×

Uyarı

JUser: :_load: 932 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.

Orta Dünyanın Ordusu

Mayıs 29, 2014

O ülkenin ordusunun başkomutanı açıklama yaptığında bütün haberciler ordusu saraya doluşurdu.

Ertesi günün bütün fısıltılarında ve konuşmalarında flaş haber olurdu.

Yine, ertesi günü o ülkenin parası pul, kağıdı ise senet olurdu.

O ülkenin başkomutanı ülkenin siyasi yöneticisine geldiğinde zavallı başkanlar onları merdivende karşılar, devlet protokolü uygularlardı.

Savunma bakanları en arkada el pençe durur, ne olduğunu o komutanın yaverine sorarlardı.

O ülkede paşalık saltanatının en ihtişamlı yılları yaşanırdı.

O devirler ismine “haşa“ denen paşaların lale devri dönemleri olarak bilinirdi.

Mesela ordu komutanları, her pazar sabahı uçan dev ejderhaları ile elf ormanlarına ayı avına giderdi.

Bütün ordu birlikleri kışlalarda, evlerinden apar topar getirilen astları da aşağıdaki ordunun başında ayı avına giden komutanlarına mızrakla selamlama eğitimi yaparlardı.

O komutanlar, adına o devirlerde salem sigarası denilen tütsüler içerlerdi ve o sigara komşu bir ülkeden alınır; sınırda ejderhaya yüklenip oradan da saray karargaha götürülürdü.

O ülkenin komutanlarının en heybetli ve haşmetli yıllarıydı.

Hatta bir defasında bu komutanlardan birisi; yemeğindeki patlıcan sapını aşçının tırnağı zannedip tüm birliğine bir hafta arazide yatma cezası vermişti.

Yine bu komutanın eşinin köpeği gece saat 02:00 de hapşırdığı için ordunun atlarına bakan veteriner tabip apar topar ejderhası ile saray konutuna götürülmüştü.

Bu ülkenin komutanları her iki yılda bir görev değişimi yaptığından, her yeni gelen komutan eşi; konutun tüm eşyalarını, perdelerine kadar yeniletir. “ben orjinal ve kullanılmamış olanı kullanırım“ derdi.

Arzuları emir telakki edilip hemen olduruluverirdi.

O ülkenin haşmetli komutanlarına özel kondu evleri vardı. Hep en yüksek yedi tepelere ve merkezlere kondurulurdu.

Bu kondu evleri fabrika misali durmadan hep hanımefendilere çalışırdı gün boyu. Yemekler, günler, kokteyller, partiler, beş çayları, yedi kahvelri, tanışmalar, vedalaşmalar.

O ülkede “haşa” denilen paşalar ceplerinde tebeşir denilen beyaz tozlu bir kalemle gezerlerdi. Canları sıkılınca tebalarını denetler, illaki bir kusur bulup “sen kesin kadı kızısın dır“ deyip küçük, küçücük komutancıklarının sırtlarına o beyaz tebeşirlerle hat sanatı resimleri icra ederlerdi.

14-21 28 gün gibi. Sonra da ellerimiz hep toz oldu diyerek gün boyu sövüp sayarlardı.

Hepsi de Muhteşem Süleyman gibiydiler. Ulu ve ihtişamlı insanlardı. Adeta Olimpusun tanrıları gibiydiler.

bir anda gökten hışımla geliveren.

Öyle kudretli ve asil insanlardı ki;

kendileri gelmeden üç hafta önce, gidecekleri yerlere eşleri dahil kahvaltı ile üç öğün yemeğin listelerini gönderirlerdi.

Özel kuştüyü yataklar sipariş ettirirlerdi.

Askeri hastaneleri olan “data“ da doktorları her üç ayda bir sıraya dizerlerdi.

Kurdukları asker şirketi olan oha da malı; askeri ve savunma sanayi ihalelerinde de mülkü götürürlerdi.

O ülkenin paşaları o ülkede kudretli günler yaşadılar, ama tebalarına, çocuklarına, kardeşlerine hiç yaşatmadılar.

En sonunda o ülkede siyaset cambazı olan bir başbakanın oyununa geldiler. O başbakanın siyasi manevralarına, organize işlerine akıl erdiremediler. Kurulan kumpasa, tuzağa hemencecik düşüverdiler.

Ellerindeki o muazzam gücü üç beş yılda kaybettiler. Adem-i mutlak iken adem-i çıplak oldular.

Ne var ki; bunca kaybın acısına ve fakri zaruretine rağmen, yaradılıştan gelen bir özelliklerini hiç kaybetmediler.

Bir alışkanlıklarını hiç bırakmadılar.

Bir direnç ve inadı asla terk etmediler.

Kastsubay dedikleri üvey, kardeşleri olan küçük komutanları hiç sevmeme düsturunu ve tarihi görevini hep sürdürdüler. Onlara adam gibi hayat hakkı vermemeyi, tam tersine pestil gibi ezmeyi, büyük bir çaba ile yürüttüler.

O kadar ezdiler ki eşleri ve kadınları bunu görüp pestili icat ettiler.

Kastsubaylara hiç şans tanımadılar. Bütün güçleri ile mücadele verdiler.

Her iktidar dönemi kazandıkları gibi; sadece bu konuda bu iktidarın da yardım ve himmeti ile bir kez daha galip geldiler.

Gondor ülkesinin ve kavminin bölünmez bütünlüğünü ve sarsılmaz inancını, tek düşman bildikleri kastsubaylara karşı bir kez daha şüheda bir ruhla korudular.

Çok gizli kozmik odalarına dahi tertipçileri sokarken; kastsubayların hak ve adalet odalarına asla kimseyi sokturmadılar.

Orta dünyanın değişmez insanlık yasası dedikleri “köleler efendilerin yanında duramaz, yürüyemez, yaşayamaz.“ kaidesini korudular. Kara kader denilen sistemi korudular. Olimpus dağının tanrı kralları yız biz deyip, uzakta, yukarda ve ayakta kalmayı başardılar.

Bir zaman geldi, yıllarca kodeslerde yattılar, ama çıkıncada hemencecik suit kondu saraylarına kavuştular.

Asla pes demediler. Asla da tarihten gelen o bildik düşmanlarını değiştirmediler.

Rivayetlere göre; bu hikayedeki ordu orta dünyada yaşayan bir kavim ordusu idi.

Bu ülkenin adı da gondor diyarı idi. Orta karanlık çağın krallığıydı.

Uzun yıllar altın bir çağı yaşadılar.

Zamanla, önce kölelerini;

sonra da kendi kendilerini yok ettiler.

Saygılarımla.

Not: bu hikayede anlatılan kişi, yer ve mekanların günümüzde hiç bir kişi, yer ve mekanla ilişkisi yoktur. Hikaye tamamen bir hayal ürünüdür.

Adnan Fuat Özdemir
Gsm: 0543 273 45 02

Cumhuriyetin kuruluşu sonrasında yaşanan birtakım gelişmeler sebebiyle, Türk ordusu; halkına darbe yapan bir işleyiş kazanmıştır. Önce 1960 Darbesi, ardından 1971 Muhtırası ve sonrasında 12 Eylül 1980 İhtilalı. Günümüze doğru yaklaştığımızda ise 28 Şubat 1997 Muhtırası ve halen mahkemesi devam eden, içinden çıkılmaz derecede karmaşık darbe öyküleri… Türk Ordusu, yıllar boyunca kendisini cumhuriyetin temel kurucusu olarak gördüğünden dolayı, kurtarıcılığının da kaçınılmaz bir sonuç olduğunu düşündü. Bu yüzden ne zaman ortalık karışsa ya da karıştırılsa, barış ve huzur ortamını sağlamayı kendine görev bildi. Fakat bunu yaparken çok canlar yaktığını, halkı ile arasına kara kediler soktuğunu görmedi, göremedi. Aslında bu darbelerin bir alışkanlık olmasının temelinde cumhuriyetin koruyucusu olma tavrından öte şeyler de aranmalıydı. Karl Marx, genelde ordunun üst yapısını sermayenin koruyucusu ve kollayıcısı olarak niteler. Yani onların halkı değil de, var olan sistemi savunduğunu dillendirir. Hiyerarşik yapının ve rütbe sisteminin kaldırılması için denemeler yapan sosyalist devletler; rütbeli ordu sistemini eleştirirken şu tespitte bulunurlar:

Rütbeli ordu sistemi, yönetici kadrolarla asker kitlesi arasında sıkı ve yoldaşça ilişkilerin kurulmasını önlüyor, küçük burjuva kibirliliğini ve gururunu körüklüyor, yaratıcı inisiyatifin gelişmesini köstekliyor ve böylece subayların ve generallerin kitlelerden kopma tehlikesini getiriyordu.

Burada küçük burjuva kibirliliğini biraz açalım. Eğer bir insanı; mevkisinden, makamından ve rütbesinden soyutladığınızda, karşınızda boş bir beyinden başka şey kalmıyorsa, “bunu da şu yaptı” diyeceğiniz bir kalıcı eser bırakmamışsa, işte orada bariz şekilde, bu kibirlilik olayı vardır. Bu kibirle yaşayanları sistem var etmiş ve kendisine koruyucu tayin etmiştir. Onlar;  üretmez, yenilik yapamaz, devrim gerçekleştiremez, çağ atlatamaz. Sadece sistemin var olan yapısını korurlar. Gerçekleştirdikleri darbe ve ihtilallara dayanak olarak kutsal ve albenisi olan pek çok şeyi bahane etseler de bunların içi temelinden boştur.

Olaylara bir de bu pencereden bakmanın faydalı olacağı düşüncesindeyim.

İstiklal Savaşı’nın düzenli ordu ile kazanılması ve Cumhuriyet ilan edilirken en büyük güvencenin ordu olması ona halk nezdinde apayrı bir kutsiyet kazandırdı. Darbeler ve muhtıralar nedeniyle halkın içine işleyen korku da ordunun tabulaşmasında ayrı bir etken oldu. Nihayetinde kutsallaşan ordu, ülkenin dokunulmazları arasına girdi. Konuşulmuyordu, eleştirilmiyordu. İçinde neler olduğunu kimse bilmiyor, kimse görmüyordu. Bilenler ve görenler de susuyordu. Bilmezden geliyordu. Ordu, ülkeyi ve rejimi kurtarma sevdasıyla ha bire darbeler yapıyordu ama kendi içinde yapması gereken devrimi beceremiyordu. Bir gün bir şekilde duvara toslaması kaçınılmazdı.emret-komutanim

Tabulaşmış olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ilk kez 1986 yılında dokunuldu. 29 Ekim 1986 tarihinden itibaren 12 günlük süre ile Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan Mehmet Ali Birand’ın “Emret Komutanım” başlıklı yazı dizisi, bir anda Türkiye’nin gündemine oturmuştu. Bu bir ilkti. Mehmet Ali Birand, daha sonra kitaplaştırdığı bu yazı dizisine başlarken şöyle bir giriş yapıyordu:

Türk Silahlı Kuvvetleri, 800 bin kişilik mevcuduyla, 1986 yılında bütçenin yüzde 25’ini (yaklaşık bir buçuk trilyon) harcadığımız, ülkenin en iyi örgütlenmiş, bozulmadan bugüne kadar getirilmiş ve en disiplinli kuruluşudur. Aynı zamanda bütün NATO ülkelerinin de en büyük ordularından biridir.

Türk Silahlı Kuvvetleri aynı zamanda, müdahaleleriyle siyasi ve günlük yaşantımızı da etkilemiş, önümüzdeki yıllarda da ağırlığını hissettireceği anlaşılan bir güçtür. Özel sohbetlerden, iç politika tartışmalarına kadar, daima ‘ordu ne der?’ sorusu sorulur, yanıtlar aranır. Gazetelerde müdahaleleri nasıl yaptığı tefrika edilir, kitaplar yayınlanır.

Türk toplumu genelde ordusu ile iftihar eder, onun güçlü olmasını ister, başka hiçbir NATO ülkesinde bulunmayan bir yerde tutar. Ordudan sadece övgüyle söz edilir. Hiçbir zaman eleştirilmez. Adeta bir tabudur. Sıkıntıya düşülünce de kurtarıcı gözüyle bakılır.

Oysa aynı toplum, bu dev kuvveti yöneten yaklaşık 70 bin kişilik subay-assubay çekirdeğini pek tanımaz. Dünyanın başka hiçbir uygar ülkesinde, bu kadar iç içe yaşanan, ancak az tanınan bir başka ordu yoktur. Günlük hayatımızı ve güvenliğimizi böylesine yakından etkileyen bu insanların hangi kökenden geldikleri, nasıl yetiştikleri, hangi fikirle büyüdükleri, ne yiyip, ne içtikleri, nelere önem verdikleri, özetle ‘subayların dünyası’ çok az bilinir.



Türk Ordusu, bu toplumun bir parçası, bir aynasıdır. Bundan dolayı da Türk toplumundaki çelişkiler, belirli geri kalmışlıklar veya hastalıklar, Türk Ordusu’nda da mevcuttur. Amacım, sizlere uygar ülkelerde olduğu gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin doğruya en yakın resmini çekebilmek, zaten her gün karşılaştığımız övgülerin dışında gerçekleri gösterip, orduyu gerçek boyutlarda değerlendirebilmenizi sağlamaktır.

posta-malibirand-haberiM. Ali Birand, geçirdiği bir kalp krizi sonucu, 17 Ocak 2013 tarihinde aramızdan ayrıldı. Sevenleri tarafından,  hüzünle, ebediyete uğurlandı. Basın ve medya alanında usta bir isim olarak pek çok başarıya imza atmış, unutulmazlar arasına girmeyi başarmıştı. Yine de siyasetin sığ sularında gezinen kimi insanlar, onu, ölümünde bile acımasızca eleştirmeyi erdem saydı. Oysa o; tarafını gerçek anlamda habercilik olarak seçmişti. Demokrasiden ve insandan yana tavır koymuştu.

Her daim olduğu gibi, tartışılan insanların gerçek değerini geçen zaman ortaya koyacak. Anlık değerlendirmelerin tarihte hiç yeri yok.

M. Ali Birand’ı nasıl hatırlayacağımıza ilişkin bir şeyler söylemek gerekirse, Habertürk Gazetesi yazarı Amberin Zaman’ın sesine kulak vermemiz yerinde olacaktır:

Mehmet Ali Birand, Türkiye’nin askeri vesayet rejiminin, kapalı ekonomisinin yaydığı griliği, hepimizin iple çektiği 32’nci Gün programıyla birlikte delmeyi başarmıştı. Türkiye’nin de ötesinde koskocaman bir dünya olduğunu göstererek Türkiye’nin bu dünya içerisindeki yeri ve önemini bizde merak ve heyecan uyandıracak şekilde anlatan Mehmet Ali Birand televizyon haberciliğinde yeni bir çığır açtı. Bunun ötesinde Türkiye’nin gözlerini açtı. Rahmetli Turgut Özal’ın Türk ekonomisi ve siyasetinde gerçekleştirdiği devrimi, rahmetli Mehmet Ali Birand da medyada gerçekleştirdi. Bizleri dünyaya açtı. Ufkumuzu genişletti. Nice başarılı meslektaşım, Mehmet Ali Birand ekolünden yetişti.



“Emret Komutanım” kitabıyla bir kutsala dokunmuştu. Abdullah Öcalan’ı da Türkiye’ye ilk tanıtan gazeteci yine Birand’dı.

Mehmet Ali Birand, istikrarlıydı. Savrulmuyordu. Çizgisi netti. Türk siyasetinde esen fırtınalarda eğilmeden bükülmeden, temel prensiplerinden asla taviz vermeden ve zaman zaman maruz kaldığı karalama kampanyalarına karşın her daim ayakta kalmayı başardı. Ve her zaman zirvedeydi.

malibirand5İşte onu kısa ve öz olarak anlatan yazı. Onun ismini zikrettiğimizde ilk aklımıza gelecek şeyler; Emret Komutanım kitabı, Otuz İkinci Gün programı, gazetecilik ve habercilik ekolü ve bir de Abdullah Öcalan röportajı… Herhalde burada en çok canımızı sıkan, terörist başı diye nitelendirdiğimiz Abdullah Öcalan Röportajı olsa gerek. Fakat bunu da bir habercilik başarısı olarak değerlendirmemiz mümkün.

Mehmet Ali Birand ismi assubaylar için ne ifade ediyordu derseniz, bu kez size cevabı bir başka yazı ile vermemiz gerekecek. Gazeteci ve yazar Cengiz Çandar, kendisi ile yapılan bir röportajda Mehmet Ali Birand’ın askerleri (yani aslında general tayfasını) niçin kızdırdığını ve neden andıçlandığını şöyle ifade ediyor:

Birand’ın iki büyük kusuru oldu askeri algılamaya göre. Bir, Abdullah Öcalan’ı ve Osman Öcalan’ı ekrana çıkarttı. İki, Emret Komutanım kitabının son halini yayımlanmadan önce göstermedi. Kitaptaki maaş bordroları, assubay maaşları onları çok rahatsız etmiş.

Gördüğünüz gibi bizim paşaları en çok kızdıranlar assubaylar ve teröristler. Nerden isterseniz oradan buyurun, dilediğiniz gibi değerlendirin. Yorumunuza açık bırakıyorum.

O halde gelin şu “Emret Komutanım” kitabını bir değerlendirmeye alalım. Neden bu denli ortalığı karıştırmış, neyin teşhisini yapmış, hangi tespitleri ortaya koymuş ve başına ne işler açılmış bir bir inceleyelim.

Birand, bu kitap için yaptığı çalışmalar esnasında sessiz ama derinden assubayların sorunlarına değindi. Mümkün olduğunca diplomatik bir üslup kullandı. Fakat buna rağmen yarayı buldu ve deşti. Kimsenin o ana değin yazmadığı şeyleri öyle derli toplu, öyle anlaşılır ortaya koydu ki camdan saraylarda saltanat sürenlerin yüreği hopladı. Ona bu kitabı yazması için fırsat verip olanak tanıyanlar, çok şaşaalı şeyler üreteceğini ve kremalı bir ordu portresi yaratacağını sanıyorlardı. Bundan o denli emindiler ki her yerde ona özel ilgi ve alaka gösterdiler. Sonuna kadar yardımcı oldular. Bütün kapıları ardına kadar açtılar. Fakat Mehmet Ali Birand, Cilalı Taş Devri gazetecilerinden birisi değildi. Gerçeği bütün çıplaklığıyla kamuoyuna sunmayı görev olarak benimsemiş, aydınlanmayı ve aydınlatmayı düstur edinmiş ilkeli bir kalemdi.

Aydın Kulak

Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek alıntılanmasında/ kullanılmasında bir sakınca yoktur.

BİZİ SARAN MELANKOLİ

Aralık 09, 2012

Kahveye oturdum. Bir köşede gazeteleri karıştırırken Hüseyin emmi yanıma geldi.

  • Gomutan yav ne oluyoru böööle?.. Haberleri dinleyinca asabım bozuluyoru A..na goyam ya… Asgerler neden intaar ediyoru?
  • Emmi, normal bir insana ne kadar anlatırsan anlat intihar duygusunu anlaması zordur. İnsanın kendi kendisini yok etmesine anlam vermekte hep güçlük çekeriz. İntiharların çok çeşitli boyutları var. Çok fakir ve açlıkla mücadele edilen bir ülkede insanlar hayatta kalmak için her çareye başvururken, dünyanın en zengin ülkelerinde de intiharlar dünya ortalamasının oldukça üstünde. Rahat olmalarına rağmen intihar ediyorlar.
  • O gavırlara rahat batıyo argadaş onu anladım da bizimkilere ne oluyo… S.ktir et gavırları…
  • Çok kapsamlı ve uzak olmadığımız bir deyimle, asimetrik bir sıkışma sendromudur intiharlar.
  • Af bıyır…?
  • Hüseyin emmi sen hiç intiharı düşündün mü?
  • Haşaaa.
  • Ben düşündüm. Ama yapamadım. Yirmili yaşlarda kız arkadaşımdan ayrılınca kutsal aşk dağının altında kalmış biri olarak tek yapmam gereken şey kendimi yok etmekti. Kendimce öyle bir cevap verecektim ki… Görev yaptığım birlik zaten bir uçurumun kenarındaydı. Akşam hava yeni kararmıştı. Bir bira içmiştim. Unutamıyordum. Uçurumun kenarında, kesilmiş bir ağacın dip kütüğüne oturdum. Kafamdaki senaryolar küçüle küçüle yok olmaya başlamıştı. Çıkar yol atlamaktı. Kendimce zaman kolluyordum. Haydi… Haydi… Haydi…diye birbiri arkasına gelen gurur sesime karşı bir şeyler karşı koyuyordu. O an yanıma bir arkadaşım geldi. “Ne haber” dedi. Onu görünce intihar modundan çıktım. Ona çaktırmadan “oturuyorum”  dedim. Onunla sohbet ettik. Canının çok sıkkın olduğunu anlattı. Bir sigara uzattı. Bana anlatıp duruyordu. Ben ise onu dinlemiyor, ancak birkaç dakika önce arkadaşım gelmese yapacağım olayı düşünüp kendi kendime hayıflanıyordum. Bir uyanış içinde idim ancak bunu ona hissettirmek istemedim. Sonra “-Kalk haydi misafirhaneye gidelim.” dedi. Benim koluma usulca girdi. Misafirhaneye gidince ona sarılıp uzun uzun ağladım. Arkadaşım benim intihar edeceğimi anlamış ancak hiç çaktırmadan beni engellemişti. O anki psikolojimi sonraları hiç anlayamadım. Daha sonra hiç bir  defa bile öylesi melankolik bir duruma düşmedim.
  • Lan ooolum deeer mi bee elalemin ..ospusu için !..

Hüseyin emmiye şöyle bir ters baktım. O da yanlış bir şey söylediğini anlamıştı.


  • O deeel de argadaş asgerin anası babası, gomutanlar neden sahip çıkmayoru deyi soruyoru.
  • Bir keresinde dağ başında bir taburda geçici görevli idim. Bir sabah saat on sıralarında başka bir bölükten bir askerin intihar ettiği haberini aldım. Öğle yemeğinden sonra revir çadırına uğradım ve Tabip Asteğmen arkadaşla buluştum. Çok üzgündü. Ben de herkes gibi intihar olayını sordum. O da anlattı. Üstüne gitmişler çocuğun. Üst kura askermiş. Ancak acemi asker gibi patates soyar, mıntıka temizliği yaparmış. Çok az konuşurmuş. Aldığı tüm operasyon parasını da annesine gönderirmiş. Hâttâ doğuya askere geldiği için sevinmişmiş. Çünkü o askerden önce çalışarak biricik annesine bakıyormuş. Askere gelince annesine kim bakacak? Allah'tan operasyon parası var ya… Onu da annesine gönderiyormuş. Ancak onun bu sessiz tavrı ve diğer arkadaşlarının sohbetlerine uyum göstermemesi, sanırım bazı arkadaşlarınca yanlış anlaşılmış. İstirahatinde pançosundan dışarı çıkmazmış. Uzun süre ortada görünmezmiş. Bunun üzerine arkadaşları bölük komutanına gidip, bu arkadaşlarının ot içtiğini söylemişler. Bölük komutanı da Bölük Assubayına “Git otu bul getir!” demiş. Bölük assubayı da askere gidip otu sormuş. Asker öyle bir şey olmadığını söyleyince, Astsubay ona bir tokat atmış. Aramış taramış ama ot yok. Sonra asker pançosuna girmiş ve G-3 tüfeğini karnına dayamış. Sonra basmış tetiğe…
  • Savcı neyim gelip hesap sormadı mı yav? Kimse ceza almadı mı?

Güldüm.


  • Cık. Bir helikopterle gelip metre ile ölçü alıp gittiler. Toplam bir iki saat…

O sırada kahveci sıcak çaylarımızı getirdi. Hüseyin emmi arkadaşına yaslandı ve sohbetin kendi fikirlerine çakışan veya uyan yanlarını bardaktaki kaşıkla karıştırır gibi devam etti.


  • Lan oolum ben asgeryeyi böle bilmezdim. Ama gene de asgeryeyi garıştırmak için mahsustan laf çıkarıyollaa gibimi geliyoru…
  • Valla ölesini böylesini bilmem. Bence ordudaki binlerce intihar vakasının çoğunun sebebi aynı. Bir gurur, bir melankoli hali ve kötü bir zamanlama beraberinde bu faciayı getiriyor. Aynı birlikte aynı günde kaç tane asker bir üst devresinden veya rütbeliden azar işitmiştir, tokat yemiştir veya cezalandırılmıştır. Ya da kaç astsubay komutanının haksız yere eleştirisine maruz kalmıştır. Bu kişilerin ek sorunları da artık taşıyabileceğinin son noktasında ise, tıpkı dolu bir bardağın son damlasının bardağı taşırması gibi… Olan oluyor.

İntihar vakaları bazen bağıra bağıra geleceğim derken, bazen de sessiz ve derinden kendini gösteriyor. Bir bölük düşünün. Bu bölükte işler nasıl yürüyor. İnsanlar birbirleri ile hangi şartlarda iletişim kuruyorlar? Gelen askerlerin kimi evin en küçüğü ve ailesi üzerine titremiş, kimi çok varlıklı aileden gelmiş, kimi ailenin tek oğlu, kimi şımartılmış. Uzman çavuşu düşünün. Bu mesleği sevdiği için ve kariyer yapmak için yapmıyor, yapamıyor. Çoğu ekonomik sorunlar nedeniyle bu mesleği son noktada seçmiş. Sadece parası için seçtiği meslekte, mutlu olmak için görevini en iyi şekilde yapmaya çalışıyor. Ordu içinde kendine konulan sosyal statükodan rahatsız olduğu için kendini ve ailesini diğer rütbelilerden izole ediyor. O etmese bile şartlar çok güzel izole ettiriyor. Özellikle genç subay ve assubaylar Uzman çavuşun varlığını görmezden geliyor. Onunla arkadaş olmuyorlar. Bir astsubay ve bir subay düşünün. Aynı yaşlarda mesleki okul hayatına atılmışlar. Askerliğin her boyutunu çok iyi biliyorlar. Kendilerine çizilen yol gereği, daha genç yaşta, tabiri caiz ise herkes kıçının yerini biliyor. Mevcut kurallar mecrasında birbirlerinden kopuk yaşamak onlar için en iyisi. Bir subay elindeki nimetleri paylaşmamak için sosyal ortamının, çalışma ortamının önüne koca koca duvarlar örüyor. Bir astsubay ise o kadar küsmüş ki “en iyisi ölüsüdür.” diyecek kadar ileri gitmiş ve kışla içinde ikinci bir dünya kurmuş. Böylece birbirinden kopuk birkaç dünya ordunun içinde yaşayıp duruyor. Subayların dünyası, Assubayların dünyası, Uzmanların dünyası, Erlerin dünyası… Her birinin içinde sorun var. Oysa her bir grubun diğeri ile yoğun mesaisi olması lazım. Ancak samimiyetsizlik gereği herkes kalkanla dolaşıyor. Kalkanınız düşerse vay halinize…  Bir aile ortamından yeni bir hayat ortamına ayak uydurmaya çalışan gençler tabii ki ruhsal sıkıntılara hemen girmiyorlar. Bazı zorlukları zaten askere gelmeden önce biliyorlar. Çünkü hepsinin abisi, babası, arkadaşı askerlik yaptığı için anlatıyor ve öğüt veriyor. Gelen acemi asker aslında yarı yarıya eğitimli askerdir. Ancak adapte olmaya çalışırken bunun üzerine farklı problemler eklenen gençler depresyona giriyor. Tüm bunların üzerine yapılan bariz haksızlıklar her şeye tuz biber oluyor. Köşeye sıkışma ve savunamama hali beraberinde büyük bir çöküntüyü getirir.

  • Vallaa ben genede her söölenene inanmam argadaş. Bunun hastanesi vaaa.. Dokturu vaa… Gontrolü vaa… Hem asgeryede herkes götünün yerini bilecek argadaş. Asger ocaaaa ora…
  • Güldüm. Emmi bak, Kıdemli başçavuş olarak Ankara’da görev yapıyordum. Bitmek bilmeyen bir ishale yakalandım. Revire çıktım. Doktor bana “non spesifik ishal” dedi. Yani teşhisi koyulmamış ishal. Sonuç: Görev. Artık bıkıp usandım revire gidip aynı cevabı almaktan ve doktora dedim ki; beni Hastaneye sevket! Doktor sonunda isteğimi kabul etti. Beytepe Jandarma Hastanesine gittim. Orada barsaklarda bakteri olup olmadığına baktılar. Yoktu. Biraz ilaç yazıp on beş gün sonra tekrar gel dediler. Ben de ishal bir türlü geçmiyordu. Tekrar revire çıktım. Doktordan beni başka hastaneye sevk etmesini istedim. Doktor -Olmaz. Bizim sevk edebileceğimiz hastane sadece Beytepe, dedi. Durumumu izah ettim. -Beytepe’ye git, oradan sevk etsinler. Emir böyle… dedi. Eeee emir deyince asker susar. Ben tekrar Beytepe’ye gittim. Daha önce hiç gitmemişim gibi benden aynı testleri istediler. Ben doktora direkt olarak Gastroentoloji servisine çıkmak istediğimi ancak bu servisin bu hastanede olmadığını söyledim. Beni onlar sevk edemezmiş. Tekrar birliğime gitmeliymişim. Revirden sevketmeleri gerekirmiş başka hastaneye. Artık yapacak bir şey yok. Hastanenin çıkış koridorunda ilerlerken bir yazı dikkatimi çekti. “Rehber hekim.” Hemen odasına girdim ve beni Gastroenteroloji olan bir hastaneye sevk etmesi için yalvardım. Revirle bu hastane arasında mekik dokuduğumu, neler çektiğimi anlattım. Neyse kabul etti ve Etimesgut’a sevk ettiler. Orada Gastroenteroloji servisine muayene oldum ve ülseratif kolit, kısaca barsak ülseri olduğum anlaşıldı. Böylece benim de kronik bir hastalığım olmuş oldu. Hastalığımı bulduğum için sevinmiştim.

    Yahu bunu nereden anlattım. Neyse emekliyiz ya vakit çok. Döneriz bir yere anlatmaya devam ederiz. Beytepe’den sevk almak için uğraşırken beni psikiyatriye sevk ettiler. Neymiş efendim, bazen ishalin sebebi psikolojik olurmuş. Sorun neymiş biliyor musun? Doktorlara itibar etmediğim için sorunum. psikolojikmiş. Ne de olsa iki aydır hep revire çıkıyorum, hastaneye gidiyorum. Neyse… Hayatımda ilk kez psikologla konuşuyordum. Şöyle bir havalara girdim. Vay beee… Bende bazı sorunlar var sanırım. İçimi doktora dökeyim de anlasın beni. Meğer herkes öyle yaparmış. Doktor gayet normal olduğumu söyledi. Oysa ben de biliyordum normal olduğumu. Ancak doktor bana yine de bir zarf, bir de hap verdi. Bunun içinde kıta anket formu var, dedi. Sen amirine doldurt ve bana getir, dedi. Ben amirimin doldurduğu anket formunu mühürlü bir zarfla doktora teslim ettim. Doktor zarfı açtı. Hem güldü hem de bana gösterdi. Sen intihara meyiliymişsin, dedi. Ben de valla öyle bir durum yok sadece ishalim ve tedavi olmak için çabalıyorum deyince bastı kahkahayı. Düşünüyorum da acaba amirim neden böyle yazdı? Nasıl bir emare gördü? Dönüp silahımı teslim edip, alın bunu benden diyesim geldi. Neyse dişimi sıktım. Nasıl olsa emekli olacaktım. Ben gece gündüz sağlığımı düzeltmek, düzeltemesem de hastalığımı bulmak isterken, nelerle uğraşmıştım. Psikiyatrın verdiği lustral hapı işte burada işe yaradı. Bol bol uyuyup, ayrıntılardan uzak ve saman kafayla dolaşmak ne kadar güzeldi.
  • Şimdi anadıımm. Sen adamın yolunu gapatıyoon. Yardım etceene zorluk çıkarıyon. Yani sana derdini anlatmayı bilen, yol yordam bilen, gırk yaşında adamı bile dinneyemiyoon. Olluummm sen asgeri nasıl dinneyccennn? Vayy yavrum vay… Asgeryenin işine şeytanın aklı ermemiş delle de inanmazdım. Heyyy de heyyy… Bitmişiz biz yavvv… Üç guruşluk keyfim varıdı onu da gaçırttın gomutan.
  • Dur daha yeni başladık Hüseyin emmi. Sana Assubayların neden intihar ettiklerini anlatacağım.
  • Boşveee bunlar ömür törpüsü. Ooollum ordan Ganalı deeeştir. Buluve güzel bi ganal. Gomutan sen de ganalı deeeştir…
  • Valla sen sordun, ben söyledim Hüseyin emmi. Beğensen de beğenmesen de benim yaşadığım bu. Sen beğenmeyip dinlemiyorsun. Öbürü askerlikten soğutmaktan, çalışırken yaşadıklarını anlatmaktan diye başlayan zırvalarla dava açarım diyor. Evdekine anlatamazsın. Zaten o birebir yaşadı. Hükümet bana gelme ona git diyor. Millet zaten kıytırık orduevine ve çürük lojmanıma kafayı takmış. Ne dersen de inanmıyor. Bizi bir tek erler anlıyor. Biraz yanımıza yaklaşabilseler diyorlar ki; “Komutanım ya nasıl dayanıyorsunuz? Ömrünüz tel örgünün içinde geçiyor.” Kör kuyulara bağırıp duruyoruz işte…
  • Tööbee olsun daaa sormam. Bildiinizi yapın. Beni garıştırmayın.

Tam o sırada kahveci açtı şöyle bir oyun havası Oğuz Yılmaz’dan. Hüseyin emmiyle kalktık bir göbek attık. Ohhh.. Hayat devam ediyor…

Gece gündüz gezerdin
Kimseyi dinlemedin
Hergün başka bir güzelle
Geziyodun gördün mü
Gençlik gitmiş gördün mü
Pilin bitmiş gördün mü
Rengin solmuş gördün mü
Belin dönmüş gördün mü
Havaları basmayı gördün mü
Paraları basmayı gördün mü
Gördün mü gördün mü
Gördün mü gördün mü
Havaları basmayı gördün mü
Paraları basmayı gördün mü
Havan sıfıra inmiş
Benzin sararmış solmuş
Hani dünya güzeliydin
Aynaya bak gördün mü
Nerde kaldı servetin
Nerde kaldı hürmetin
Nerde kaldı şöhretin de
Dönde bir bak gördün mü

Gördün mü gördün mü
Gördün mü gördün mü

genclige-hitabe

Son Yorumlar

Son Eklenen Mesajlar

E. ASSUBAYLAR GÜÇBİRLİĞİ PLATFORMU YÖNET
#ÇANAKKALEGEÇİLMEZ... ÇANAKKALE DENİZ ZAFERİ'NİN 108. YIL DÖNÜMÜ KUTLU OLSUN. Türk'ün inancını, azim ve kararlığını tüm dünyaya ispatlayarak #ÇANAKKALEGEÇİLMEZ destanını yaratan, bu topraklar için tereddütsüz canını feda etmiş Gazi M.Kemal ATATÜRK, Silah arkadașları ve tüm kahraman şehitlerimizin ruhları şad olsun. Bu vatan sizlere minnettardır.
Cumartesi, 18 Mart 2023
Site ve Asb.Güçbirliği Platformu Yönetim
Değerli meslektaşlarımız, Depremde hayatını kaybeden kardeşlerimizin acılarını yüreğimizde yaşıyor yaralılarımız için du ediyoruz Yaraların sarılmasına destek için karınca kararınca maddi destekte bulunmalıyız Kampanya için TEMAD'ın öncü olmasını bekliyorduk TEMAD direk AFAT'a yardım edilmesini önermiştir www.emekliassubaylar.org sitesi ve Asb.Güçbirl...
Pazartesi, 06 Şubat 2023
E.ASB.GÜÇBİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
Yurdumuzun çeşitli illerinde meydana gelen depremde yüzlerce can kaybımız ve yaralılarımızın olduğunu büyük bir üzüntü ile öğrendik Allah canlarını yitirenlere rahmet ailelerine sabır yaralılarımıza şifalar versin Emekli assubaylar olarak maddi ve manevi hertürlü yardıma hazırız
Pazartesi, 06 Şubat 2023
Copyright © 2006 Emekli Assubaylar. Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım İhsan GÜNEŞ