Çağdaşlık yönelmesi,
Ve yavaş yavaş bedevi kokar oldu.
Televizyonlar,
Çağdaşlık yolundaki yönledirmeyi,
Terk eder olduk sanki.
Benliğini kaybettirmenin değişik yollarını,
Toplumu uyutarak,
Televizyonlarda yaşar olduk.
Araplaşma kültürü yolunda.
Türk kelimesi ve Türklük,
Buharlaşmaya doğru gitti.
Benden olmayan,
Kültürün işgali midir nedir?
İstikamet acaba?
Yobazların sarıkları, şalvarları moda.
“Efendimiz“ böyle giyinirmiş,
Söylemleri dolanır durur ortalarda,
Ve mahalle baskısı yobaz çığırtkanlığında.
Tarikatın renklisinin çoğunluğunda.
Eğitimin, eğitilme şekli yön değiştirdi.
Kendi çocukları yurt dışında,
Çağdaş ülke dilleri peşinde.
Çaresizler, haydi imam hatiplere...
Din eğitimli,
Hukukçu, ekonomist, mühendis,
Atom bilgini,
Fizikçi, doktor.
İlahilerle ruhsal tedavi.
Terapi...
Neden teknik okullar değil?
Neden bedevi diline rağbet?
İstikamet.
Ülke'de 1708 din kökenli.
Adı imam hatip okulu.
Kazanım ne?
Öbür dünya!
BM'ce resmen benimsenmeyen
Geçerli olmayan dil,
Arapçayı sevdirme gayretli.
Ve bunun adı meslek okulu.
Din meslek olamaz…
O ilahi'dir.
Ulaşılmak istenen inançtır, amaçtır.
Ne kadar da çok
İmam ihtiyacı varmış ülkede.
Ama, gaye farklı.
Taraftar oluşturma,
Temelde uyuşturma.
Kurs adı altında pedagoji okumamışların.
İç tepilerinin yüzeye çıkıp,
Masum beyinleri,
Hurafeler ile,
Besler halde yönelmedir bunun adı..
Ve geriye gidiştir.
Geriye götürmeyi tetiklemedir.
Gizli, gizli...
Kurslarla,
Bilenler için.
Ve ninnilerle uyutulmaya çalışılan,
Sevgili insanım uyumamalısın...
Çağdaşlığa,
Açılan kapı henüz kapanmamıştır.
Henüz.
Sen Türk'sün,
Arap değilsin.
Atalarını,
Orhun Abideleri'ni,
Orta Asya'yı,
Dedem Korkut'u,
Geçmişini,
Ve Türklüğünü
Unutmamalısın......
Mehmet Kayalı
Bu soruyu sokakta kime sorsanız, Cumhuriyet Halk Partisi olduğunu söyler. Oysa, önce Halk Fırkası adıyla, sonra düzeltilerek Cumhuriyet Halk Fırkası olarak kurulan parti, ülkemizin ikinci partisidir. İlk parti ise, Nezihe Muhiddin ve on üç kadın arkadaşı tarafından kurulan Kadınlar Halk Fırkası’dır.
Bugün adı bile anılmayan, değil gençliğin, neredeyse bütün bir ulusun unuttuğu bu isim; ülkenin önemli merkezlerine heykeli dikilecek, banknotlarımızdan birinin arkasına resmi basılacak önem ve değerdedir.
1898-1958 arasındaki 60 yıllık kısa ömründe birçok başarıya imza atmış, geride çok değerli eserler bırakmıştır. 20 civarında romanı; 300 civarında öykü, piyes benzeri eseri vardır. Dört yabancı dil öğrenme başarısını da eklersek, 20. yüzyılın entelektüel birikimi zirve yapmış bir şahsiyetiyle karşı karşıya olduğumuzu anlarız.
Haziran 1923’te kuruluş çalışmaları tamamlanan Kadınlar Halk Fırkası (KHF), kuruluş dilekçesine tam sekiz ay sonra yanıt alabildi, gelen yanıt şuydu: “1909 tarihli Seçim Kanunu’na göre, kadınların siyasi temsili mümkün değildir.”
Düşünebiliyor musunuz; kadınların oy kullanma hakkı bile söz konusu değilken, üstelik diğer kurucuları da tamamen kadınlardan oluşan böylesine cesur bir girişimi kim yapabilir? Bu muhteşem cesaret, bugünün gençliğinde bile yok, maalesef!
Ret yanıtının ardından boş durmayan Nezihe Hanım, Türk Kadın Yolu adını verdiği bir dergi çıkardı. Derginin hem sahibi hem genel yayın yönetmeniydi, zaten kendi cebinden koyduğu parayla kurulmuş bir dergiydi. 18 sayı boyunca çıkmayı başaran dergi, kadınların siyasal hayatta yer edinmeleri ve bu taleplerin dile getirilebilmesi için çaba harcadı.
1925’te, henüz kadınlara hak tanınmadığı halde, Halide Edip ile birlikte milletvekili adayı oldu. Olamayacağını biliyordu, amacı hem Büyük Millet Meclisi’ni hem kamuoyunu bu fikre alıştırmaktı.
Meyve veren ağacı taşlamakta mahir bir ulus olduğumuzdan olsa gerek, hakkında çeşitli yolsuzluk iddialarıyla yıpratıldı, 1927’deki seçimlerde de milletvekilliğine adaydı ama sonradan adaylığı iptal edildi. Kadınların adaylığı ve siyasal hayatın içinde yer almaları konusu, bu girişimler sayesinde sıcak tutuluyordu.
Biliyorsunuz, kadınlara seçme ve seçilme hakkı 5 Aralık 1934’te verildi ve Nezihe Hanım, ideallerinden asla vazgeçmeyen yapısıyla 1935’teki seçimlerde İstanbul bağımsız adaylarından biriydi.
İleriki yaşlarında yalnızlaştıkça, zihni ona oyunlar oynamaya başladı ve ülke tarihimizin ilk kadın kahramanlarından Nezihe Muhiddin, Şişli’deki bir akıl hastanesinde son nefesini verdi. Cenazesi de son derece sönük geçti, zamanında etrafında pervane olanlar cenazeye katılmak yerine, çelenk göndermeyi tercih ettiler. Günümüz feminist hareketinin de pek sahip çıktığını, hatta adını andığını görmüyoruz. Oysa kadınlarımız, ona ne çok şey borçlu olduklarını düşünmeli ve bu ismin unutulmaması için çaba sarf etmeli.
Heykeli dikilecek bu değerli insanımızı saygıyla yad ediyorum.
Dün yolum, İstanbul-Sarayburnu’ndaki Askeri Gazino’ya düştü. Otururken hem muazzam manzarayı hem Cumhuriyet’in ilk Atatürk Heykeli’ni seyrettim. İçimden geçenleri de sizlerle paylaşmak istedim:
1923’te Cumhuriyet ilan edildikten sonra, yeni rejimin oturması için ek argümanlara ihtiyaç vardır. Heykel sanatı bugün de rejimlerin geleceğe taşınmasında güçlü bir argümandır, hele 1920 ve 1930’larda çok çok büyük öneme sahiptir. Atatürk, Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel’i ister. Ülkenin çeşitli yerlerine yerleştirilecek heykelleri için sanatçıya pozlar verir. Krippel’den bağımsız olarak ve Atatürk’ten izin alınarak ilk heykel, şimdi olduğu gibi, o zamanlar da muhafazakar bir yapıda olan Konya’da yapılmaya başlanmıştır. Bu heykel, ikinci dikilen heykel olabilecektir, zira Krippel’in ilk çalışması olan heykel Sarayburnu’na dönemin Belediye Başkanı (Şehremini) Muhittin Bey (Üstündağ) tarafından coşkulu bir konuşmanın ardından açılmış ve aynı gecenin geç saatlerine kadar halkın heyecanla ziyaret ve ilgisine mazhar olmuştur. Açılış tarihiyle ilgili çelişkiler olmakla birlikte; 1926’nın 23 Ağustos, 3 Ekim ve 6 Ekim tarihleri anılmaktadır. Genel kabul gören 23 Ağustos 1926 olup, Konya’daki ikinci heykel de 29 Ekim 1926’da açılmıştır.
Heykellerin yanından geçerken ayrıntılara dikkat edilmesi, döneminin bilgileriyle birlikte değerlendirilmesi gerekir; işte, o zaman yaratılan o figürlerin rejimin gelecek nesillere taşıyıcısı olduğunu görür ve dinlemeyi bilirseniz, size bir şeyler söylediğini duyarsınız.
Atatürk heykellerinin bol yapıldığı yıllar, aynı zamanda heykellere saldırıların da bol olduğu yıllardır. Bütün bunlara rağmen heykeller, görevlerini şimdiye kadar yeterince yerine getirmiş olmalı ki, Cumhuriyet’in 92. yılına doğru ilerlemekteyiz. Yoksa Süleyman Apaydın’ın yazdığı “Yıkın Diktiğiniz Heykellerimi” şiiri bir sitem olmakla kalmayıp, gerçek bir karabasana dönüşebilir.
Saygılarımla…
Ey milletim; ben, Mustafa Kemal’im…
Çağın gerisinde kaldıysa düşüncelerim,
Hala en hakiki mürşit değilse, ilim,
Kurusun damağım, dilim.
Özür dilerim…
Unutun tüm dediklerimi,
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi…
Özgürlük hala en yüce değer değilse eğer,
Prangalı kalsın diyorsanız, köleler;
Unutun tüm dediklerimi,
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi…
Yoksa çağdaş medeniyetin bir anlamı,
Orta Çağ’a taşımak istiyorsanız zamanı,
Baş tacı edebiliyorsanız,
Sanatın içine tüküren adamı;
Unutun tüm dediklerimi,
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi…
Yetmediyse acısı şiddetin, savaşın,
Anlamı kalmadıysa,
Yurtta sulh, dünyada barışın,
Eğer varsa ödülü,
Silahlanmayla yarışın;
Unutun tüm dediklerimi,
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi…
Özlediyseniz fesi, peçeyi,
Aydınlığa yeğliyorsanız kara geceyi,
Hala medet umuyorsanız,
Şıhtan, şeyhten, dervişten.
Şifa buluyorsanız,
Muskadan, üfürükçüden;
Unutun tüm dediklerimi,
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi…
Eşit olmasın diyorsanız kadınla erkek,
Kara çarşafa girsin diyorsanız,
Yobazın gazabından ürkerek.
Diyorsanız ki okumasın,
Kadınımız, kızımız,
Budur bizim alın yazımız;
Unutun tüm dediklerimi,
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi…
Fazla geldiyse size hürriyet, cumhuriyet,
Özlemini çekiyorsanız,
Saltanatın, sultanın;
Hala önemini anlayamadıysanız,
Millet olmanın…
Kul olun, ümmet kalın,
Fetvasını bekleyin şeyhülislamın;
Unutun tüm dediklerimi,
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi…
RAHAT BIRAKIN BENİ…
Köy Enstitüleri dediğimizde İsmail Hakkı Tonguç’u, İsmail Hakkı Tonguç dediğimizde Köy Enstitüleri’ni anmamak mümkün değildir.
Biri kız, toplam 8 kardeşin en büyüğü olduğundan, “en büyük çocuk” anlamına gelen tonguç kelimesini kendisine soyadı olarak seçtiğini biliyoruz.
Eğer Köy Enstitüleri -çok yanlış bir kararla- kapatılmasaydı, eminim, Türkiye bugün olduğu yerden çok daha yukarılarda olurdu. Tonguç gibi, Hasan Ali Yücel gibi eğitim devrimcilerinin karşısında başımız öne eğikse, yıllardır uygulanan yanlış politikalarla eğitimimizin içine sokulduğu durumdan dolayıdır.
O, sadece ailesinin en büyük çocuğu olmakla kalmamış, Türk eğitim hayatının da en büyüğü olarak kayıtlara geçmiştir. Bugün onların bayrağını, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (YKKED) taşımayı azimle sürdürmektedir. Bu isimsiz neferlere dost selamlarımızı sunuyor, 24 Haziran 1960’ta kaybettiğimiz İsmail Hakkı Tonguç’u 55. ölüm yıldönümünde saygı ve rahmetle anıyorum.
Okuyun.
Okumanız,
geleceğinizi bu günden hazırlama olmalı.
Ülkenin aydınlığına,
kişilerin eğitilmişlik yolunda,
yaratılan içtenlikli başlangıçtır.
Olgular,
ilerici adımlardı.
Yılların ihmalini giderici,
unutulmuşluğa karşın
çağdaşlığı aramaktı.
Köy Enstitüleri,
atılımdı bizler için geleceğe.
Diğer ülkelerin örnek aldığı olgu idi,
bize gurur veren.
Özenilerek bakılan,
içi dolu idi girişimlerin.
Ufuktaki umut ışığına,
ulaşmaktı gaye.
Çığırdı bunu adı.
Köy enstitüleri,
ülkenin eğitimi ve eğitilmişliğin,
kılavuzu idi.
Emperyalizmin sömürüsünü,
def etmenin farklı bir yolu ve anahtarı idi.
Emperyalizme muhtaç olmadan.
ülke içindeki olanakların
işlerliğini işlev hale getirmenin,
yolu idi köy enstitüleri.
Sağlamanı amaç ve çabaları idi.
Çok şey boçluyuz,
dışladığımız verimli eğitim rehberimize.
Türkiye'deki gelişme çabalarını gören,
Arjantin ve diğer ülkeler alıp
ülkelelerine götürdüğü
ilerici bir sistem idi.
Türk kültürüne ters,
çetrefilli Arap alfabesinden
uzaklaşmanın olumlu bir yolu idi.
Üretime yönelikti.
Bugün yalvarıya yönelik eğitim sistemi ile,
çağdaşlığı yakalamak zor.
Olası olamaz!
Bir ülke.
çağdaş eğitim veren,
bilim ve üretime yönelik okulların sayısı ile,
ufuktaki hedefine yaklaşır
ve ulaşır.
Mehmet KAYALI
Kereste tüccarı babanın oğlu olarak dünyaya geldin.
Çok küçük yaşta babasızlığı, sonrasında ise doğduğun vatan toprağının elden çıkış acısını yaşadın.
Acılarla doluyken bile daima çareler aradın.
O küçük yaşlarda, arkadaşlarına devlet idaresinde görevler tevcih ettin.
Kimin görevlendireceğini sorduklarında ise “ben atayacağım” dedin.
Ve gün geldi, şartlar, tarihi olaylar, size atama görevini verdi.
Kırım savaşı ile başlayan dış borçların Duyun-i Umumiye yoluyla Osmanlı’dan tahsil edilmesi, yokluk, yoksulluk, açlık, gıda sıkıntısı, hastalıklar kol geziyor, yaşı kırka varana, uzun yaşamış, diyorlardı, yaşadığınız dönemde,
Ömrünüz, insanların acımasızca katledildiği, vatansızlaştırıldığı kanlı savaşların, salgın hastalıkların bulunduğu bir yüz yılda geçti.
Avrupalı kendi içinde savaşıyor, kendi içinde savaşın dışında Osmanlı üzerinde planlar yapıyor, ittifaklar kuruyordu ileride çıkacak dünya paylaşım savaşı için.
Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlü olarak dünya üzerinde var olabilmesi için bir Türk subayı olarak 1905 yılından itibaren Şam’da, Makedonya’da, Trablusgarp’da, Gelibolu’da, Bolayır’da, Edirne’de Sofya’da Çanakkale’de, Diyarbakır’da, Muş’da, Bitlis’de, Halep’de, İstanbul’da, şahsınıza verilen görevleri layıkıyla yaptınız,
Olan biteni izlemektense, bir vatansever olarak olanları yorumlayıp, çıkış yollarını sunadurdunuz devlet idaresine.
Savaşa girmekte aceleci davranmayın, dediniz ama onlar alelacele, Almanya’nın yanında olarak l.Dünya Savaşı’na girdi.
Savaş sonrası ise hüsrandı Osmanlı için.
Bütün mücadelelere rağmen, yanlış idari kararlarının sonuçlarından kendini kurtaramayan ve yedinci maddesi gereğince “Osmanlı İmparatorluğu'nun herhangi bir bölgesine, güvenliklerini tehdit edecek bir durum nedeni ile İtilaf Devletlerine işgal hakkını da tanıyan” Mondros Ateşkes Antlaşması 30 Ekim 1918 tarihinde imzaladı.
Ateşkesten sonra silahlarını teslim edip, birliklerini terhis etmeye başlamıştı, Osmanlı İmparatorluğu.
Hâlbuki büyük araştırmalar sonucu elde ettiğiniz bilgileri yorumlayarak, daha savaş başlamadan Sofya’dan göndermiş olduğunuz, içeriği önerilerle dolu mektupları veya Trablusgarp’taki tekliflerinizi dikkate almış olsaydı idare, muhtemeldir ki Mondros diye bir şey olmayacak, düşmana tavizler verilmeyecek, devlet idaresi ve topraklar işgal edilemeyecekti.
Devlet Yönetiminden gelen emirlere olan geçmiş itaatkâr tutumunuz gözetilerek, yoğun görüşmeler sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun düşman tarafından sıkı sıkıya kontrol altında tutulduğu bir dönemde, Mondros aleyhine uygulamaların bulunduğu bölgeleri bastırmak, düşman devletlerin istediği şekle sokmak, Türklerin Karadeniz Bölgesinde Pontusçulara karşı geliştirmiş oldukları direnişi kırmak, silah ve cephaneleri toplamak, vatandaşlara silah dağıtılmasını engellemek ve dağıtım yapan kuruluşları ortadan kaldırmak üzere 30 Nisan 1919'da 9’uncu Ordu Müfettişi olarak Samsun'a görevlendirildiniz. Ve ilk kez, tevdi edilen görevi yapmadığınız için görevden alınmanız gündeme gelince onlardan önce davranarak istifa ettiniz. Sonrasında ise düşman devletlerin baskısıyla idam fetvanız verilmesine rağmen gönülden üstlendiğiniz ulvi görevinizden vazgeçmediniz.
Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan yola çıkışınızdan bir gün önce son olarak 15 Mayıs 1919 günü İzmir Yunanlılarca işgal edilmiş, sessiz kalarak işgale göz yuman İzmir valisi İzzet Bey Yunan askerince tokatlanmış, Türk askeri kışla nizamiyesinden dışarı çıkamazken, limandan şehre doğru giriş yapan Yunan askerine ilk kurşunu Osman Nevres (Hasan Tahsin) sıkmış, Yunan tecavüzleri başlamıştı…
Samsun’a çıktığınızdaki genel durumu kaleminizden okuyalım:
1919 yılı Mayıs'ının 19'uncu günü Samsun'a çıktım.
Genel durum ve manzara: Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu durum, Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes Antlaşması imzalamış, Büyük Harbin uzun yılları boyunca, millet yorgun ve fakir bir halde. Milleti ve memleketi Dünya Savaşı'na sokanlar, kendi hayatları endişesine düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin, soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını emniyete alabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükümet aciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız Padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir duruma razı, Ordunun elinde silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilaf Devletleri, ateşkes Antlaşmasının hükümlerine uymağa lüzum görmüyorlar.
Birer vesileyle itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'da
Adana vilayeti Fransızlar,
Urfa, Maraş, Gaziantep İngilizler tarafından işgal edilmiş.
Antalya ve Konya'da İtalya askeri birlikleri,
Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor.
Her tarafta yabancı subay ve memurlar ve ajanlar faaliyette. Nihayet başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce 15 Mayıs 1919'da itilaf Devletleri'nin uygun görmesiyle Yunan ordusu İzmir'e çıkartılıyor. Bundan başka, memleketin her tarafından Hıristiyan azınlıklar gizli, açık milli emel ve maksatlarını gerçekleştirmeğe, devletin bir an evvel çökmesine, çalışıyorlardı.
Düşman çizmesi altında çiğnenen vatan toprağında yakılarak, vurularak, kurşuna dizilerek, asılarak, süngülenerek, kesilerek, işkence görerek, tecavüz edilerek katledilen insanlarımızın ruhlarının dışında, okul yıllarından başlayarak, daha sonraki yıllarda da devam eden kurtuluş çarelerine dair sohbetlerinizden, önerilerinizden, savaş alanlarındaki kararlarınızdan sizin ne denli vatansever ve zeki bir insan olduğunuzu bilenler biliyordu ve her biri gönülden sizinleydi.
İşgal kuvvetlerince adeta esir alınmış, onlardan medet bekleyen, yabancının talimatlarını uygulayan idarenin verdiği görevi ifa etmeyerek Samsun’dan yaktığınız kurtuluş meşalesiyle yurt çapındaki bütün vatanseverler aydınlandı. O kurtuluş meşalesinden kuvvet buldu, güç aldı, yüreği acı dolu vatansever insanımız.
Yurt genelinde kurtuluş çaresi arayan küçük kuvvetler, analar, bacılar, gardaşlar o meşale etrafında birleşti ve Mondros’tan sonra, 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan Sevr Antlaşması ile aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşan emperyalist devletler dize getirilip, İngiliz Heyeti Başkanı Lord Curzon’un “Şimdi bu masada verdiklerimizi, yakında ekonomik zorluklar içine düştüğünüzde geri alacağız” tehditleri altında 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Barış Antlaşması sonrası bugünkü fikri hür, vicdanı hür bireylerden oluşan, kültür, bilim, eğitim, sanat, yerli sanayii esasına dayalı Türkiye Cumhuriyeti Devleti meydana getirildi.
Aziz Atatürk, bir fani olarak ebediyete intikal edip, naçiz vücudunuz elbet toprak olmuştur.
Ancak ilim esaslı meydana getirdiğiniz düşünceleriniz halen yolumuzu aydınlatmaktadır.
Yaşam bulduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bağımsızlığından rahatsız olan düşmanlarımız geçmişte ortaya koymuş oldukları çirkin emellerini günümüzde de gerçekleştirmek üzere var güçleri ile gerektiğinde geçmişten gelen hayranlarından iç destek alarak kahpece milletimizin birliğini bozmaya, devletimizi ortadan kaldırmaya yönelik, halen, maddi ve manevi nafile bir uğraş vermektedirler.
Meydana getirmiş olduğunuz en büyük eseriniz Türkiye Cumhuriyeti Devleti; tarihini bilen, okuyan, araştıran, okuduğunu yorumlayabilen, bilime inanan, fikri hür, vicdanı hür vatansever olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni meydana getirmiş olan Türk Milletinin evlatlarınca ebediyete dek yaşatılacaktır.
Cumhuriyetimizin 91. Yıl dönümünü coşkusuzca ve sessizce kutluyoruz. İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi. “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!” Her şey dua ile, amin ile olsaydı futbol maçlarında sahaya çıkıp iyi oynamaya gerek kalmazdı. Çalışmak lazım. Değerlendirmek lazım. Geçmişin ışığında geleceğe yürümek lazım.
Öğüt vermek, güzel güzel anlatmak iyi de, geliştirmeden aynı cümleleri sarfetmek, özellikle devrimcilik ilkesine üvey evlat muamelesi yapmak bakın bizleri ne hale getirdi. Maalesef orta yaşlılarımız Devrimcilik ilkesini, solculuk hatta dev solculuk olarak gördüler. İhtilaller bizlere Cumhuriyetin özgür bireyleri olmaktan çok, biat etmeyi öğretti. Cumhuriyete sadakati bile statükoya ve vesayete sadakate çevirdik.
Peki sana neler oldu sokaktaki vatandaş? Ne çabuk unuttun Cumhuriyetin nimetlerini... Hani sen kimsesizdin? Hani Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesiydi? Sokağa çık bak. Bak da utan Cumhuriyetimizin geldiği durumdan. Utan seni kimsesiz bırakmayan Cumhuriyeti bıraktığın kimsesizlikten…
Bu devletin milyonları bitmiş gibi, adının başında Cumhuriyet olan partiler de babadan oğula geçen siyasete alet oldular. Rejim, tıpkı din gibi, para gibi, köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir, feodalitenin korumasına verildi. Öyle ya… ağanın pohu üstüne poh olmaz… Okumuşluk, entelektüellik, bilim, feodal kapitalizmin emrine yeniden girdiğinde cici, farklı şeyler söyleyince kötü oldu. Yıkılmaya yüz tutmuş feodal ortaçağ derebeyi şatoları tekrar inşa edildi. Bu şatoların desteklediği imparatorluklar yeniden inşa ediliyor. Yine ruhbanlar iş başında…
Maden faciası içimizi cızlattı. Ancak ondan bir önceki hafta Yüksekova’da, dün Diyarbakır’da görev başında haince vurulan askerlerimiz ya da Eskişehir’den Isparta’ya gelirken trafik terörüne kurban olan sekiz öğrenci acı değil mi? Onlar alışılmış acı mı? Onları kanıksadığımız için mi kameralarımız artık az bahseder oldu? Elma bahçesinden dönen mevsimlik işçiler de mi kader kurbanı? Hep şoför uyudu deyip nereye kadar gideceğiz? Yolların, araçların teknik şartlarını şoförler mi hazırlıyor. Bu ülkenin fakirinin fukarasının cebine elini sokan sokana. Acıdır ki, kredi kartı aidatınızı geri alacaksınız diye ümit verip bile ellerini ceplerimize sokan bir soysuzlaşmadan bahsediyoruz. Bunlar olurken biz hepten de dilenci edasında yaşar olduk, korkar olduk, kendimizi eleştirmez olduk, etkisiz eleman olduk. Yöneticilerin halka hayvan gözüyle bakmasına ramak kaldı.
Kapitalizm acımasız diyoruz ya… Öyle acımasız ki, insanın ne kadar köşeye sıkıştığını bilmeye koysun. Adamın donunu bile alıyorlar da gıkı çıkmıyor. Her şeye sahip çıkmak istiyor vahşi kapitalizm her şeye. Kanunları da o yapmak istiyor. İnançları da o şekillendiriyor. Kapitalizmi koluna takmış bir iktidara muhalefet olmanın dayanılmaz sonuçları neler oldu? Dinsiz, ezana karşı gelen, camide şarap içen, başörtüsünden haz etmeyen, ateistler, komunistler, Vandallar, onlar, bunlar, şunlar deyip bir aşure çorbasına çevirdiler muhalefet olmayı. Hapse girenler iğdiş edilip çıkarılıyor. Sesi yükselene de çare var. Keyfe keder kanunları çıkarılıyor. Alın size bir kanun örneği vereyim. Kişinin iki yıl öncesine kadar olan bilgisayarda dolaştığı sitelerden yargılanması yetkisi kanunun elindedir. Yani biraz muhalefet ettiysen, sesin çıkıyorsa, dolaştığın sitelere bakacaklar. Vay efendim kazara bir seks sitesine girdiysen yandın. Porno kanununa muhalefetten yargılanacaksın. Yargılandığına mı yanarsın yoksa rezil olduğuna mı? Yüzünü kapatınca polis şüpheli görüp arayabilecek. Durun bir dakika.. Olamaz… Bu hükümet bunu yapamaz. Çünkü bu ülkede çarşaf ve peçeyle dolaşanlar var. Hem de muhafazakar bir tabanı olan hükümet bu kişileri nasıl arayacak. Canım konuştuğum lafa bak. Benim polisim işini bilir.
Her kentin bir imar planı var. İmar planına göre yeşil alan, okul, ibadethane gibi kurumlar zaten şehir plancıların kanunları ile sınırlı. Ama birisi çıkıp bu planı koruduğu zaman, koskoca devlet ezan sesine karşı olmakla, camiye karşı olmakla halkı suçluyor. Yazık… Yazık… Bu kadar bilimden uzak, bu kadar çağdışı olmaya meğer ne kadar hazırmışız… Sonra bir sabah koskoca İstanbul Büyükşehir belediye başkanı televizyona çıkıp diyor ki; “1/50.000 lik planlar hazır. Artık inşaat yapabiliriz. Kanuni bir engel yoktur.” Sayın başkana şu soruyu sorasımız geliyor. “-Arkadaş demek biz neye itiraz edersek itirazımızı boşa çıkarmak için tüm kurumları yuttunuz.”
Ülkemde bir paralel yapıdan söz ediliyor. Öyle bir trajikomik bir durumdayız ki? Sanki başkaları döneminde birileri gelmiş ve devletin içinde paralellik oluşturmuş. Sanki devletin içinde tek bir paralel varmış. Tabii ki her hükümet içine sızıp etken olmak isteyen organizasyonlar olabilir. Devletin işi bunu def etmektir. Devletin istihbarat ağı ne işe yarıyor? Neden zamanında harekete geçmedi? Mamanın paylaşılamadığını bilen geniş bir halk kitlesi Stockholm Sendromu içinde olan biteni seyrediyor. Bu örgütlü yapılanmayı neden bir kabadayı kavgası mantığıyla çözüyoruz? Akıl sağlığı yerinde olan bir kişi bu kadar aleni bir gayriciddiliği hemen görüverir. Peki gözlerimizi kapayan nedir? Duble yollar mı? Yüksek katlı modern binalar mı? Ancak parallelik olmalı. Devlet kurumlarıyla paralel çalışmalı. Maalesef ben merkezci bir yapılanmanın esiriyiz. Bir taraftan MGK’da her türlü paralel yapılanmalarla mücadeleden bahsederken, Çalışma Bakanı televizyona çıkıp, “Madenleri kapatmak istiyoruz ama araya 50 kişi koyuyorlar. O nedenle kapatamıyoruz.” diyor. Paraleli sen içinde ara Hükümet! Paraleli Bakanına sor! Kim bu elli kişi? Ücretlerine zam isteyene, kapıdaki işsizleri gösteren bir siyasetçiden ne kadar halkçı olmak beklenir ki!..
Bir maden faciası yaşanıyor. Yetmedi diğeri yaşanıyor. Sorumlular yakalanıp yargı önüne çıkarılacağına toplum önünde yaşananların idaresi yoluna gidiliyor. İmaj ve makyaj ile sorunlar çözülüyormuş gibi yapılıyor. TRT FM spikeri haberde şunları söylüyor; "Madende yaşanan felakete devlet tüm olanaklarını seferber etti. Kurtarmalara 580 kişi, iki helikopter ve bir uçak katılıyor.” Ben bu borazanlara soruyorum. Uçak ne iş yapıyor? Ve soruyorum. Sendikal organizasyonlardan neden hesap sorulmuyor. Çünkü yok. Çünkü iş sağlığı ve çalışma koşullarından el çektirilmiş. Çünkü kurumsal olarak iğdiş edilmiş. Çünkü patronlar sendika lafını sevmez. Bugüne kadar hangi sendika çıkıp ta son yaşananlar için eylem lafını telaffuz etti? Edemez. Sendika başkanlarının koltuğu bile üyelerin elinde değil. Senin adayın, benim adayım. Sağcı, solcu mantığı alabildiğince ayırımcılığıyla sürerken maalesef ve bağımsız olarak söylüyorum ki, solculuk linç ediliyor.
Böyle bir gündemle Cumhuriyetin 91. Yılını kutlarken, çarşı ortasında Devletin askerleri infaz edilmeye başlandı. Otobüsteki Gazimiz bile, “senin Gazin benim Gazim” diye adlandırılıyor. “Ananı da al git!” “Gaziliği suistimal etme!” “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir.” siyasetinden nerelere geldik. Eğer biz ilkeli olmaz ve adamcı olursak tabii ki daha neler göreceğiz. Dün ak dediğini alkışladığımız kişilerin, bugün kara demelerini alkışlar olduk.
Bir kıvılcım bekleyen kurumuş otlar gibiyiz artık. Gelecek nesillerimize saygımızı yitirmiş, geleceği düşünmeyen, biat eden, korkutulmuş bir toplum olduk. İşimize gücümüze bakmayı, boyumuzdan büyük işlere bulaşmamayı öğütlüyorlar. Sokaklar parti terörü uygulayan polisten geçilmez oldu. Gençler sokak ortasında devletin polislerince dövülüp öldürülüyor. Eski TEMAD başkanımızın bir sözünü hatırlıyorum. “Başbakan sokakta yürüyenlere hak vermiyor. O nedenle eylem yapmıyoruz.” demişti. Tekel işçilerini örnek göstermişti. Maalesef bir gerçeğin dışa vurumu bu kadar sade ve basit olabilirdi. İşte böyle bir sevimsizlik çöküverdi emeğe sahip çıkanların üzerine.
Türk Milletini tekrar ayağa kaldırıp, Eskişehir eski Milletvekili Mail Büyükerman’ın da Kanal 26’da, ayakta ağlayarak okuduğu Atatürk’ün onuncu yıl nutku çizgisine davet etmek lazımdır. Tüm bu gerekçelerle toplumun her alanının üretimden gelen gücünü devletin bekası ile birleştirmesi görevdir. Niçin çalışıyorum? Diye sormak lazımdır? Neye ve kime çalıştığımızı bilmek lazımdır? O nedenle evimizin önünü temizlemeliyiz. Herkes kendi hakkını kapitalistlerin korkunç emellerine karşı gerek yegen yegen, gerekse birleşip koruması lazımdır. Ülkemizi onların bir kan emme arenası olmaktan çıkarmamız lazımdır. Aksi taktirde daha çok maden kazaları, daha çok şehit haberleri, daha çok trafik canavarları göreceğiz. Bizi geleceğe taşıyacak yegane unsur çağdaş medeniyete sahip çıkarak Cumhuriyetin temellerine bağlı kalmaktır. Sivil toplum örgütlenmelerini yükseltmek, halkın ve emekçinin ezilmesini önlemektir. Bu nedenle kapitalistlerin ve ağaların itibarsızlaştırdıkları sendikal yapılanmayı canlandırmalıyız. Demokratikleşme adına devrim yapma fırsatı şu an bizlere verilmiştir. Son günlerde yaşadığımız olaylar, sivil toplum örgütlenmelerinin kuvvetli olması ve memleketin sorunlarının çözümünde söz sahibi olması gereğini bir kez daha ortaya koymuştur. Bunu değerlendirip değerlendirmemek bizlere bağlıdır.
01 Kasım 2014 Günü yapılacak olan TAS-SEN çalıştayına bu ümit ve duygularla katılacağımı, tüm meslektaşlarımın bu bilinçle hareket ederek katkı sağlayacağını ümit ediyorum.
Saygılarımla…
Bir yüksek kültürün eseri olan Atatürk’ün meydana getirdiği Cumhuriyet rejimi Demokrasi ile birlikte her türlü şartta, en ağır koşullarda bile kendini geliştirme imkânı bulan insanlar sayesinde ebediyen yoluna devam edecektir.
Meydana getirilmiş olan eser öylesine kapsamlı ve kavrayıcı ki, yaşamın farkında olan fikri hür, vicdanı hür, bilimi rehber edinen her insan tarafından daha yükseklere taşınmakta.
Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi badirelerden, kara senaryolardan geçilerek doğduğunun farkındayız.
İnsana yaşama sevinci veren, mücadele azmini güçlü kılan Cumhuriyetin kurucusu, savaş alanlarının kahramanı, barışın, insanlığın, adil paylaşımın, çağdaş yaşamın mimarı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk insanın yanısıra pek çok mazlum milletlere de yaşam kaynağı, özgürlük ve bağımsızlık vesilesi olmuştur.
Yabancıdan talimat almayan,
Bağımsızlığı karakteri olan,
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milletine kendini sürekli yenileyebilen, kültür ve bilim temelli öylesine sağlam temelli bir eser bırakmıştır ki, takipçilerince sonsuza dek yaşanacak ve yaşatılacaktır.
Eğer, Türkiye, Batı hariç, çevresindeki ülkelerden gelişmiş ve çağdaşlık yolunda kararlılıkla ilerliyorsa, etnikçilik, mezhepçilik devleti yönetenlerce körüklense de bir arada yaşamayı başarıyorsak bunu yüksek kültür temelli Cumhuriyete borçluyuz.
En değerli şey olan insanca yaşama hakkını Cumhuriyetin Türk halkına nasıl sunduğunu anlamak için Afganistan, İran, Pakistan gibi ülkeler bir yana, koca bir coğrafya olan Orta Doğu’ya bakmak dahi yeterlidir.
Dış güçler tarafından Türkiye Cumhuriyeti’ne “Yeşil Kuşak”, “Ilımlı İslam”, İslam ağırlıklı “Model Ülke” gibi hedef saptırıcı değişik roller biçilip, kendi ülkelerinde amaçları doğrultusunda yetiştirdikleri kişileri milliymiş gibi Devletin başına getirseler de, Cumhuriyet fikriyle yetişmiş Türk insanı muasır medeniyetler hedefini kararlılıkla gerçekleştirecektir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 30 Ağustos 1924 tarihinde Dumlupınar’da dile getirdiği: “Uygarlık yolunda yürümek ve başarı göstermek, yaşamını sürdürmenin şartıdır. Bu yol üzerinde durakalanlar, yahut da bu yol üzerinde ileriye değil de geriye bakmak bilgisizlik ve kavrayışsızlığı içinde bulunanlar, genel uygarlığın coşarak ilerleyen selinin içinde boğulma durumuna düşmekten kendilerini kurtaramazlar" sözü Türk Milleti için ebedi bir yaşamsal hedeftir.
Kimileri için Demokratik Cumhuriyet bir araç iken; okuyan, araştıran, yorumlayan, sorgulayan, pozitif bilimi rehber edinen Türk insanı için Demokratik Cumhuriyet bir araç değil, ebedi bir amaçtır.
Cumhuriyeti bize armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ve O’na desteğini esirgemeyen Türk halkına sonsuz saygı ve şükranlarımızı sunuyoruz.
Bireylerin, yönetenler üzerinde daima etkili olmasını sağlayan “Demokrasi” yoluyla idare edilen Cumhuriyet rejimiyle yönetilen devletlerde; belli bir soy, sınıf, kral, şah, teknokrat değil, kendine egemen olmak gibi bir yetiye kavuşan birey ve bireylerden oluşan topluluklar etkili.
Yedi kuşak geçmişi, padişahın kulu olarak yaşamış toplumun bireyleri, kulluktan birey oluvermiş Atatürk sayesinde.
Birey olmak da ne ki?
Yıllarca padişahın kulu olmanın yanı sıra, gerçek din adamları hariç; şeyhler, şıhlar, tarikat liderleri de kendilerine kul etmiş insanları.
Kimi insanlar, şeyhin, şıhın, tarikat liderinin müridi olmadan yolunu bulamayacağına, ağasız yaşayamayacağına, inandırılmış, inanmış...
İşte böylesi bir inanç sayesinde onlarca isyan çıkartılmış Anadolu’da. Ağa ağalığından, şeyh şeyliğinden, tarikat lideri tarikat liderliğinden vazgeçmemek için.
Ve tabii yedi düvel boş durur mu? Onlar da desteklemiş isyanları, ama nafile. Atatürk ve arkadaşları inandığı yoldan dönmemiş bir türlü.
Bu defa derinlere dalmışlar, Avrupa, Amerika, şeyh, şıh, tarikat lideri, hepsi birlikte, pençelerine düşmüş, kendilerini bir türlü onlardan kurtaramayan insanları, bir bir demokratik cumhuriyet düşmanı olarak işleyip durmuşlar.
Sosyal devlet kişiyi özgürleştirmek için çalışırken, onlar ise kişileri kendine bağımlı tutmaya çalışadurmuşlar.
Bakmışlar ki, bu iş dıştan olmayacak! Öyleyse devlet idarelerine sızmalıyız, demişler ve başlamışlar ağır ağır devlet idaresine sızmaya...
İdareye sızdıktan sonra, kişileri özgürleştirecek devlet sistemlerini, politikalarını yavaş yavaş işlemez, işbirlikçisi oldukları AB-D’ye bağımlı hale getirmişler.
Ekonomik faaliyetleri dışa bağımlı hale getirdikten sonra, ülke halkının yoksulluktan başını kaldırıp, başka şeylerle uğraşması, kendini geliştirmesi, kültür seviyesini yükseltmesi ne mümkün...
Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ni koruyup işletecek olanlar; insanları kendisine bağlamak veya birine bağımlı olmak gibi bir hasta ruha sahip olmayan, çağdaş, insana saygı duyan, bağımsız birey olabilmiş, bilime inanan, kültür düzeyi yüksek adamlardır!
Saygıdeğer Üyelerimiz
Cumhuriyetin özü, "bireyin varlığını" kabul eden bir yönetim sistemi oluşudur. Monarşi denilen tek kişi yönetimine dayalı yönetim sistemlerinde, babadan oğula miras kalan "asalet" ya da "kraliyet" her türlü tartışmanın dışında ve üzerindedir. Halk ise "teba" veya "kul" dur. Kral, Hükümdar ya da Sultan, hiç kimseye hesap vermek zorunda olmayan, ama herkesten hesap sorabilen bir konumdadır. "Kul" kesimi ise itaat etmekle yükümlüdür.
Bireyin varlığı kabul edilmediği için, bireylerin oluşturduğu toplumdan da söz etmek mümkün değildir. Halkın tercihleri doğrultusunda bir seçme-seçilme söz konusu olmadığı için, halkın yönetimi etkilemesi de söz konusu olamaz.
Kurtuluş Savaşımız, Fransa'da olduğu gibi bir demokrasi mücadelesi değil, bağımsızlık mücadelesidir, emperyalist ülkelerin işgallerine son vermek için verilen bir mücadeledir. Sözü edilmese de sanki, Kurtuluş Savaşı bir demokrasi mücadelesi gibi algılanır.
Kurtuluş Savaşı'nın hemen ardından kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi ve arkasından ilan edilen CUMHURİYET, bireyin varlığını kabul ediyor, babadan oğula geçen saltanat dönemine son veriyor, insanın sadece insan olduğu için bir değere sahip olduğunu özellikle vurguluyordu. Cumhuriyet bağımsızlıktır...
Artık, "birey" vardı ve bireyler toplumu oluşturuyor, toplum kendisini yönetecekleri seçiyor, beğenmezse değiştiriyor, seçilenler de gücünü kendisini seçenlerden aldığını biliyor, günü geldiğinde toplum karşısında hesap vereceğinin farkına varıyordu. Padişah babanın oğlu olduğu için padişah olmadığını bilen yöneticiler, halkın sesine kulak vermeyi bir zorunluluk olarak görüyordu.
Bu yıl 90 yaşına basan TÜRKİYE CUMHURİYETİ, Monarşiye son vermiş, aynı zamanda inanç özgürlüğünü getirerek, din sömürüsünün önüne geçmiştir. Din üzerinden beslenen şeyhler, şıhlar, dervişler saltanatına son vermeyi amaçlamıştır.
Ne yazık ki, 90 yıllık Cumhuriyet, şeyhler, şıhlar, dervişler saltanatına son verememiş, padişah heveslilerinin pusuda beklemesine de engel olamamıştır...
İslamda RUHBAN SINIFI olmamasına rağmen, son model otomobillerde gezip, Cumhurbaşkanı gibi korumalarla dolaşan tarikat liderleri gazete manşetlerine yansımakta, tarikat liderinin elini öpmek için uzun kuyruklar oluşmaktadır.
Cumhuriyetimizin Kurucusu Büyük Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği Türk Gençliği, Cumhuriyetin 90'ıncı yaşını kutlarken, ne yazık ki bazı kesimler tarikat evlerinde Cumhuriyet düşmanı olarak yetiştirilmektedir.
Cumhuriyet, hiç bu kadar buruk kutlanmamıştır bu ülkede.
Cumhuriyet, bu zorlu sınavı da geçecektir, bu sınavdan da güçlenerek çıkacaktır...
Emperyalist güçlere başkaldırarak,ülkemizin her tarafında bayrağımızın dalgalanmasının kaynağı olan Laik,Demokratik CUMHURİYET"imizi kuran Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına, vatanımızın bağımsızlığı ve bekası için canlarını veren aziz şehitlerimize ve kanlarını döken kahraman gazilerimize minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz.
CUMHURİYETİN 90'INCI YILI ULUSUMUZA KUTLU OLSUN