğinde öz kültürüyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, O’nun vefatından kısa bir süre sonra halen Batı hayranlarının elinde, Batılıya hizmet etmeye devam etmekte olduğu; bilimsel, teknolojik, sanayi ve hizmet sektörü açısından bakıldığında gün gibi ak pak bir şekilde görünmektedir.
Bir toplumun yaşaması, kendi ayakları üzerinde durması öz benliğini muhafaza etmesine bağlı. Bu ise toplumsal dayanışma ile olabilmekte. Toplumsal dayanışma ve işbirliği ise paylaşımlarla sağlanabilmekte.
Öz kültüründen uzak, değer yargıları topluma yabancı yapılar içerisinde yaşama mücadelesi veren insanların bir araya gelmesi, bilinçlenmesi ve varlıklarını sürdürebilmeleri için çaba göstermeleri şart. Bu çabalar dernekler, siyaset kurumları, dergiler, basın ve yayı(n)m yoluyla toplumla buluşturulduğunda anlam kazanmaktadır.
İşte, assubaylar da yaşamın kendisine sunduklarından kendi payına düşeni yaşayan bir topluluk/statü mensuplarıdır. Yıllardır hak, hukuk arayışı içinde olan ve bu uğurda icabında ekmeklerinden olan ve kendini topluma anlatmanın peşinde olan bir topluluktur, assubaylar.
Assubaylar, yıllardır internet üzerinden yayın yapan sitelerinin yanı sıra, sosyal medyada organize olmayı başararak, 200 binin üzerindeki bir “Bu Kadarına Da Pes” grubuyla Türkiye’deki mesleki ve sosyal örgütlerin yanı sıra Dünya ülkelerinde de izlenilir bir çalışma ortaya koymuştur. Sosyal medyadaki bu bir araya gelişe Umur Talu gibi, toplumumuzun önde gelen, önemli yazar ve düşünürleri de önemli katkılar sağlamış ve bu katkı sağlama hali halen de devam etmektedir.
Sitelerde, gruplarda, gazetelerde yer alan ve çözülmesi istenen assubay sorunlarının kurumsal anlamda yönetilmesi, sahip çıkılması ve süreç çözüm makamlarıyla istişare edilirken, bunun yanı sıra sıkıntıların dile getirildiği site, gazete yazarları ve gruplarla karşılıklı, teklifsiz ve gerektiğinde istişare hali, bilgi alış verişinin ilgili kişilerce yönetilebilmesi çözüme giden yoldaki en önemli basamak. Bu basamaklardan kurumsal olanın, Kasım 2011 ayında, seçimle işbaşına getirilen Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD)nin yeni yönetimi ile tamamlanmış olduğu görülmekte.
Yeni yönetim, gerek içinden çıktığı tabanın, gerekse sosyal medyada bir araya gelen insanların taleplerini kamuoyuna doğru anlatma yolunda önemli bir vazifeyi yerine getirerek, assubay mücadelesini bir üst seviyeye taşımış ve televizyon, radyo ve gazetelerin dışında da bu durumunu sürdürmekte olduğunu dergisiyle de ortaya koymaktadır.
TEMAD’ın Haziran-Temmuz 1’inci sayısıyla yayım hayatına sunduğu “Gelecek Yüzyıl” adlı dergisi şimdiden kültür hayatımıza önemli katkılar sunmaya başladı bile.
Dergide gördüğüm şudur ki, bir öz hali mevcut. Özünü bulan, kendisi olmak isteyenlere hitap eden bir dergi.
Kapağındaki, ak bir “Gelecek Yüzyıl” adı, Maruf ŞİNİK’in “mavinin huzuru, güveni, ayın karanlıktaki yol göstericiliği, geçmişi ve ilerisi mücadele ile dolu bir yolun, yola çıkan neferinin siluetini” gösteren resmi, çok anlamlı mesajlar vermekte. O nefer ki, mücadeledeki her bir bireyi temsil etmekte.
İçerik olarak, ilk sayfasında Pes Grubu’nun sloganlarından birisi olan “Artık Söz Vermeyin, Hakkımız Olanı Verin” ile birlikte en zor şartlarda görev yapan assubaylardan birer kesit fotoğraftan sonra TEMAD Başkanı Ahmet KESER’in içeriği dopdolu ve “unutmayın TEMAD TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK AİLESİDİR” ile biten Başkandan, başlıklı yazısı ve ilerleyen sayfalardaki söyleşi; Genel Yayın Yönetmeni ve Yazı İşleri Müdürü Yüksel BİNİCİ’nin diğer önemli günleri de ele aldığı “17 Ekim Dünya Astsubaylar Günü” başlıklı makalesi; Bu Kadarına Da Pes’e nasıl gelindiği; E.Asb.Prof.Dr. İrfan Ünver NASRATTİNOĞLU’nun “Tarih Türklerle Başlar” başlıklı araştırma yazısı; yaşama dair başarı öyküleri; Genel Başkan Yardımcısı Ayhan YILDIRIM’ın kaynak niteliğindeki araştırması “Astsubaylığın Tarihçesi”; E.Hv.Uçak Bkm.Asb. İsmail YAVUZ’un ilk Türk Uçağını yapan rahmetli Vecihi Hürkuş’u tanıttığı “İlk Türk Uçağını Kim Yaptı” araştırma yazısı; İsveç Kralının eşit olarak dağıtılması için ödediği fakat Türkiye’de statülere göre dağıtılan, şehit tazminatında da ayrımcılığın ulaştığı boyutu gösteren bir olaydır Dumlupınar Denizaltısı kazası. Gazeteci yazar, E.Dz.Kd.Bçvş. İlhan AKBULUT’un Dumlupınar faciasının ele alındığı “Dumlupınar Denizaltısı” yazısı; Fotoğraf sanatçısı, yönetmen, E.Asb.Maruf ŞİNİK’in yazı ve görsel yayı(n)mları ele aldığı “Görsel Okuryazarlık” araştırması; Yrd.Doç.Dr. Mithat ATABAY’ın “Çanakkale 1915’i Hatırlamak” konulu makalesi; Atilla İLHAN’ın hayatının anlatıldığı bölüm; E.Asb.eşi Av. İlkay Uyar KABA’nın “Hukuka Askeri Bakış” başlıklı, yol gösterici makalesi; Emekli Bandocu Assubaylardan oluşan “Nefesli Show Band" grubu ile yapılan söyleşi; kasko ve zorunlu sigortalı olup da sigorta şirketinden mağdur olanlara yönelik destek sağlayıcı, alanında Türkiye’de bir ilk olan “Grup Merkez Hasar Yönetim ve Danışmanlık Şirketi”nin kurucusu E. Asb. İbrahim Türkeş KOCABEY’ile yapılan söyleşi; Eşekli Kütüphaneci Mustafa GÜZELGÖZ’ün hayatı; İkmalci com şirketi ile ticarete atılan E.Asb. Zeynel Abidin KANDEMİR ile yapılan söyleşi; NLP Uzman Eğitmeni E.Asb.eşi Ayten TEKECİ’nin iletişimin inceliklerinin anlatıldığı “Aslında Hepimiz Büyücüyüz” başlıklı yazısı; sağlıkla ilgili olarak “Koah” rahatsızlığının anlatıldığı bölüm; Beyaz Spor başlığı altında, Ulusal Tenis Hakemi E.Asb.Mehmet Duran DAL’ın kaleme aldığı “Tenis” sporu ele alınmış.
Konularıyla dopdolu, anlatımıyla akıcı, bilgilendirici, araştırmacı ve yazarlar için kaynak olarak kullanılabilecek bir dergiye kavuşmuş olmak assubaylar için, toplumumuz için bir övünç kaynağı..
Basımında, yayıma hazırlanmasında emeği geçen yazar, araştırmacı, akademisyenlerine, TEMAD Başkanına, Yönetimine ve Genel Yayın Yönetmeni ve Yazı İşleri Müdürü Yüksel BİNİCİ meslektaşımıza, tek tek adreslere postalayan kişilere teşekkür ediyor, ilerleyen sayılarını da heyecanla beklemekte olduğumuzu belirtiyoruz.
İnsana yakışan hoşgörüdür elbet. Ancak ölmeyecekmiş gibi bir hiç olan dünyanın tüm malına mülküne sahip olmak adına; insanlığa ait soy ağacının en tepesindeki Adem’in Babası, Havva’nın Anası olduğunu unutup kendinden başkasının yaşamasına, soluk almasına mani olmaya çalışan insanlıktan çıkmış ve artık bir zavallı olmuş olan insan! Dünya senin olsa ne yazar, bak sonunda ölüm seni de bekliyor.
Ama bu zavallı insan bunların farkında olmayacak kadar gözünü öylesine karartmıştır ki; elinden gelse tüm insanları kendine köle etmek, istediğini asmak, istediğini satmak ister. Öylesine kibirlidir ki kendinden başka hiç kimseyi beğenmez ve yanına yaklaştırmazken, bir taraftan da kendi benzerlerini yaratmayı da ihmal etmez.
O kadar açgözlüdür ki nefsine bir türlü hâkim olamaz. Midesi, beyni yoluyla “doydum yeme artık” dese bile, tokluğuna rağmen götürmek ister hamuduyla…
Şems ve Mevlana’nın anlatıldığı “Şems-i Tebrizi, Aşkın Son Nefesi” adlı kitabında Hasan Arif :
“Kimseden kendini küçük görmek niye? Kimseye karşı kendisiyle büyüklenmek niye?
Hep şaşırmışımdır insanın insana kibirlenmesine… Sen kimsin de kime kibirleniyorsun, diye… Yemeden duramazsın, içmeden duramazsın, karnın ağrıdığında iki büklüm olursun… Sen de kurnasını altından da yaptırsan içindekini dışarı çıkartmak için o kokuyu solumak zorundasın… Çıkartamazsan iki büklüm olursun… Öyleyse nesin de sen bir başkasına kibirlenirsin be hey ahmak… Sen de doğmadın mı apış arasından… Niçin apış arasından doğduğunu hiç merak etmedin mi?
Allah insanları ileride büyüklenmemeleri, kibirlenmemeleri için geldikleri yeri bilmeleri için böyle murat buyurmuştur…”
diyerek kibirlileri yerden yere vuruyor, anlayana… (s.128-129)
Komşusu aç-açıkta, geçim sıkıntısı yaşarken altın kurna peşinde koşan, menfaati yoksa şayet insana el vermekten kaçınan, gösteriş meraklısı, bir giydiğini bir daha giymeyen, verdiği sözde durmayan, dünya malını deniz, kendinden başkasını kul-köle, tebaa, hizmetkâr gören, inançtan yoksun, insanların sırtına basarak yükselen ve dönüp ardına bakmayan, insan kullanmayı seven, çıkarcı, menfaat düşkünü kibirli insanın hâkim olduğu bir dünyada huzuru ve hoş görüyü hâkim kılmak, insani değerler için çaba göstermek kadar insana huzur veren başkaca bir duygu olmasa gerek.
İnsanın ve dolayısıyla insanlığın en büyük düşmanıdır kibir.
Kolay ve aynı zamanda hoş olan; hoşgörülü, adaletli bir yaşamdır insana en yakışan…
Genelkurmay Başkanlığı’nca, Emekli Astsubaylar Derneği’ne yönelik 04 Mayıs 2012 tarihinde e-muhtıra ile başlayan astsubay özlük haklarıyla ilgili süreç; 14 Mayıs 2012’de, assubayların özlük hakkında yapılan iyileştirme ve hükümete sunulan önerilerin Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde yayınlanmasıyla devam etmişti.
Genelkurmay Başkanlığı’nın; assubayların yanı sıra subayları, uzman jandarma ve uzman erbaşları da kapsayacak şekilde yürütülmekte olan çalışmalarını elektronik postama gelen mektuptan öğrendik.
Okuduğumuz kadarıyla, astsubay özlük haklarına yönelik çalışma “Mali konular, Mesleki gelişim ve Sosyal hakların iyileştirilmesi” şeklinde üç başlık altında yapılmakta. Dolayısıyla biz de yazımızı üç bölümde yayınlamayı planladık.
İlk bölümde birinci madde başlığını oluşturan “Mali konularda yapılan çalışmalar”ı, ikinci bölümde ikinci madde olan “Mesleki gelişime yönelik çalışmalar”ı yayınladık.
“Astsubayların Özlük Haklarına Yönelik Çalışmalar” ana başlığı altında; subay, uzman jandarma ve uzman erbaş özlük haklarına da atıfta bulunulan, yapılan ve yapılması hükümete teklif edilenleri de içeren konulardan üçüncü alt madde başlığında açıklanan “Sosyal hakların iyileştirilmesine yönelik çalışmalar”ı geldiği gibi aşağıda sunuyorum:
(1) Eşi doğum yapan,
(2) Kendisi veya çocuğu evlenen,
(3) Eşi, anne, baba veya kardeşi vefat eden,
(4) Bakmakla yükümlü olduğu yakını kaza geçiren veya önemli bir hastalığa yakalanan, personele verilecek izin süreleri, Devlet Memurları Kanunu’nda yapılan iyileştirmelere paralel hale getirilmiştir.
4. sonuç olarak; vatanın dört bir yanında canını esirgemeden görev yapan fedakâr personelimizin moral ve motivasyonunun artırılması, görev şartlarının iyileştirilmesi, mesleki gelişimini sağlayacak imkânların sunulması, sosyal imkânlarının artırılması, aidiyet duygusunun kazandırılması/geliştirilmesi ve diğer kamu personeline sağlanan haklar ile paralel haklara sahip kılınması maksadıyla yürütülen çalışmalar aralıksız devam etmekte ve titizlikle takip edilmektedir. 28.5.2012Genelkurmay Başkanlığınca “Astsubayların Özlük Haklarına Yönelik Çalışmalar” ana başlığı altında, üç alt başlık altında toplanan ve yürütülmekte olduğu belirtilen çalışmaların son maddesi olan “Sosyal hakların iyileştirilmesine yönelik çalışmalar”ı yorum katmadan okuyucu ile paylaştık.
Üç başlık altında yayınladığımız çalışmaya yönelik genel bir değerlendirme yaparsak; çalışma, Genelkurmayın ve Hükümetin yapacakları olarak iki kısma ayrılıyor. Hükümet ile ilgili olan kısımda, çalışmanın kimi yerlerinde statülerin bir arada anılmasına imkan tanıyan hususlara bağlı olarak ve dolayısıyla biri olmadan diğerinin olamayacağı gibi bir durum söz konusu edilmiş ki bu da hükümeti zorlayacak bir yöntem.
Bu çalışma, Amerikalıların bir devlete karşı kullandıkları, olmazsa olmaz veya çıkarların karşılıklı masaya konularak ABD’nin çıkarlarını gözeten “At Pazarlığı” deyimini hatırlatıyor.
Genelkurmay Başkanlığı’nca, Emekli Astsubaylar Derneği’ne yönelik 04 Mayıs 2012 tarihinde e-muhtıra ile başlayan astsubay özlük haklarıyla ilgili süreç; 14 Mayıs 2012’de, assubayların özlük hakkında yapılan iyileştirme ve hükümete sunulan önerilerin Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde yayınlanmasıyla devam etmişti.
Genelkurmay Başkanlığı’nın; assubayların yanı sıra subayları, uzman jandarma ve uzman erbaşları da kapsayacak şekilde yürütülmekte olan çalışmalarını elektronik postama gelen mektuptan öğrendik.
Okuduğumuz kadarıyla, astsubay özlük haklarına yönelik çalışma “Mali konular, Mesleki gelişim ve Sosyal hakların iyileştirilmesi” şeklinde üç başlık altında yapılmakta. Dolayısıyla biz de yazımızı üç bölümde yayınlamayı planladık.
İlk bölümde birinci madde başlığını oluşturan “Mali konularda yapılan çalışmaları” yayımladık.
“Astsubayların Özlük Haklarına Yönelik Çalışmalar” ana başlığı altında; subay, uzman jandarma ve uzman erbaş özlük haklarına da atıfta bulunulan, yapılan ve yapılması hükümete teklif edilenleri de içeren konulardan ikinci madde başlığında açıklanan “Mesleki gelişime yönelik çalışmalar”ı geldiği gibi aşağıda sunuyorum:
Astsubayların mesleki motivasyonlarını artırmak ve eğitim seviyelerini yükseltmek maksadıyla;
(1) Eğitimi başarıyla bitiren astsubaylara bir yıl kıdem ve Astsubay Üst Karargâh Hizmetleri Şerit Rozeti verilmesi sağlanmış,
(2) Ayrıca; 20 Mart 2012’den itibaren AÜKHE programına yurt dışı tetkik gezisi ilave edilmiştir.
Mesleki gelişime yönelik konularda yapılan çalışmalar başlığı altında sunulan bilgiler bu şekilde. Bir sonraki yazımızda üçüncü bölümü oluşturan “Sosyal hakların iyileştirilmesine yönelik çalışmalar”ı paylaşmak üzere…
Genelkurmay Başkanlığı’nca, Emekli Astsubaylar Derneği’ne yönelik 04 Mayıs 2012 tarihinde e-muhtıra ile başlayan astsubay özlük haklarıyla ilgili süreç; 14 Mayıs 2012’de, assubayların özlük hakkında yapılan iyileştirme ve hükümete sunulan önerilerin Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde yayınlanmasıyla devam etmişti.
Genelkurmay Başkanlığı’nın; assubayların yanı sıra subayları, uzman jandarma ve uzman erbaşları da kapsayacak şekilde yürütülmekte olan çalışmalarını elektronik postama gelen mektuptan öğrendik.
Okuduğumuz kadarıyla, astsubay özlük haklarına yönelik çalışma “Mali konular, Mesleki gelişim ve Sosyal hakların iyileştirilmesi” şeklinde üç başlık altında yapılmakta.
“Astsubayların Özlük Haklarına Yönelik Çalışmalar” ana başlığı altında; subay, uzman jandarma ve uzman erbaş özlük haklarına da atıfta bulunulan, yapılan ve yapılması hükümete teklif edilenleri de içeren konulardan “Mali konularda yapılan çalışmalar”ı geldiği gibi aşağıda sunuyorum:
Zor şartlarda mesai mefhumu gözetilmeksizin görevlerini yapmakta olan TSK personelinin özlük haklarına yönelik çalışmalar, askerlik mesleğinin kendine özgü kuralları, ülkemizin şartları ve çağdaş uygulamalar dikkate alınarak, bir sistem bütünlüğü içerisinde incelenmekte; Genelkurmay Başkanlığı yetkisindeki düzenlemeler hayata geçirilmekte, diğer konular ise ilgili makamlara teklif edilmektedir.
Bu kapsamda; bütünün ayrılmaz bir parçası olan astsubaylarımızın özlük hakları, eğitim seviyeleri, sosyal hakları, sahip oldukları yetkiler ile ilgili olarak bugüne kadar yapılan çalışmalarla ilgili ayrıntılı bilgi müteakip maddelerde belirtilmiştir.
Bu kapsamda;
Mali konularda yapılan çalışmalar başlığı altında sunulan bilgiler bu şekilde. Bir sonraki yazımızda ikinci bölümü oluşturan “Mesleki gelişime yönelik çalışmalar”ı ve akabinde üçüncü bölümü oluşturan “Sosyal hakların iyileştirilmesine yönelik çalışmalar”ı paylaşmak üzere…
Bir kurumda bu kadar statüye ne gerek varsa, bu bir tarafa; Askerlikte işlerin yürütülmesi için binlerce insanın başvurduğu müracaatlar içinden; sınavla, mülakatla, sağlık kurulu raporuyla seçilerek istihdam edilir uzman erbaşlar…
Kimisi bedel öder, kimisi çürük raporu alıp adeta kaçarken askerlikten, kimisi de işsizlikten dolayı meslek olarak benimsemek zorunda kalır askerliği.
Nasıl benimsemesin ki insan, eğer bir ülkede askerlik, polislik, devlet memurluğundan başkaca iş alanı yoksa!
Bugün polislere, sözleşmeli subaylığa/assubaylığa, uzman erbaşlığa, uzman jandarmalığa müracaat edenlere baktığımızda pek çoğunun hayallerinde başka işler yapmak vardır amma onu gerçekleştirecek ekonomik güç yoktur ailelerinde.
Devlette çalışmak zorunda kalanlar, insani ihtiyaçlarının temeli olan ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir gelire kavuştuktan sonra her anını huzur içinde yaşamak ve güvenli bir geleceğini de işinden elde etmek ister ama nerde…
Kişi, ömrünün en güzel çağlarını mesleğinde geçirirken, her anını huzur içerisinde yaşamak, güvenli ve mutlu bir gelecek için gerekli tatmin edici ücreti bulamadığı gibi kanunların üstlere/amirlere verdiği tek yanlı aşırı yetkilerden kaynaklı olarak, uygulanan tarifsiz baskılar, sözlü-sözsüz şiddetler, aşağılamaları oluşturan mobbingler ve haksızlıklar nedeniyle kendisini farklı bir mücadele içerisinde bulur.
Bugün (26.5.2012) keplerini Ankara Kızılay’daki Abdi ipekçi Parkında bıraktılar! Devleti yöneten yetkililerin alıp önlerine koyup düşünmeleri için.
Artık yetkililer bu durumu ne denli dikkate alırlar, düşünürler bunu zaman gösterecek.
Mesleki örgütlenmenin olmadığı, olanın da içine siyaset girdiği veya yetersiz olduğu Türkiye’de daha çok kep bırakacak meslekler arkada bekliyor gibi.
Bir uzaman erbaş belki de hayalinde olmayan bir işi yapmak üzere askerliği meslek olarak seçtiğinde lise mezunuysa şayet, 10’uncu derecenin 1’inci kademesinden göreve başlıyor. Yaptığı işi nedeniyle performansının yaşa bağlı olarak düşmesinden dolayı artık kurumda çalışamayacağı değerlendirilerek sivil kurumlardan emekli olması sağlanıyor. Ancak sivil kuruma geçen uzman erbaş, sivilde işe başlayan memurun derecesi olan 13’üncü derecenin 1’inci kademesinden özlük hakkı değerlendirilerek 2 derece geriye götürülerek sivilde işe başlatılıyor. Yani altı yıl geriye gidiyor özlük hakkı. Örnek vermek gerekirse; 18 yıl TSK’da görev yapıp 45 yaşında 3’üncü derecenin 1’inci kademesine ulaşmış bir uzman erbaş, sivil memurluğa geçtiğinde 5’inci derecenin 1’inci kademesine düşürülerek, bir yıl sivil memurluktan sonra 5’inci derecenin 2’nci kademesinde zorunlu olarak emekli edilmekte.
Hâlbuki uzman erbaş ile aynı yıl göreve başlayan bir sivil memur operasyonlar, şark görevleri, tayinlerle uğraşmamakta olduğu gibi, zaman içerisinde yükseköğrenim görerek derece ve kademesini yükseltmekte ve uzman erbaş gibi, genç sayılabilecek bir yaşta zorunlu olarak emekli edilememekte.
Şimdi, yetkililer, uzman erbaşların parka bıraktığı şapkalarını önlerine alıp düşünüler mi bunu bilemeyiz!
Eğer yetkililer, kendilerini uzman erbaşların yerine koyup, bugünkü koşullarda; 45-46 yaşından sonra, üstelik zorunlu olarak emekli edildikten sonra 900 lira ile çocuklarını okutabileceklerini, güvenli ve mutlu bir yaşamı sürebileceklerini, uzak kaldıkları sivil yaşamın koşullarına adapte olabileceklerini, düşünüyorlarsa, şimdiki koşullar aynen devam edecek demektir. Yok, yürütemem, yapamam diyorlarsa çözüm için adım atacaktır.
Düşünün,