×

Uyarı

JUser: :_load: 932 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.

Değerli Arkadaşlarım,

Kişinin geleceğine ve yaşamına ÇÖREKLENMİŞ KAN EMİCİLER YOK olmadıkça toplumdaki ADALETSİZLİKLER BİTMEZ TÜKENMEZ. Birileri veya YASALAR buna DUR demedikçe Adaletsizliklere her gün YENİLERİ eklenir.

Her şeyi YALNIZ kendilerine HAK görenler, diğer BİREYLERİN YAŞAM HAKLARINI KISITLAR, onların YAŞAM STANDARTINI BİLİNÇLİ olarak baskı altına alıp, DÜŞÜRÜRLER. Bu TOTALİTER sistem biçimini ENGELLEYECEK TEK YÖNETİM BİÇİMİ DEMOKRASİDİR. Ama bu DEMOKRASİ biçimi de KAĞIT üzerinde olmayıp UYGULANABİLİRSE GEÇERLİ olabilir.

Ülkelerin ANAYASASINDA DEMOKRASİ ve YÖNETİM biçimi CUMHURİYET (Halkın kendi kendini yönetme biçimi) yazdığı halde bazı KİŞİ ve GURUPLARIN görüş ve isteklerine göre UYGULAMA yapılıyorsa bu DEMOKRASİ ve CUMHURİYETTE tartışmaya AÇIK hale gelir.

ANAYASADA belirtilen MADDELER herkes için GEÇERLİ ve UYGULANIR olmalıdır. ANAYASAYA uymayanlara YAPTIRIM gücü olmazsa ORTAYA T.C. Devletinde uygulanan DEMOKRASİ ve CUMHURİYET ortaya çıkar. Birileri ÇIKAR kendini ANAYASADAN-DEVLETTEN-CUMHURİYETTEN daha büyük görüp "bir kere delmekle bir şey olmaz" diyerek ANAYASAYI ihlal ederse, kendisinden sonra GELECEKLERE DE bu İHLALİN yolunu AÇMIŞ olmaz mı?

Ülkemizde bunlar YAŞANMADI MI?

ÖZEL de olsa TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNDEKİ YASALARA, ANAYASAYA aykırı KİŞİ HÜRRİYETLERİNİ bağlayıcı KARARLAR verilmesi doğru mudur?

Halen de GELİŞEN TÜRKİYE'DE UYGULAMA bu değil midir?

Son çıkan DİSİPLİN YASASINDA bu YETKİLER daha da AĞIRLAŞTIRILMAMIŞ MIDIR?

Gelişen TÜRKİYE BU MUDUR?

İnsan HAKLARINA UYMA ve UYGULAMA böyle mi GELİŞECEKTİR?

TSK'daki HİYERARŞİK sisteme KİMSE İTİRAZ etmemektedir. İTİRAZ,KEYFİ uygulamalara VERİLEN YETKİLEREDİR. Bu sonlanmadıkça TSK' da HUZUR sağlanamaz.

TÜRKİYE'nin GÖSTERMELİK değil GERÇEK anlamda UYGULANABİLİR bir DEMOKRASİYE ihtiyacı vardır. Bu demokrasi SİVİL yaşama nasıl İNSAN HAKLARI uygulaması getiriyorsa SİLAHLI KUVVETLERDEKİ personeli de KAPSAMALIDIR.

KİMSENİN HAYATLA olan BEKLENTİLERİ kendilerini YETKİLİ addedenlere KANUN eliyle YOK etme YETKİSİ KİMSEYE YETKİ olarak VERİLMEMELİ, bu hayal KIRIKLIĞI HİÇ KİMSEYE yaşatılmamalıdır.

KİŞİ ve HAKLARININ TEK GÜVENCESİ-KORUYUCUSU YASALAR olmalıdır. KİŞİ HAKLARI yalnız ve YANIZ YASALARIN GÜVENCESİ altında olup KİŞİLERİN KEYFİLİĞİNE HİÇ BİR ŞEKİLDE HİÇ BİR ZAMAN BIRAKILMAMALIDIR.

Milletlerce kurulan devletler hafızasını kaybederse yaşayabilir mi?

Kuruluşunda, yaşamında karşılaştıkları  hadiseler ve alınan tedbirler devletlerin, dolayısıyla milletlerin de hafızasını oluşturur.

Nasıl ki dinler, bireysel ibadetlerin dışında, sosyal yaşamda var olarak, tüm inananlarca bayram düzeyinde kutlanan; paylaşma, dayanışma, kardeşlik, birlik, beraberlik ve ibadet gibi anlamları olan günler kaynağı yoluyla ilan edilmişse; benzer şekilde, çeşitli badireler atlatarak milletlerin meydana getirmiş oldukları devletlerinin de ilan etmiş olduğu, milli bilinci açık tutan, toplumda birlik ve beraberliği pekiştiren bayramları vardır.

Türkiye’de kutlanmakta olan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı TBMM’nin açılışını, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı bağımsızlığa giden yolda 19 Mayıs 1919’daki ülkenin durumunu, 30 Ağustos yedi düvelin dize getirilerek yurttan kovuluşunu, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı da medeni bir yaşamın ülkede tesis edilmesini simgeliyor olması bakımından Türk ulusu için önemli günlerdendir. Bunların yanı sıra yöresel kurtuluş günlerini de unutmamak gereklidir.

***

İlim merkezleri olması gereken Osmanlı medreseleri geçmişte pek çok ilim insanının yetişmesine vesile olmuşken, Osmanlı’nın son iki yüz yılında, bulunulan günden, gelecekten, dünya siyasetinden, ilimden kopuk olarak halifelerin, Arap kabilelerinin yaşamlarına ağırlıklı olarak yer vermesi, zamanla ilmin dışına çıkması, teknoloji üretimine katkı sağlamaması, Osmanlı’nın toprak kaybetmesine ve hazin bir şekilde son bulmasına sebep olmuştur.

Osmanlı soyundan gelenler bir kısım Avrupa, Asya ve Afrika topraklarının ve insanların sahibiyken, İngilizin, Almanın, İtalyanın, Amerikalının, Rusun, İspanyalının, Hollandalının, Belçikalının…üç kıtadaki Osmanlı tebaasını menfaatleri doğrultusunda yoldan çıkartmasıyla her şey alt-üst olmuştur.

Osmanlı tebaalarının yoldan çıkartılması  için İngilizlerin bir sahte peygamber ortaya atması ve Arap kabilelerince kabulü, ardından, İslam’ın birliğini bozucu Vahabi mezhebinin İngilizlerce oluşturulması ve Hac ibadetinin yapıldığı bölgenin bu mezhep sahiplerine bırakılması, oldukça düşündürücüdür.

Bir başka peygamber gelmeyeceğine dair dini inancı  Arap tebaalarının bilmiyor olması(!), Osmanlı eğitim sisteminin yetersizliğini göstermesinin yanı sıra, çıkar uğruna nelerin yapılabileceğini de göstermektedir.

Sözün özü, bilim dışı yönetim ve eğitim sistemi Osmanlı’nın sonunu hazırlamıştır.

***

İlk evvela “Hasta Adam” olarak dünya çapında adından söz ettiren Osmanlı’nın son dönemleri kan kayıplarıyla sürmüş.

l.Dünya Savaşı sürecinde toprak kayıpları hızlanan, başkenti dâhil işgal edilen Osmanlı’dan kalan son toprak parçası üzerinde bölgesel kurtuluş çareleri arayan Türk halkını bir araya getirerek bir devlet kurmayı başarabilen Mustafa Kemal, bu birlikteliği hiç de kolay sağlamamıştır.

O günün kitlelerini etkileyebilen, yabancı hayranı sözde aydınları ille de İngiliz Himayesi, Amerikan Mandası derken, Mustafa Kemal tam bağımsız bir devlet kurmak için ikna çabalarını sürdürür ve tam bağımsız Türkiye Devleti’ni kurar.

Tam bağımsız devlet meydana getirildikten sonra, Türkiye’de çıkartılan sayıları bir düzineyi bulan ve Osmanlı  meclisinde son olarak kabul edilen Misak-ı Milli sınırları  dâhilinde olan Musul ve Kerkük’ün kaybedilmesiyle de sonuçlanan iç isyanlar, ülkede yaşayan yabancı hayranlarının adeta birer eseridir.

Günümüzde “ne örmüş, ne yapmış” denilerek yerilmek, halkın gözünde küçük düşürülmek istenen Mustafa Kemal, yabancının yerli hayranlarına rağmen, meydana getirmiş olduğu düşünce çerçevesinde halkıyla birlikte kurduğu Türkiye’nin hızla ilimde, fende, medeniyette gelişmiş toplumları yakalaması ve muasır medeniyetlerin önüne geçmesi, Batı’nın yüzyıllar önce yakalamış olduğu aydınlanmayı Türk halkına sunmak için “en büyük eserim” dediği Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’de ilk meclise sunmuş ve ilanını sağlamıştır.

Ve Batı halklarının düzene isyanlarıyla kavuştuğu haklar Cumhuriyet ile birlikte Türk halkına sunulmaya başlanmıştır. Cumhuriyet idaresinin başlatmış olduğu eğitim, sanayi, sağlık, tarım alanındaki her çalışmasının adeta bir seferberlik hızında gerçekleştirildiğini görmekteyiz. Fakat ülkede yaşayan yabancı hayranları da bu gelişmelere kayıtsız kalmaz, her yeniliğe bir kulp takmada epeyce üretken olurlar.

***

Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet'in 10’uncu yılı kuutlamalarının yapıldığı 29 Ekim 1933 tarihinde verdiği 10. Yıl Nutku'nda, bu günü en büyük bayram olarak nitelendirmiştir.

Milli bayramların coşkuyla kutlanmasını arzu eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bayramlara hasta olmasına rağmen katılmış bir lider. Her halde katılmadığı tek bayram 19 Mayıs 1938’daki Gençlik ve Spor Bayramı’dır. Vefatından 174 gün önceye denk gelen o gün ise Hatay sorunuyla ilgili olarak Mersin ve Adana’ya gitmek üzere hasta olmasına rağmen trenle yola çıkmış ve sonuçta da Fransızlarla olan Hatay sorunu, Atatürk’ün istediği şekilde sonuçlanmıştır.

***

Milli bayramlar bir toplumun varoluşuyla yakından ilgili olmasına rağmen gelin görün ki 29 Ekim 2012 tarihinde büyük bir coşkuyla kutlaması gereken Cumhuriyet Bayramı’nda Ankara’da olmak isteyenler hükümet genelgesiyle yollarda alıkonulmuş, seyahat özgürlükleri ellerinden alınmış, devletin jandarmasıyla, polisiyle halk karşı karşıya getirilmiştir.

Bayramı coşku ve kardeşlik duygusu içinde kutlamak için Cumhuriyetin ilan edildiği Ankara, Ulus, İlk Meclis önünde, ellerinde Türk bayrağı ve bağlı oldukları, demokrasinin vazgeçilmez unsuru sivil toplum örgütlerinin flaması olduğu halde toplanan halkın çevresinde hükümet genelgesi gereği yerini alan polis ile halk arasında, Anıtkabir’e yürüyüş ve meydanda birbirine yakın halk topluluklarının polis barikatını aşarak bir araya gelmesi konusunda yaşananlar tarihe kara bir gün olarak geçecek hadiseleri meydana getirdi.

Bayram sevinciyle alanda toplanan halkın üzerine tazyikli su ve biber gazı sıkılması, yaşlı, genç pek çok insanın jop darbeleriyle yaralanması, tekmelenmesi, sanki bir ayaklanmaya müdahale ediliyor izleniminin verilmiş olması Türk demokrasisi, üstelik de hükümet yetkililerince ileri olduğu dile getirilen demokrasisi adına kara bir leke olarak tarihteki yerini aldı.

Caddelerde, meydanlarda kutlanan bayram, hipodromlardaki resmi geçitlerde yer alan Türk çocuklarının üstün bir yetenekle kullandığı yabancı silahların geçidini izlemekten binlerce kat daha heyecan vericidir.

Coşkuyla kutlanacak nice bayramlara...

askin-son-nefesi

İnsana yakışan hoşgörüdür elbet. Ancak ölmeyecekmiş gibi bir hiç olan dünyanın tüm malına mülküne sahip olmak adına; insanlığa ait soy ağacının en tepesindeki Adem’in Babası, Havva’nın Anası olduğunu unutup kendinden başkasının yaşamasına, soluk almasına mani olmaya çalışan insanlıktan çıkmış ve artık bir zavallı olmuş olan insan! Dünya senin olsa ne yazar, bak sonunda ölüm seni de bekliyor.

Ama bu zavallı  insan bunların farkında olmayacak kadar gözünü öylesine karartmıştır ki; elinden gelse tüm insanları kendine köle etmek, istediğini asmak, istediğini satmak ister. Öylesine kibirlidir ki kendinden başka hiç kimseyi beğenmez ve yanına yaklaştırmazken, bir taraftan da kendi benzerlerini yaratmayı da ihmal etmez.

O kadar açgözlüdür ki nefsine bir türlü hâkim olamaz. Midesi, beyni yoluyla “doydum yeme artık” dese bile, tokluğuna rağmen götürmek ister hamuduyla…

Şems ve Mevlana’nın anlatıldığı “Şems-i Tebrizi, Aşkın Son Nefesi” adlı kitabında Hasan Arif :

 “Kimseden kendini küçük görmek niye? Kimseye karşı kendisiyle büyüklenmek niye?

Hep şaşırmışımdır insanın insana kibirlenmesine… Sen kimsin de kime kibirleniyorsun, diye… Yemeden duramazsın, içmeden duramazsın, karnın ağrıdığında iki büklüm olursun… Sen de kurnasını altından da yaptırsan içindekini dışarı çıkartmak için o kokuyu solumak zorundasın… Çıkartamazsan iki büklüm olursun… Öyleyse nesin de sen bir başkasına kibirlenirsin be hey ahmak… Sen de doğmadın mı apış arasından… Niçin apış arasından doğduğunu hiç merak etmedin mi?

Allah insanları  ileride büyüklenmemeleri, kibirlenmemeleri için geldikleri yeri bilmeleri için böyle murat buyurmuştur…”

diyerek kibirlileri yerden yere vuruyor, anlayana… (s.128-129)

Komşusu aç-açıkta, geçim sıkıntısı yaşarken altın kurna peşinde koşan, menfaati yoksa şayet insana el vermekten kaçınan, gösteriş meraklısı, bir giydiğini bir daha giymeyen, verdiği sözde durmayan, dünya malını deniz, kendinden başkasını kul-köle, tebaa, hizmetkâr gören, inançtan yoksun, insanların sırtına basarak yükselen ve dönüp ardına bakmayan, insan kullanmayı seven, çıkarcı, menfaat düşkünü kibirli insanın hâkim olduğu bir dünyada huzuru ve hoş görüyü hâkim kılmak, insani değerler için çaba göstermek kadar insana huzur veren başkaca bir duygu olmasa gerek.

İnsanlığın en büyük sorunu olan kendini beğenmişlik, bulunmaz Hint Kumaşı olma hali, hukuk temelinde geliştirilmiş bir idare şekli olan demokrasiye de aykırı olarak başkalarına da zarar verebilmekte. O halde kibre karşı mücadele aynı zamanda bir demokrasiyi gerçekleştirme mücadelesidir de, denilebilir.

İnsanın ve dolayısıyla insanlığın en büyük düşmanıdır kibir.

Kolay ve aynı zamanda hoş olan; hoşgörülü, adaletli bir yaşamdır insana en yakışan…

e-muhtira

27 Mayıs Askeri Darbesi, 12 Mart Muhtırası, 1980 Askeri Darbesi, 28 Şubat Post Modern Darbesi, 27 Nisan E-Muhtırası, yıllarca basında, televizyonlarda siyaset bilimcilerle tartışılıp durdu.

Demokrasi özlemiyle yanıp tutuşan Türk halkı, her askeri müdahaleden sonra demokrasinin yanında, mağdur görülen siyasetin yanında olarak gerekli tepkisini hep verdi. Son olarak, Türk halkı, gelir adaletsizliğini hissetmesine rağmen 27 Nisan e-muhtırasına tepki olarak Adalet ve Kalkınma Partisini mağdur görmüş ve bundan dolayı Ak Parti adeta oy patlaması yaşamıştır. Biz de elden geldiğince 27 Nisan E-Muhtırasına karşı duruş sergiledik. Derken, sadece demokrasi bekleyen Türk halkının “İleri Demokrasi”yi yaşamaya başladığı iktidar partisince dillendirildi.

İleri Demokrasi, gerçekten de her vatandaşı umutlandırmıştı. Astsubaylar da bu umutla, ileri demokrasi ortamında hoşgörünün hâkim olacağını, gelir adaletsizliklerinin çözüme kavuşacağını ve sorunlarının çözüleceğini hayal etmekteydiler ki, TSK’nın bazı kadro ve sınıf personeline yapılan zamlardan yer alamayınca büyük hüsran yaşadılar. Çalışan ve emekli astsubay adaletsiz olduğu düşünülen zam şokunu üzerinden atamamış haldeyken, üstüne üstlük, bir de, adeta Muhtıra niteliğini taşıyan 4 Mayıs 2012 tarihli Genelkurmay Bildirisiyle karşılaştılar.

****

Emekli ve sendikası olmadığı için çalışan astsubayların da temsilcisi niteliğindeki Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD) yönetimini hedef alan, dünya ordularından da bahsedilen; eğer bir hükümete yönelik verilseydi, siyaset bilimcilerce aylarca e-muhtıra olarak nitelenebilecek şekildeki, genelkurmay başkanlığı internet sayfasında yer alan bildiri şu şekilde:

“1. Bazı basın ve yayın organlarında, muvazzaf ve emekli astsubayların özlük hakları hakkında doğru olmayan haber ve yorumlar yer almaktadır.

2. Dünyanın diğer ordularında olduğu gibi Türk Silahlı Kuvvetleri de; statü, görev ve sorumlulukları mevzuat ile belirlenmiş, personelin hiyerarşik bir emir komuta yapısı içerisinde görev yaptığı, büyük bir kurumdur. Statü hukukuna dayalı görev bölümü; subay, astsubay, sivil memur, uzman jandarma, uzman erbaş, sözleşmeli er, erbaş ve er şeklinde oluşturulmuş, buna uygun olarak sorumluluk ve yetkiler paylaştırılmıştır. Bu statülerden birine talep, aranan kriterlere bağlı olarak kişilerin kendi tercihidir.

Benzer yapılar resmî  veya özel diğer kurum ve kuruluşlarda da mevcuttur. Bu açıdan; birbiri ile kıyaslanamayacak statü, görev ve sorumlulukları  nedeniyle personelin sahip olduğu bazı hak ve yetkilerin eşitsizlik veya adaletsizlik olarak nitelendirilmesi asker ve sivil kurum ve kuruluşların doğasına aykırıdır.

3. Türk Silahlı  Kuvvetleri personelinin özlük haklarına yönelik iyileştirmeler; yüce devletimizin sağladığı imkânlar, ülkemizin şartları ve askerlik mesleğinin kuralları dikkate alınarak, bir sistem bütünlüğü içinde incelenmekte; Genelkurmay Başkanlığı yetkisindeki düzenlemeler hayata geçirilmekte, diğer konular ilgili makamlara teklif edilmektedir.

4. Bu arada, Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği üyelerinin de bazı medya organlarında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin çok önemli bir gücünü teşkil eden astsubaylarımız hakkında gerçeklere dayanmayan açıklamalar yaparak, kamuoyunu yanlış bilgilendirdiği ve derneğin kuruluş amaç ve çalışma alanının tamamen dışında, muvazzaf personelimizi tahrik etmeye yönelik girişimlerde bulunduğu esefle izlenmektedir.

5. Kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi için; Türk Silahlı Kuvvetlerinin ayrılmaz bir parçası olan astsubaylarımızın özlük hakları, eğitim olanakları, sosyal hakları ve sahip oldukları yetkiler konusunda bugüne kadar yapılan çalışmalar aşağıda özetlenmiştir.

- Terörle mücadelede aynı görevi yapan personele ödenen tazminatlar, statü  ayrımı yapılmadan eşit miktarda artırılmıştır.
- Mahrumiyet bölgeleri ile patlayıcı madde imhası gibi riskli ve özellikli görevlerde çalışan personele, statü ayrımı yapılmaksızın tazminat verilmiştir.
- Subaylara benzer esaslarla yüksek lisans kıdemi alma hakkı verilmiştir.
- Yurt dışı  daimi ve geçici görev kadroları ile yurt içi ve yurt dışı  lisan kurslarının kontenjanı artırılmıştır. (Yurt dışı  sürekli görev kontenjanı 57’den 111’e çıkarılmıştır.)
- Sicil verme yetkileri artırılmıştır.
- Subaylara verilen üst düzey karargâh eğitimine benzer şekilde, yılda 128 astsubayımıza Üst Karargâh Hizmetleri Eğitimi ve bu eğitimi bitirenlere bir yıl kıdem verilmeye başlanmıştır.
- Astsubaylıktan subaylığa geçişte % 15 olan kontenjan, 2012 yılından itibaren % 25’e çıkarılmıştır.

6. Bunun yanı sıra, yetkili makamlara teklif edilenlerden önemli olanlar aşağıda özetlenmiştir.


- Astsubayların 1’nci derecenin 4’üncü kademesine kadar yükselmesinin sağlanması,
- Yarbay ve daha üst rütbeli subaylara verilen görev tazminatının, birinci dereceye yükselmiş  görevdeki ve emekli astsubaylara da verilebilmesi (Aylık yaklaşık 385 TL),
- Hâlen, MİT ve Emniyet Hizmetleri sınıfından emekli olan personele verilen 100 TL ilave ödemenin emekli astsubaylara da verilmesi,
- Mecburi hizmet süresinin 15 yıldan 10 yıla düşürülmesi,
- Astsubaylara verilebilenler de dâhil olmak üzere tüm oda ve göz hapsi cezalarının kaldırılması,
- Sicil veren astsubayların maiyetindeki personele disiplin cezası verebilmesi.

7. Sonuç olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri; birbirlerine gönül bağıyla kenetlenmiş fedakâr ve kahraman mensuplarının moral ve motivasyonunu en üst düzeyde tutmak maksadıyla, devletimizin sağladığı imkânları kullanmak suretiyle, ihtiyaç duyulan ve yetkisi dâhilindeki düzenlemeleri titizlikle yapmaya devam edecektir.

Kamuoyuna saygı  ile duyurulur.”

****

Şimdi bildiriyi yorumlayalım;

Şu ana kadar TEMAD yetkililerinin doğru olmayan bir açıklamasına denk gelinmemiştir. Dünyanın diğer ordularında çalışan astsubayların durumu, bizzat yurt dışında çalışan astsubaylarca incelenmiş ve olumsuzluklar gündeme getirilmiş olmasına rağmen, gündeme getirilen hususlar bugüne kadar ne yazık ki düzeltilmemiştir. Mesela; İngiltere, Fransa, Belçika, Almanya, Yunanistan, İtalya gibi ülkelerde –ki bu ülkelerin Osmanlı’nın son zamanlarında Başkent İstanbul dahil Anadolu’yu paylaştıkları bir tarihi gerçektir-  astsubay rütbeleri apolette; uçuş personelleri çift kanat bröve takmakta; yurt dışı daimi görevde bulunan ve subaya verilen görev tazminatları ve bazı özlük haklarının astsubaya verilmediği, ast üst ilişkilerinin adeta arkadaşlık ortamında geçtiği, belirtilmesine rağmen –ki bunların pek çoğu devlete maliyet getirmeyen ancak moral ve motivasyonu artırıcı hususlardır- ne yazık ki görmezden gelindi. (Basit bir uçuş brövesinin tek kanat oluşunun yanlışlığı ve dünyadan örnekleri 2006 yılında başlı başına, bir yazımızın konusu olmuştu)

Talep ve kriterler; çocuk yaşta bir mesleğe yönlendirilen birey için mesleki şartlar değişmez, Tanrı’nın bir kuralı gibi addedilmemelidir. Unutulmamalıdır ki insan kendini geliştiren bir varlıktır. Genelkurmay eski başkanı emekli orgeneral Sn.Yaşar Büyükanıt eğer astsubay hazırlama okulunun sınavını kazansaydı muhtemelen şimdi, haklarının peşindeydi…

Subaylarımızın pek çoğu Konya Selçuk üniversitesi başta olmak üzere pek çok üniversiteden, üstelik de kadro gözetilmemeksizin yüksek lisanslarını tamamlamış, karşılığında kıdemlerini, kıdemlerinin karşılığı maaş artışlarını almışlardır. Fakat son düzenleme ile astsubaylara verilen yüksek lisans hakkı ne yazık ki geçmişte subaya verilen şekilde değil, kadro sınırlamasına takılmıştır.

Üst Karargâh Hizmetleri Eğitimi denilmekte. Peki üst karargahta yıllarca ve halen bu eğitimi almadan hizmet veren astsubayın durumu ne olacak?

TSK, yıllarca, tabandan gelen astsubayı subay yapacağına yedek subaydan kadrolarını tamamlamayı tercih etmiştir. Hâttâ kimi yıllar astsubaydan subay olunan sınavları da ne yazık ki uygulamamış, iptal edilmiş, zaten sınırlı olan statüler arası akışkanlığı durdurmuştur. Ve muvazzafların ilk yıllarında olduğu üzere, yedek subaylıktan muvazzaf olan personelin pek çoğunu da astsubaylar önemli mesleki destek sağlamıştır.

Bildirinin altıncı  maddesinde ise hükümete iletildiği anlaşılan hususlar yer almakta. Fakat Fatih Altaylı’nın sunduğu Teke Tek Tv. Programına 1 Mayıs günü konuk olan Maliye Bakanı Sayın Mehmet Şimşek’in pek de astsubaylardan haberdar olduğu ne yazık ki söylenemez.

Belli sınırları  olan, adalet, güvenlik, eğitim, sağlık gibi teşkilata sahip devleti meydana getiren insanlar; meydana getirmiş oldukları devletin altında adaletsizliklerle karşılaşmamalıdır. Ancak görülen odur ki, adaletsizlikler oluşturulmuş, adalet isteyenler devlet tarafından görülmemekte ve üstelik de adeta tehdit edilmekte.

Sonuç,

Tabanının desteklemediği, geçmiş TEMAD yönetiminin, demokrasiyle örtüşmeyen 27 Nisan E-Muhtırasına verdiği açık destek tarihteki yerini almıştır. Ancak yeni yönetim tam bir demokrasi tutkunu, haklarının peşinde olan kararlı bir tutum sergilemektedir. Hâl böyleyken, siyasi havanın “Genelkurmay benim memurumdur” denilme noktasına ulaşıldığını gördüğümüz, ileri demokrasinin olduğu iddia edilen bir zamanda, 27 Nisan E-Muhtırasında demokrasinin yanında yer almış olan tabandaki astsubaylar, 4 Mayıs günü adeta bir muhtıra ile karşı karşıya kaldılar.

Astsubayın davası  üst statüye üstün gelme değil; bir demokrasi, hak, hukuk, adalet davası niteliğindedir.

Bakalım, hükümet başta olmak üzere TBMM, köşe yazarları ve siyaset bilimciler konuyu nasıl değerlendirecek ve kimin yanında yer alacaklar?

Orhan Kaya

88-yillik

Dile kolay, 29 Ekim 1923’den bugüne tam 88 yıl geçmiş. Saltanatçı yapıdan cumhuriyete koca bir devrimle geçişin seksen sekizinci yılını kutluyoruz. İstiklal Savaşıyla yazılan o efsanevi destan hem atalarımızın işgal günlerinde yaşadığı  acıları gözler önüne seriyor hem de ne denli özgürlüğüne düşkün bir millet olduğumuzu apaçık ortaya koyuyor. Tam da Atamızın dediği gibi; karakteri bağımsızlık olan bir milletin çok zor şartlar altında dahi nasıl mucizeler yaratabileceğini, nasıl birlik ve dirlik olabileceğini, yoklukların içinden nasıl koca devrimlerle çıkılabileceğini cümle cihana ispat eden bir destandır cumhuriyetimizin kuruluş hikâyesi.

Nazım Hikmet’in dizelerinde ne kadar da çarpıcı anlatılıyordu, o varoluş mücadelesini gerçekleştiren insanların onurlu ve fedakâr duruşu…

dağlarda tek  tek  
ateşler yanıyordu.  
ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki  
şayak kalpaklı adam  
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden  
güzel, rahat günlere inanıyordu  
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,  
birdenbire beş adım sağında onu gördü.  
paşalar onun arkasındaydılar.  
o, saatı sordu.  
paşalar : «üç,» dediler.  
sarışın bir kurda benziyordu.  
ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.  
yürüdü uçurumun başına kadar,  
eğildi, durdu.  
bıraksalar  
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak  
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak  
kocatepe'den afyon ovası'na atlıyacaktı.

İşte dağlarda tek tek yanan ateşlerle başlamıştı hikâye. Yıllardır cepheden cepheye koşan Anadolu insanı bıkmıştı savaşlarla gelen yokluklardan. Açlıktan ve ümitsizlikten bitap düşmüştü. Barış gelsin de bu bereketli topraklara adı ne olursa olsun diyordu artık. İşgale bile razıydı. İşte bu umutsuz ve acı sağanakların baş gösterdiği günlerde adı Kuvay-ı Milliye olan bir avuç insan dağlara çıkıyor ve işgale direniyordu. İsimleri Ethem’di, Şahin’di, Mehmet’di, Ali’ydi, Kara Fatma’ydı… Onlar biliyorlardı ki, teslim olmak çözüm değildi. İşgale boyun eğmek, acıları ve yoklukları sürekli kılacaktı. Bağımsız yaşamaya alışmış bu topraklar, köleliğe alıştırılacaktı. Öz değerlerini bir bir yitirecekti.

Onlar biliyorlardı ki, küçücük ateşlerle başlar ve kocaman olurdu yangınlar. Anadolu’nun dört bir yanına serpiştirdikleri bu küçük kıvılcımlar elbette ki kocaman bir ateş topu olacaktı. Onlar küçük ama kahraman insanlardı. Küçük zabitti, zabitti, köylüydü, kadındı, asker kaçağıydı, dağların efesiydi… Yüreklerini sıcak tutan şey, kurtuluş gününe olan imanlarıydı.

Bu küçük çoban ateşleri teker teker birleşmeye başladı Samsun’da, Amasya’da, Erzurum’da, Sivas’ta ve Ankara’da. Artık Atatürk’ün önderliğinde tüm Anadolu’yu kasıp kavuran dev bir İstiklal ateşi yanıyordu. Kim durabilirdi ki, yüreği bağımsızlık hasretiyle yanan bir milletin önünde? Çığ topu gibi çoğalan ve sıradanlıktan kahramanlığa tereddütsüz geçiş yapan bu halkı, kim nasıl esir alabilirdi ki?

Ve sonunda tarihinin başlangıcından bugüne bağımsız yaşamayı ilke edinmiş Türk milleti, yeni destanını yazıyor; Atatürk’ün ilke ve devrimleriyle birlikte yeni yaşam düzenini Cumhuriyet olarak kuruyordu.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? 
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ! 
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, 
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli: 
Değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli! 
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli 
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

ATATÜRKÇÜLÜK VE TOSUNCUK PAŞALAR

Atatürk’ün ilke ve devrimleriyle yepyeni bir yaşam düzenine geçiliyordu. Artık saltanat olmayacaktı. Herkes hür ve eşit olacaktı. Batıdan doğuya, kuzeyden güneye medeniyetle bezenmiş bir memleket yaratılacaktı. Batı tipi demokrasiyle yaşanacak ve ayrıcalıkların, imtiyazların, sınıflaşmanın önüne geçilecekti. Kimse kimseden üstün olmayacaktı. Hakta, hukukta, emekte ve cinsiyette eşitlik olacaktı. İşte cumhuriyete inanç böyle başlamıştı. Bir millet yokluktan varlığa böyle geçmeyi arzulamıştı. Atasına içten ve samimi olarak bağlanmış ve inanmıştı.

Ne olduysa, o hastalandıktan ve öldükten sonra olmaya başladı.

Eski alışkanlıklar bir bir geri gelmeye yüz tuttu. Birileri yeniden imtiyazlı olmak istiyordu. Ayrıcalıkları olsun istiyordu. Kendisinin halktan daha akıllı olduğunu sanıyordu. Cahil halkın kendisini yönetemeyeceğini, o yüzden de zamanı gelince ayar verilmesi gerektiğini savunuyordu. Hatta hep iktidarda olmayı istiyordu. Herkese nizam ve intizam vermek ve böylece devleti daim kılmak çabasındaydı. Nizam ve intizam olmazsa, yıkılırdı yoksa rejim. Devlet öncelikli olmuş, halk ikinci plana atılmıştı. Devleti koruyan ağır ağabeyler hızla imtiyazlı sınıfı oluştururken, cumhuriyetin kendisine tanıdığı hakları kullanmak isteyenler itilip kakılmaya ve kurşunlanıp asılmaya başlanmıştı.

Cumhuriyetçilik, egemenliğin kayıtsız  şartsız halkta olduğunu söylüyordu. Fakat bunu halktan almayı isteyenler güçlenmişti. Palazlanmıştı.

Halkçılık, memlekette sınıfların olmadığını, söz konusu olanın iş bölümü ve dayanışma olduğunu söylüyordu. Fakat onlar, halkı sınıflara bölüyorlardı. Üstelik bunu Atatürk’ü, adını ve ilkelerini kullana kullana yapıyorlardı.

Laiklik, dine ve ibadete karışmamayı, hatta halkın inancına saygı duymayı ve korumayı  savunuyordu. Oysa onlar, bir zamanlar savaştıkları komünizm gibi davranıp, dinsiz ve inançsız toplum yaratma çabasına giriyorlardı. Dindar olanı fişliyor, ötekileştiriyorlardı. Oysa yapılması gereken sadece yobaz olanı diğer samimi inananlardan ayırmaktı. Çünkü Türk’ün karakterinde nasıl bağımsızlık varsa, nasıl vatana ve bayrağa düşkünlük varsa, dinine de düşkünlük vardı. Bu ülkenin gurur ve onurla söylenen İstiklal Marşı, apaçık bir belgeydi. Türk Milleti, Tanrısının kutsamış olduğu bir milletti.

Devletçilik, devletin ve özel teşebbüsün gereken yerde ve zamanda işbirliğini öngörüyordu. Fakat bunu da eş, dost ve akrabayı zenginleştirme kaynağı olarak kullanmaya başladılar. Arpalıklar yarattılar, her şeyi adamlarına peşkeş çektiler. Devletçiliğin ruhuna Fatiha okudular. Ona buna peşkeş çektikleri de, ziyan olup gitti. Çünkü tüccar aklıyla değil, yağma aklıyla yönetiliyorlardı. Öyle anlar geldi ki, kimilerinin adı “Kalebodur Paşa”ya bile çıktı.

Milliyetçilik, millet olma kavramı  ve düsturuyken onu da Hitler’in ırkçılığına çevirdiler. Vatan haini olmayı o kadar ucuzlattılar ki, beylere selam sabah vermeyen herkes kolayca hain ilan olundu. Farklı düşünen, farklı  söyleyen tüm sesler bu yolla kolayca susturuldu. Özellikle komünistler ve sosyalistler bu yöntemle tu kaka ilan edildi. An geldi, kendilerine en yakın olan ülkücüleri bile damgalamaktan çekinmediler.

En önemlisi de devrimciliği  öldürdüler. Atatürk devrimciliğini durağan bir şey sanıp tabiat varlıklarını korur gibi korumayı amaçladılar. Oysa Atatürkçülük, çağdaşlaşma ve medenileşme yolunda devamlı akan bir nehirdi. Her gün yenilenen, yeni ufuklara açılan bir çağlayandı. Teneke kafalarıyla bunu anlayamadılar, algılayamadılar. Atatürk, muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı hedef koyuyordu, onlar bir kaplumbağa gibi kabuğunda yaşamayı seçtiler. Atatürk, “İlk hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” diyordu, onlar Edirne’den ötesini umursamadılar. Hep geriye baktılar, herkesi düşman gördüler. Herkesi düşman görmekle kalsalar yine iyiydi ama uygulamalarıyla, herkesi devletine düşman yaptılar. Herkesin herkese düşman olduğu bir toplumun nasıl millet olacağını düşünmediler bile…

İşte size cumhuriyetimizin seksen sekiz yıllık tarihinin kısa bir özeti.

Biz assubaylar hep kandırıldık. Kemalistliği Atatürkçü olmak sandık. Atamızın kalpaklı resimlerini görünce, ay yıldızlı bayrağımızı görünce; sahiden de O’nun izinden gittiğimizi düşündük. Oysa Atatürkçülük, Kemalizm gibi sığ bir yapı değildi ki. Atatürkçülük Türkiye’yi çağdaşlaştırmak, bilimde, teknikte, eğitimde, sosyal yaşamda ve daha pek çok alanda ileriye taşımaktı. Bir ideoloji değil, bir anlayış, bir zihniyet devrimiydi. Fark edemedik.

Bugün hak ve adalet arıyoruz. Alın terimizin ve emeğimizin karşılığını istiyoruz. Peki, bunu kimden talep ediyoruz? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üst yönetiminden tabi ki… Öte yandan bir tarafımız da sızlıyor. Diyoruz ya onları sahiden Atatürkçü sanıyoruz, bu yüzden de “ya hak isteyelim ama ülkemizde Atatürkçü bir onlar kaldı, aman fazla incitmeyelim” şeklinde düşünüyoruz. Onların Atatürk’le ve Atatürkçülükle zerre kadar bir bağlarının olmadığını göremiyoruz. Vatanımıza, bayrağımıza ve milletimize olan sıkı bağlılığımız, aldığımız devlet terbiyesi gözlerimizi kör ediyor. Farklı düşünmeyi, sorgulamayı ve haksızlığımızın ana kaynağını keşfetmeyi bir türlü başaramıyoruz. Kıdemli Albayına 3500 lira emekli aylığı bağlarken; ömrünü ordusuna, vatanına ve milletine adamış Kıdemli Başçavuşuna bin küsur lira emekli maaşını reva gören bir bozuk zihniyetin nasıl Atatürkçü olabileceğini sorgulayamıyoruz. Görevdeki hiyerarşiyi, yaşamın her alanında hiyerarşiye çevirmelerinden ders alamıyoruz. Hatta onların bize sunduğu oyuncakla, TEMAD denen yapıyla hakkımızı savunabileceğimizi safça düşünebiliyoruz.

Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi ile takke düştü ve kel göründü. Bu “dümenden Atatürkçülüğün” foyası meydana çıktı. Amaç, ülkeyi uluslar arası sermayenin istediği şekilde biçimlendirmek ve hazır fırsatını bulmuşken de farklı düşünenleri şöyle bir sopadan geçirmekti. Bunu başardılar ve devam eden yıllarda da sürdürdüler. Her geçen gün Atatürk’ün yıktığı, parçalayıp tarihin çöplüğüne attığı değerleri yeniden geri getirmeye uğraştılar. “Osmanlı Paşalığını” yeniden hortlattılar. Biliyorsunuz ki, Cumhuriyetin son paşaları İstiklal Savaşımızda bu unvanı alan Atatürk ve Silah arkadaşlarıydı. Tam da laiklik ilkesi kapsamında, 26 Kasım 1934 tarihinde “Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştı.

İşte bundan sonrasındadır ki, Cumhuriyetimiz tek bir paşaya sahip olmuştur. O da sanat güneşimiz Zeki Müren Paşa! Ha bir de sünnet çocuklarının paşalık unvanları vardır. Önlerinde kocaman “Maaşallah” yazısıyla birlikte bir günlüğüne “Paşa” oluverirler oğlan çocuklarımız. Çünkü işin ucunda, “ucundan azıcık” kestirmek vardır. İşte yeni cumhuriyetin gerçek paşaları sadece bunlardır, geri kalanlar Osmanlı Paşası özentisi, Tosuncuk Paşalardır.

Hatırlayacaksınız, 28 Şubat Muhtırası, laiklik elden gidiyor diye verilmişti. Haklı mıdırlar, haksız mıdırlar bilmem ama televizyon ekranlarında sunucuların “Paşaaam!” demesiyle yağları eriyen Tosuncuk Paşalar; zaten bu paşalığı kabul edişle, laiklik ilkesinin içine yapmışlardır. İnanmayan varsa, İlköğretim Sekizinci Sınıf İnkılâp Tarihi ders kitaplarının laiklik ilkesini anlatan sayfalarına bakabilirler. Durum gayet açık ve net!

Osmanlı paşaları her konuda ahkâm kesen, etkili ve yetkili olan adamlardı. İş o kadar ayağa düşmüştü ki, hani şeyini sallasan paşaya değiyordu. İşin suyu çıkmıştı. Zaten bu paşa enflasyonu ülkenin sonunu hazırladı.  İşgal günü geldiğinde de, İstiklal ve bağımsızlık hareketine baş olacak, Mustafa Kemal ve birkaç silah arkadaşı haricinde hiçbir Osmanlı Paşasına rastlanmadı. İşgalcilerden izzet ve ikbal beklentisiyle vatanını ilk satanlar Osmanlı  Paşaları olmuştu anlayacağınız. Üstelik devletin başına çorabı örüp ilk fırsatta kaçanlar da zaten onlardı.

Kim bilir, belki de doğru olan şey; yükseldikçe astlarından uzaklaşan, onların emek ve alın terini, vatan ve bayrak sevgisini kendi kişisel hırslarına basamak yapan ve bir türlü Osmanlı Paşalığı özentisinden kurtulamayan “Generallik” müessesesini top yekûn ortadan kaldırmaktır. Tıpkı bazı çağdaş ülkelerde uygulandığı  gibi… Böylece olası kurtarıcılarından kurtulmuş  ve gerçek anlamda Atatürkçü anlayışa yönelmiş çağdaş  bir cumhuriyete ve gerçek demokrasiye kavuşmamız daha akılcı  bir hedef haline gelir.

12 EYLÜL 1980 DARBESİ  VE ASSUBAYLAR

Bu darbe sırf sivilleri vuran bir darbe değildir. Türk Silahlı Kuvvetlerini de derinden yaralayan bir darbedir. Bu darbe ile birlikte, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki yapı tam anlamıyla Atatürkçülükten uzaklaşmış ve “Tosuncuk Paşa” zihniyetine meyletmiştir. Statükolar yaratmış, ayrıcalıklı sınıfların, imtiyazların ve önü alınamayacak haksız uygulamaların doğmasına sebep olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin omurgasını oluşturan assubayların ve genç yaştaki subayların emekleri ve alın terleri çalınmış ve çeşitli yöntemlerle onların aleyhine kullanılmıştır. Malum yerdeki kılları ağarmış bir takım kişilerin kişisel ikballerine ters düşen şeyler, sanki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tümünün rahatsızlığıymış gibi topluma aktarılmış, medyadaki bir takım Tosuncuk Paşa Yalakaları “Genç subaylar rahatsız” türünden manşetler atmıştır.

Yetmişli yıllarda gerçekleştirilen assubay eylemleri, üst komuta kademesinin gözünü açmış ve işi daha sıkı tutmalarını sağlamıştır. Bildiğiniz gibi İç Hizmetler Kanunu ile Askeri Ceza Kanununun kısıtlılığı  altındaki assubayların bunca katı kanun ve kural içinde hak aramaları nerdeyse imkânsızdı. Fakat çabalar sonuç vermiş  ve mucize bir çıkış yolu bulunmuştu. Sonunda, assubaylar eşleri aracılığıyla seslerini tüm ülkeye duyurmayı başarmıştı. 1979 yılında Donanmada yaşanan Çelenk Olayları da üst kademenin gözünü oldukça korkutmuştu.

Darbeyle birlikte, tüm bu eylemlere kılavuzluk ettiği düşünülen assubay dernekleri yeni bir düzenlemeye tabi tutulmuş ve zapturapt altına alınmıştır. Bugün TEMAD dediğimiz yapının önceki derneklerle pek bir benzerliği yoktur. Bu yapı assubayların hak ve hukuku için değil, Kuvay-ı Milliye türü bir organizasyon amacıyla tesis edilmiştir. Soğuk Savaş döneminin zihniyetiyle oluşturulan bu yapı, barış zamanında kâğıt oynanan, geziler düzenlenen ve meslek anılarının yaşatılacağı bir dernek olarak gözükecek ama olur da ülke işgal edilirse ya da komünizm gelirse; tıpkı İstiklal Savaşı öncesinde olduğu gibi ülkenin küçük zabitleri yeni bir bağımsızlık direnişi başlatacaklardır. Kurgu budur.

Özellikle OYAK, ordu personeline ek katkı sunacak şekilde yeniden yapılanacak ve insanların ağzına bir parmak bal çalınarak, sizi koruyoruz mesajı iletilecekti. Böylelikle assubaylar sistemle bütünleşecek ve verilene razı olacaktı. Daha fazlasını isteyenler ise verilenin de elinden alınması korkusuyla hareket edemez duruma getirilecekti. Komünist teorem açısından bakıldığında bu tam anlamıyla bir tür “Küçük Burjuvalaştırma” operasyonuydu.

Netice olarak seksen sekiz yıllık cumhuriyet tarihinde assubaylar külfeti paylaşırken eşit ama nimeti paylaşırken eşit olmaktan hep uzak tutuldu. Hakkını arama çabasına girenler, çağına göre, kimi zaman komünist, kimi zaman vatan haini, kimi zaman bölücü olarak damgalanmaktan kurtulamadı. İşte bu vatan hainliği meselesini en iyi anlatan, cumhuriyet tarihimizin bilindik vatan hainlerinden(!) olan Nazım Hikmet Ran’dır. Defalarca vatan hainliği damgasını yiyen Nazım Hikmet, 1938 yılında bir avuç deniz assubayı ile birlikte “Donanmayı İsyana kışkırtmaktan” hüküm giymiş ama işin aslının kitap okumaktan öteye gitmediği herkesçe görülmüştür. “Şimdiye kadar yapmadıysan da gelecekte yapmayacağın ne malum?” denilerek işlenmemiş bir suç için yıllarca haksız yere hapislerde yatmıştır. Deniz assubayları ile birlikte Erkin gemisinin sintinelerinde iki büklüm hapis yatmış, zulüm ve işkenceler görmüş ve ayrıca insan onuruna yakışmayacak muamelelere maruz bırakılmıştır. İşte onun dilinden haksızlığa uğrayanların vatan hainliği… Hep birlikte okuyalım ve ne kadar vatan haini olduğumuzu birlikte öğrenelim:

“Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt  
hainiyim, ben vatan hainiyim.  
Vatan çiftliklerinizse,  
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,  
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,  
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,  
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,  
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,  
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,  
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,  
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,  
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,  
ben vatan hainiyim.  
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :  
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”

YOKUM DİYORSAN EĞER, SAHİDEN DE YOKSUNDUR!

Biz assubaylar görevde olduğumuz sürece katı kanunların, kural ve yaptırımların boyunduruğu altında hakkımızı arayıp soramaz hale getirildik. Tek başımıza mücadele etmeye kalktığımızda hiç olmadık yerlerden darbeler aldık. İki kişi, üç kişi, beş kişi olduğumuzda askeri isyanla suçlandık. Ne yana dönsek ağaların sopasından kurtulamadık. Namusumuzla, şerefimizle çalışıp ettiğimiz, anamızın ak sütü  kadar helal olan emeğimizin karşılığını bir türlü  alamadık. Vermediler, yetmiyormuş gibi bizim payımıza düşene de göz koydular.

Emekli olduğumuzda ise onca yılın bıkkınlığı ile “illallah” diyenler oldu. Artık asker değilim deyip, her şeyden elini eteğini çekenlerimiz oldu. Üstelik bunlar o kadar çoklar ki… Sessizliği seçtiler, sessizce yok oldular. Kendilerine başka yaşamlar seçtiler, geçmişlerini unutmaya ve unutturmaya çalıştılar. Sessiz oldular ama sessizliğin sesi olmadığını unuttular. “Yokum!” dedikçe, sahiden de yok olacaklarını, hak ve adalet adına sahiden de unutulacaklarını bir türlü anlamak istemediler. Sadece seslerin ayak sesi olabileceğini görmediler, inanmadılar, inanmak istemediler. Çok erken vazgeçtiler:

“Ayak sesleri var başka işiteceksin

Bizlerin ayak sesinden

Toprağın var suların var ağaçların var

Günlerin gecelerin

Sözlerin biçimlerin ayak sesleri

Ayak sesleri elele

Ayak sesleri kıyamet gibi

Işığın ayak sesi

Gölgenin ayak sesi

Seslerin ayak sesi

Çocuğum ilk ağızda bunları belle

(Arif Damar)”

Kimileri eldeki hakları da kaybederiz diye bize düşman gibi baktılar. Uğradıkları haksızlıkları  sinsi yüreklerinde saklayıp verilenle yetinmeyi savundular. Kazansaydık eğer, eğri bile işemeden hazıra konmanın sevinciyle kahkahalar atacaklardı.

Assubayların onur mücadelesi hep bir avuç idealist insana kaldı. Onlar yılmadılar, yokluklardan varlıklar çıkardılar ve mücadele ateşini hep istim üstünde tuttular.

Eylemler yapıldı, yürüyüşler yapıldı ama ne çare ki, aldığımız devlet terbiyesiyle ancak yirmi üç nisan çocukları gibi, Ankara’nın ıssız bir sokağında bayrak sallamakla yetindik. Kendimiz yağdık, kendimiz gürledik. “Aman ona buna slogan atmayın vereceği varsa da vermez!” korkusuna girdik. “Aman polisimizi üzmeyelim, onlar da bizim gibi devlet terbiyesi görmüş insanlar, devletin memuru birbirini üzüyor” dedirtmeyelim diye uğraştık. Yani çok kibarcık oldu eylemlerimiz. Öyle bir hak aradık ki, bizden başka sesimizi duyan olmadı. Bir eylem olduğunu fark edenler de, elde bayrak görünce,  malum partinin mitingi var herhalde dedi.

Oysa öyle bir eylem olmalıydı  ki, yer gök inlemeliydi. Ankara’nın unutulmuş sokakları  yerine, İstanbul’un orta yerinde gümbür gümbür akan bir sel olmalıydık.

İşte bu yüzdendir ki, TEMAD üzerinden gerçek bir mücadelenin verilebileceğine inanmıyorum. Başka yollar, başka alternatifler üretmemiz gerektiğini düşünüyorum. Parasal kaynağını hak hukuk istediğimiz yerden sağlayan ve rica minnet hak talep etmek zorunda kalan bir dernek yapısıyla hangi hakkı, hangi adaleti nasıl alabilirsiniz ki?

YENİ  TEMAD, YENİ OLUŞUM VE GENÇ  KUŞAK ASSUBAYLAR

TEMAD hep yetmişli yılların anısıyla yaşadı ve yaşatıldı. Oysa yetmişli yılların dernekçiliğinin üstünden balyoz gibi bir darbe geçmişti. Üstüne üstlük, bir de günü kurtarma meraklısı yönetimler işbaşına gelince, TEMAD vasıtasıyla hak hukuk aramak iyice hayal olmuştu. Yıllar yılları  kovalarken, internet icat oluverdi. Sonra “facebook” , “blog yazarları” falan derken, herkes gibi assubaylar da sorunlarını özgür ortamlara taşımaya başladılar. Devlet terbiyesi gereğince hak arama adresi olarak sadece TEMAD’a yönelim olduğundan, tüm tartışmalar da o çatı altında birleşmekten yanaydı.

İnternet siteleri peş peşe açıldı. Birleşmeler, ayrılmalar, tartışmalar derken uzun bir sürecin sonunda TEMAD’ın uykuya yatmış yönetimi tahtının sallandığını hissetti ama vaziyeti nasıl kurtaracağını bir türlü kestiremedi. En sonunda yenilikçi hareketlere teslim oldu ve tasını tarağını toplayıp gitti.

Son TEMAD seçiminin en umut verici yönü, yönetime üç başkan adayının talip olmasıydı. Demek ki yıllardır yapılan uğraşılar sonuç vermiş, birileri değiştirmeyi arzulamış ve bunun için savaşmayı göze almıştı.

Elbette eski başkan ve listesinin yeniliklerden yana olduğunu söylemek zor. Buna rağmen eskinin eski kafalılığı olmasa, yenilerin kıymetini kim nasıl bilebilirdi ki? O yüzden bize değişimin bir zorunluluk olduğunu hissettirdiği için eski yönetime ne derece teşekkür etsek azdır. Onlar bir şey yapmamakta ısrarcı olmasa, asla alternatif adaylar çıkmayacaktı. Ortalık şenlenmeyecekti. Bizler de şimdiki beklentilerimizi yine erteleyecek ve başka baharları bekleyecektik.

Yeni Oluşum Grubu, “Sen yoksan bir kişi eksiğiz!” diyerek herkese seslendi. Herkesi mücadeleye davet etti. Eski seçim deneyimlerinden ders aldığını çevresine hep pozitif enerji dağıtarak gösterdi. TEMAD’ın değişimini gerçekleştirecek güce sahip olduğuna inandırdı delegeleri. Hak ve Onur Mücadelesinde beklenen adımların kendileri tarafından atılacağını müjdeledi. Şimdiden assubay camiasını büyük beklentilere sürükledi. Umuyor ve diliyorum ki, Sayın Ahmet Keser ve ekibi başarılı olur ve yüzümüzü sahiden de güldürürler.

Bu seçimde üçüncü bir aday ve liste daha vardı ki, çok eleştirildi ve yıpratıldı. Eski yönetimin denetiminde görev almış olan Sayın Cengiz Erten’di bu aday. Son anda ortaya çıktığı için eleştirildi. Eski yönetimden yana bir bölen olmakla suçlandı. Eskilerin açığını ortaya koymadığı için yargısız infaza tabi oldu.

Seçim günü geldiğinde ise gerçekten de bir bölen olduğu görüldü. Ama yanlış tarafı  bölmüş, değişimi arzulayan Yeni Oluşum Grubu’nun ekmeğine yağ  sürmüştü. Gerçi bunun böyle olacağı belliydi ama insanlar nedense kötü senaryoyu akıllarına getirdiler. Bay Cengiz Erten, eski yönetimin içinde değil miydi? Öyleyse yanına çekeceği delegeler de eski yönetime sempati duyanlardan olacaktı. Yeni Oluşum Grubu kadar kulis faaliyeti yapmadığı ve ortaya geç çıktığı  için de az oy alması kaçınılmazdı. Bu seçim için amaçları sadece kendilerini üyelere göstermek ve yeni dönemin muhalefeti olduklarını kamuoyuna duyurmaktı.

Seçimler bitti ve eski cepheler bozuldu. Şimdi yeni hatlar kuruluyor. Yeni bir iktidar ve yeni bir muhalefet var. Arada yaşanan tartışmaların ve çöp kutularını boylayan e-postaların üzerine sünger çekilmesi ve herkesin birbirine taze bir başlangıç sunması en doğrusu. Çünkü assubayların onur savaşında kişilerin üzerinden siyaset yapmak kadar anlamsız bir taktik olamaz. Kişiler küçük, amaçlar büyüktür.

Assubayların onur mücadelesi, www.emekliassubaylar.org sitesinin başarısıyla, Emekli Assubaylar Güç Birliği Platformunun çetin mücadelesiyle ve de özellikle TEMAD’ın yeni yüzü ile beklenen ivmeyi kazanmış ve gelecek adına umutlanmamızı sağlamıştır. Bundan sonra hepimize düşen görev, bu mücadeleyi sürdürenleri var gücümüzle desteklemek ve sesimizi olabildiğince güçlü duyuracak yeni yollar, yöntemler geliştirmek, bu sağlam temellerin üzerine yeni yeni tuğlalar ekleyebilmektir.

HATTI MÜDAFAA YOKTUR, SATHI MÜDAFAA VARDIR!

Seksen sekiz yıllık cumhuriyet tarihi boyunca bize yapılan haksızlıkları hepimiz az çok biliyoruz. Günlük yaşamımızda her gün yüreğimizi burkan acılar yaşıyoruz. Kimimiz siniyor, saklanıyor. Kimimiz eldekiyle yetinmeyi savunuyor, devlet terbiyesine yakışmayacak eylem ve davranışların zümremizi zarara sokacağını düşünüyor. Açıkçası, eldekilerin de alınacağı korkusunu taşıyor ama söyleyemiyor. Bu davaya gönül veren bizler ise hakkımız olanı söke söke almanın yolunu, yöntemini arıyoruz, onurlu mücadelesini veriyoruz.

Öyleyse daha derin düşünmeli ve olaylara daha farklı bakmayı becerebilmeliyiz. Kendi kuytularımıza çekilmekten sıyrılmalı, mücadele alanını genişletmeliyiz. Hattı müdafaa etmekten vazgeçmeli ve mücadeleyi geniş satıhlara yaymalıyız.

  • Bundan sonra gazetelere eciş  bücüş ilanlar vermek yerine, meramımızı tam anlatan kısa ve öz şeyler söylemeliyiz.
  • Bundan sonra terk edilmiş sokaklarda kibarcık mitingler yerine, tüm medyanın gözü önünde, İstanbul’da Taksim’de eylem düzenlemeliyiz.
  • Bize asla sendika hakkı tanımayacaklar. O yüzden resmi ya da gayrı resmi sendikal faaliyetlere yönelmeliyiz. Çağdaş ülkelerde nasıl askerin sendikası oluyorsa, Atatürk’ün modern Türkiye’sinde de bizim hakkımız olan sendikamızı  istemeliyiz. Vermiyorlarsa, diretmeliyiz.
  • Daha çok kişiye ulaşmalıyız. Özellikle sanal ağlarda kayıtlı üyelere ulaşacak e-dergi projesi üretmeliyiz. TEMAD Dergisi üzerinden söyleyemediklerimizi ya da söyleyemeyeceklerimizi bu e-dergi üzerinden kitlemize ulaştırmalıyız.
  • Tüm emekli assubayların kabuğundan sıyrılmasını ve toplumun içine girmesini sağlamalıyız. Bu kapsamda, herkes hangi görüşe inanıyorsa, o doğrultuda siyasi partilere üye olmalı ve gidebildiği yere kadar gitmeli. Delege olmalı, yönetici olmalı ve mutlaka assubayların onur savaşını  o mecralara taşımalı. Bu konuda hedef, özellikle meclise giren partiler olmalıdır. Ne söylediği bile belli olmayan tuhaf adamların ve grupların partisinden uzak durulmalıdır.
  • Bir sonraki seçim döneminde mecliste sesimizi duyurabilecek en azından üç-beş milletvekili sokmayı  denememiz gerekir. Artık zümremizi kandırmaya yönelik, göstermelik yapıldığı belli olan aldatmaca önerge ve tekliflere rıza göstermemeliyiz. Hangi şehirden nasıl milletvekili seçebileceğimizin hesabını şimdiden yapmalı ve alt yapısını oluşturmalıyız.
  • Bulabildiğimiz ya da ilgimizi çeken tüm yasal derneklere, kurslara ve benzer yapıdaki kurumlara üye olmalıyız. Bu ilçemizdeki Avcılar Derneği de olabilir, AKUT gibi deprem ve insani amaçlı yardım dernekleri de. Hatta spor kulüpleri bile bu kapsamda ele alınabilir. Bu topluma assubayların insan yüzünü de göstermemiz gerekir. “Bir assubay bile benden fazla maaş alıyor” diyenlerin bizimle tanışmasını mutlaka sağlamalıyız. “Eşidin olarak gördüğün Kıdemli Albaylara da bir şeyler fısıldasana” diyebilmeliyiz.
  • Kapasitemiz varsa, maddi kaynak temin edebilirsek; internet üzerinden yayın yapan televizyon kurmayı  denemeliyiz. Buradan en azından kendi kitlemize kendi programlarımızla sesimizi duyurmamız olasıdır.
  • TEMAD şubelerini yeniden ele almalı  ve kültürel etkinliklerin de tertiplendiği güzide yerler haline getirmeliyiz. Söyleşiler, paneller düzenleyebilmeliyiz. Emekli assubayların  “okeye dönmenin” ötesinde yetenekleri de olduğunu, bilgi ve kültür seviyesinin “kendini beğenmiş ve kutsamış”  pek çok meslek erbabından yüksek olduğunu uygulayarak göstermeliyiz.
  • Hiç oy almayacağını farz etsek bile, sırf oy pusulalarında gözükmesi için bir siyasi parti kurma yolunu da seçenekler arasında tutmalı ve değerlendirmeliyiz. Her yerde TEMAD şubesi olduğuna göre, uygun hamlelerle seçime girecek şartları sağlayabilmemiz mümkün. İş, çarpıcı bir parti amblemi seçmekte ve o amblemi etkin bir silah olarak kullanmakta.

Elbette ki, mücadelemizi daha etkin kılacak nice seçenekler bulunabilir. Bunlar benim sıkça dile getirdiğim fikirler. Daha nicelerini aramızda yapacağımız beyin fırtınalarıyla üretmemiz mümkün. Açıkça söylemek gerekir ki, bu süreçte bize en çok lazım olan şey; akıl ve cesaret.

TEMAD yönetimindeki değişiklikten sonra artık yarınlara daha bir umutla bakabiliyoruz. Üstelik “Yeni Oluşum Grubu” tek seçenek de değil. Hemen ardında bekleyen ve kendilerine “Genç Kuşak Emekli Assubaylar” diyen yepyeni bir oluşum var. Zaman içinde bu grup da kendisini ve hedeflerini kamuoyuna duyuracak ve mücadelemize kendi bakış açısından katkılar sağlayacaktır. En azından iyiye, güzele ve doğruya ulaşma yönünde alternatif bir seçenek olacak ve muhalif söylemleri ile davamıza ne derece sahip çıktığını, ne kadar inandırıcı ve samimi olduğunu zamanla gösterecektir. Eldeki seçeneklerin birden büyük olması o dava için bereketin bir göstergesidir.

Cumhuriyetimizin seksen sekizinci yılına kavuştuğumuz bu gün, yarına umutla bakmayı tercih ediyorum. Yarın ya da çok yakında assubaylar için güneşli, aydınlık ve güzel günlerin geleceğine inanıyorum. Kendimi avutacak sebeplerim var. Tıpkı şairin dediği gibi:

“İçimden hep iyilik geliyor 
Yaşadığımız dünyayı seviyorum 
Kin tutmak benim harcım değil 
Çektiğim bütün sıkıntıları unuttum 
Parasız pulsuzum ne çıkar 
Gelecek güzel günlere inanıyorum 

Gelecek güzel günlere 
Sonunda galip geleceğine eminim 
İyiliğin, zekânın ve cesaretin 
İmanım var zaferine 
Aşkın, adaletin ve hürriyetin

Şairleri peygamberleri düşünüyorum 
Yaşamak o kadar tatlı ki 
Daimî bir sevgi içinde 
Galip sesini işitiyorum hakkın 
Asırlarca zulme ve işkenceye

Necati Cumalı/Son


Aydın Kulak

(Kaynak gösterilerek ve yazar adı  belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.)

NOT: TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı kapsamında, 12 Kasım 2011 Cumartesi günü saat 18.00’da Sokak Kitapları Yayınevi (Salon-2 Stand-107A) standında imza günü etkinliğinde bulunacağım. Kitapsever dost ve meslektaşlarımla karşılaşmak ve tanışmak beni mutlu edecektir.

FAŞO AĞA

Temmuz 19, 2011

faso-aga

 

Hepimiz belirli bir yaşın üzerindeyiz. Bu nedenle attığım başlığın sizde neler çağrıştırdığını  çok iyi biliyorum.  Rahmetli Kemal Sunal’ın filmlerindeki bir çok söz gibi bu söz de klişeleşmiştir. Faşo Ağa…

…. Ağanın pohunun üstüne poh olmaz… Ağaya beleş… faşo ağa… Onlar sendikalıysa ben de Harran'lıyam…

Gelin Kemal Sunal’ın hicvettiği, eleştirdiği toplum yapısını otuz yıl sonra yeniden inceleyelim.

Önce şu “sendika” kelimesinden başlayalım.  Maalesef çalışma hayatının en önemli parçası olması gereken sendika faaliyeti yapılamamaktadır. Sendikalaşma devlet tarafından engellenmektedir. İşverenler sendika faaliyetlerine iştirak eden işçilerinin işlerine son vermektedirler. İşveren dernekleri birlikte hareket ederek işgücü fiyatlarını ve çalışma saatlerini ayarlamaktadır. Haber bültenlerinde işsizlik oranları açıklanmaktadır. İşsizlik rakamları en son olarak 9,9 olarak sevinçle bildirildi. Acaba bu işçilerin yüzde kaçı sendikalı? İşe girenlerin yüzde kaçı taraf olduğumuz ILO şartlarına uygun çalıştırılıyor? Ülkemizde işgücünü ezen hükümet destekli bir kartelleşme mevcuttur. Bu bir tespittir. Ülkemizde sadece turizm ve hizmet sektöründe en az iki milyon insan çalışmaktadır. Bu kişilerin kaç tanesi sendikalıdır? Turizm okullarında meslek öğrenmiş çocuklarımızın yetenekleri göz ardı edilerek köyünden yeni çıkmış, bikinili insanı bile ömründe yeni görmüş bir kişinin tercih edildiğini görüyorum. Otel meslek odalarının ara eleman yetiştirme bahanesiyle binlerce kişiyi stajyer yapıp ucuz mevsimlik işgücü sağladığını iğrenerek ve tiksinerek bildiriyorum. İçkinin fiyatları ortadayken otellerin her şey dahil modelinde bedava içki dağıtması manidardır. Yolculuk dahil haftalık 600TL’ye otellerimizde tatil yapanların yediği içtiği şeylerin sağlığa uygun olduğunu söylemek sanırım aşırı saflıktır. Ama biz yaparız. Biz sihirbazız. İşçiden çalarız, hammaddeden çalarız yaparız. Kimse de sormaz. Ancak kızdırırsan “sorarım haaaa…” der.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı diye bir bakanlık varmış. Bu bakanlığın iş teftiş grup başkanlıkları varmış. Teftiş demek denetleme demektir. Yani denetleyicilermiş. Peki bu kurul denetleme yapıyor mu? Yoksa görevi, davet edildiği konferanslarda pembe konuşmalar yapmak mı? Aslındaları ve olması gerekenleri seslendiren bir günah çıkarma makinesi mi bu kuruluş?

Köleleştirilmiş bir emek gücünün olduğu bu ülke daha ne kadar vatansever çıkarabilecek?

İki tane uzman çavuşumuzun evlerinin önünde ensesine sıkılan kurşunlara hedef olduğunu gazetelerden okuduktan sonra bazı çatlak sesleri duyunca sadece üzüldüm. Nasır tutmuş hissiyatımın isyan edecek hali kalmamış. Neymiş efendim Uzman çavuşlara lojman verilseymiş bile böylesi olaylar lojmanda bile olurmuş. Neymiş herkes mesleğe girerken bazı şeyleri kabul etmiş. Arkadaşlar bu kelimelerin aynısını bize hitaben bir emekli general kullanmadı mı? Birilerinin hak ararken bizim sırtımıza basmasını elbette istemeyiz ancak aynı çarpık bir diyaloğa girip iki yanlışı bir doğruya çevirebilir miyiz? Marabaların birbirine girmesi kadar zevksiz ve tatsız bir tartışma ortaya çıkıyor.

Türkiye Cumhuriyeti hepimizin.  Bu nedenle üstümüzde duran güvenlik, sağlık ve eğitim şemsiyeleri batılı demokratik ülkelerde olduğu gibi, bu kelimeyi ısrarla söylüyorum BATILI DEMOKRATİK ÜLKELERDE OLDUĞU GİBİ tüm yurttaşları eşit kapsamalı, kapsattırılmalı, talep edilmeli. Oysa geldiğimiz duruma bak heyhat…

En sondan başlayalım. Eğitim…  Geldiğimiz noktaya bakın ki yeteri kadar parası olan çocuğunu hemen özel okula veriyor. Yıllık ücretleri on bin TL den başlayan bu okullardan her yıl o kadar çok açılıyor ki… Dershaneler zaten eğitimin olmazsa olmazı olmuş. Milli eğitim okullarını  küçük görmek istemiyorum ama 24 Kasım’larda anlatılan öğretmenlik ruhunun ve anlayışının örneklerini bulmak iyice zorlaştı. Peki biz ne talep ediyoruz yeni bir özel okul yaptırmaktan başka? Eğitimde kalite talep ediyor muyuz? Eğitimde fırsat eşitliği talep ediyor muyuz?

Sağlık Bakanlığının adını  tedavi bakanlığı olarak söyleyen bir çok aydın vardır. Ne kadar yerinde bir tespit.Toplumu koruyucu sağlık tedbirlerini saymak ve söylemek sanırım kimseyi inandırmaz. Sularımız bile temiz değil. Düşünün bir kez. Hayatımızın her alanına girmiş olan kimyasal ve hormonlu ürünler acaba hangi amaçla girdi? Kimler tarafından korunuyor?  Tabii ki tek kelimeyle… Devlet… Bir sporcu mantığıyla düşünürsek, doping kullanarak başarılı olma mantığı… Ya sonrası?...

Tuzumuzun kuru olduğu yerlerde tam bir kapitalistiz. Tuzumuz yaş ise isyankar, sosyal demokrat, muhalefet. Aynı bünyede iki ruh barındırır hale geldik. Ağayı görünce el etek öpüp ağanın şerrinden sakınırken, ağayı yağmalamayı da hiç düşünmüyor değiliz.

Paramız varsa hukuki süreci lehimize çevirmek için her şeyi yaparız. Paramız varsa aç komşumuza nispet yapar gibi son model arabaya bineriz. Paramız varsa işsizlerin acıları aklımıza gelmediği gibi birkaç tane daha ucuz çalışacak adam bulup fırsattan faydalanmak isteriz. Paramız varsa tüketici mahkemelerine tenezzül etmeyiz. Paramız varsa ahkam keseriz ve bizden parasızlar susar bizi dinler. Paramız varsa cemiyette aranan oluruz. Paramız varsa Nasrettin Hoca gibi “ye kürküm ye” deriz. Paramız varsa bankalar zaten bizden ücret falan almazlar. Paramız varsa ağaya beleş…

Artık yirmi birinci yüzyıldayız. Artık bir bilginin dünya etrafında dönme süresi saniyelerle gösteriliyor. Artık insanlar çok uzaklardaki bir şeyden bile anında haberdar oluyorlar. Artık padişahların, derebeylerin, kralların entrikalarını gizleyerek kendileri uğruna milyonları seve seve ölüme gönderdiği çağlar sona erdi. Çağdaş düşüncelerden uzaklaşarak, halkının mutluluğu ve refahını batı demokrasisinin dışında arayan liderler, sürüklendikleri maceranın ceremesini halklarına çektiriyorlar. Bu durum ise en çok leş kargalarının hoşuna gider. Leş kargaları kapitalist düzene angaje olmuş tek yönlü düşünen sınır tanımaz şirketlerdir. Ufalanıp onlara yemek olmamamız lazım. Devletimize sahip çıkmamız lazım. Faşo ağalarla mücadele etmemiz lazım. Bize yapılan haksızlıklara ses çıkarmamaya o kadar alıştık ki… Sonra da üç beş tane savcıdan medet umuyoruz.

İmar planlarımızda park yeri konmamış. Sonra da belediyeler sokağa konan arabalar için bizden park parası istiyorlar. Dede Korkut masalındaki Deli Dumrul’un köprüleri gibi olmuş bu ülke. Bir tarafta GSM şirketlerinin üçkağıtları, diğer taraftan bankaların soygunları…

Biz ABD’nin on yıl güvercin, on yıl şahin politikalarının yörüngesinde dönen basit bir devlet isek kurumlarımız işte yukarıdaki gibi işler. Bizler Pavlov’un Köpekleri olmamalıyız. Toplum bilimcilerin laboratuarı olabiliriz ancak gönüllülük esastır.

En son olarak da; ağayla güreş tutarsan yenileceksin. Yoksa marabalar seni taşa tutar.

Bu durumu düzeltmek için muhtaç  olduğumuz kudret, insan haklarına değer veren, insani değerlerle paradigma üreten, empati yapabilen asil kanlı insanlarda mevcuttur. Aksi taktirde; ne camiler kışladır, ne süngüler minare…

Saygılarımla…

Seçim Sonucu…

Haziran 20, 2011
2011-secim-sonucu-karikatur

Türkiye, 12 Haziran 2011 akşamı bir milletvekilliği genel seçimini daha geride bıraktı… Seçim yasaklarının kalkmasından sonra yayınlanmaya başlayan oy dağılımına göre yorumcular kamera karşısında seçimi yorumlamaya başladılar… Kimi yorumcu seçimi halen devam etmekte olan Ergenekon davası ile, kimisi Orta Doğu’da değişen, sınır kapımızdan içeri giren dünya siyaseti ile, kimisi dini esaslar üzerine örgütlenmiş cemaatlerle, kimisi artık telaffuz edilmekten sakınıldığı açıkça görülebilen Atatürkçü düşünce ile, kimisi yabancıların eline geçen sanayi, üretim kuruluşları ile, kimisi cari açıkla..yorumlayarak izleyenlere sundu düşüncelerini…

Her bir medya kuruluşunun farklı düşünceyi veya grup olarak aynı düşünceyi desteklemesi sebebiyle Türkiye’de yapılan seçimlerin tarafsız, objektif olarak yorumlandığına şahit olma imkânı yok denecek kadar az…

Demokrasi kültür ve ekonomik bağımsızlıkla yakından alakalı bir sistem…  Ekonomik özgürlüğü olmayan, aç ve muhtaç olup da yapılan yardımlardan mahrum kalma riski çoğunlukta olan bireylerin oyları ile demokrasiyi geliştirme imkânı bulunmamakta… Bunun yanına bir de kutsal din duyguları işlendiğinde demokrasi kolaylıkla bir araç haline gelebilmekte…

Seçim sürecince liderleri dinledik… Meydanlarda konuşulanlara bakıldığında fikirler, projelerden daha çok liderlerin karşılıklı sataşmalarına şahit olundu… Ülkenin kültür düzeyi, kitap okuma alışkanlığı dikkate alındığında, demek ki sataşma sanatı daha etkili…

Bu seçimin belki de en önemli sonucu yüzde onluk seçim barajına rağmen, kullanılan oyların büyük bir çoğunluğunun TBMM’ye yansımasıdır… Seçim bölgelerinde oyların belli partilerde yoğunlaşması sonucu AKP’nin oy oranı artsa bile milletvekili sayısında düşüş yaşanmıştır…

2007 ve 2011 milletvekilliği genel seçim sonucunu karşılaştırdığımızda;

22 Temmuz 2007 tarihli genel seçimde, Adalet ve Kalkınma partisi %46.58 oy oranına karşılık 341, Cumhuriyet Halk Partisi 20.88 oy oranına karşılık 112, Milliyetçi hareket Partisi %14,27 oy oranına karşılık 71 milletvekili ile TBMM’de yer almıştı…

12 Haziran 2011 tarihli genel seçimi sonucuna göre ise AKP %49.90 oy oranına karşılık 326, CHP % 25,91 oy oranına karşılık 135, MHP % 12,99 oy oranına karşılık 53 milletvekili ile TBMM’ye girmiş oldu…

Bu seçimlerin bir diğer önemi ise sürmekte olan davaları nedeniyle halen tutuklu bulunanlardan Ergenekon sanıkları yazar Mustafa Balbay ve Prof.Dr.Mehmet Haberal'ın CHP, emekli Korg. Engin Alan'ın ise MHP milletvekili olarak TBMM’ye girecek olması… Kimi siyasetçilere göre Balbay, Haberal ve Alan’ın TBMM’ye girmesinin kaos (kargaşa, karışıklık)yaratacağı dile getirilmekte… Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüne silah sıkmış olan insanların Avrupa Birliği’nin baskısı sonucu hapislerden çıkartılarak devletin en üst düzeyince ağırlanması, bağımsız milletvekili olarak TBMM’de yer alması sorun yaratmamışken bu uygulamanın da sorun yaratmaması beklenir… Tabi ki de AB-D desteklerse…

Yabancının Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne olan ilgisi devam etmekte… Seçimleri izlemek üzere Türkiye'de bulunan Alman Sol Parti Milletvekili Harald Weingberg BDP Şırnak İl Başkanlığı'nda Türkiye’yi eleştirdiği konuşmasında BDP'lilere seslenerek: "Bizim buraya gelmemizdeki asıl amacımız demokratik ve özgür bir seçim ortamının olup olmadığını görmekti. Fakat gördük ki bu mümkün değil. Çünkü seçimin yapıldığı bazı bölgelerde askerlerin olduğunu görünce bu seçimin özgür bir ortamda yapılmadığını gördük. . " demiş…

Seçim sonuçlarının milletimize hayırlı uğurlu olması dileğimizle…

Heil_democracy

Güç gösterisinin bir alameti, halkın bilgilenme hakkını elinden alan bir uygulama olan sansürün tarihi basın ve yayım ile başlıyor...

Gazete, dergi, bildiri, bröşür yoluyla bilginin yayıldığı dönemlerde, gücü elinde bulunduranlarca sık sık başvurulan bir uygulama sansür...

Abdülhamit'in padişahlık döneminde Osmanlıda en ağır şekilde uygulanırken, İttihat Terakki'nin hüsranla biten on yıllık iktidarından sonra İngiliz ve Fransızların emrine giren idareciler yoluyla da halkın bilgi edinme hakkı sömürgecilerden yanlı olarak sansüre uğramış...

Bunun dışında Türkiye'yi Amerikan politikalarının çizgisinde götürmek isteyen asker ve sivil idarecilerce de sık sık sansür uygulanması yapılmış...

"Sen bunları bilmemelisin, boşver dünya işlerini, sen işine bak, kafanı yorma bu işlere, başına iş alma ey halkım" dercesine halktan ve sonuçta ülke menfaatlerinden uzak işler yürütülmüş yıllarca...

İnternet çağının yaşandığı günümüzde ise "İleri Demokrasi" adı altında örgütlenmenin önüne geçilmekte olduğu, vargücü ile her yol mübah sayılarak, en güvenilir sistemlerin bile güvensizleştirilmeye çalışılarak, süren davalara ilişkin gizli kalması gereken, sansürlü olması gereken ifadelerin an be an basın ve internet yoluyla yayıldığı ve demokrasinin adeta bir sembolü olan bir kitabın dahi daha basım halini almadığı haldeyken yasaklandığı bir dönemden geçmekteyiz... Ve bunların "ileri demokrasi" adı altında ilerlendiği söylenen bir yerde oluyor olması, ileri demokrasinin hukuk temeline, yani insana saygı temeline pek de bağlı olmadığı yönünde kuşkular oluşturuyor...

İleri demokrasinin içinde; herkesin serbestçe, siyasi iktidarın etkisinde kalmadan örgütlenme hakkı, örgütlenmeyle birlikte eylem koyma hakkı, eylemlere karşı güç kullanılırken denge, adil gelir dağılımı, yargılamanın gizliliği, insan sağlığının zararlı gıdalardan korunması ve bilgilendirilmesi hakkı, ülke kaynaklarının yabancılaştırılmaması, sınav sistemlerinin kuşkuya yer vermeyecek şekilde düzenlenmesi, iş imkanı olmayana devlet tarafından sigorta hakkı, her insanın onurlu bir yaşam hakkı, basın yayım, yayın özgürlüğü gibi hakların önceki dönemlere göre daha ileri düzeyde olması beklenir...

Türkiye'de olanlara bakılırsa, amaç değil araç olarak görülen ve adına da ileri demokrasi denilen yeni sistemde yukarıda sayılanların amaç olarak görüldüğü söylenebilir mi?

Bir devletin, yani bir devleti geçici olarak idare eden hükümetin sorumluluğunda olan halkın güvenliği, sağlığı, eğitimi, adalet sistemi halkın menfaatlerine göre, çağdaş ve medeni düzeyde tutulması ilerletilmesi esas amaç olmalı...

Mısır nişastasından yapılan gıdaların insan sağlığını, hormonal dengesi ne denli bozduğu bilinmesine rağmen bu üründen elde edilen tatlandırıcıların belirlenen standartların üzerinde olarak halka yedirilmesinden kaynaklı başta şeker hastalıklarının tetiklenmesi, hastalıkların insanları elinden, ayağından, gözünden etmesi ve buna göz yumulması vicdanları sızlatmaz mı? Sağlık, hele hele insan sağlığı bir ticaret alanı durumuna sokulmamalıdır...

Yargının adil ortamına gölge düşürücü, üstelik de suçluluğu ispat edilememiş olan kişilerin ifadelerin uluorta yayılmasına sansür uygulanmalıdır...

Hakkını arayan insanlara gerekli özen gösterilmelidir...

Alınteriyle sınavlara hazırlanan insanın emeklerine gölge düşürücü her halden uzak durulmalıdır...

İstismara açık olan yardım paketi yerine, insana değer veren ve ona iş imkanı tanıyan çalışmalara öncelik verilmelidir...

Ailesinden ayrı kalan öğrencilere devlet sahip çıkmalıdır... Üniversite kayıtları sırasında üniversite civarında tarikat, cemaat mensupları değil, devletin görevlileri öğrencilere sahip çıkmalıdır... Sonuçta o cemaat sahipleri de değişik şekillerde devletten kazandığı paralarla o gençleri yönlendirmekte olduğundan, sisteme yük getirmeyeceği gibi maliyeti de düşüreceği göz onünde bulundurulmalıdır...  Bir ülkenin geleceği olan gençleri, ailelerinden uzak kaldığı ve ekonomik güçlerinin eğitimlerini sağlamaya yetmediği durumda devlet görev üstlenmelidir...

İleri demokrasinin başlangıç safhasında yaşadıklarımız şimdilik böyle... İleriki safhalarda neler yaşanacağını da zaman gösterecek...

Kadın ve Demokrasi…

Şubat 27, 2011
demokrasi-kadin

Eğitim düzeyi, dünyaya bakışı, kültürü, inancı, toplumda, ailesinde kendisini nerede ve nasıl hissettiği düşüncelerinden hareketle, meydana getirmiş olduğu evladına insana dair var olan değerleri öğreten kadının, zor günlerden geçmekte olduğuna şahit olmaktayız…

Bir zamanlar seçme ve seçilme hakları başta olmak üzere, Türkiye’nin çağdaşlaşması  için Atatürk ile birlikte çalışan kadının toplumun gerilerine sürüklenmesinin, mızrağın çuvala sığmaması misali gün yüzüne çıkmış olduğu görünmekte… Sanki toplumun içinde, kimi bireylerce, farklı bir rejim, hukuk uygulanmakta…

Kadın,

Her gün şiddete uğrayan kadın… Kimisi, bir bıçakla, kimisi üç kuruş  etmeyen mermi ile can veriyor, kadın, anne… Üstelik de yargıdan, devletten koruma istemesine rağmen… Askerlikten muaf tutulma gerekçelerinde, polisin iç güvenlikte gerekliliği belirtilmiş olmasına rağmen, korunamayan kadın…

Toplumda yaşanan günlük olaylar bir tarafa…

Bunun dışında, bir de adalet sisteminde kaybeden kadın var…

Bundan önceki seçimlerde on dört kişi seçilmişken yüksek yargı organına, HSYK’nın 25.02.2011 tarihli son seçiminde sayısı onun altına, altıya düşürülen kadın, anne…

Konuya ilişkin olarak, YARSAV Başkanı Emine Ülker Tarhan “Yüksek yargıya seçilenler arasında bu kadar düşük kadın oranı hiçbir dönemde olmadı. Bu durum kadına yönelik toplumda yaşadığımız şiddetin ve ayrımcılığın bir yansımasıdır” tespiti, adeta toplumda yaşanan olayları gözler önüne sermekte… (*)

Üstelik de ileri demokrasi iddiasına rağmen, toplumsal faaliyetlerde, devlet kademelerinde 21.yy.da gerilere düşen kadın…

Geçmiş tutumların, yaymaçların etkisiyle olsa gerek, erkeğe üstünlük sağlayan değersizliğine dair düşüncenin tabanda hoş görülmesi neticesinde olsa gerek, kadının toplumda hızla gerilemekte olduğunu görmekteyiz…

Kadın geriliyorsa, ülke geriliyor… Herkes geriliyordur…

Atatürk, kadına “sen getir düşünceni, araştıralım, uygulayalım” düşüncesi ile hareket eden bir lider…

Kadına değer veren, onu yücelten Atatürk olmasına rağmen, bir kadın televizyona çıkıp da, bir “Humeyni’yi Atatürk’e tercih ediyorum…” diyorsa ve bunu kadın diyorsa, toplumun derinliklerinde daha ağır tespitlerin, yaymaçların, etkisizleştirmenin olduğunu tahmin etmek güç olmazsa gerek… Bayan Erdoğan BM’de konuşan ilk Türk vatandaşı olsa da, kadının gerileyişi, siyasi söylemlerle örtülemeyerek derecede, hızla ilerliyor…

Gerektiğinde korunamayan, toplumdan dışlanan kanının, toplumsal gelişmeye, çağdaşlaşmaya katkısı beklenebilir mi?

Demokrasi, üstelik de ileri demokrasi bu mu?

Orhan KAYA

(*)http://www.haber50.com/-hsyknin-yargitay-ve-danistaya-atadigi-hakimler-sabah-ise-basladilar-382055h.htm

ortadogu

Mağrip kelime anlamı ile “Batı” demektir. Müslüman dünyasının batısında oldukları için Kuzey Afrika ülkelerine de Mağrip Ülkeleri diyoruz. Mağrip Ülkeleri biraz otantik biraz da ilkellik arasında bir yer tutar çoğu beyinlerde… Bazen çok görmek istediğimiz ancak bir o kadar da gitmekte çekindiğimiz ülkelerdir.  Herşeyden önce bu ülkelerin  çoğunda bedevi ve berberi kabileleri söz sahibidir. Kabilelerin egemen olduğu bu kültürde tabii ki demokrasiden söz etmek imkansızdır.

Mağrip Ülkeleri çağlar boyunca istilalara ve sömürgelere sahne olmuştur.  Güçlü temeller üstüne kurulu devlet gelenekleri olmadığı aşikardır. Şu an kurulu devletlerinde bile eski sömürgelerin ve hegomonların gücü olduğunu söylemek çok abartılı olmasa gerek.

Fas, bir zamanlar İslam medeniyetinin en üstün örneklerini vermiş  Endülüs’ün ana vatanıdır. Hatta bazen Türkiye Cumhuriyeti ile kıyaslanır. Endülüslüler Fas üzerinden İspanya’ya yerleşmiş Arap topluluklardır. İspanya’da yerleştikleri topraklarda çağımızda bile gıpta ile söz edilen hümanist bir devlet kurmuşlardır. Bu devlet Müslüman olmasına rağmen hiçbir hıristiyanı evinden köyünden sürmemiştir. Birbirleri ile kaynaşıp mutlu bir şekilde yaşamışlardır. Ancak Avrupa’dan gelen Haçlı ordularının baskılarına dayanamayarak, Kuzey Afrika’daki topraklarına geri çekilmiş olan bu devletin halkının torunları maalesef din paradigmasını aşamamışlardır.

Libya, Mısır ve Cezayir Arap kabilelerinin geleneksel hayat sürdükleri topluluklardır. Tarihte Akdeniz’den gelen korsanlar tarafından limanları ve toprakları talan edilen bu halk, Osmanlı hegemonyasına girdikten sonra Valiler aracılığıyla düzenli toplum olma yönünde adım atmışlardır. Sömürge devletlerinin Afrika hayallerinin doruğa tırmandığı 19.yüzyıl sonunda artık Mağrip Ülkeleri Almanya, Fransa ve İtalya tarafından paylaşılmıştı. O zamanda Osmanlı İmparatorluğu’ndan kurtulup özgürleşmek isteyen bu devletler ikinci dünya savaşının sonuna kadar sömürge olarak kalmışlardır.

Günümüze geldiğimizde, Mağrip toprakları üzerinde kurulan devletlerin her birinde, eski sömürge emellerinin iktidar belirleme ve ekonomik pastadan en büyüğünü alma hevesleri geçmiş değildir. Şunu unutmamak gerekir ki bugün Libya’ya bir İtalyan Başbakanı gittiğinde en büyük saygıyı görür.  Cezayir’e Fransız Cumhurbaşkanı gittiğinde en büyük saygıyı görür. Bu eski sömürge alışkanlığından kalmış şartlı reflekstir. Tıpkı bazılarımızın emekli olsak bile, bir emekli Albayla sohbet ederken bile Komutanım dediğimiz gibi…

Tarihte Magrip topraklarında egemen olmuş ülkemizin Başbakanları bu toprakları ziyaret ettiklerinde, bu ülkelerin devlet adamları tarafından hoş olmayan bir tarzda karşılandıkları olmuştur. Mısır’ın Ortadoğu da kendini lider görme çabaları ve doğal lider Türkiye’yi ekarte etme çabaları bazen komik olsa bile kendini hissettirmiştir. Libya liderinin Türk başbakanlarını azarladığı bile olmuştur.  Ancak Türkiye’nin devlet kurup birlik olma yeteneği ve tarihte yaşattıkları kenetlenme ruhu nedeniyle her zaman bu halkların gönlünde bir yeri vardır. Bu nedenle bu ülkelerdeki yönetimler de Türkiye ile ilişkilerini kendi iç politik çıkarları açısından yüksek tutmaktadırlar.

Buraya kadar anlattıklarım masal ya da bilgilendirme tarzı hepimizin fazla veya eksik bildiğimiz konulardır. Ben şunu sormadan edemiyorum. Ne oldu da bu ülkelerin halkları liderlerinden bıktılar? Meydanlara toplanan milyonlar liderlerinin sadece liderlerinin gitmesini mi istiyorlar, yoksa demokrasiye geçmek mi? Bu ülkelerin birbiri ardına bir özgürlük rüzgarını andıran görüntüleri filmini biz daha önce başka bir coğrafyada izlemedik mi?

Bu ülkelerin insanlarını kendi hallerine bıraksan bin yıl daha kabile hayatı  yaşar. Bin yıl daha kendilerine sunulana şükür ederler. Özgür bir devlet kurma fikrini bir tarafa bırakalım, özgürlüğün tanımı  onlar için farklıdır. Bu devletler tıpkı bir zamanlar ABD güdümünde renkli devrimlerin yaşandığı eski Sovyet ülkeleri görünümünde bir gerçekle karşı karşıyalar. Türkmenistan, Kırgızistan, Ukrayna, Gürcistan, Özbekistan gibi ülkelerde de halk sokaklara çıkmıştı. Sonra bunun uluslar arası bir güç savaşı olduğu anlaşılmıştı. Bu ülkeler daha sonra doğasına dönmüşlerdi. Ancak emperyalist güçler alacaklarını almışlardı. Askeri üslerin yanı sıra dev petrol şirketleriyle çok uzun yıllara varan petrol anlaşmaları yapılmış, yeni boru hatları onaylanmıştı. Bu devletler Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra özgürlüğüne kavuşan ama daha sonra hayat şartları nedeniyle tekrar tabiri caiz ise Rusya’nın kucağına düşen devletlerdi. Batılı güçler Rusya’nın doğal kaynaklar üzerinde önlenemez bir hegemonya kurmasına engel olmak istiyorlardı. Bu maksatla Türk Cumhuriyetlerinde Türkiye’ye verilmiş olan ağabeylik görevinin başarısızlıkla sonuçlandığını görerek böyle bir devrim geliştirmişlerdi. Şu an itibarıyla kopardıkları yanlarına kar kalmıştır. Bugün Avrupa’nın hâlâ büyük bölümü Rusya üzerinden gelen doğal Gaz ve Petrole bağımlıdır. Bu durumun zamanla siyasi bir yaptırım olarak kullanılmasından korkan Avrupa ve Avrupa Medeniyetini küçük parçalar halinde Rusya’ya yedirmek istemeyen ABD için tehlike çanları olduğunu stratejistler biliyordu.

Bugün yaşadığımız Mağrip Ülkelerindeki başkaldırının da bir ABD ve Avrupa eksenli oyun olduğunu hepimiz biliyoruz. Aslında çok da merak etmiyoruz. Sadece haber bültenleri heyecanlı o kadar.  Halka bıraksan gündemimizde bile yoklar. İşin komik tarafı şu sıralar model ülkeymişiz. Demokrasimiz sanki o ülkelere ışık kaynağı oluyormuş.  Kullanılan tabirlerin Türkçesi şudur. Kötünün iyisiyiz.  Ancak acaba o ülkelerden kötü olan tarafımız yok mu? Daha on beş yirmi gün önce basın özgürlüğünde dünyanın 135. Ülkesi değil miydik?

Geçenlerde ATV’de yayınlanan gerçek gündem programını hepimiz, basın özgürlüğü adına, kalemşörlük ve iğrençlik olarak izlemedik mi? Halkından ve gündeminden uzak bir basın ve hükümet görüntüsü çizmediler mi? Gazeteci soruyor. Dikkatinizi çekerim. Astsubay Uzman çavuşlar üniversiteyi bitirseler de birin dördüne düşemiyorlar cümlesi bir soru bukletinin ilk paragrafını süslüyordu. Gelen binlerce telefondan Sayın gazeteci yeni bir meslek icat etmişti. Gazeteci zavallı idi o pozisyonda. Çünkü amacı kimin ne derdi olduğunu yansıtmak değildi? Araştırıp öğrenmesine bile gerek olmayan bir konuda cümlesini bu denli bozuk kuran gazetecinin amacı konu geçiştirmekti. Başbakan’a ne dersiniz. Başbakan da, haklılar dedi ve geçti. Siz Başbakanım; 8 yıldır iktidardasınız. Bize bekarın karı boşama muhabbeti yapmaya hakkınız yok. Makamınız uygun değil. Sorumlusunuz. Lütfen ülkenin gerçeklerine biraz sorumlu yaklaşın. Şovlarınızı izlemekten usanmamış olanlar olabilir ancak ben usandım artık. Fakir fukara garip guraba kelimelerinin sihiri, sizin için benim köylüm, benim dulum, benim yetimim diyen adamla aynı. Gecekondu ziyaretleriyle aslında umutları kırılmış kesimleri şovunuza malzeme yapıyorsunuz. Taksi duraklarını ziyaret ile halk adamı olunmaz.  Öncelikle size her türlü soruyu sorabilecek Gazetecilerin karşısına geçmeniz gerekirdi. O programdaki Gazeteci ……..ları pişmiş kelle gibi sırıtıcağına azıcık konularına çalışmaları gerekirdi. “-Başbakanım, adamların birinci derecenin dördüncü kademesine yükselmesine hükümetiniz hayır dedi. Hem de demokrasi tarihinde görülmemiş antidemokratik bir yöntemle. Milletvekillerinin oylarıyla alınan bir hak, ancak aynı oylarla geri alınırdı. Ama kalemle düzeltildi.” Demeleri lazımdı. Bu televizyon rezaletini görünce insanın aklına çok daha değişik rezaletler geliyor. Polislerin televizyonda bir kadına acımasızca yumruk sallaması acaba bir askerlikten muaf tutulma diyeti olmasın. Milli Eğitimde, belediyelerde, yargıda yaşanan kadrolaşmalar profesyonel ordu adı altında TSK’lerinde yaşanmayacak mı? Ergenekon, Balyoz davaları ile boşalan onlarca Amiral ve General kadroları var. Bu kadroların kadrolaşmadan etkilenemeyeceğini söyleyebilir misiniz? Kamu kurum ve kuruluşlarının üst kadrolarına değişik birimlerden atama yapılmasını öngören yasa din görevlilerinin bu kurumların başına getirilebilmesi için bir kapı olamaz mı? Torba yasaya yüz bin kişiyi ilgilendiren haklılar dediğiniz bir konuyu yetiştiremezken, Sayın Erbakan’ın kayıp trilyon davasında affedilmesini sağlarken demokrasi neredeydi? Biz şimdi model ülke miyiz? Biz şimdi İslam ile demokrasiyi bir arada yaşatan tek ülke miyiz? Hadi oradan. İslam adı altında Teokratik destekli kolay idarenin yolu bulunmuş, şimdilik Cumhuriyetle de kamufle edilmiş, zavallı insanlar ülkesiyiz.  Yakın gelecekte yüzde 70 ve 80 gibi oylarla tek partinin iktidarda uzun süre kalacağı post modern Mağrip ülkesi, Azerbaycan’ın ikizi bir ülke olacağız.

 

Mağrip ülkelerinde yönetim değişince sesler kesildi. Yeni yöneticiler bir süre halkın genelini kucaklar görünse de, posası çıkmış devrik liderlerden koparılamayanların koparılacağı yeni devir başlamış oluyor. Mağrip mi yoksa Makber mi yarab… Şarkı sözündeki Makber’in kelime anlamı Mezar’dır. Mağrip ülkeleri belki on yıllar sürecek bir işgali de beraberinde yaşayabilir. Belki de gerçekten Makber olacaklar. Stratejistler tabii ki uluslar arası menfaatleri ve yapılan pazarlıkları araştırıyorlardır.

Biz komşularımızla sıfır sorun saçmalığını uygulamaya çalışıyoruz. Oysa Churchill’in meşhur bir lafı vardır. “İngiltere’nin dostu yoktur. İngiltere’nin çıkarları vardır.” Bu sözün doğruluğunu herkes kabul ediyor. Şu ahvalde ülkemizin günü birlik dış politika popülasyonlarına ihtiyacı yoktur. Yok efendim en çabuk tahliyeyi biz yapmışız. Yok efendim İngiliz gazeteleri bile bizim başarımızı konuşuyormuş. Efendiler kendinize gelin. İngiltere, Fransa, ABD gibi ülkelerin büyük şirketleri hangi ihaleleri alacaklarını konuşuyorlar. Belki ülkeleri bile kağıt üzerinde paylaşıyorlar. Biz aynaya bakıp “nasılım” diyeceğimize Konvansiyonel güç dengelerinde yediğimiz, ya da yemek üzere olduğumuz kazığa bakalım. Rusya şu an hiç kuşkusuz bunun hesabını yapıyor. Rusya şu an kuşkusuz bizden daha çok atakta. Mısır’da radikallerin işbaşına gelmesi an meselesi. Bundan kim nemalanacak? Elbette ABD ve Batılı ülkeler. Olası bir İsrail arap gerginliğinde araya girecek İran ve Türkiye gibi ülkelerin boğazı nasıl sıkılacak? Tabii ki Mağrip bir Müslüman Makberi ve Batı medeniyetinin yeni toprakları olarak.

Mesleğimizi fazla ilgilendirmeyen böyle bir konuda fikir beyan ederek bazı  arkadaşlarımın beklentisine uzak yazdığım için şimdiden özür dilerim. Umarım her şey benim düşündüğümden daha doğru analiz ediliyordur. Umarım ben yanılmışımdır. Saygılarımla…

genclige-hitabe

Son Yorumlar

Son Eklenen Mesajlar

SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN Her şeyin gönlünüzce gerçekleşeceği; sağlık, başarı ve mutluluk dolu nice yıllar diliyoruz. SİTE VE ASSUBAY GÜÇ BİRLİĞİ YÖNETİMİ
Pazar, 31 Aralık 2023
SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
Baş öğretmenimiz ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi şahsında tüm öğretmenlerimizin ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN... Demokrasinin, adaletin, huzurun ve refahın hakim olduğu nice öğretmenler günü kutlamak dileklerimizle sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz.
Cuma, 24 Kasım 2023
SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
BAĞIMSIZLIK SAVAŞIMIZIN KAHRAMANI, LAİK, DEMOKRATİK CUMHURİYETİMİZİN KURUCUSU, EBEDİ ÖNDERİMİZ VE BAȘKOMUTANIMIZ BÜYÜK DEVRİMCİ GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü BEDENEN ARAMIZDAN AYRILIȘININ 85. YILINDA SAYGI, ÖZLEM VE ŞÜKRANLA ANIYORUZ... RUHU ŞAD, MEKANI CENNET OLSUN. 10 KASIM 1938 ! Bir devre damgasını vurmuş, dünyanın gidişatını değiştirmiş, yalnızca ya...
Cuma, 10 Kasım 2023

Son Eklenenler

Copyright © 2006 Emekli Assubaylar. Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım İhsan GÜNEŞ