Telefondan aradı beni bir zaman önce. Benim çember çevirip çelik çomak oynadığım senelerde vatana hizmet aşkıyla yola çıkıp astsubaylık mesleğini seçmiş. 80’li yaşına dayadığı nerdübânın basamağını ağır ağır çıkan emekli bir meslek büyüğüm. Kendisi 1964 neşetli bir meslek çınarımız. Allah uzun ve sıhhatli ömür nasip etsin. Devresinin bugün hayatta olan belki de birkaç nadide temsilcisinden birisi. Adı, Mehmet KAYALI.
Yok olasıca YÖK’ün adını sanını henüz duyan bilen yok daha o tarihde. Türkiye Cumhuriyeti Ordusunda muvazzaf astsubay iken Anayasa’nın kendisine verdiği hakkın rehberliğinde okumaya azmetmiş. “Çoluğumun çocuğumun nafakasından kısdım. Mesaiyi bitirip karargâhdan çıkdım, okuldaki derslere yetişdim. Okulda dersden çıkdım, mesaiye koşdum. Dört sene gecemi gündüzüme, alnımın terini kitaplara katdım ve üniversite bitirdim” dedi. “Madem ki Anayasa okuyup kendini gelişdirmeyi emrediyor. Öyleyse bu emeğin bir karşılığı olmalı” demiş kendi kendine. 4 senelik Fransız kültürünü hiç teklemeden tam zamanında bitirip lisans diplomasını eline almış. Bilâhare, merakını mucip olmuş ve zamanın Kanun’larını karıştırmış şöyle bir. Mevzuatın üzerine çöreklenen o ebleh statü hazretleri, “lisans eğitimi yapan astsubay” diye bir mefhum tanımıyor daha o senelerde. “Al diplomanı da git” diyor, Mehmet beye. Çünkü şavalak statü haşmetmeapları o vakitlerde sağ cenahınızda gördüğünüz üzere kozasının içinde “Pupa” dönemini edâ etmekle meşgul.
Elindeki diplomayı alıp bir çerçevenin içine yerleştiriyor ve evinin duvarına asıyor. Diploma mahzun, sahibi mahzun. Gel zaman git zaman duvardaki diploma, ince hastalığa tutulmuş aşk-ı memnu divânesi gencin sapsarı olan benzi gibi saman sarısı renge bürünüyor. Artık bu diploma sadece tarihî bir vesika oldu. Torunlara miras bırakmakdan başka hâl çaresi kalmadı derken birdenbire zulmeti yaran kesif bir ışık huzmesi kamaşdırıyor gözlerini. T.B.M.M., yüksek öğrenim gören astsubaylara ilave bir derece intibak hakkı veren bir Kanun çıkartmış 1975 senesinin yaz aylarında. Kanun’un numarası 1923…
“Yesem de yatışmıyor, yatsam da yakışmıyor. Millet Meclisi astsubaya hak veriyor, Cumhurun başı bu hakkı iptal ettiriyor. Benim devletimi idare edenler nasıl oluyor da bu kadar fütursuz ve zalım davranıp benim yüksek öğretim hakkımı gasp edebiliyor?” diye devam etdi konuşmasına. Uğradığı haksızlığın acısını ve heyecanını ilk günkü tazeliğiyle hâlâ yaşıyor. Aramızda yüzlerce kilometre mesafe olmasına rağmen telefonda konuşurken kelimelerine katdığı davasına inanmışlık, heyecanı ve kararlılığı, sarfetdiği sözcüğün her hecesinde, her tonlamasında her boğumlamasında kendini hissetdiriyordu.
Kısa bir hasbıhâl’den sonra “Evladım!” dedi. “Mâzisini anlamayan istikbâlini tesis edemez. Biz astsubaylar, önümüzü görebilmemiz için tekrar tetkik etmemiz lâzım. Senden şu 1923’e bir bakmanı rica ediyorum” dedi. Bu vesileyle kendisine hörmetler eder ellerinden öperim.
Bir kaç kere zımnen de olsa Sayın Ersen GÜRPINAR da bu konuyu yazıları vasıtasıyla tavassut etmişdi bu tarafa. Emir büyük yerlerden. Mehabetimiz sonsuz. Savsaklamak âdetim değil. O zaman, bize de divitimizi hokkaya bir kere daha meccanen daldırmak düşüyor gayrı. Ne çıkarsa artık siz muhterem karilerin bahtına!
Sözlerime başlamadan evvel şunu ifade etmeliyim. Bu konu, 1970’li senelerde yüksek öğrenim görmüş üç beş astsubayın meselesi değil. Çünkü bu mesele geçmişde kalmadı. Bu mesele; astsubaylık yemini etmiş herkesin meselesi. Bu mesele hem geçmişimizi hem bugünümüzü hem de geleceğimizi derinden etkileyen bir mesele. Bugün emeklisiyle muvazzafıyla bütün astsubaylar, hattâ vefat eden meslekdaşlarımız ve eşi ve çocukları bile bu davanın acısını çekiyor.
Bu makâleyi yazmak epeyi vakdimi aldı. Sancı dolu ve uykusuz kaç gece geçirdim, kaç kere uykudan uyandım, hatırlamıyorum. Çevirilen dalavereleri gördükce hayretlere düşdüm, gözlerim yuvasından uğradı. Gördüklerime inanmak için defalarca okumak zorunda kaldım. O kadar ki ekrana fazla bakmakdan sinemde ekran yanığı meydana geldi. Bir hafta ilaç kullandım, gözlerimi açamadım. Yerli yerinde kullanabileceğim bir kelime, bir harf bulabilmek için kıvrandım. Çankaya, MSB ve AYM üçgeninde çevirilen bu danışıklı dövüşü sırf doğru anlamak ve doğru anlatabilmek için. Kimsenin vebalini almadan sadece doğruyu bulmak için.
Lâkin hayâlperest olmaya hâcet yok! Bu değerlendirme yazısını sonuna kadar okumak her babayiğidin harcı değil. “Hak” deyince aklına sadece “para” gelen ve sadece kendi menfaatinin tahakkukuna kilitlenmiş insanlardan, tarihin tozlu sayfaları arasında unutulup gitmiş böyle bir konuyu iştiyakla okumasını beklemiyorum.
Ne var ki ömrümü vakfetdiğim astsubaylık mesleğine olan sevgim, saygım ve gönül borcum gereği bu konuyu ele almak ve bu sancıyı çekmek zorunda hissetdim kendimi. Maksadım, Sayın Celâl ELBİR’in ifadesiyle elbette “Üzüm yemek, bağbanı dövmek” değil. Bu bağ, devlet babanın bağı. Sadece zabitan takımının değil. Peki, bu hınzır bağban, babamızın bağına desdursuz girip üstü buğulu salkım salkım üzümü kendi hapur hupur yutuyorsa ve bize yedirmiyorsa ne yapacağız? İşde o zaman ben, ayağa kalkarım! Tam da bu noktada meslek çınarlarımız Sayın Mehmet KAYALI ve Sayın Ersen GÜRPINAR’ın işaret etdiği 1923 sayılı Kanun ile astsubaya Meclis’in verdiği fakat askerlerin dolduruşuna gelen emekli asker Cumhurbaşkanının Anayasa Mahkemesi vasıtaysıyla gaspetdiği “eğitimde intibak hakkı” konusunu bugün bir kere daha değerlendirmenin önemi ortaya çıkıyor. Bu konu zamanında tetkik edilip peşine düşülseydi şayet eğitim intibakı konusunda bugün hâlâ yaşadığımız haksızlıkları çoktan halletmiş olurduk. Yüksek eğitim intibakı meselesini biz bugün çözüme kavuşdurmaz isek şayet bizden sonra gelen meslekdaşlarımız daha büyük sıkıntıları kucağında bulacaklar. Bu konuyu bugün gündem edip üstüne düşmezsek, vatana hizmet bayrağını teslim etdiğimiz genç astsubay arkadaşlarımız bir gün gelecek bizi hiç de hayır ile, dua ile yâd etmeyecek.
Sene, 1970… Akâmete uğrayan 9 Mart 1971 darbe teşebbüsü, ardından 12 Mart 1971 muhtırası… Sabah erken uyanan subay takımının daha gözlerinin çapağını yumadan darbeye yeltendiği çalkanltılı günler…
1967 tarihinde meriyete giren 926 sayılı TSK Personel Kanun’u kabul edileli daha 3 sene olmadan dedemin babasından yadigâr ilistire dönmüş. Hatırları hoş olsun. Subay efendiler, derenin suyunun neredeyse tamamını kendi tarlalarına akıtmanın saadetiyle huzurlu günler yaşıyorlar. Astsubaylar ise 1967 öncesini isli sırça kandil ile aramaya başlamış…
1970 senesine gelindiğinde sath-ı vatanda manzara-i umumiye şöyledir; hodbince ve astsubayları yok sayarak hazırlanan askerî Kanun’lar ile astsubaya en küçük subay rütbesi olan asteğmenin maaşından bile daha az maaş vermeye başlamışlar. Kendi yapdıkları darbe Kanun’ları ile zabitan takımı parsayı toplarken yeni fakat anlamsız isimlerle rütbe sayısını arttırıp astsubaylara adeta avara kasnak yapdırıp dam ardını dolan da gel demişler. Bugün daha şevkle harladığımız mücadele meşalesini tutuşduran kıvılcımı işde bu haksızlıklara karşı ayağa kalkıp göğsünü muhannete siper eden meslek büyüklerimiz ve gözü pek hanımları çakmış.
Yayını astsubay ve jandarma uzman çavuş hanımlarının gerdiği ok, yaydan çıkmış. Bu mücadelede astsubay hanımları ön saflarda kendilerine yer açmışlar. 16 Mayıs 1970; Astsubay eşlerinin Malatya nümâyişi. 22 Mayıs 1970; astsubay ve uzman jandarma çavuş eşlerinin Siirt’den Çoban Sülü’ye çekdiği telgraflar. 21/22 Mayıs 1970; Astsubay eşlerinin Ankara nümâyişi. Hemen ertesi gün, gene Ankara’da astsubay eşleriyle polis gardeşlerimizin saç saça baş başa meydan mücadelesi. 25 Mayıs 1975’de astsubayların kahraman eşleri ve çocuklarıyla Konya’da yürüyüşleri… Bir gün sonra, astsubayların gene aynı şekilde eşleri ve çocuklarıyla, Eskişehir’de, hemen az ilerideki Jet Üs Komutanlığına tanziren Şeker Fabrikasına yürüşü.
28 Mayıs’da bu kez nümâyişler İstanbul’a sirâyet etmiş. Hadımköy’de bir araya gelen yiğit ablalarımız “alın teri, yokdur yeri!” deyip uğradıkları haksızlığı haykırmış dünya âleme…
30 Mayıs’da efeler diyarı İzmir ses vermiş mücadeleye. Astsubayların eşleri, önlerine polisin kurduğu beş barikatın beşini de kuranların başına geçirmiş… Daha ne yapsın ki? Ne dersiniz Bülent Bey? Siz olsanız, bu durumda dağa çıkar mıydınız?..
Haziran hulûl eylediğinde, mücadelenin bayrakdârlığı kartal bakışlı havacı astsubaylara geçer. Pasif direniş denen ve o zamana puluç statü hazretlerinin hiç teşerrüf etmediği akıllıca bir taktik ile memnuniyetsizliğini ifşâ ederler. Apoletli köhnemiş zihniyet statüsü “O da ne ola ki?” diye birbirilerinin sıfatlarına bakarlar bön bön. Bütün bu haksızlıklar yetmezmiş gibi, kör gözüm parmağına dercesine bu kez de yeni rütbe tezgahıyla astsubaylara gizli bir tenzil-i rütbe cezası verilir. Bütün bu olanlara tren-öküz ikilemesi misâli bigâne kalan gabi statü putu, yeni eylemlere bilerek zemin hazırladığının farkında değildir. Er gibi giydirilip beslenen astsubayların bulgur pilavı ve ayran aşıyla bir 50 sene daha idare edileceğinin hesabını yapmakdadırlar o kötü kalplerinden.
Ve bu sancılı senelerin tozu dumanı arasına sıkıştırılmış 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı. Harekâttan hemen sonra zabitan heyetinin gene kendine yontan ve astsubayları yok sayan mâli düzenleme orostopollukları…
1975 senesi… Hava, kurşun kadar ağır, yeni günler asıl derin etki yapan ve ses getiren faaliyetlere gebedir. Astsubaylar, 926 sayılı Kanun ile 1970 senesinde yapılan düzenlemelerin getirdiği hem maddî hem de meslekî dayatmanın burgacında bunaltıcı günler yaşamakdadır. Geride kalan her günün sıkıntıları bardağı doldurmuşdur. Taşması için son bir damlanın yerine düşmesini beklenmektedir.
Astsubayların kahraman hanımlarının meşalesini çekdiği yığın yığın insanların meydanlara dökülmesiyle bardağa son damla düşmüş ve fırtına öncesi gözlenen sukût, tam ortasından yırtılmış. Yeni haklar almak şöyle dursun, gaspedilen haklarını geri almak için astsubay zümresinde intibah etkisini göstermiş ve nihâyet intifada uç vermiş. 1970 senesinde astsubay hanımlarının hak, hukuk, adalet gölüne çaldığı maya tutmuş; süt, artık yoğurt olmaya başlamışdır.
Ocak 1975 senesinde, yan ödeme ve tazminatlarda subaylara nazaran kendilerinin adeta yok sayıldığını farketmekde gecikmeyen astsubaylar gene sokaklara dökülür. 1970 nümâyişlerinde değişik günlerde üçer beşer sokağa çıkan astsubaylar, yiğit hanımları ve çocukları; bu kez daha örgütlü, haberli, bilinçli, dirençli ve kalabalık olarak hak arama mücadelesine alınlarının terini, çocuklarının nafakasını dökerler. Bu neviden eylemler 18 Nisan 1975 tarihine kadar hemen her şehirde çeşitli boyutlarda devam eder.
1970 senesinde patlayan astsubayların feryatları tam 5 sene sonra Yüce Meclisin çatısı aldında sedâ verir. Astsubaylar için artık birşeyler yapılması gerekdiğini gören vicdan sahibi milletin bir vekili, yanına hamiyetli 6 arkadaşını daha alıp hemen harekete geçer. Haksızlıkları bir nebze de olsa hafifletecek bir umut ışığı görünür zifiri karanlıkda. Kendi parasıyla okuyup üst öğrenimini tamamlayan astsubaylara, emsallerine göre bir derece ilavesiyle intibak verilmesi hususunda Konya Milletvekili 30 Haziran 1975 tarihinde bir önerge verir Yüce Meclise. Meclis binasının baş köşesinde “Hâkimiyet bilâkayduşart milletindir” yazıyordu nasılsa. Ve bu söze yürekden inanıyordu Milletin Sayın Vekili.
1923 sıra sayılı Kanun’da 37 sıra numarasıyla gündem edilen ve 926 sayılı Kanun’un 137 inci maddesine “son bir fıkra” eklenmesi hakkındaki meşhur Kanun’dan bahsediyoruz. Önergenin görüşülmesi esnasında hükümet temsilcisi karşı çıkar bu önergeye. Verdiği teklifi savunmak için söz alan ve aynı zamanda Avukat olan Konya Milletvekili Sayın Şener BATTAL, hukuk tarihine altın harflerle yazılacak muhteşem bir savunma yapar Meclis’de. Bu savunmayı alıp, yarın Genelkurmay Başkanlığının duvarına asmak lazım!
O günkü birleşimde yeterli çoğunluk temin edilememiş. Sıkı bir kulis faaliyeti yapılmış olmalı ki ertesi gün yapılan oylamada 1923 sıra sayılı Kanun, Meclis’de ezici bir çoğunlukla kabul edilir. (Bkz. →).
1960 darbesinin ucubesi olan ve ekseriyetle emekli askerlerden mürekkep Cumhuriyet Senatosu vardır o zamanlarda. Kanun daha sonra, Meclis’in üzerinde hukûki bir makam olan Cumhuriyet Senatosuna gönderilir. Cumhuriyet Senatosu da Kanun’un tamamını gene ezici bir ekseriyetle onaylar. (Bkz. →).
Nihai onay için bu Kanun, daha sonra 950 râkımlı tepenin sâkinine gönderilir.
Bir ülke tahayyül ediniz. Bu ülkenin bir Cumhurbaşkanı var. Çok uzağınızda değil! Nefesiniz kadar yakın size. Başkente hâkim 950 râkımlı tepenin tam üstünde. Devletin başı. Bu sıfatla, Türkiye Cumhuriyetini ve milletin birliğini temsil ediyor. Soyadını, kendisine Mustafa Kemal Atatürk vermiş. Deniz Kuvvetleri Komutanlığından tekaüt denizci bir asker, Oramiral. Askeriyeden şapkasını alıp çıkdıktan sonra diplomatlık yapmış, kontenjandan Cumhuriyet Senatosu üyeliğine atanmış. Şu yalan ömrünün handiyse tamamını devlet hizmetine hasretmiş bir memur. Seciyesine göre; muhtıra vermemiş, darbeye teşebbüs etmemiş. Darbenin yanından bile geçmemiş. Tavsırına bakılırsa kendi halinde, halim selim bir insana benziyor aslında. Hattâ, astsubaylar hakkında bir kelime bile menfi fikir serdetmemiş. Fakat devr-i iktidarında bir istida vermiş ki hem dünyasını hem de ahiretini berbâd etmiş.
Şimdi geliniz, vatandaşın vergisinden maaşını alan bu muhterem şahıs, vakdi zamanında ne inciler dökdürmüş, ne işlerle iştigâl eylemiş, ne çamlar devirmiş, hep beraber muttali olalım.
Burada yeri gelmişken şunu söylemeliyim. O vakde kadar memlekete Cumhurun Başı olanların tamamı asker emeklisi. Ne âlâ bir memleket değil mi? Meclis’in kabul ettiği söz konusu Kanun’u Fahri beyin imzalamadan evvel oturup satır satır okuduğunu düşünmek saflık olur. Okumaz, okuyamaz! Kendisi emekli bir asker ve diplomat. Hukukcu değil ki. Bu sebeple imza için önüne gelen Kanun’ları okusa da anlayamaz. Anlamasını da beklemeyiz. Fahri bey, Meclisden çıkan Kanun’u tekrar görüşülmesi amacıyla Meclise geri göndermemiş. Bu Kanun’u en iyi ihtimalle danışmanlarına inceletti ve onların uygun görmesiyle basdı imzayı.
Fakat daha sonra ne oldu ki Fahri bey soluğu Anayasa Mahkemesinde aldı?
Astsubaylara yüksek öğretimde ilave bir derece veren 1923 sayılı Kanun, Fahri beyin 7 senelik Cumhurbaşkanlığı döneminde, Anayasa Mahkemesine götürdüğü ilk Kanundur. (Bkz.↓).
1923 sayılı Kanun, 926 sayılı TSK Personel Kanun’una tam 89 maddelik değişiklik getiren bugünkü tabir ile torba bir Kanun. Ve bu Kanun maddelerinin hemen hemen tamamı; subayların kadrosunu ve albay kontenjanını arttıran, yaş hadlerini uzatan ve maaşlarına zam getiren bir Kanun. Nereden bakarsan bak, her rütbeden subaylara ballı börek misâli sayısız nimetler ve hattâ yeni imtiyazlar getiren bu Kanun’un 89 maddesinden sadece birisi, 137 inci maddeye eklenen “son fıkra” olan “c” fıkrası, astsubayların eğitim hakkının iyileştirilmesine matuf.
Kendisi emekli bir subay olan ve yazdığı kitaplardan tanıdığım millî duruşlu bir Senatör olan Sayın Haydar TUNÇKANAT, Kanun Senato’da görüşülürken iki kere söz alıyor. Bu meşhur konuşmasında, Kanun ile subaylar hakkında yapılacak düzenlemelerin hemen tamamına karşı çıkıyor. Diyor ki;
Bu Kanun ile orduyu dinazorlar diyarına çevireceksiniz. Elini sallasan elinin her bir parmağı beş generale, ellibeş albaya değecek karargâhda, kışlada. Fazladan 5 general kadrosu ihdas etmek demek şu fukara milletin parasını üçbeş generalin cebine akıtmak demekdir. Generaline göre yeni kadrolar ihdas ediyorsunuz
diyor. Fakat bu haklı itirazlarına itibar edilmiyor, davulcu osuruğu mesabesinde kalıyor.
Fahri bey, Haydar beyin bu itirazlarını duymuş olmalı. Duymakla mükellef. Meclis’deki locası her an gidip orada taze sıkılmış portakal suyu içecekmiş gibi hazır vaziyette tutuluyor, gördüm. Duymadım diyemez. Üstelik söz konusu Kanun’u tekrar görüşülmek üzere Meclis’e geri göndermiyor. Haydar beyin ileri sürdüğü bütün bu mahzurlara rağmen Kanun’u imzalamakda beis görmüyor. Son aşama olarak, 1923 sayılı Kanun 11 Temmuz 1975 günü Resmî Gazete’de yayınlanıp meriyetülicrâya giriyor.
Atam sözü der ki; Türk’ün aklı, başına ya kaçarken ya da sıçrarken gelir!. Bu ebemdedem sözü ne kadar doğru, bilemem. Herkes kendinden pay biçsin. Lâkin bu mâkalede ele alınan Anayasa Mahkemesinin hisseli harikalar kumpanyası için şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Fahri beyin aklı başına sıçrarken gelmiş. Sen önce subay lehine yapılan onlarca Kanun’a ses çıkarmayıp imzala. Sonra, mesele astsubayın Anayasa’dan neşet eden bir danecik hakkının verilmesine gelince ayağa kalk!
Yaprağını yerken, kıtır kıtır; sapına gelince, meeee!. Öyle mi, Fahri Bey?
Cumhurbaşkanı Sayın Fahri KORUTÜRK, kendi parasıyla yüksek öğrenimini tamamlayan astsubayların taltıf edilmesi gayesiyle; Meclis’de, 272 vekilden 248’inin reyi ile ve 130 üyenin katıldığı Cumhuriyet Senatosu’nda ise 123 senatörün reyi ile kabul edilen Kanun’un 137nci maddesinin (c) fıkrasını iptal ettirmek işini gücünü bir kenera bırakıyor. Cumhurbaşkanlığı ve Anayasa Mahkemesinin tarihinde bir ilk meydana geliyor. İlk defa bir Cumhurbaşkanı, oturup bir dilekce yazıyor Anayasa Mahkemesine teslim ediyor…
Sayın Cumhurbaşkanının dava dilekcesini Anayasa Mahkemesine teslim etdiği günü bilmiyoruz. Anayasa Mahkemesi, Fahri beyin istidasını 14 Ekim 1975 günü incelemeye başlıyor. Tam 5 ay sonra, 16 Mart 1976 tarihinde karar veriyor. Makâlemizin bundan sonraki kısmında; önce Fahri beyin davasını savunmak için ortaya koyduğu iddiaları ve sonra da Millî Savunma Bakanlığı temsilcisinin savunmasını kısmen tek tek inceleyeceğiz. Böylece; dökülen incileri, devrilen çamları, yalan rüzgârına kapılıp hoyratca sürüklenen kelime oyunlarını ortaya çıkartacağız.
1923 sayılı Kanun’un Anayasa Mahkemesine dava edilmesine dair bazı temel bilgileri şimdiden paylaşmakda fayda var;
Cumhurbaşkanı ve Astsubay isimli bu makâlemiz, takip eden günlerde neşredeceğimiz Anayasa Mahkemesi ve Astsubay isimli makâlemizim mütemmim cüz’üdür. Birlikde mütalâa edilmelidir.
İşin bir tuhaf tarafı da şu. Ben, muhabereci bir astsubay idim. Hukukcu değilim. Bu dava hakkında bilgi, makâle vb. aradım fakat bulamadım. Hukuk tahsil etmiş astsubay meslekdaşlarımız bu meseleye 1976 senesinden beri nasıl bigâne kalabildiler? Bunca hukukcu astsubay dururken bu konuya muhabereci bir emeklinin mürekkep damlatmasına ne demeli? Hani, nerede yüksek lisans yapmış, hattâ doktor olmuş hukukcu astsubaylarımız? Ekmeğini yediği bu ocağa hiç mi minnet borçları yok? Bu konuyu ele almak onlara daha çok yakışmaz mı?
Benim kanaatim o dur ki astsubayların yüksek öğretim intibakı konusunda hukuk, 1976 senesinde yanlış hüküm vermişdir. Bunun mesnetlerini yeri geldiğinde fâş edeceğiz. Hukuk, bugün bu yanlışdan tez elden dönmelidir.
Cumhurbaşkanı Sayın Fahri KORUTÜRK’ün dava dilekcesinden;
İptal davasını açan: Cumhurbaşkanı
İptal davasının konusu: 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun 3/7/1975 günlü ve 1923 sayılı Kanunun 37. maddesiyle değişik 137. maddesinin (C) bendinin ikinci cümlesindeki “……. görevde iken yüksek öğrenimi bitiren astsubayların intibakı; aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâve edilmek suretiyle bulunacak derece ve kademelerden hizmete başlamış kabul edilir.” kuralının Anayasa’nın 12 inci maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı düştüğü gerekçesiyle iptali istenmiştir.
I. İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ:
Davacının ileri sürdüğü iptal istemi gerekçesi aynen şöyledir;
“(Türk Silâhlı Kuvvetlerinde vazife görmekte olan astsubaylardan çalışkan ve yetenekli olanları ihtiyaç duyulan meslek ve branşlarda fakülte ve yüksek okullara gönderilmekte ve başarılı olmaları halinde 926 sayılı Kanunun 14 ve 109 uncu maddeleri gereğince öğrenimleri ile ilgili sınıflarda kullanılmak üzere subaylığa geçirilerek kendilerine subaylık hakkındaki hükümler uygulanmaktadır.”…
Yukarıdaki parağrafı, hemen aşağıda gördüğünüz aynı Kanun’un 14üncü maddesinden aldım. Fahri beyin dava dilekcesinde kasden gırpıp gırpıp guşa çevirdiği o kelimeleri okuyunuz bakalım, aslı neymiş! (Bkz.↓).
“Hal böyle iken, 1923 sayılı Kanunun Millet Meclisi Genel Kurulunda görüşülmesi esnasında hükümet tasarısına uymayan ve hükümetin muhalefetine rağmen bir önerge ile ilâve edilen yukarıdaki fıkra hükmü, Silâhlı Kuvvetlerde bazı ihtilâflara sebep olacak ve askeri düzen ve hiyerarşiye uymayacak nitelikte görülmektedir.”
Kör gözün gör dediği: Fahri bey ne buyurmuşlar; “gönderilmekte”, “geçirilerek”, “uygulanmaktadır”, “hükümet tasarısına uymayan”, “hükümetin muhalefetine rağmen bir önerge …”
Burada filim çeviren makineyi durduralım! Ferini tazelemek için gözlerimizi şöyle bir ovuşduralım. Taze ve derin bir nefes alalım! Millî Savunma Bakanlığının temsilcisi (İfadesinden hukukcu bir memur veya hâkim sınıfından bir subay olduğu anlaşılıyor) bakalım neler demiş.
Millî Savunma Bakanlığınca gönderilen temsilcinin sözlü açıklamasında ve 3 şubat 1976 günlü yazısında:
“Bu hükümle, yüksek öğrenim gören astsubaylar, yüksek öğrenim görmeyen astsubaylar şeklinde iki zümre teşekkül ettirilmiştir. Ve bu iki zümreden görevde iken yüksek öğrenimi bitiren astsubaylar lehine bir imtiyaz tanınmıştır. Bunlar bu öğrenimleri kendileri yapmaktadırlar. Silâhlı Kuvvetler hizmet ihtiyacı gerektiği vakit astsubaylardan fakülte veya yüksek okullarda okutma durumundadır. Üniversitelerin çeşitli fakültelerini veya yüksek okulları bitiren ve 30 yaşından büyük olmayan astsubaylar ihtiyaç varsa öğrenimlerinin ilgilendirdiği sınıflarda teğmen rütbesiyle muvazzaf subaylığa geçirilebilirler. Bundan başka; başçavuşluğun ilk üç yılında bulunan, sicil not ortalaması sicil tam notunun %85 ve daha fazla olan, genel kültür, karakter ve ahlâk yönünden subay olmaya lâyık bulunan ve yapılacak meslek sınavlarını kazanan mümtaz astsubaylar teğmen nasbedilebilirler.”
Kör gözün gör dediği: “Bunlar (astsubayları kasdediyor) bu öğrenimleri kendileri yapmaktadırlar”, “hizmet ihtiyacı gerektiği vakit”, “okutma durumundadır”, “ihtiyaç varsa”, “geçirilebilirler”, “ahlâk yönünden subay olmaya lâyık bulunan”, “nasbedilebilirler.”
Savunmasında, MSB temsilcisinin dikkat çeken bir ifadesi daha var ki tam anlamıyla bir kepazelik. Bakınız ne buyurmuşlar “…karakter ve ahlâk yönünden subay olmaya lâyık bulunan ve yapılacak meslek sınavlarını kazanan mümtaz astsubaylar, teğmen nasbedilebilirler.”
Gördünüz! Bu ifade, Millî Savunma Bakanlığına ait. Diyor ki; “Muvazzaf astsubayların hepsi ahlâk yönünden subay olmaya lâyık değildir.” Mefhumu muhalifinden bakalım bu ifadeye; “Orduda görevli astsubaylardan bazıları ahlâksızdır. Ve biz bu ahlâksız astsubayları subay yapmayız!” 926 sayılı TSK Personel Kanun’u madde 109’dan alınma bir ibare bu. Şu önyargıya, peşin hükümün seviyesine bakar mısınız?
Ahlâksız dediğiniz astsubayları, siz subaylar seçdiniz. Yetmedi, astsubay okullarının öğretmenliğini de siz subaylar yapdınız. Astsubay ahlâksız ise şayet bunun suçu da size aitdir.
Her ağacın çürük meyvesi olur, vardır. Astsubay ahlâksız ise şayet, ordudan ihraç etmenin bin türlü yolu vardır. İyi bilirsiniz siz o yolları. Ağaç bile çürük meyvelerini dalında tutmaz, döker. Ahlâksızlığını tesbit ettiğiniz astsubayları ordudan ihraç etmek için neyiniz eksik? Yüreğiniz mi? Aklınız mı? Ağaç kadar da mı olamıyorsunuz?
Şecaat arz edeyim derken merd-i kıpti, sirkatin söylermiş! Bu ifadeyle Millî Savunma Bakanlığı ve işin asıl sahibi olan Genelkurmay Başkanlığı, astsubayların hepsini ahlâklı insanlardan seçmeyi beceremediğini itiraf ediyor.
Ordudaki astsubayları ahlâksızmış gibi gösterip töhmet altında bırakmak kimsenin haddi değildir. Geçmişde kalmış demeyiniz kıymetli yiğitler. Bu zihniyet bügün de hâlâ geçerlidir. 926 sayılı TSK Personel Kanun’unda hâlâ bügün bile sadece iki adet “… ahlâkî durum sebebiyle..” ibaresi var. Biliniz bakalım, Millî Savunma Bakanlığı bu yaftayı kime yakışdırmış?
Ne pahasına olursa olsun ordudaki astsubayların hepsi ahlâklı olmak zorundadır. Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun astsubayını böyle tahkir edici şekilde tavsif etmeye kimsenin hakkı yokdur. Haddine de değildir! Bu ifadesinden dolayı Millî Savunma Bakanlığı bugün ortaya çıkıp astsubaylardan özür dilemelidir.
Bu küstahca yaftalamanın elbet bir bedeli olmalıdır. Hukuk ehli olanlar söylesinler. Mümkünü var ise şayet bu iftirasından dolayı MSB’yi ben dava edeceğim.
Güzel Türkcemizin kiplerinden birisi de Haber (Bildirme) kipidir. Zaman kavramı taşıyan Haber (Bildirme) kipi, zaman kavramına göre Geniş Zaman sınıfında yer alır. Fiil kök veya gövdesine “-r” ; “-ar/-er” ; “-ır/-ir/-ur/-ür” eki getirilerek söz konusu olan işin vb. geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanların tümüne ait olduğunu, yani her zaman tekrarlandığı bildirir.
Bu cümleden olmak üzere, mahkemeye verdiği dilekcesindeki tümcelerinde Fahri bey, Haber (Bildirme) kipinin Geniş Zamanından fiiller kullanmış.
Bir örnek verelim;
Fahri bey; “Üniversiteyi bitiren astsubaylar, subaylığa geçirilir” diyor. Peki hakikat öyle mi? Hakikati MSB Temsilcisi söylüyor ve Fahri beyi bir kere daha yalanlıyor. Bir örnek daha verelim;
Geldikleri gibi giderler diyorsanız, gelenlerin gitme ihtimali yüzde yüzdür. Tarih bile böyle yazmışdır.
Dilimizdeki diğer bir kip de “yeterlik kipi” denen bir fiil yapısıdır. Fiillere bir işi yapabilme, gücü yetme, rica, izin verme ve ihtimal anlamı kazandırır. Fiillere –abil, –ebil sonekleri ilave edilerek yapılır. Durağan bir fiil kipidir, eylem ifade etmez.
Bu ifadeyi örnekle açalım;
Ben okula gidebilirim diyorsanız; bu ifade, okula gideceğiniz anlamına gelmez. Gitme ihtimalinin oranı, yüzden aşağı doğru hızla düşer. Sıfır bile olabilir. Mahkemedeki savunmasında MSB Temsilcisi cümlelerindeki fiilleri “yeterlik kipleri”nden seçmişdir. Doğru da yapmışdır, çünkü Kanun’da öyle yazıyor.
MSB Temsilcisi ne diyor? “Subay olmaya lâyık bulunan astsubaylar, teğmen nasbedilebilirler.” diyor. Yukarıda gördüğünüz üzere, Kanun’da yazan ifade aynen böyle. Peki uygulaması var mı? Cevap gene MSB Temsilcisinden geliyor; “Bildiğim kadarıyla yok!”
Netice itibariyle her iki şahısın kurduğu cümlenin, fiilinden dolayı anlamları arasında tam bir kakafoni var. İster cehalet deyin ister kelime oyunu deyin. Benim kanaatim, ikincisi daha muhtemel.
Hakkını teslim etmek lazım, MSB Temsilcisi şahıs, Kanun lafzı ile konuşuyor. Cümlelerini, Kanun’da yazılan fiil kipleri ile kuruyor ve doğrusunu söylüyor.
Fahri beyin durumunu ise varın siz tahayyül edin.
Netice itibariyle, Fahri bey ile MSB Temsilcisi arasındaki kakafonide ihtimal, yüzde sıfır’dır. Nasıl mı? Buyurunuz;
Mahkemede MSB temsilcisi doğru söylüyor fakat Fahri bey en hafif tabir ile şaşıyor. Ve Anayasa Mahkemesini aldatıyor. Fahri beyin “var”, MSB Temsilcisinin “yok” dediği soruya MSB temsilcisinin mahkeme kayıtlarına geçen ifadesinden ve kendi ağzından dinleyelim;
“Millî Savunma Bakanlığı temsilcisi, Anayasa Mahkemesindeki sözlü savunmasında bu yollardan subay nasbedilmiş astsubay mevcut olup olmadığı sorusuna “Benim bildiğim kadariyle yok” cevabını vermiştir.”
Bu satırdan şu hakikatleri öğreniyoruz,
Görüyor musunuz, Fahri beyin oynamaya tevessül etdiği elvan çeşitli ucuz kelime oyunlarını? Orostopolluğun dik alasını çevirmiş beyefendi.
Fahri beyin “ak” dediğine, MSB temsilcisi “kara” diyor.
Fahri beyin “var” dediğine, MSB temsilcisi “yok” diyor.
Fahri beyin dava dilekcesinin bu kısmında ileri sürdüğü gerekcelerin tamamının koca bir “yalan” olduğunu söylüyor MSB temsilcisi. Üstelik her iki şahısın ifadesi, Anayasa Mahkemesi karar metninde peş peşe, alt alta, yan yana, diz dize, koyun koyuna duruyor. Ne diyelim! Takdir-i İlâhi bu olsa gerek!
Sonra, Fahri bey incileri dökmeye devam ediyor. Diyor ki, “hükümet tasarısına uymayan ve hükümetin muhalefetine rağmen bir önerge …”
Muhterem Fahri bey. Meclis, illâ ki hükümetin tasarısına uymak zorunda değil. Gelip size danışmasını da beklemeyiniz. Muhalefet partisinden de bir milletvekili pekâla önerge verebilir. Herhangi bir vekilin önerge vermek gibi meşru hakkını Kanun’a aykırı bir durum gibi göstermek size yakışmıyor. Ayrıca haddinize de değildir. Nihâyetinde sonucu milletin vekillerinin oyları tayin eder, değil mi?
İkincisi, hükümetin muhalefetine rağmen, Meclisin Kanun yapması sizi niye rahatsız etdi? Subayları ilgilendiren onlarca Kanun maddelerine meslekdaşınız Senatör Sayın Haydar TUNÇKANAT’ın itiraz şerhini okudunuz mu? Bu sudan bahanelerle dava gerekcenizi teşdit etmek şöyle dursun kelimenin tam anlamıyla sulandırmışsınız.
Ve ayrıca buyurmuşsunuz ki “ilâve edilen yukarıdaki fıkra hükmü, Silâhlı Kuvvetlerde bazı ihtilâflara sebep olacak ve askerî düzen ve hiyerarşiye uymayacak nitelikte görülmektedir.”
Keşke bugün zihayat olsaydınız da buradaki düşüncenizin sadece ucuz bir kuruntudan ibaret olduğunu kendi gözlerinizle müşahade etseydiniz. 1975 senesinde astsubaylar sadece ikinci derecenin doksandokuzuncu kademesine kadar yükselebiliyordu. Bir Molla Kasım zuhur eyledi 2012 senesinde. Ve astsubaylara en son derece ve kademeye kadar yükselme hakkı verdi. Bunca zaman geçdi, “Silâhlı Kuvvetlerde hiçbir ihtilâfa sebep olmadı ve askerî düzen ve hiyerarşi hazretlerine uymayan bir vukuat hulül etmedi, hamdolsun!
1923 sayılı Kanun ile verilen ve bizzat sizin iptal ettirdiğiniz üst öğrenim hakkını astsubaylar taa 1975 senesinde alsaydı gene bir şey olmayacakdı. Hattâ, kendi parasıyla ünversitede okumuş astsubayın okulda edindiği bilgi ve beceriden gene sizler istifade edecekdiniz. Bunu engellediniz de elinize geçdi? 1975-2012. Tam 37 sene eder. Sizin arkasına saklandığınız puluç statü putunu 2012 senesinde Molla Kasım serçe parmağıyla yıkdı. Ruhunuz şâd(!) olsun!
Fahri beyin dava dilekcesindeki ifadelerini deşmeye devam edelim bakalım ortaya ne çıkacak!
“Şöyle ki;
Önerge ile ilâve edilen fıkra, 657 sayılı Devlet Memurları Yasasına paralellik yaratabilmek için konulmuş olup onun âmir hükmünü anımsatmaktadır. Buna göre yüksek öğrenim yapan astsubaylar, aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâvesi ilk intibak ettirildiklerinde, Devlet memurlarından aynı öğrenimi görenleri bir derece geçtikleri gibi, fakülte veya yüksek okul mezunu subaylardan da bir derece ileri geçmektedir. Örneğin, Fen Fakültesini bitirmiş bir subay, 8 inci derecenin l nci kademesinden aylığa hak kazanacak, fakat aynı fakülte mezunu bir astsubay ise, “aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâvesi ile intibak” ettirileceğinden 7 nci derecenin l nci kademesinden aylık alacaktır.”
Dayanılan Anayasa kuralı : Eşitlik
“Madde 12- Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayırımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşittir.
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.“
Sonuç ve istek : Yukarıda arzedilen sebeplerle, 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun 137. maddesi (C) bendinin (görevde iken ……) diye başlayan ikinci cümlesi Anayasamızın eşitlik ilkesine aykırı bulunmakla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 149. maddesi gereğince iptaline karar verilmesini saygılarımla rica ederim.)
II. YASA METİNLERİ:
1-Anayasaya aykırılığı dava edilen 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun 11 Temmuz 1975 günlü ve 15292 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 1923 sayılı Kanunun 37. maddesiyle değiştirilen 137. maddesinin (C) bendinin ikinci cümlesi aşağıdadır:
“Görevde iken yüksek öğrenimi bitiren astsubayların intibakı; aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâve edilmek suretiyle bulunacak derece ve kademelerden hizmete başlamış kabul edilir.“
2- Dayanılan Anayasa kuralı :
Dayanılan Anayasa’nın 12. maddesi de şöyledir:
“Madde 12- Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayırımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşittir.
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.“
Buraya kadar yazılanları anlamak için hukuk tahsil etmek gerekmez. Bu sebeple tefsire gerek yok kanaatindeyim. Benim üzerinde duracağım husus, Fahri beyin dilekcesinde ifade etdiği bazı kelime ve cümleler. Dava dilekcesinde nasıl mesnetsiz ve asılsız ifadeler kullandığına siz karar verin gâri.
Öncelikle, yukarıda dava dilekcesinin metninde koyu renkli yazılan sözcük ve tümcelere dikkat buyurunuz.
Kör gözün gör dediği: Buna göre yüksek öğrenim yapan astsubaylar, aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâvesi ilk intibak ettirildiklerinde;
Fahri bey, davalı Cumhurbaşkanı sıfatıyla Anayasa Mahkemesinde astsubayı dava etdiğiniz tarihde, harp okulları teğmen rütbesinde subay mezun veriyordu. Genelkurmay Başkanlığımız 1970 senesinde kıvrak bir manevrayla, harp okullarından asteğmen rütbesiyle subay mezun etmeye son verdi. Böylece harbiyeli yavrularınızı, asteğmenliğin üzerinden takma kanat ile uçurup doğrudan teğmenliğe terfi ettirdiniz. Bu tarihden itibaren, asteğmen ihtiyacını yüksek öğretim mezunu yükümlülerden temin etmeye başladınız. Davanın görüldüğü 1976 senesinde 3 senelik, 1979’dan sonra da 4 senelik harp okulu eğitimi ile mezun ettiğiniz teğmen, 8’inci dereceden göreve başlıyor. Vatan görevi için kışlaya koşup gelen ve asteğmen rütbesi takdığınız bu vatanın evlatları da teğmenler gibi 4 senelik yüksek okul mezunu. Hem o tarihde hem de bugün itibariyle; eğitim seviyesi aynı olmakla beraber, asteğmeni, teğmenin hep bir derece aşağısından göreve başlatıyorsunuz. Söyleyiniz Fahri bey! Asteğmen, üniversite mezunu değil mi? Asteğmen, asker değil mi? Asteğmen, subay değil mi? Yarbaylara Kanunsuz olarak verdiğiniz ¼’ünde yapdığınıza benzeyen bu hülleyi bakalım hukuk, ne zaman keşfedecek.
Demidir, söyleyelim; harp okulu, niçin asteğmen rütbesinde subay mezun etmez? Bu da ayrı işlenecek bir konu.
Bu izahatı vermek zahmetine katlanmanın sebebi, Fahri beyin yukarıda ifade buyurduğu gerekcenin de koca bir yalan olduğunu ortaya çıkarmak içindir. Nasıl mı?
Bakınız, Fahri bey yukarıda şöyle diyor; “yüksek öğrenim yapan astsubaylar, aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâvesi ilk intibak ettirildiklerinde;
Ayrıntı, bakmak ile görmek arasındaki incecik cızgının gıldan ince gölgesinde nihândır! Her iki tabloya bir kere daha nazar eyleyiniz ve söyleyiniz bakalım, şu fakirin gördükleri yanlış mı?
İkinci tabloya göre astsubayın (astsubay çavuş) başlangıç derecesi kaç? El cevap; 10
Peki, aldım kabul etdim. Fahri bey, yukarıdaki ifadesinde ne diyordu? Bir kere daha alalım bu satırlara;
… Yüksek öğrenim yapan astsubaylar, aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâvesi ilk intibak ettirildiklerinde;
Devlet memurlarından aynı öğrenimi görenleri “bir derece” geçtikleri gibi,
Fakülte veya yüksek okul mezunu subaylardan da “bir derece” ileri geçmektedir.
Bu ifadelerden birincisi doğru, fakat ikincisi yanlış. Fahri bey, bir doğrunun içine çok daha büyük ve ağulu bir yanlışı karışdırmış ve bir yalan salatası hazırlamış.
Ne yazık ki mahkeme heyetinin ikisi hariç hepsi ağulu yalan salatasını afiyetle yemişdir. Şöyle ki; yüksek öğrenim yapan astsubayların, aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâvesiyle ilk intibak ettirilmesiyle;
Nasıl mı? Yukarıdaki her iki tablonun en altındaki subay ve astsubay başlangıç derecelerini bir kez daha tetkik ediniz. Bu parağrafın önceki bölümlerinde arz etdim. Fahri beyin “subay” diye nitelediği kişiler, üniversitelerden alınan fakülte veya yüksek okul mezunu teğmenlerdir.
Dikkat ediniz. Teğmenler, astsubaylara göre daima kaç derece yüksekden başlıyorlar? El cevap; 2 derece yüksekden. Öyleyse, burada doğru olan şudur; Yüksek öğrenim yapan astsubayların, aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâve ile ilk intibak ettirilmesiyle; subay lehine olan aradaki 2 derece, bir dereceye düşmekdedir. Böyle olunca da astsubaylar, asteğmenler ile “aynı dereceye” gelmektedir. Bu durumda dahi astsubaylar, teğmenin bir derece aşağısında kalmaktadır.
Bu denklemde, ikinci bir ihtimal daha var. Ki bu ihtimalde bile astsubay, en fazla teğmen ile aynı seviyeye geliyor. Bir başka ifadeyle, 1923 sayılı Kanun’un getirdiği düzenleme neticesinde üst öğrenim yapmış astsubayın, teğmeni geçmesi hiçbir şekilde mevzu bahis değil.
Ayrıca Fahri bey dava dilekcesinde, yüksek öğrenim gören astsubayların “aynı öğrenimi gören Devlet memurlarını bir derece geçtiklerini” ifade buyurmuşlar. Evet doğrudur. Geçecek idi fakat sayenizde geçemedi. Gıçınıza gınayı yakınız! Çünkü, siz bunu engellediniz. Böylece, astsubaylığı Devlet memurluğu ile aynı ayara getirdiniz.
“Arkadaşlar; askerlik, bir meslek değil, bir hayat tarzıdır. Denizcilik ise askerlikden iki misli daha çileli ve meşakkatli bir görevdir. Denizciliğin zorluklarına birlikde göğüs germeliyiz. Çünkü subay astsubay olarak biz bir aileyiz” diye nutuklar attınız siz bahriyedeyken. Siz, üç beş yıl gemi hizmeti yapdınız ve kapağı karargâha atıp masa subaylığı yapdınız. 10 sene, 15 sene, 20 sene gemi hizmeti olan astsubayları gemide bırakıp giderken arkanıza bile bakmadınız. Benim de 13 sene gemi hizmetim var. Gemileri yürütsünler ve yüzdürsünler diye denizci astsubayları içi boş ve sahte vaadler ile gaza getirip çileli gemicilik hizmetinde astsubayın iliğini kemiğini sömürdünüz. O zaman siz de ben de aynı kayıkdaydık. O zaman siz de ben de aynı karavandan yemek yedik. O zaman, siz de asker idiniz ben de asker idim, değil mi Fahri bey? Şimdi, köşke çıkıp da Atatürk’ün koltuğuna kurulunca attığın bu nutukları, verdiğin kavilleri unutuyorsun. Ve bana diyorsun ki “Sen, asker değil, devlet memurusun.” Dön şıhım, dönelim! Ahde vefâ bu mu? Ne diyelim, Fahri bey! Hatırınız hoş olsun!
Peki, aynı eğitimi gören teğmen yavrularınız, Devlet memurlarını hem sizin devr-i iktidarınızda hem de bugün bile hâlâ “bir derece ileri” geçiyor. Buna ne diyeceksiniz? Bu durum, Anayasa’nın bilmem kaçıncı maddelerine aykırı değil mi? Bu vaziyet, subay lehine bir imtiyaz değil mi?
Fakat Fahri bey, siz açık açık “astsubay bir derece ileri geçecek” diye alenen yalan söylüyorsunuz. Bu anlatdıklarımız doğruysa, siz yalan söyleyen kişi duruma düşüyorsunuz. Fransızlar kediye, kedi diyorlarmış. Şu satırların müellifi de yalan söyleyen Fahir beye yalancı diyor!
Subay kelimesi, “asteğmenden oramiral/generale” kadar bütün subay rütbesini kapsıyor değil mi? Evet.
“Subay” kelimesiyle “asteğmeni” kasdetdiyseniz şayet dava dilekcenize niçin “asteğmen” ibaresini yazmadınız?
Bu kelime oyunuyla, mahkeme heyetinin zihnini bulandırmak istediniz ise tebrik ederim. Çünkü mahkemenin verdiği karara bakdığımızda bunu başardığınızı görüyoruz.
Yukarıdaki tablolara bakarak benim vardığım netice bu. Farklı bilgisi olan varsa beri gelsin!
Üstelik Fahri bey, burada bir hileye daha başvurmuş. İfadesinde “subay” ifadesini kullanarak “asteğmen” demekden bilerek ve isteyerek kaçmış ve “teğmenin” üstünü örtmüş. Sen, aynı öğrenimi gören teğmeni, asteğmenin bir derece üstünden göreve başlatıyorsun ve bu uygulama ile, asteğmeni, 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unun içine tıkışdırıyorsun. Fakat, aynı öğrenimi görmüş astsubayın asteğmen ile aynı derecede olmasını bile hazmedemiyorsun. Evet, buradaki gerçek durum, tam anlamıyla gabilikdir, hazımsızlıkdır.
Astsubayın da subay gibi üst öğretim yapabileceğini kabul edememek gibi bir kıskançlık ne kadar adice ne kadar alçakca bir zihniyet, a dostlarım! Bilgi, dün de bugün de kimsenin babasının malı değildir. Olamaz da. Bilgi, birilerinin kerameti kendinden menkul paşa dedelerinin has malı değil! Bilgi, ebenizin gül kokulu ibrişim kuşağına sokuşdurduğu çifte düğümlü basma çıkınında saklı durmuyor artık. Bilgi, gidenin ve onu alanın oldu hep. “İlim, Çin’de de olsa alınız” diyen bir Peygamberin ümmetiyiz biz. Akıl ve bilgiyi rütbeyle ölçenler şimdilerde kıbleye dönmüş vaziyetde sağ omuzlarının üzerinde yatıyor ve gelen geçenlerden bir Fatiha umuyorlar. Yapdığınız bu haksızlıkdan sonra astsubaylardan Fatiha ummaya sizin yüzünüz var mı?
Yanar döner olmaya hacet yok! Çık ortaya ve asteğmeni de teğmen ile aynı dereden göreve başlat. Ben, yazdığım bu makâlemi yayından çekeceğim. Ve İntibak konusundaki hakkımı siz ispenç horozlarına helâl edeceğim. Bunu yapacak bir Allah kulu var mı bugün ortalıkda?
Cumhurbaşkanının açdığı davaya kel alâka müdahil olan Millî Savunma Bakanlığının temsilcisi ise savunmasında şu incileri dökdürmüşler; “Bu hükümle, yüksek öğrenim gören astsubaylar, yüksek öğrenim görmeyen astsubaylar şeklinde iki zümre teşekkül ettirilmiştir. Ve bu iki zümreden görevde iken yüksek öğrenimi bitiren astsubaylar lehine bir imtiyaz tanınmıştır.
Peki, pek muhterem MSB temsilcisi! Aynı durum, kendi nam ve hesabına yüksek öğrenim gören subaylar ile yüksek öğrenim görmeyen subaylar arasında da söz konusu değil midir? Bu ikiyüzlülük niye? Bu konuda ne buyurur sunuz?
El hâsıl; Okuyan ile okumayan; bilen ile bilmeyen bir olamaz! Bu Kanun’u iptal ettirmeseydiniz de bugün astsubayların tamamı yüksek öğrenimlerini tamamlasalar idi bundan en başda Cumhurun Başı olarak siz, sonra M.S.B. ve en son olarak da Genelkurmay Başkanlığı istifade edecek ve gurur duyacakdınız değil mi? Bu gururu kendinizden niçin esirgediniz? Hiç şüphe yok ki astsubaylar, vatanlarına milletlerine daha faydalı olacakdı. Astsubayların vatanına, milletine daha faydalı olmasını bilerek ve istereyek engellediniz. Bugün, bu yapdığınız ile iftihar edebiliyor musunuz?
Astsubayı Taşlamak isimli mukadimede bir vatandaşımız şöyle demişdi; “Bir cemiyet içinde değerleri yok etmeye çalışanlarla mücadele etmelidir. Çünkü değerli kişinin göreceği zarardan, dolaylı olarak bütün cemiyet zarar görecektir. Gerçekten değerli olan insan; hiçbir güçlük karşısında yılmayan, doğru bildiği yoldan asla ayrılmayan insandır.” Gördünüz değil mi? Astsubaylara bu orostopolluğu yapan gabiler, sadece astsubayların hakkını gaspetmekle kalmadı. Astsubayların yüksek öğretim yaparak kendi milletine, vatanına daha fazla hizmet etmesini de engellediler. Astsubayların yüksek öğretim görmesine çelme takan kokuşmuş beyinler aynı zamanda bu millete bu vatana da zarar verdiler. Ne pahasına? Yağlı gıçlarını goydukları gadife gaplı goltuklarında sürdükleri saltanat sona ermesin diye.
Çeşitli iddialarla askerlerin dava edilmesine, hapse atılmasına tepkisini göstermek isteyen asker yakınları bu günlerde yapdıkları nümâyişlerde ellerinde şöyle tabelalar taşıyorlar “Askere düşmanlık edenler, düşmana askerlik eder.”, Askerin düşmanı, düşmanın askeridir.” Kanaatimizce doğru ve isabetli bir tesbit bu. Yüksek öğretimde intibak hususunda astsubaylara yapılan nedir peki? Askere düşmanlık edenler bir yana, “astsubaya düşmanlık eden subayları” nasıl tavsif edeceğiz?
Yeri gelmişken, TEMAD’a bir tavsiyem var. T.C. Ordusunun astsubaylarının tâbi olduğu Kanun konusundaki mevcut kepazeliği İntibakların Seyir Defteri isimli makâlemde ele almışdım. Genelkurmay Başkanlığı, işine gelince astsubaya “sen, askersin!” diyor. İşine gelmeyip de kıvırmak istediği zaman da “sen; asker değil, memursun!” diyor. Böyle bir rezalet olamaz! Bu ikirciliğe sebep olan AYİM’ci hukuk dalkavuklarının Allah tez zamanda boylarını devirsin! Türkiye Cumhuriyeti’nde astsubaylardan başka iki dudak arasına ve iki Kanun arasına sıkışdırılmış başka memur yok yârenler. TEMAD, tez elden bu kepazeliğe müdahil olmalı ve tesbit davası açmalı. Astsubayların hangi Kanun’a tâbi olduğunu tescil ettirmelidir.
Konumuza dönelim… Emekli bir subay olan Haydar TUNÇKANAT, Cumhuriyet Senatosunda bu Kanun görüşülürken Senatör sıfatıyla söz almış ve demiş ki; “Biz, 1960 darbesini, ordudaki dinazorları ayıklamak için yapdık. Çünkü ihtiyaç fazlası o kadar çok zabitan vardı ki bunları beslemek memleket için altından kalkılmaz bir külfet haline gelmişdi” diyor. Ne var ki hiç lüzumu yokken Genelkurmay Başkanlığına 5 yeni general kadrosu ihdas yetkisi veren bu Kanun’u Fahri bey gözü kapalı imzalıyor.
Fakat o zaman itibariyle sayısı beşi onu geçmeyen yüksek öğrenim görmüş astsubayın Anayasa’dan neşet eden hakkını iğdiş etmek için üşenmiyor. Hemen oturup kendi el yazısıyla yarım sayfa bir istida yazıyor ve debbâğhâneye koşduran debbâğ gibi yeldir yepelek keçe kepenek soluğu Anayasa Mahkemesinin önünde alıyor. Verdiği dilekcesinde, astsubayın Anayasadan gelen hakkını hedef gösterip “Urun ha!” diye emekli bir asker olarak Anayasa Mahkemesine emir veriyor. Devletin başının, Cumhurun Başkanının uğraşdığı işe bakar mısınız?
Fahri bey, ne acıdır ki eteğine yapışan bazı zavallı hassa askerlerinin oyununa gelmiş ve kendisini “uçurumdan aşağı atılan günah keçisi” durumuna düşürmüşdür. Etrafındaki insanların dolduruşuna gelen Fahri bey, durduk yerde Türkiye Cumhuriyeti tarihinde “davalı ilk Cumhurbaşkanı” yaftasını kendi boynuna kendisi asdı.
Fahri bey, astsubayların eğitim hakkını gasp eden Cumhurbaşkanı olarak tarihdeki yerini aldı. Fahri bey, Devletin başı olarak, astsubayları daşlayanlar kervanının en başında yerini aldı.
Asıl üzücü olan, Sayın Cumhurbaşkanının bu günücülüğe kendi arzusuyla alet olmasıdır. Bu hasetliği kimin fitillediğini de bu satırları okuyan herkes biliyor.
Subaylar için yapılan dizi dizi Kanun’larda Fahri bey, Hüdâvendiğar oldu.
Konu, astsubayları ilgilendiren sadece bir Kanun maddesine gelince Zal Mahmut oldu!
Milletin vekilleri, Kanûni Sultan Süleyman olup ferman buyurdu,
Fahri bey, gene Zal Mahmut olup milletin fermanının boynuna yağlı urgan atdı!
Tarih artık “değişdirilmez” damgasını vurup hükmünü verdi;
Cumhurbaşkanı…
Zal Mahmut…
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.