O ülkenin ordusunun başkomutanı açıklama yaptığında bütün haberciler ordusu saraya doluşurdu.
Ertesi günün bütün fısıltılarında ve konuşmalarında flaş haber olurdu.
Yine, ertesi günü o ülkenin parası pul, kağıdı ise senet olurdu.
O ülkenin başkomutanı ülkenin siyasi yöneticisine geldiğinde zavallı başkanlar onları merdivende karşılar, devlet protokolü uygularlardı.
Savunma bakanları en arkada el pençe durur, ne olduğunu o komutanın yaverine sorarlardı.
O ülkede paşalık saltanatının en ihtişamlı yılları yaşanırdı.
O devirler ismine “haşa“ denen paşaların lale devri dönemleri olarak bilinirdi.
Mesela ordu komutanları, her pazar sabahı uçan dev ejderhaları ile elf ormanlarına ayı avına giderdi.
Bütün ordu birlikleri kışlalarda, evlerinden apar topar getirilen astları da aşağıdaki ordunun başında ayı avına giden komutanlarına mızrakla selamlama eğitimi yaparlardı.
O komutanlar, adına o devirlerde salem sigarası denilen tütsüler içerlerdi ve o sigara komşu bir ülkeden alınır; sınırda ejderhaya yüklenip oradan da saray karargaha götürülürdü.
O ülkenin komutanlarının en heybetli ve haşmetli yıllarıydı.
Hatta bir defasında bu komutanlardan birisi; yemeğindeki patlıcan sapını aşçının tırnağı zannedip tüm birliğine bir hafta arazide yatma cezası vermişti.
Yine bu komutanın eşinin köpeği gece saat 02:00 de hapşırdığı için ordunun atlarına bakan veteriner tabip apar topar ejderhası ile saray konutuna götürülmüştü.
Bu ülkenin komutanları her iki yılda bir görev değişimi yaptığından, her yeni gelen komutan eşi; konutun tüm eşyalarını, perdelerine kadar yeniletir. “ben orjinal ve kullanılmamış olanı kullanırım“ derdi.
Arzuları emir telakki edilip hemen olduruluverirdi.
O ülkenin haşmetli komutanlarına özel kondu evleri vardı. Hep en yüksek yedi tepelere ve merkezlere kondurulurdu.
Bu kondu evleri fabrika misali durmadan hep hanımefendilere çalışırdı gün boyu. Yemekler, günler, kokteyller, partiler, beş çayları, yedi kahvelri, tanışmalar, vedalaşmalar.
O ülkede “haşa” denilen paşalar ceplerinde tebeşir denilen beyaz tozlu bir kalemle gezerlerdi. Canları sıkılınca tebalarını denetler, illaki bir kusur bulup “sen kesin kadı kızısın dır“ deyip küçük, küçücük komutancıklarının sırtlarına o beyaz tebeşirlerle hat sanatı resimleri icra ederlerdi.
14-21 28 gün gibi. Sonra da ellerimiz hep toz oldu diyerek gün boyu sövüp sayarlardı.
Hepsi de Muhteşem Süleyman gibiydiler. Ulu ve ihtişamlı insanlardı. Adeta Olimpusun tanrıları gibiydiler.
“bir anda gökten hışımla geliveren.”
Öyle kudretli ve asil insanlardı ki;
kendileri gelmeden üç hafta önce, gidecekleri yerlere eşleri dahil kahvaltı ile üç öğün yemeğin listelerini gönderirlerdi.
Özel kuştüyü yataklar sipariş ettirirlerdi.
Askeri hastaneleri olan “data“ da doktorları her üç ayda bir sıraya dizerlerdi.
Kurdukları asker şirketi olan oha da malı; askeri ve savunma sanayi ihalelerinde de mülkü götürürlerdi.
O ülkenin paşaları o ülkede kudretli günler yaşadılar, ama tebalarına, çocuklarına, kardeşlerine hiç yaşatmadılar.
En sonunda o ülkede siyaset cambazı olan bir başbakanın oyununa geldiler. O başbakanın siyasi manevralarına, organize işlerine akıl erdiremediler. Kurulan kumpasa, tuzağa hemencecik düşüverdiler.
Ellerindeki o muazzam gücü üç beş yılda kaybettiler. Adem-i mutlak iken adem-i çıplak oldular.
Ne var ki; bunca kaybın acısına ve fakri zaruretine rağmen, yaradılıştan gelen bir özelliklerini hiç kaybetmediler.
Bir alışkanlıklarını hiç bırakmadılar.
Bir direnç ve inadı asla terk etmediler.
Kastsubay dedikleri üvey, kardeşleri olan küçük komutanları hiç sevmeme düsturunu ve tarihi görevini hep sürdürdüler. Onlara adam gibi hayat hakkı vermemeyi, tam tersine pestil gibi ezmeyi, büyük bir çaba ile yürüttüler.
O kadar ezdiler ki eşleri ve kadınları bunu görüp pestili icat ettiler.
Kastsubaylara hiç şans tanımadılar. Bütün güçleri ile mücadele verdiler.
Her iktidar dönemi kazandıkları gibi; sadece bu konuda bu iktidarın da yardım ve himmeti ile bir kez daha galip geldiler.
Gondor ülkesinin ve kavminin bölünmez bütünlüğünü ve sarsılmaz inancını, tek düşman bildikleri kastsubaylara karşı bir kez daha şüheda bir ruhla korudular.
Çok gizli kozmik odalarına dahi tertipçileri sokarken; kastsubayların hak ve adalet odalarına asla kimseyi sokturmadılar.
Orta dünyanın değişmez insanlık yasası dedikleri “köleler efendilerin yanında duramaz, yürüyemez, yaşayamaz.“ kaidesini korudular. Kara kader denilen sistemi korudular. Olimpus dağının tanrı kralları yız biz deyip, uzakta, yukarda ve ayakta kalmayı başardılar.
Bir zaman geldi, yıllarca kodeslerde yattılar, ama çıkıncada hemencecik suit kondu saraylarına kavuştular.
Asla pes demediler. Asla da tarihten gelen o bildik düşmanlarını değiştirmediler.
Rivayetlere göre; bu hikayedeki ordu orta dünyada yaşayan bir kavim ordusu idi.
Bu ülkenin adı da gondor diyarı idi. Orta karanlık çağın krallığıydı.
Uzun yıllar altın bir çağı yaşadılar.
Zamanla, önce kölelerini;
sonra da kendi kendilerini yok ettiler.
Saygılarımla.
Not: bu hikayede anlatılan kişi, yer ve mekanların günümüzde hiç bir kişi, yer ve mekanla ilişkisi yoktur. Hikaye tamamen bir hayal ürünüdür.
Adnan Fuat Özdemir
Gsm: 0543 273 45 02
Cumhuriyetin kuruluşu sonrasında yaşanan birtakım gelişmeler sebebiyle, Türk ordusu; halkına darbe yapan bir işleyiş kazanmıştır. Önce 1960 Darbesi, ardından 1971 Muhtırası ve sonrasında 12 Eylül 1980 İhtilalı. Günümüze doğru yaklaştığımızda ise 28 Şubat 1997 Muhtırası ve halen mahkemesi devam eden, içinden çıkılmaz derecede karmaşık darbe öyküleri… Türk Ordusu, yıllar boyunca kendisini cumhuriyetin temel kurucusu olarak gördüğünden dolayı, kurtarıcılığının da kaçınılmaz bir sonuç olduğunu düşündü. Bu yüzden ne zaman ortalık karışsa ya da karıştırılsa, barış ve huzur ortamını sağlamayı kendine görev bildi. Fakat bunu yaparken çok canlar yaktığını, halkı ile arasına kara kediler soktuğunu görmedi, göremedi. Aslında bu darbelerin bir alışkanlık olmasının temelinde cumhuriyetin koruyucusu olma tavrından öte şeyler de aranmalıydı. Karl Marx, genelde ordunun üst yapısını sermayenin koruyucusu ve kollayıcısı olarak niteler. Yani onların halkı değil de, var olan sistemi savunduğunu dillendirir. Hiyerarşik yapının ve rütbe sisteminin kaldırılması için denemeler yapan sosyalist devletler; rütbeli ordu sistemini eleştirirken şu tespitte bulunurlar:
Rütbeli ordu sistemi, yönetici kadrolarla asker kitlesi arasında sıkı ve yoldaşça ilişkilerin kurulmasını önlüyor, küçük burjuva kibirliliğini ve gururunu körüklüyor, yaratıcı inisiyatifin gelişmesini köstekliyor ve böylece subayların ve generallerin kitlelerden kopma tehlikesini getiriyordu.
Burada küçük burjuva kibirliliğini biraz açalım. Eğer bir insanı; mevkisinden, makamından ve rütbesinden soyutladığınızda, karşınızda boş bir beyinden başka şey kalmıyorsa, “bunu da şu yaptı” diyeceğiniz bir kalıcı eser bırakmamışsa, işte orada bariz şekilde, bu kibirlilik olayı vardır. Bu kibirle yaşayanları sistem var etmiş ve kendisine koruyucu tayin etmiştir. Onlar; üretmez, yenilik yapamaz, devrim gerçekleştiremez, çağ atlatamaz. Sadece sistemin var olan yapısını korurlar. Gerçekleştirdikleri darbe ve ihtilallara dayanak olarak kutsal ve albenisi olan pek çok şeyi bahane etseler de bunların içi temelinden boştur.
Olaylara bir de bu pencereden bakmanın faydalı olacağı düşüncesindeyim.
İstiklal Savaşı’nın düzenli ordu ile kazanılması ve Cumhuriyet ilan edilirken en büyük güvencenin ordu olması ona halk nezdinde apayrı bir kutsiyet kazandırdı. Darbeler ve muhtıralar nedeniyle halkın içine işleyen korku da ordunun tabulaşmasında ayrı bir etken oldu. Nihayetinde kutsallaşan ordu, ülkenin dokunulmazları arasına girdi. Konuşulmuyordu, eleştirilmiyordu. İçinde neler olduğunu kimse bilmiyor, kimse görmüyordu. Bilenler ve görenler de susuyordu. Bilmezden geliyordu. Ordu, ülkeyi ve rejimi kurtarma sevdasıyla ha bire darbeler yapıyordu ama kendi içinde yapması gereken devrimi beceremiyordu. Bir gün bir şekilde duvara toslaması kaçınılmazdı.
Tabulaşmış olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ilk kez 1986 yılında dokunuldu. 29 Ekim 1986 tarihinden itibaren 12 günlük süre ile Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan Mehmet Ali Birand’ın “Emret Komutanım” başlıklı yazı dizisi, bir anda Türkiye’nin gündemine oturmuştu. Bu bir ilkti. Mehmet Ali Birand, daha sonra kitaplaştırdığı bu yazı dizisine başlarken şöyle bir giriş yapıyordu:
Türk Silahlı Kuvvetleri, 800 bin kişilik mevcuduyla, 1986 yılında bütçenin yüzde 25’ini (yaklaşık bir buçuk trilyon) harcadığımız, ülkenin en iyi örgütlenmiş, bozulmadan bugüne kadar getirilmiş ve en disiplinli kuruluşudur. Aynı zamanda bütün NATO ülkelerinin de en büyük ordularından biridir.
Türk Silahlı Kuvvetleri aynı zamanda, müdahaleleriyle siyasi ve günlük yaşantımızı da etkilemiş, önümüzdeki yıllarda da ağırlığını hissettireceği anlaşılan bir güçtür. Özel sohbetlerden, iç politika tartışmalarına kadar, daima ‘ordu ne der?’ sorusu sorulur, yanıtlar aranır. Gazetelerde müdahaleleri nasıl yaptığı tefrika edilir, kitaplar yayınlanır.
Türk toplumu genelde ordusu ile iftihar eder, onun güçlü olmasını ister, başka hiçbir NATO ülkesinde bulunmayan bir yerde tutar. Ordudan sadece övgüyle söz edilir. Hiçbir zaman eleştirilmez. Adeta bir tabudur. Sıkıntıya düşülünce de kurtarıcı gözüyle bakılır.
Oysa aynı toplum, bu dev kuvveti yöneten yaklaşık 70 bin kişilik subay-assubay çekirdeğini pek tanımaz. Dünyanın başka hiçbir uygar ülkesinde, bu kadar iç içe yaşanan, ancak az tanınan bir başka ordu yoktur. Günlük hayatımızı ve güvenliğimizi böylesine yakından etkileyen bu insanların hangi kökenden geldikleri, nasıl yetiştikleri, hangi fikirle büyüdükleri, ne yiyip, ne içtikleri, nelere önem verdikleri, özetle ‘subayların dünyası’ çok az bilinir.
…
Türk Ordusu, bu toplumun bir parçası, bir aynasıdır. Bundan dolayı da Türk toplumundaki çelişkiler, belirli geri kalmışlıklar veya hastalıklar, Türk Ordusu’nda da mevcuttur. Amacım, sizlere uygar ülkelerde olduğu gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin doğruya en yakın resmini çekebilmek, zaten her gün karşılaştığımız övgülerin dışında gerçekleri gösterip, orduyu gerçek boyutlarda değerlendirebilmenizi sağlamaktır.
M. Ali Birand, geçirdiği bir kalp krizi sonucu, 17 Ocak 2013 tarihinde aramızdan ayrıldı. Sevenleri tarafından, hüzünle, ebediyete uğurlandı. Basın ve medya alanında usta bir isim olarak pek çok başarıya imza atmış, unutulmazlar arasına girmeyi başarmıştı. Yine de siyasetin sığ sularında gezinen kimi insanlar, onu, ölümünde bile acımasızca eleştirmeyi erdem saydı. Oysa o; tarafını gerçek anlamda habercilik olarak seçmişti. Demokrasiden ve insandan yana tavır koymuştu.
Her daim olduğu gibi, tartışılan insanların gerçek değerini geçen zaman ortaya koyacak. Anlık değerlendirmelerin tarihte hiç yeri yok.
M. Ali Birand’ı nasıl hatırlayacağımıza ilişkin bir şeyler söylemek gerekirse, Habertürk Gazetesi yazarı Amberin Zaman’ın sesine kulak vermemiz yerinde olacaktır:
Mehmet Ali Birand, Türkiye’nin askeri vesayet rejiminin, kapalı ekonomisinin yaydığı griliği, hepimizin iple çektiği 32’nci Gün programıyla birlikte delmeyi başarmıştı. Türkiye’nin de ötesinde koskocaman bir dünya olduğunu göstererek Türkiye’nin bu dünya içerisindeki yeri ve önemini bizde merak ve heyecan uyandıracak şekilde anlatan Mehmet Ali Birand televizyon haberciliğinde yeni bir çığır açtı. Bunun ötesinde Türkiye’nin gözlerini açtı. Rahmetli Turgut Özal’ın Türk ekonomisi ve siyasetinde gerçekleştirdiği devrimi, rahmetli Mehmet Ali Birand da medyada gerçekleştirdi. Bizleri dünyaya açtı. Ufkumuzu genişletti. Nice başarılı meslektaşım, Mehmet Ali Birand ekolünden yetişti.
…
“Emret Komutanım” kitabıyla bir kutsala dokunmuştu. Abdullah Öcalan’ı da Türkiye’ye ilk tanıtan gazeteci yine Birand’dı.
Mehmet Ali Birand, istikrarlıydı. Savrulmuyordu. Çizgisi netti. Türk siyasetinde esen fırtınalarda eğilmeden bükülmeden, temel prensiplerinden asla taviz vermeden ve zaman zaman maruz kaldığı karalama kampanyalarına karşın her daim ayakta kalmayı başardı. Ve her zaman zirvedeydi.
İşte onu kısa ve öz olarak anlatan yazı. Onun ismini zikrettiğimizde ilk aklımıza gelecek şeyler; Emret Komutanım kitabı, Otuz İkinci Gün programı, gazetecilik ve habercilik ekolü ve bir de Abdullah Öcalan röportajı… Herhalde burada en çok canımızı sıkan, terörist başı diye nitelendirdiğimiz Abdullah Öcalan Röportajı olsa gerek. Fakat bunu da bir habercilik başarısı olarak değerlendirmemiz mümkün.
Mehmet Ali Birand ismi assubaylar için ne ifade ediyordu derseniz, bu kez size cevabı bir başka yazı ile vermemiz gerekecek. Gazeteci ve yazar Cengiz Çandar, kendisi ile yapılan bir röportajda Mehmet Ali Birand’ın askerleri (yani aslında general tayfasını) niçin kızdırdığını ve neden andıçlandığını şöyle ifade ediyor:
Birand’ın iki büyük kusuru oldu askeri algılamaya göre. Bir, Abdullah Öcalan’ı ve Osman Öcalan’ı ekrana çıkarttı. İki, Emret Komutanım kitabının son halini yayımlanmadan önce göstermedi. Kitaptaki maaş bordroları, assubay maaşları onları çok rahatsız etmiş.
O halde gelin şu “Emret Komutanım” kitabını bir değerlendirmeye alalım. Neden bu denli ortalığı karıştırmış, neyin teşhisini yapmış, hangi tespitleri ortaya koymuş ve başına ne işler açılmış bir bir inceleyelim.
Birand, bu kitap için yaptığı çalışmalar esnasında sessiz ama derinden assubayların sorunlarına değindi. Mümkün olduğunca diplomatik bir üslup kullandı. Fakat buna rağmen yarayı buldu ve deşti. Kimsenin o ana değin yazmadığı şeyleri öyle derli toplu, öyle anlaşılır ortaya koydu ki camdan saraylarda saltanat sürenlerin yüreği hopladı. Ona bu kitabı yazması için fırsat verip olanak tanıyanlar, çok şaşaalı şeyler üreteceğini ve kremalı bir ordu portresi yaratacağını sanıyorlardı. Bundan o denli emindiler ki her yerde ona özel ilgi ve alaka gösterdiler. Sonuna kadar yardımcı oldular. Bütün kapıları ardına kadar açtılar. Fakat Mehmet Ali Birand, Cilalı Taş Devri gazetecilerinden birisi değildi. Gerçeği bütün çıplaklığıyla kamuoyuna sunmayı görev olarak benimsemiş, aydınlanmayı ve aydınlatmayı düstur edinmiş ilkeli bir kalemdi.
Aydın Kulak
Kahveye oturdum. Bir köşede gazeteleri karıştırırken Hüseyin emmi yanıma geldi.
Hüseyin emmiye şöyle bir ters baktım. O da yanlış bir şey söylediğini anlamıştı.
Güldüm.
O sırada kahveci sıcak çaylarımızı getirdi. Hüseyin emmi arkadaşına yaslandı ve sohbetin kendi fikirlerine çakışan veya uyan yanlarını bardaktaki kaşıkla karıştırır gibi devam etti.
İntihar vakaları bazen bağıra bağıra geleceğim derken, bazen de sessiz ve derinden kendini gösteriyor. Bir bölük düşünün. Bu bölükte işler nasıl yürüyor. İnsanlar birbirleri ile hangi şartlarda iletişim kuruyorlar? Gelen askerlerin kimi evin en küçüğü ve ailesi üzerine titremiş, kimi çok varlıklı aileden gelmiş, kimi ailenin tek oğlu, kimi şımartılmış. Uzman çavuşu düşünün. Bu mesleği sevdiği için ve kariyer yapmak için yapmıyor, yapamıyor. Çoğu ekonomik sorunlar nedeniyle bu mesleği son noktada seçmiş. Sadece parası için seçtiği meslekte, mutlu olmak için görevini en iyi şekilde yapmaya çalışıyor. Ordu içinde kendine konulan sosyal statükodan rahatsız olduğu için kendini ve ailesini diğer rütbelilerden izole ediyor. O etmese bile şartlar çok güzel izole ettiriyor. Özellikle genç subay ve assubaylar Uzman çavuşun varlığını görmezden geliyor. Onunla arkadaş olmuyorlar. Bir astsubay ve bir subay düşünün. Aynı yaşlarda mesleki okul hayatına atılmışlar. Askerliğin her boyutunu çok iyi biliyorlar. Kendilerine çizilen yol gereği, daha genç yaşta, tabiri caiz ise herkes kıçının yerini biliyor. Mevcut kurallar mecrasında birbirlerinden kopuk yaşamak onlar için en iyisi. Bir subay elindeki nimetleri paylaşmamak için sosyal ortamının, çalışma ortamının önüne koca koca duvarlar örüyor. Bir astsubay ise o kadar küsmüş ki “en iyisi ölüsüdür.” diyecek kadar ileri gitmiş ve kışla içinde ikinci bir dünya kurmuş. Böylece birbirinden kopuk birkaç dünya ordunun içinde yaşayıp duruyor. Subayların dünyası, Assubayların dünyası, Uzmanların dünyası, Erlerin dünyası… Her birinin içinde sorun var. Oysa her bir grubun diğeri ile yoğun mesaisi olması lazım. Ancak samimiyetsizlik gereği herkes kalkanla dolaşıyor. Kalkanınız düşerse vay halinize… Bir aile ortamından yeni bir hayat ortamına ayak uydurmaya çalışan gençler tabii ki ruhsal sıkıntılara hemen girmiyorlar. Bazı zorlukları zaten askere gelmeden önce biliyorlar. Çünkü hepsinin abisi, babası, arkadaşı askerlik yaptığı için anlatıyor ve öğüt veriyor. Gelen acemi asker aslında yarı yarıya eğitimli askerdir. Ancak adapte olmaya çalışırken bunun üzerine farklı problemler eklenen gençler depresyona giriyor. Tüm bunların üzerine yapılan bariz haksızlıklar her şeye tuz biber oluyor. Köşeye sıkışma ve savunamama hali beraberinde büyük bir çöküntüyü getirir.
Tam o sırada kahveci açtı şöyle bir oyun havası Oğuz Yılmaz’dan. Hüseyin emmiyle kalktık bir göbek attık. Ohhh.. Hayat devam ediyor…
Gece gündüz gezerdin
Kimseyi dinlemedin
Hergün başka bir güzelle
Geziyodun gördün mü
Gençlik gitmiş gördün mü
Pilin bitmiş gördün mü
Rengin solmuş gördün mü
Belin dönmüş gördün mü
Havaları basmayı gördün mü
Paraları basmayı gördün mü
Gördün mü gördün mü
Gördün mü gördün mü
Havaları basmayı gördün mü
Paraları basmayı gördün mü
Havan sıfıra inmiş
Benzin sararmış solmuş
Hani dünya güzeliydin
Aynaya bak gördün mü
Nerde kaldı servetin
Nerde kaldı hürmetin
Nerde kaldı şöhretin de
Dönde bir bak gördün mü
Gördün mü gördün mü
Gördün mü gördün mü