Asubay Tefrikası -3- Gölge Oyunu: Ordumuzda Asubaylar_Eski Tüfek Şükrü IRBIK

 

 

 Gölge Oyunu

 

 

 Biz, gerçekden bir kukla sahnesindeyiz;

 Kuklacı, Coni usda; kuklalar da biz,

 Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer ikişer;

 Bitti mi oyun, sandıkdayız hepimiz!

 

 *  *  *  *  * 

 

Bir perde indirdiler gözümüze, âhiren

Bukağı da vurdular aklımıza, zâhiren

Bir gölge oyunu oynatıyorlar zihnimizde!

Bâzen seyirci, bâzen de oyuncuyuz, içinde!

Bir adam çıkdı ortaya ve şöyle dedi; “Dünyâ beş’den böyükdür!”

Kaddafi’den aşırma bu söz ile bu adam, güyâ dünyâya efeleniyor!

Sonra da dönüyor bu tarafa;

Böyük Türkiye afyonu ile milleti narkozluyor. Ve diyor ki “Ben, tek başıma dünyâdan böyüğüm!”

Bu adama değil! Çünkü O’nda hiç yok! Fakat bu adamın peşine düşenlere Allah akıl, iz’ân versin!

Ben de üç şey vereyim sana!

Bir daha düşün bakalım; kim, kimden böyük imiş!

IMF, UN, NATO...

Sen, Coni’nin tezgâhladığı uluslararası bu örgütlerin üçüne de üye misin?

Üyesin!

Öyleyse, şunu peşinen kabul ediyorsun demekdir; aslında sen, kocaman bir hiçsin!

Niye mi?

  • Mâliye’ni, Coni’nin patron olduğu IMF’ye bağlamışsın;
  • Dollar ile alıp dollar ile satıyorsun,

  • Millî gelirini söylerken, dollar diyorsun,

  • Evinin, işyerinin kirâsını, dollar ile ödüyorsun,

  • Evindeki ayakkabı kutuların, para kasaların, bankadaki hesâpların tıka basa dollar dolu,

  • Verdiğin bahşiş, aldığın haraç, ödediğin fâiz, yediğin rüşvet, dollar cinsinden,

  • Geceleyin garının goynunda bile dollar diye sayıklıyorsun!..

  • Vatandaşını, Coni’nin efendi olduğu UN’ye bağlamışsın;
  • Bebene bezini, sütün tozunu; kadınına tamponu, kaputu; erkeğine colayı, gondom’u O veriyor!
  • Askerini de Coni’nin gomutan olduğu NATO’ya bağlamışsın;
  • Topunu, tüfeğini, mermini, mataranı, kasaturanı,

        Ve dahi

  • Hattâ kaput bezini bile O veriyor!

Yalan mı?

 

 *  *  *  *  * 

 

Toprağına yüz sürdüğü anda Coni’nin önünde süt dökmüş “köle” olan bizim ekâbir gürûhu

Ekmeğini yediği, suyunu içdiği kendi toprağına ayak basınca hemen kendi insanına “efendi” oluyor!

Ülkemizi yöneten zevât, karısını boşayabilir de! Lâkin, dünyâ efendisi bu örgütlerden aslâ çıkamaz!

Omuzundaki yıldızları, forsundaki yıldızları, yakandaki yıldızları...

Geç gardeşim bunları, geç!

Ne imiş, öyleyse, gözlerimize çekilen yalan perdesinin ardındaki hakikât?

Dünyâ beş’den değil; Fakat Coni bugün, tek başına bütün dünyâdan böyük!

Sen de aslında; Coni’nin elindeki iplerin ucuna bağlanmış bir kuklasın, kukla!

Sen de aslında; Coni’nin elindeki kafesin içine tünemiş biçâre, besleme bir guşsun, guş!

Hem de kendi evinde, kendi koltuğunda, ve kendi yurdunda...

Gel, köftehorluk etme! Biz yemeyiz bunları... Buralarda efelenme!..

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhâne Parkında!

Hem sen bunun farkındasın, hem de Coni farkında!..

 *  *  *  *  * 

 Ey Hayyâm!

Varlığın sırları, benden;

Bir düğüm ki ne sen çözebilirsin, ne ben!

Bizimki perde arkasında dedi-kodu;

Bir indi mi perde, ne sen kalırsın, ne ben!

 

 

 *  *  *  *  * 

 

Kelime ekmeye, fikir tohumlamaya devâm ediyoruz!

Şu anda kıraat ediğiniz bölüm, makâlemizin üçüncü tefrikası... 

Başdan sona kadar tetebbu eyleyeceğimiz konu başlıklarını fâş eyledik!

“Bölüğün anası” kim imiş, kimlere “tampon” diyorlar imiş öğrendik!

  • Tonyukuk zamânında “başkomutan” anlamına gelen “çavuş” unvânını, aradan geçen 1.300 sene içinde çapsız subaylarımızın nasıl da “ayaklara” düşürdüğünün ibret dolu belgelerini gördük!

Asubay Tefrikası -3- Gölge Oyunu: Ordumuzda Asubaylar isimli bu üçüncü bölümde ise inşallah

  • Asubaylık denilen askerin iç ve dış hukûmuzdaki meşrûiyetinin,

Daha doğrusu gayri meşrûiyetinin izlerini süreceğiz.

  • Asubayız deyip üsdüne toz kondurmadığımız mesleğimiz asubaylığın

İç ve dış askerî hukûmuzdaki kepâze durumu konusunda “son sözü” söyleyeceğiz.

Öylesine bir müsâdeme-i efkâr vuruşmasıdır ki bu gördüğün!

Köle kalmayı savunan sansürcü ve idâre-i maslahatcılar ile

Köleliği berhevâ etmek isdeyen inkilâbcılar arasında...

Diller çözülüp, sözler söylenip, etekdeki daşlar dökülünce

Güneş gibi doğacak inşallah, barikâ-i hakikât!

 

 *  *  *  *  * 

 Ey Çadırcı!

Yaşamanın sırlarını bileydin

Ölümün sırlarını da çözerdin;

Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok;

Yârın, akılsız, neyi bileceksin?

 *  *  *  *  * 

 

Bu yazı tefrikamızda biz,

Kimi meslekdaşlarımızın bizden evvel yapdığı gibi kokuşmuş subay ezberi ile laflar geveleyip

Asubaylığın askerî târihimiz içindeki “gelişim evrelerini(!)” tetkik etmeyeceğiz!

  • Tezgâhladığı elvân türlü kânûnsuzluklar ile bölücü subaylarımızın
  • Ordumuzda meydâna getirdiği parçalanmayı, sınıflaşmayı ve cepheleşmeyi tetkik edeceğiz.
  • Coni ordusunda asubay var diyen subay ve asubaylarımızın bu ezberini kesin olarak bozacağız,
  • Üsdün ırk(!) olan hıristiyan batının vahşi ve ilkel dediği doğu uluslarını sömürmek için son 200 seneden beri tatbik etdiği “şarkiyât” siyâsetinin koçbaşı maskesiyle “böl ve yönet” faaliyetinin gönüllü erleri olarak belden gıvırmalı, göbekden beslemeli bizim garpmeşrep subaylarımızın yapdıklarını okuyacağız.
  • 1935 senesinde ordumuzda sâdece “2 sınıf” asker var idi. Bugüne kadar geçen 82 senede şerefsiz subaylarımızın ordumuza kelimenin tam anlamı ile nasıl “dokuz doğurtduğunu”,

         Ve dahi

  • Bu sınıflaşmanın asubay denilen askerleri içine düşürdüğü “çâresizliği”

         Ve daha da mühimi

  • Ordumuzu içine düşürdüğü “emir-gomuta zenciri bataklığını” gözler önüne sereceğiz, evvel Allah.

 

 *  *  *  *  * 

 

Devlet; Anakânûn ile teşkil edilir, Anakânûnu olduğu süre de yaşar!

Asker; midesi üsdünde yürür, gitdiği yere kendi kânûnunu da götürür!

Zottirik Kenân’ın 12 Eylül subay darbesi ile peydahladığı 1982 Anayasasının ikinci cümlesi şöyle der;

“Türkiye Cumhuriyeti bir hukûk devletidir.”

İkinci Halifemiz Hz. Ömer’in “El âdl-ü esâs ül mülk” vecizinin üzerine inşâ edilmiş bir devletden bahsediyor bu cümle, zâhiren. Ȃdâlet üzerine inşâ edilen bir devletde kânûnların da âdâlet (anayasa) üzerine inşâ edilmesi icâb ediyor. Ben de öyle olduğunu zannediyor idim. Bir gün dedim ki kendime... Askeriyemizin bugüne kadar meriyyete koyduğu temel idârî ve cezâ kânûnları da acap Anayasamıza göre mi inşâ edildi? İnşâ edilmediğini bugüne kadar defâlarca ve bizzat tecrübe etmiş idim aslında. Fakat gene de yanılmak umudu ile bir dilekce yolladım, Millî Savunma Bakanlığımıza. Dedim ki Bakanımıza; askeriyemizin temel idârî ve cezâ kânûnları, meşrûiyetini Anayasamızın hangi maddesinden alıyor?

 

 

KONU: Askerî Kânûnların Anayasa Dayanağı Hakkında.

İLGİ: (a) 2709 sayı ve 18/10/1982 târihli T.C. Anayasası

(b) 211 sayı ve 4/1/1961 târihli TSK İç Hizmet Kânûnu.

(c) 926 sayı ve 27/7/1967 târihli TSK Personel Kânûnu.

(ç) 1632 sayı ve 22/5/1930 târihli Askerî Cezâ Kânûnu.

(d) 6413 sayı ve 31/01/2013 târihli TSK Disiplin Kânûnu.

(e) 4982 sayı ve 09 Ekim 2003 târihli Bilgi Edinme Hakkı Kânûnu.

(f) 2004/7189 sayı ve 19 Nisan 2004 târihli Bilgi Edinme Hakkı Kânûnunun Uygulanmasına İlişkin Esâs ve Usûller Hakkında Yönetmelik.

1. İlgi (a)’da mezkûr T.C. Anayasası’nın; “IV. İdare, A. İdârenin esâsları, 1. İdârenin bütünlüğü ve kamu tüzelkişiliği” altbaşlığındaki 123’üncü maddesi birinci fıkrası; “İdarenin, kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğunu ve kânûn ile düzenleneceği” hükmünü âmirdir.


2. İlgi (a)’da mezkûr T.C. Anayasası’nın; “XI. Anayasanın bağlayıcılığı ve Üstünlüğü” altbaşlığında yer alan onbirinci maddesi;
a. Birinci fıkrası “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idâre makâmlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları” olduğu,
b. İkinci fıkrası da “Kânûnların Anayasaya aykırı olamayacağı” hükümlerini âmirdir.

3. İlgi (b-d)’de mezkûr askerî kânûnların, Anayasanın yukarıda mezkûr hükümleri muvâcehesinde hazırlandığında şüphe yokdur. Ancak ne var ki söze konu bu askerî kânûnların metinlerinde, meşrûiyetini Anayasanın hangi maddelerinden aldığına dair de hiçbir hüküm ya da atıf yokdur.


4. İlgi (b-d)’de mezkûr askerî kânûnların meşrâiyetini Anayasanın hangi maddelerinden aldığını İlgi (e ve f) mevzuât muvâcehesinde tarafıma bildirmesini Millî Savunma Bakanlığımızdan saygılarımla arz eylerim. 05.02.2017
 1700171525.

                                                                                                                          Şükrü IRBIK

 

 

Yukarıda gördüğünüz gibi bu dilekceme cevâp verme süresi çokdan doldu. MSB’den ne ses var, ne de selen!..

Demek ki hukûk devleti olduğumuzu Anayasamıza yazmak ile iş bitmiyor! Riayet etmez isen şâyet Anayasa’nın bu emrinin hiçbir hükmü olmuyor. Bu emirlere riayet edecek haysiyetli ve şerefli devlet adamlarımızın da olması gerekiyor.

1071 senesinde bugün yaşadığımız toprakları yurt edindik. Evvelâ 1037 Selçuklu Devleti, akabinde 1299 Büyük Osmanlı Devleti ve nihâyetinde de 1923 Türkiye Cumhuriyeti Devletini teşkil etdik. 2.200 küsûr senelik askerlik, 600 küsûr senelik devlet, 150 senelik de Anayasa geleneğimiz var diye böbürleniriz! Fakat, bugün meriyyetde olan temel askerî idârî ve cezâ kânûnlarımızın Anayasaya göre meşrûiyeti yok! Yukarıdaki dilekcemde bahsetdiğim askerî kânûnların, Anayasamız nezdinde hiçbir kıymeti yok! Vardığım netice itibâriyle ben, bunu gördüm! Subay darbelerinin meş’um karanlığında tertiplenen bu kânûnlar ile ordumuzu teşkil ve terkip etmişler!

Fakat askeriyemizde kim ast olmuş? Üst kimdir? Kim, kaç para almış? Subay ne, Er kim? Bilen yok!

Çünkü Anayasamızda yok!

Bakınız,

Askerî Cezâ Kânûnumuzda idam cezâsı bugün bile hâlâ var. Bugüne kadar idam etdiğimiz askerleri, Anayasa’nın hangi maddesine göre idam etmişiz, belli değil. Çünkü Askerî Cezâ Kânûnunun Anayasa dayanağı yok! Uydurup uydurup yazmışlar! Sonra da meclisde ayartdıkları yardakcı, şerefsiz siyâsetcilere de bu yapdıklarını kânûn diye kabul etdirmişler.

Her 10 senede subay darbesi ile uyanan bizim memleketimizin 1982 senesinde kabul etdiği bir Anayasamız var.  Bu sözde “asker” Anayasamızda sâdece biricik “subay” kelimesi var. O da AYİM’in askerî hâkim subayı hakkında.

Ey vatandaşlar! Anayasamızda, askerliğe dâir bir tek hüküm yok!

Kimimiz “astsubay”,

Kimimiz “assubay”,

Eski Tüfek gibi nev zuhûr kimileri de ATATÜRK’e izâfeten haklı olarak “asubay” diye gıçımızı yırtıyoruz!

Fakat bu unvânların hiçbirisi Anayasamızda yok!

Açıp bakın, isderseniz!..

 

 

 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI (1)(2)(3)

 

Kanun Numarası                        : 2709

Kabul Tarihi                               : 18/10/1982

Yayımlandığı Resmî Gazete       : Tarih : 9/11/1982      Sayı  : 17863 (Mükerrer)

Yayımlandığı Düstur                 : Tertip : 5                   Cilt   : 22           Sayfa : 3

Bu Kanunun yürürlükte olmayan hükümleri için bakınız

“Yürürlükteki Bazı Kanunların Mülga Hükümleri

Külliyatı”, Cilt 2 Sayfa : 1345

  • Subay kelimesi yok,Astsubay,
  • Assubay, Asubay kelimeleri yok,
  • Er ve Erbaşları da seçimlerde "rey pusulası" niyetine yazmışlar!

 

 

 *  *  *  *  * 

 

Biliyor musun, Çadırcı?

Akılla bir konuşmam oldu dün gece;

Sana soracaklarım var, dedim!

Sen ki her bilginin temelisin,

Bana da yol gösdermelisin!

 

 *  *  *  *  * 

 

Coni Kim, Biz Kim?

Askerlik konusunda bizim Anayasamızda vaziyet, yukarıda söylediğim gibi; tam bir rezâlet!..

Fakat daha şunun şurasında 200 sene evvel teşkil edilen Coni’de durum nasıl dersiniz?

Coni kendi askerini;

  • Ne zamân,
  • Neye göre,
  • Nasıl târif etmiş? 

 

Dünyâya sonsuz zenginlik vaad eden ve insan hakları pazarlayan Coni’de vaziyet nedir acap?

Bakınız, bizim gözümüze yalan perdesi çekdiren Coni, kendi memleketinde neler yapmış!

Coni kıt’asında 13 eyâlet önce birbirlerini öldürdü. Sonra da sağ kalanlar 15 Kasım 1777 târihinde bir araya geldi ve bir sözleşme imzâladı.

İsmine Konfederasyon Maddeleri dedikleri bu sözleşme, aslında Coni’nin ilk Anayasası.

Bu sözleşmeye göre Coni, kendi ordusunu “iki sınıf asker” üzerine teşkil edi;

 

  1. Subay

  2. Er

 

Emek verip Türkcesini yazdım!

Okuyanlar anlasın; bilmeyenler de öğrensin diye!..

 

 

Devletler Birliği Beyânnâmesi, 15 Kasım 1777

 

Madde-IX

(...)

Kurultay hâlinde toplanmış Birleşik Devletlerin; kurultayın toplantıları arasındaki müddet zarfında toplanacak ve her devletin bir temsilcisinden teşekkül edecek "Devletler temsil heyeti" unvânı ile bir heyet  vücude getirmeğe ve kendi idâreleri altında Birleşik Devletlerin umumî işlerini tedvir için lüzumlu görülen diğer heyetleri ve mülki memuriyetleri ihdâs etmeğe; üyelerden birini başkanlık makâmına getirmeğe (hiç kimse üç senelik bir müddet zarfında bir yıldan fazla başkan vazifesini göremez); Birleşik Devletlerin âmme hizmetleri için tahsil edilmesi lâzım gelen para miktârını tesbit etmeğe ve bunların âmme hizmetlerine sarf edilmek üzere ne şekilde ödenek kayıt olunacağını tâyine; her devlete altı ayda bir borç alınan para veya çıkarılan tahvil miktârını gösteren bir cetvel göndermek sûretiyle borç para almağa ve Birleşik Devletlere ait tahviller çıkarmağa; gemiler inşâ etmeğe veya bunları silâhlandırmağa; kara ordularının mevcudunu tesbit etmeğe; her devletten o devletin beyaz ırka mensup nüfusiyle mütenasip asker toplamasını talep etmeğe (bu taleplere riâyet mecbûridir) iktidârları vardır. Böyle bir talep vukuunda, her devletin yasama organı alay subaylarını tâyin eder, asker toplar. Onları Birleşik Devletlerin hesabına, bir askere lâzım gelen şekilde giydirir, teslih ve teçhiz eder; bu sûretle silâhlandırılan, giydirilen ve teçhiz edilen subaylar ve erler (officers and men) heyet hâlinde toplanmış Birleşik Devletler tarafından tesbit olunacak mahalle tâyin edilen müddet zarfında gideceklerdir. Ancak, eğer heyet hâlinde toplanmış Birleşik Devletler, bazı ahvâl ve şerâitten dolayı, bir takım devletlerin hiç asker göndermemesini veya kendi hissesine düşenden daha az göndermesini ve diğer bir devletin de kendi hissesinden fazla göndermesini uygun görürlerse, bu fazla miktar da, başlarında subayları olmak üzere, bu devletin asıl hissesine düşen asker miktarı gibi giydirilmiş, teçhiz ve teslih edilmiş olarak yollanacaktır. Yalnız eğer o devletin yasama meclisi bu fazla miktarın gönderilmesini kendi emniyetine uygun bulmazsa, bu takdirde emniyetini tehlikeye düşürmeden gönderebileceği miktarı toplayacak, başlarına subay tahsis edecek silâhlandıracak, giydirecek ve teçhiz edecektir. Bu sûretle teslih edilmiş, giydirilmiş ve teçhiz edilmiş subaylar ve erler (officers and men) heyet hâlinde toplanmış Birleşik Devletler tarafından tesbit olunacak mahalle tâyin edilen müddet zarfında gideceklerdir.

 

 

Bu da İngilizcesi

 

 

Articles of Confederation, 15 November 1777

(Devletler Birliği Beyânnâmesi, 15 Kasım 1777)

Article-IX

(...)

 
The united states in congress assembled shall have authority to appoint a committee, to sit in the recess of congress, to be denominated "A Committee of the States," and to consist of one delegate from each state; and to appoint such other committees and civil officers as may be necessary for managing the general affairs of the united states under their direction--to appoint one of their number to preside, provided that no person be allowed to serve in the office of president more than one year in any term of three years; to ascertain the necessary sums of money to be raised for the service of the united states, and to appropriate and apply the same for defraying the public expences to borrow money, or emit bills on the credit of the united states, transmitting every half year to the respective states an account of the sums of money so borrowed or emitted,--to build and equip a navy--to agree upon the number of land forces, and to make requisitions from each state for its quota, in proportion to the number of white inhabitants in such state; which requisition shall be binding, and thereupon the legislature of each state shall appoint the regimental officers, raise the men and cloth, arm and equip them in a soldier like manner, at the expence of the united states; and the officers and men / subaylar ve erler so cloathed, armed and quipped shall march to the place appointed, and within the time agreed on by the united states in congress assembled: But if the united states in congress assembled shall, on consideration of circumstances judge proper that any state should not raise men, or should raise a smaller number than its quota, and that any other state should raise a greater number of men than the quota thereof, such extra number shall be raised, officered, cloathed, armed and equipped in the same manner as the quota of such state, unless the legislature of such state shall judge that such extra number cannot be safely spared out of the same, in which case they shall raise officer, cloath, arm and equip as many of such extra number as they judge can be safely spared. And the officers and men / subaylar ve erler so cloathed, armed and equipped, shall march to the place appointed, and within the time agreed on by the united states in congress assembled.

 

 

İnsan için her şeyin başı, sağlık,

Devlet için de her şeyin başı, Anayasa...

1777 senesinde “iki sınıflı ordusunu” teşkil etdikden 10 sene sonra Coni, ilk Anayasasını hazırladı.

Kendi meclisinin (senato) “ordu teşkil etmek” hakkı olduğunu da bu Anayasa ile teslim ve tescil etdi.

Emek verip bu Anayasa’nın da Türkcesini yazdım!

Herkes okusun, anlasın,

Bilmeyenler de öğrensin diye!..

 

 

BİRLEŞİK DEVLETLER ANAYASASI (17 Eylül 1787)

Biz, Birleşik Devletler halkı; daha mükemmel bir birlik teşkil etmek, adâleti tesis etmek, dâhilî emniyeti sağlamak, müşterek müdafaayı temin etmek, umumî refâhı artırma; kendimizin ve ahfâdımızın hürriyetin nimetlerinden istifâde edebilmesi için işbu Amerika Birleşik Devletleri Anayasasını ısdâr ve tesis eyliyoruz.

Madde-I

Bölüm 8

(…)

  • Savaş ilan etmek, silâhlı gemi kullanma ve karşılıkta bulunma konularında yetki mektupları vermek ve karada ve sularda ele geçirilenler ile ilgili kuralları koymak. 
  • Ordular teşkil etmek ve bunları iâşe, ibâte etmek ve donatmak. 
  • Bir deniz gücü teşkil ve idâme etdirmek. 
  • Kara ve deniz kuvvetlernin idâre ve nizâmı için yönetmelikler neşretmek.

 

 

Bu da İngilizcesi...

 

 

THE CONSTITUTION OF THE UNITED STATES (17 SEPTEMBER 1787)

(BİRLEŞİK DEVLETLER ANAYASASI (17 Eylül 1787)

Preamble (Başlangıç)

We the People of the United States, in Order to form a more perfect Union, establish Justice, insure domestic Tranquility, provide for the common defence, promote the general Welfare, and secure the Blessings of Liberty to ourselves and our Posterity, do ordain and establish this Constitution for the United States of America.

Article I (Article 1 - Legislative)

Section 8

11: To declare War, grant Letters of Marque and Reprisal, and make Rules concerning Captures on Land and Water.

12: To raise and support Armies, but no Appropriation of Money to that use shall be for a longer Term than two Years.

13: To provide and maintain a Navy.

14: To make Rules for the Government and Regulation of the land and naval Forces.

 

 

 1787 Anayasası Madde-I, Bölüm-8 ile “ordu teşkil etme” hakkını ihrâz eden meclis “Başlık -10”  (Title-10) altında

Coni Silâhlı Kuvvetler Personel Kânûnunu terkip etdi. (US Code Title 10 – Armed Forces, dtd. Aug.10, 1956).

Ve 1956 senesinden beri bu kânûnun bir tek kelimesine dahi dokunmadı.

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

 

 

Chapter – I / Bölüm – I                                                                   Page 18 & 19

 

101. Definitions / Tanımlar;

(b) PERSONNEL GENERALLY. — The following definitions relating to military personnel apply in this title:

(b) Personel: Bu başlık altında sözü edilen askerî personel için aşağıdaki tanımlar geçerlidir.

(1) The term "officer/subay" means a commissioned or warrant officer.

(2) The term "commissioned officer/muvazzaf subay" includes a commissioned warrant officer.

(3) The term "warrant officer/gedikli subay" means a person who holds a commission or warrant in a warrant officer grade.

(4) The term "general officer/general" means an officer of the Army, Air Force, or Marine Corps serving in or having the grade of general, lieutenant general, major general, or brigadier general.

(5) The term "flag officer/amiral" means an officer of the Navy or Coast Guard serving in or having the grade of admiral, vice admiral, rear admiral, or rear admiral (lower half).

(6) The term "enlisted member / gönüllü er" means a person in an an enlisted grade.

(14) The term "medical officer/tabip subayı" means an officer of the Medical Corps of the Army, an officer of the Medical Corps of the Navy, or an officer in the Air Force designated as a medical officer.

(15) The term "dental officer/dişci subayı" means an officer of the Dental Corps of the Army, an officer of the Dental Corps of the Navy, or an officer of the Air Force designated as a dental officer.

 

 

 İşde, gördünüz! Coni ordusunda sâdece iki sınıf asker var;

    1. Subay

     2. Er

 

 *  *  *  *  * 

 

Bir elde kadeh, bir elde Kur’ân

Bir helâldir işimiz, bir harâm!

Şu yarım yamalak dünyâda

Ne tam kâfiriz ne de tam müslümân! 

 

 *  *  *  *  * 

 

1777 senesinde Coni ordusunda olduğu gibi

1935 senesinde bizim ordumuzda da sâdece “iki sınıf asker” var idi;

     1. Er

     2. Subay

 

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

İki sınıflı askeri olan ordumuza ilk darbeyi

ATATÜRK’ün subayları olduğunu söyleyen 1960 darbeci subayları vurdu!

“Astsubaylar” dedikleri askerleri de

Darbeden bir sene sonra “üçüncü asker sınıfı” olarak ordumuzun demirbaşına kayıt etdiler.

 

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

 

Târih öğretmenimiz Albay Tahsin ÜNAL 1965 senesinde keşfetmiş idi;

Bölüğün Anası var idi nasıl olsa!..

Coni’den terfili, belden gıvırmalı, omuzu püsküllü beyaz subaylarımız,

Ordumuza “yeni asker sınıfları doğurtmaya” devâm etdiler.

 *  *  *  *  * 

 

Coni;

Kendi ordusunda sâdece “iki sınıf” asker tertipledi.

Bu asker sınıflarını da kânûn ve Anakânûnuna işde, böyle yazdı.

Fakat Conisevici bizim subaylarımız 1952 senesinden beri

Bizim gözümüze nasıl da yalan perdesi çekdiler!

Ve dahi 

Ordumuzun erlerini bakınız, nasıl da kaşar dilimi gibi “kıymık kıymık” kıydılar.

Ordumuzda bugün itibârı ile tam “6 sınıf da asker” var...

Biz susalım, belgeler konuşsun!

 

 *  *  *  *  * 

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski TüfekAsubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

 Ordumuzda bugün; 

  • 10 farklı kânûna tâbi olan
  • Tam 6 sınıf asker var!

 

 

Ordumuzdaki Asker Sınıfları

 

1.  17.06.1926 târih ve 863 sayılı Ordu Zâbitân Heyetine Mahsus Terfi Kânûnuna tâbi Subaylar.

2.  16.06.1927 târih ve 1076 sayılı Yedek Subaylar ve Yedek Askerî Memurler Kânûnuna tâbi (Asteğmenler) Subaylar.

3.  13.06.2001 târih ve 4678 sayılı TSK’de İstihdam Edilecek Sözleşmeli Subay ve Astsubaylar Hakkında Kânûna tâbi Subaylar.

4.  26.10.1963 târih ve 357 sayılı Askerî Hâkimler ve Askerî Savcılar Kânûnu tâbi Subaylar.

5.  02.07.1951 târih ve 5802 sayılı Astsubay Kânûnu birinci maddesi ile uydurulup 27.07.1967 târih ve 926 sayılı TSK Personel Kanunu Ek madde-21’e hapsedilen Asubaylar.

6.  13.06.2001 târih ve 4678 sayılı TSK’de İstihdam Edilecek Sözleşmeli Subay ve Astsubaylar Hakkında Kânûna tâbi Asubaylar.

7.  24.06.1965 târih ve 635 (yenisi 28.05.1988 târih ve 3466) sayılı Uzman Jandarma Kânûnuna tâbi Uzman Jandarma Erbaşlar.

8.  18.03.1986 târih ve 3269 sayılı Uzman Erbaş Kânûnuna tâbi Uzman Erbaşlar.

9.  10.03.2011 târih ve 6191 sayılı Sözleşmeli Er ve Erbaş Kânûnuna tâbi Sözleşmeli Erler.

10.  21.06.1927 târih ve 1111 sayılı Askerlik Kânûnuna tâbi vatana hizmet eden mükellef Erler.

 

 

Karârgâhındaki fitneci subayların dolduruşuna gelen sâbık Genelkurmay Başkanımız Sucukcu Necdet bey,

04 Mayıs 2012 Cuma günü biz asubaylara gönderdiği e-muhtırada bu asker sınıflarına şiddetli bir “vurgu” yapmış idi!

 

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

 

 *  *  *  *  * 

 

Ne doğurtkan subaylar imiş, bizim subaylarımız... Sanki kendi anaları doğuruyor!

Bugün itibâriyle ordumuzda birbirinden tamamen farklı tam 7 (yedi) sınıf asker görev yapıyor.

Bunların hepsi de muvazzaf. Bu sayıya sözleşmeli subay ve asubayı da dahil edersek sınıf sayısı 9 oluyor.

 

  • Her biri kendi sınıfı içine kapanmış,
  • Birbirinden tamamen kopartılmış,
  •  Birbirini umursamayan, görmezden gelen,
  •  Ve hattâ hem yukarıdaki muhtıranın ikinci madde, ikinci cümlesinde görüldüğü üzere
  • Hem de Mehmet Ali BİRAND’ın nakletdiğine göre birbirini anlamak isdemeyen tam 9 sınıf asker...

 

Başbakan Binali YILDIRIM_Asubay Tefrikası_3 Eski Tüfek Şükrü IRBIK

 

Sünepe gazeteci Mehmet Ali BİRAND’a,

1986 senesinde ne demişdi, saltanat sevdâlısı beyaz subaylarımız?

“... Herkesin okula girerken ne olacağı belli. Sonradan ortaya çıkan bir şey yok. Harp Okulları imtihanları herkese açık. Oraya başvursalardı...

Evet, bu subay gardeşlerimiz doğru söylemişler.

Kocakafa Yaşar’dan beri Harp Okullarının kimlere açık(!) olduğunu 15 Temmuz’da gördü bu millet!

 

 İşde, Necdet ÖZEL karargâhının kırkdüğüm “emir gomuta zenciri” 2014 senesinde şöyle görünüyor idi.

Bugün de aynen böyle görünüyor...

 Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

 

Şunca ömrün sahibiyim.

İntisâb-tekâüd gir-çık, tam 34 sene hizmet etdim ordumuza. “General/Amiral” unvânı ile bilinen bir asker sınıfına hiç rastlamadım oralarda!..

Genelkurmay Başkanımız Necdet Bey’e sordum. Böyle bir asker sınıfı hangi mevzuâtda yazıyor diye.

Biliniz bakalım, ne dedi Necdet Bey?..

 

 *  *  *  *  * 

 

Bizim şanlı ordumuza Conisevici subaylarımız tam “dokuz” doğurtdular!..

Fakat bakınız, 

Coni’de ve bizim de üyesi olduğumuz NATO’da rütbe ismi kaç dâne;

  • 9 Subay rütbesi
  • 9 Er rütbesi

 

Toplam 18 çeşit rütbe ismi

Aşağıdaki şu çizelge de bunu fıslıyor bize...

 

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

 *  *  *  *  * 

 

Bizim ordumuzda da 1935 senesinde

Sadece 2 sınıf asker var idi;

Dön, gel, şıhım dönelim bu yana!

Conisever subaylarımızın tezgâhladığı bizim ordumuzda şu gün itibâri ile

İşde, rütbe sayısı ve isimleri;

  • 15 çeşit subay rütbesi
  • 11 çeşit asubay rütbesi
  • 9 çeşit uzman Jandarma rütbesi
  • 1 çeşit uzman erbaş rütbesi

 

Toplam 42 çeşit asker rütbesi

(Sözleşmeli er rütbe ismi dâhil değil)

Ordumuzdaki “42 çeşit rütbe ismini” bu “6 sınıf askere” tevzii edersek şâyet

Şöyle rezâlet bir manzara çıkıyor ortaya;

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

 

1951 senesinde başlayan "gebelik-doğurganlık" sarmalı neticesinde ordumuz tam “dokuz” doğurdu!

Gahraman ordumuzda ne kadar da çok rütbe ismi var ya rabbim! Oku, oku minder yap hani!..

 

 *  *  *  *  * 

 

Güneşi balçıkla sıvamak elimde değil!

Erdiğim sırları söylemek elimde değil!

Aklım, düşüncenin derin denizlerinden

Bir inci çıkardı ki delmek, elimde değil!

 

Senin elinde değil! Zâten niyetin de yok idi!

Lâkin, haberin olsun, Hayyâm; öyle adamlar var ki;

Hem o tarafda hem de bu tarafda

Güneşi kendi bokları ile sıvamak niyetindeler!

 

 *  *  *  *  * 

 

Devletimizin taraf olduğu 1949 Cenevre Sözleşmesi (III) ve

1952 NATO Andlaşmasına göre ordumuzdaki asker sınıflarını resimler isek şâyet

Ortaya şöyle rezâlet bir manzara zuhûr ediyor;

 

Hulusi Aga subaydır_Yap'!Yapdım gomutanım! Asubay Tefrikası_3 Eski Tüfek Şükrü IRBIK

  *  *  *  *  * 

 

Şimdi,

Kuvvet Komutanlıkları MSB’ye bağlandı, “emir gomuta zenciri” gırıldı diye gıçını yırtan subay gardeşlerim

60 seneden beri ordumuzda peydahladığınız yukarıdaki şu “emir gomuta zencirine” bir bakın hele!

Bir zencirin halkası ne kadar fazla ise o zencirin kırılma ihtimâli de o kadar fazla olur.

Bölünerek kuvvetlenen bir ordu var mı, Allah aşkına şu dünyâda?

Kuvvet Komutanlıkları MSB’ye bağlandığı için “emir gomuta zenciri” gırıldı diyorsunuz da...

Emir gomuta zencirini siz her boku bilen kurmay subaylarımız, 60 sene evvel gırdınız zâten!

Ordumuzda “emir-gomuta zenciri” var mıydı ki bugün gırılsın?

Yuf olsun, sizin sıfatınıza!..

 

 *  *  *  *  * 

 

Coni vatandaşı için 1973 senesinden beri mükellef/mecburî (conscript/drafted) askerlik yokdur, gönüllü (volunteer/enlisted) askerlik vardır.

İkinci dünyâ harbinde bile Coni, sâdece gönüllü asker celb etdi.

Coni ordusu, vatandaşını dipcik-süngü zoruyla askere almaz.

Bizde olduğu gibi askerlik çağına gelenleri yakalamak için de kendi memleketinin sokaklarında erkek çocuk avına çıkmaz.

Kadın ya da erkek farketmez. 18-42 yaşları arasındaki her Ceni ve Coni, 2 ilâ 8 sene süreli olmak üzere kendisi gidip askere yazılır.

Subay olacaklar 12 hafta, Er olacaklar da 8 haftalık bir temel eğitimden sonra askerliğe başlar.

 

Coni ordusunda sâdece 2 sınıf asker vardır;

    1- Subay (Officer) 

    2- Enlisted (Gönüllü Er)

 

Bizim sahtekâr subaylarımız ve dangalak Mehmet Ali BİRAND’ın dübürlerinden uydurduğu “assubay” isimli asker sınıfı, Coni’de yokdur. 4464 sayfalık Coni Silâhlı Kuvvetler Personel Kânûnunda “non-comsissioned officer” (muvazzaf olmayan subay) ibâresi sâdece iki kere yazılıdır. Bunlar da bir asker sınıfının ismi olarak değil fakat kânundaki belli kavramları tasrih etmek için izâhaten yazılmış.

 

Tam gönüllü ismini verdiği bu askerliği de;

  • Sivil vatandaşına kıyâsen oldukca iyi maaş,
  • İyi yaşam koşulları, özlük hakları,
  • Neredeyse parasız üniversite eğitimi,
  • Sonsuz terfi fırsatı ve

 

Fakat hâl ve şerâit böyle olmasına rağmen

Yemin edip göreve başlayan Coni subay ve eratında,

Daha ilk senenin sonunda yaprak dökümü başlar;

  • Subayların %78’i,
  • Eratın ise  %94’ü emekli olmadan ordudan ayrılır.

 

Coni ordusunda mevki, makâm rütbe, kimsenin babasından mirâs beylik mal değildir.

Subayı da eratı da canı isdediği kadar vatanına, ordusuna hizmet eder.

İşde, görevde kalma süresini gösderen belge...

 

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

 

Coni ordusundaki er oranı kadar bizim ordumuzda asubay var. (Sb. %13, Er %87).

Çünkü Coni’de “asubay” denilen “ortada sandık” bir asker sınıfı yok!

Çünkü Coni’nin “er” dediği asker sınıfına bizim kurnaz kurmaylarımız “asubay” ismini vermiş! Bize de böyle yedirmiş!

Sâdece 2 aylık eğitim sonunda görevbaşı yapan Coni “eratının” görevini bizim ordumuzda 2 sene eğitim almış “asubay” dediğimiz askerler yapar.

Orduya gönüllü olarak giren Coni eratı da iki-dört senelik anlaşma ile görev yapar. Askerliğe devâm etdiği takdirde sonsuz ve dikey terfi etmek imkânı da cabası.

Bir zamânlar bizim ordumuzda olduğu gibi Kuvvet Komutanı, hattâ Genelkurmay Başkanı bile olur.

Coni ordusunda subaylar, orduyu terk eden usta eratın yerine gelen acemi eratı eğitmek için uykusuz geceler geçirir. Çünkü silâhını, uçağını, gemisini topunu tüfeğini teslim edeceği “asubayı” yokdur. Eratını ne kadar iyi eğitirse ordusu ve dolayısı ile kendisinin de o kadar başarılı olacağını iyi bilir. Coni subayının kendisi de o kadar rahat görev yapar. Bu sebepden dolayı acemi erini, subay kadar eğitim verdiği eratı eğitir.

Fakat “er” yerine “asubay” ismini verdiği askeri istihdam eden subaylarımız için bizim ordu, tam anlamıyla dikensiz gül bahcesi gibidir. 

  • Bir asubayı al
  • Bir iki sene eğit.
  • Evvelâ bir kânûn tezgâhla,

  •  Asubay dediğin askeri “ömür boyu çavuşluğa”

        Ve

  • “15 sene mecbûrî hizmete” mahkûm et.
  • Dikey terfiyi de yasak et!
  • Sonra da atom pilli denizaltı gibi 15 sene boyunca kendi kendine çalışan atom askerin olsun!

Subay gardeşlerim! Vallahi helâl olsun sizlere!..

Bu hakikâtleri biz asubaylardan daha iyi bilen subay gardeşlerimiz, asubaylığı lağveder mi, Allah aşkına?

Son 60 seneden beri yaşadık ve gördük; aynı mevzide kalmaya devâm ederek mücâdele kazanılmaz! Binlerce senenin sınayıp onadığı değişmez ve kadim kuralıdır; baskın, basanındır! Asubay denilen uyduruk ve gayri meşrû asker sınıfının bugüne kadar hep aynı cepheden verdiği mücâdelesinde bir mevzi değişikliği yapmanın zamânı geldi. Küçük bir manevra yaparak başarıya giden en kısa yolu kolayca bulabiliriz.

Mensûbu olduğumuz asubaylık sınıfını mevcut kânunlar zemininde savunarak başarı elde edemeyeceğimizi artık anlamalıyız. Kendi mesleğimizi savunmak ve geliştirmek için harcadığımız her çabamız ile aslında subaylarımızın harladığı ve bizi yakıp kavuran ateşe kendi ellerimiz ile odun taşıyoruz.

Subaylar gibi asubaylar da 4 senelik okullarda lisans eğitimi alsın diyenler şu suâllerin cevâbını versinler;

1.Emeklilerimize bir soralım; dünyâya tekrâr gelseler, aynı şartlar altında görev yapmak koşulu ile acap yüzde kaçı gene asubay olmak isder? Hâl böyle iken 4 sene okuyan bir gencimiz, gidip de niye asubay olsun?

2.Haydi, düşdü, şaşdı ve asubay oldu diyelim! Subaylar, kendileri ile aynı haklara sahip başka bir asker sınıfına izin verir mi zannediyorsunuz? Bir ipde iki cambaz oynar mı, Allah aşkına?

3.Vermez ya! Subay gardeşlerimiz düşdü, şaşdı ve haydi izin verdi diyelim! Mâdem ki subaylar gibi 4 senelik eğitim alacak! Mâdem ki subayların sahip olduğu aynı özlük haklarına sahip olacak. Bir orduda birbirinden farklı iki asker sınıfı olmasını nasıl açıklayacağız? Subaylar ile aynı eğitimi almış, subaylar ile aynı haklara sahip asubayları olan bir tek ordu var mı, şu dünyâda? Ortaya atılan teklifin en azından kağıt üzerinde bir iler tutar bir tarafı olmalı, değil mi?

4.Asubaylığı icâd edenler, 1951 senesinden beri kânûnsuzluk yapıyorlar. Bugün asubay dediğimiz asker sınıfı, hem Anayasamıza hem de taraf olduğumuz milletlerarası andlaşmalara aykırıdır. 1949 Cenevre Sözleşmesine göre biz asubayları, esir kampında, subaylarımızın hizmet eri olarak çalışdıracaklar. Haydi, 80 milyon bir araya gelsin! Ve sözleşmenin bu maddesini değişdirsin! Ciğeriniz yeter mi? Hâl böyle iken hem iç hukûkumuza hem de dış hukûkumuza aykırı olan asubaylığın mevcûdiyetini bugün savunanlar da Asubaylığı icâd eden zorbaların yapdığı kânûnsuzluğa ortak oluyorlar. Mevcûd kânûnsuzluğu def etmek gibi elimizde çok sağlam ve meşrû bir tercih var iken bu kânûnsuzluğun devâm etmesini savunmak, akıllı adam işi olabilir mi?

5.Gayri meşrû ve uyduruk bir asker sınıfı olan asubaylığın bugünkü askerî mevzuâtımız içinde devâm etmesini isdeyenler aslında;

  • Asubayların sırtından rütbe, mevki, makâm ve servet devşiren subaylarımızın ekmeğine yağ sürüyor ve subaylarımızın bu saltanâtına, farkında olmadan hizmet ediyorlar,
  • Kendilerini yakıp kavuran cehennem ateşine kendi elleriyle odun taşıyorlar,
  • Subaylarımızın 1951 senesinden beri yapdığı kânûnsuzluğa da ortak oluyorlar.

 

 *  *  *  *  * 

 

Dedim: artık bilgiden yana eksiğim yok;

Şu dünyânın sırrına ermişim az çok!

Derken, aklım geldi başıma, bir de bakdım:

Ömrüm gelip geçmiş, hiçbir şey bildiğim yok!

 

 *  *  *  *  * 

 

Sözün Doğrusu isimli makâlemizde 28 Mart 2016 Pazartesi günü İlk defâ neşretdiğimiz

Ve dahi

Astsubay Hakkında Herşey isimli kitabı için kıymetli meslekdaşım Oktay YILDIRIM’a ödünç verdiğim şöyle bir çizelge var.

Asubaylar lisans eğitimi alsın diye gıçlarını yırtan hamiyyetli, ferâsetli ve kariyerli meslekdaşlarım

Şu çizelgeye şöyle dikkatlice bir baksınlar hele!

 

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

 

Subayları zâten lisans mezûnu da

Öykündüğümüz Coni ordusunda lisans mezûnu eratın oranı ne imiş, bir görsünler!..

Nâfiledir! Asubay aramasınlar okyanus ötesinde!.. Çünkü, yok oralarda...

 

 *  *  *  *  * 

 

Coni ordusunda ve NATO’da sâdece “iki kademeli emir-komuta zenciri” var;

     1- Emir veren: Subay

      2- Emir alan: Er

 

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

 

 *  *  *  *  * 

 

Türk ordusunda ise tam “6 kademeli emir-komuta zenciri” var.

Ebemdedem kuşağı gibi maşşallah, her renk asker var içinde... 

1-Emir veren: Subay

2-Emir veren: Asubay

3-Emir veren: Uzman Jandarma Erbaş

4-Emir veren: Uzman Erbaş

5-Emir veren: Sözleşmeli Er ve Erbaş

6-Emir alan: Mükellef Er

 

 Tuğla dizer gibi bütün askerleri dizmişsin üst üsde

En tepeye de oturtmuşsun beyaz bir  “efendi” subay.

Subayı;

Yedeksubaya emânet etmişsin,

Asubayın sırtına bindirmişsin!

Asubay dediğin “uyduruk ve köle asker” sınıfını da

Uzman erbaş’ın sırtına bindirmişsin!

Uzman erbaşı da ötekilerin sırtına...

Anan doğurmadı nasıl olsa! Astda kalanların da varsın, canı çıksın!

Teşbihde hatâ câizdir; it, ite; it de kuyruğuna...

T.C Devletinin kânunlarına göre Ordumuzdaki “6 çeşit asker sınıfı” şöyle görünüyor bugünlerde;

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

Nasıl, Hulusi? Gözel mi?

 *  *  *  *  * 

 

Ey kör! Bu yer, bu gök, bu yıldızlar boşdur, boş!

Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut, hoş!

Şu durmadan kurulup dağılan kâinâtda;

Bir nefesdir alacağın, o da boşdur, boş! 

 

 *  *  *  *  * 

 

Türkiye’nin NATO’ya üye olduğu 1952 senesinden beri

Ordumuzun bölünüp parçalara ayrılmasının en kısa ve en çarpıcı özeti

İşde, yukarıda gördüğünüz şu resimdir.

Coni’den vesikalı her boku bilen kurmay subaylarımızın rütbe-i akılları

Ordumuzun “emir-komuta zencirini” işde, böyle kırkdüğüm hâline getirdi.

Allah, Peygamber aşkı için “bir yudum su getir” diye emir verse Hulusi AKAR!

O bir yudum su gelesiye kadar senin datlı canın çıkar.

 

Asubay Tefrikası-3_Gölge Oyunu; Ordumuzda Asubaylar_ Eski Tüfek

 

 

  

 

Şükrü IRBIK

(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.

 

 

   Evvelki bölümleri ve kısımları okumak için resimleri tıklayınız   

 

Asubay Tefrikası 6_10 _ Eski Tüfek Şükrü IRBIKSahil Güvenlik Komutanlık BrövesiAsubay Tefrikası 6_10 _ Eski Tüfek Şükrü IRBIK

 

   

 

Orta Dünyanın Ordusu

Mayıs 29, 2014

O ülkenin ordusunun başkomutanı açıklama yaptığında bütün haberciler ordusu saraya doluşurdu.

Ertesi günün bütün fısıltılarında ve konuşmalarında flaş haber olurdu.

Yine, ertesi günü o ülkenin parası pul, kağıdı ise senet olurdu.

O ülkenin başkomutanı ülkenin siyasi yöneticisine geldiğinde zavallı başkanlar onları merdivende karşılar, devlet protokolü uygularlardı.

Savunma bakanları en arkada el pençe durur, ne olduğunu o komutanın yaverine sorarlardı.

O ülkede paşalık saltanatının en ihtişamlı yılları yaşanırdı.

O devirler ismine “haşa“ denen paşaların lale devri dönemleri olarak bilinirdi.

Mesela ordu komutanları, her pazar sabahı uçan dev ejderhaları ile elf ormanlarına ayı avına giderdi.

Bütün ordu birlikleri kışlalarda, evlerinden apar topar getirilen astları da aşağıdaki ordunun başında ayı avına giden komutanlarına mızrakla selamlama eğitimi yaparlardı.

O komutanlar, adına o devirlerde salem sigarası denilen tütsüler içerlerdi ve o sigara komşu bir ülkeden alınır; sınırda ejderhaya yüklenip oradan da saray karargaha götürülürdü.

O ülkenin komutanlarının en heybetli ve haşmetli yıllarıydı.

Hatta bir defasında bu komutanlardan birisi; yemeğindeki patlıcan sapını aşçının tırnağı zannedip tüm birliğine bir hafta arazide yatma cezası vermişti.

Yine bu komutanın eşinin köpeği gece saat 02:00 de hapşırdığı için ordunun atlarına bakan veteriner tabip apar topar ejderhası ile saray konutuna götürülmüştü.

Bu ülkenin komutanları her iki yılda bir görev değişimi yaptığından, her yeni gelen komutan eşi; konutun tüm eşyalarını, perdelerine kadar yeniletir. “ben orjinal ve kullanılmamış olanı kullanırım“ derdi.

Arzuları emir telakki edilip hemen olduruluverirdi.

O ülkenin haşmetli komutanlarına özel kondu evleri vardı. Hep en yüksek yedi tepelere ve merkezlere kondurulurdu.

Bu kondu evleri fabrika misali durmadan hep hanımefendilere çalışırdı gün boyu. Yemekler, günler, kokteyller, partiler, beş çayları, yedi kahvelri, tanışmalar, vedalaşmalar.

O ülkede “haşa” denilen paşalar ceplerinde tebeşir denilen beyaz tozlu bir kalemle gezerlerdi. Canları sıkılınca tebalarını denetler, illaki bir kusur bulup “sen kesin kadı kızısın dır“ deyip küçük, küçücük komutancıklarının sırtlarına o beyaz tebeşirlerle hat sanatı resimleri icra ederlerdi.

14-21 28 gün gibi. Sonra da ellerimiz hep toz oldu diyerek gün boyu sövüp sayarlardı.

Hepsi de Muhteşem Süleyman gibiydiler. Ulu ve ihtişamlı insanlardı. Adeta Olimpusun tanrıları gibiydiler.

bir anda gökten hışımla geliveren.

Öyle kudretli ve asil insanlardı ki;

kendileri gelmeden üç hafta önce, gidecekleri yerlere eşleri dahil kahvaltı ile üç öğün yemeğin listelerini gönderirlerdi.

Özel kuştüyü yataklar sipariş ettirirlerdi.

Askeri hastaneleri olan “data“ da doktorları her üç ayda bir sıraya dizerlerdi.

Kurdukları asker şirketi olan oha da malı; askeri ve savunma sanayi ihalelerinde de mülkü götürürlerdi.

O ülkenin paşaları o ülkede kudretli günler yaşadılar, ama tebalarına, çocuklarına, kardeşlerine hiç yaşatmadılar.

En sonunda o ülkede siyaset cambazı olan bir başbakanın oyununa geldiler. O başbakanın siyasi manevralarına, organize işlerine akıl erdiremediler. Kurulan kumpasa, tuzağa hemencecik düşüverdiler.

Ellerindeki o muazzam gücü üç beş yılda kaybettiler. Adem-i mutlak iken adem-i çıplak oldular.

Ne var ki; bunca kaybın acısına ve fakri zaruretine rağmen, yaradılıştan gelen bir özelliklerini hiç kaybetmediler.

Bir alışkanlıklarını hiç bırakmadılar.

Bir direnç ve inadı asla terk etmediler.

Kastsubay dedikleri üvey, kardeşleri olan küçük komutanları hiç sevmeme düsturunu ve tarihi görevini hep sürdürdüler. Onlara adam gibi hayat hakkı vermemeyi, tam tersine pestil gibi ezmeyi, büyük bir çaba ile yürüttüler.

O kadar ezdiler ki eşleri ve kadınları bunu görüp pestili icat ettiler.

Kastsubaylara hiç şans tanımadılar. Bütün güçleri ile mücadele verdiler.

Her iktidar dönemi kazandıkları gibi; sadece bu konuda bu iktidarın da yardım ve himmeti ile bir kez daha galip geldiler.

Gondor ülkesinin ve kavminin bölünmez bütünlüğünü ve sarsılmaz inancını, tek düşman bildikleri kastsubaylara karşı bir kez daha şüheda bir ruhla korudular.

Çok gizli kozmik odalarına dahi tertipçileri sokarken; kastsubayların hak ve adalet odalarına asla kimseyi sokturmadılar.

Orta dünyanın değişmez insanlık yasası dedikleri “köleler efendilerin yanında duramaz, yürüyemez, yaşayamaz.“ kaidesini korudular. Kara kader denilen sistemi korudular. Olimpus dağının tanrı kralları yız biz deyip, uzakta, yukarda ve ayakta kalmayı başardılar.

Bir zaman geldi, yıllarca kodeslerde yattılar, ama çıkıncada hemencecik suit kondu saraylarına kavuştular.

Asla pes demediler. Asla da tarihten gelen o bildik düşmanlarını değiştirmediler.

Rivayetlere göre; bu hikayedeki ordu orta dünyada yaşayan bir kavim ordusu idi.

Bu ülkenin adı da gondor diyarı idi. Orta karanlık çağın krallığıydı.

Uzun yıllar altın bir çağı yaşadılar.

Zamanla, önce kölelerini;

sonra da kendi kendilerini yok ettiler.

Saygılarımla.

Not: bu hikayede anlatılan kişi, yer ve mekanların günümüzde hiç bir kişi, yer ve mekanla ilişkisi yoktur. Hikaye tamamen bir hayal ürünüdür.

Adnan Fuat Özdemir
Gsm: 0543 273 45 02

Her Vatandaşda Var!

Hiç kimse yok demesin! Her vatandaşda var. İnanmıyorsanız şayet hemen bir göz atın! Gömleğinizin, ceketinizin ya da pantolonunuzun ceplerinden birisinin içinde ya da para cüzdanınızın rahatca görünen bir bölmesindedir.

Daha dünyaya gözlerinizi açar açmaz, erkek iseniz mavi renklisini, kız iseniz pembe renklisini verirler size. Üzerinde, aile künyeniz yazar. Yanınızda taşımak ve istendiğinde kolluk görevlilerine ibraz etmekle mükellefsiniz. Edemezseniz şayet yandı gitdi mis kokulu gülüm keten helva! Resmî işlerinizde, ya aslını ya da sûretini; ekseriyetle de her ikisini isterler.

Yok ise o zaman, size haymatlos derler. Görevliye ibraz edemezseniz şayet dam ardını dolan da gel, demezler size! Mapushane çeşmesi yandan akıyor yandan türküsünü söylemeye hazırlanın. Soluğu karakolda alabilirsiniz. İşinizi yapdıramazsınız. Susuz, cereyansız, havasız, gazsız, telefonsuz kalabilir hattâ bakkaldan ekmek bile alamazsınız.

En üstünün orta kısmında, büyük hurufat ile TÜRKİYE CUMHURİYETİ NÜFUS CÜZDANI yazar. Ne ağa dinler, ne paşa! Ne zenginin önünde temenna çekip el pençe divan durur, ne de fakir fukaraya “Al ananı da git” der. Sade, beyaz kağıt üzerine siyah mürekkeple yazılmışdır. Üstü, asetat denilen şeffaf laylon ile kaplıdır. Dünyanın en zengin adamı olsanız helânızın taşını dahi som altından yaptırabilirsiniz de kendisini altın yaldızlı kağıda basdıramazsınız. Paranın her şeyi satın alamayacağını hatırlatır size. Maddî değeri bir kaç lirayı geçmez. Fakat manevî değerine dünyanın parası yetmez! Devletin tacıdır. TÜRKİYE CUMHURİYETİ'Nİ temsil eder. Yapmak şöyle dursun, torpil nedir bilmez; hâmil-i kart yakinimdir tezgâhı sökmez! Her vatandaşa eşit davranır. Ve onu taşımaya hakkı olan her vatandaşdan mutlak saygı bekler. Şayet onu yanınızda taşıyorsanız siz, şeksiz süphesiz Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşısınız.

kimliklerNüfus Cüzdanından bahsediyorum canım! Cumhuriyet’in ilk demlerinde Arapca hurufat ile yazıldı. Sonra adı, sağ taraf en üstde görüldüğü üzere T.C. NÜFUS HÜVİYET CÜZDANI idi. Bir zaman sonra, sağ ortada gördüğünüz gibi TÜRKİYE CUMHURİYETİ NÜFUS CÜZDANI oldu. Bugünlerde devam eden çalışmalara bakılırsa da sağ altdaki örnekde görüldüğü gibi yeni adı TÜRKİYE CUMHURİYETİ KİMLİK KARTI olacak.

Bütün bunları bildiğinizi ve homurdanmaya başladığınızı duyar gibiyim. Bildiğinizi şu fakir de biliyor dostlarım da benim demek isteğim “bildiğimiz” değil; “bilmek, görmek istemediğimiz” bir konu ile ilintili. Hattâ birilerinin gizliden yapmaya yeltendiği bir şeyi sizlere ayan etmek.

Yazmalı mı?, Yazmamalı  mı?..

tc-tabelalarHani, yanınızda taşıdığınız nüfus cüzdanının en üst kısmında yazan ilk iki kelime var ya! İşde o iki kelime ve onların kısaltılmışı olan o meşhur iki harf konusundaki nacizâne fikirlerimi serdetmek istiyorum bugün size. Çıkış noktam burası. Varacağımız noktayı ve sonucu birlikde göreceğiz. Teveccüh gösterip okumaya devam etmek de sizin gül gönlünüze kalıyor gayrı.

Gördük, işitdik, okuduk... Sonra bol bol münâkaşa etdik. Şöyleydi, böyleydi dedik. O’nu cebinde taşıyan resmî vatandaşlardan(!) bazıları, şu günlerde onun üzerindeki bu iki harfi tabelalardan indirdi, kazıdı, sildi.. Üstelik bunu yapanlar sıradan insanlar değil. Maaşını benim verdiğim vergilerden cebine indiren devletin bazı memurini...

Vatandaşlardan bazıları da indiremezsin, silemezsin, kaldıramazsın dedi. Olmadı; sonra, indilerenlerden bazıları elleri titreyerek ve istinkaf ederek yerine geri koydu. Bazılarını da indirenler değil fakat indirilmesine öfkelenen vergi mükellefi ve hamiyetli sade vatandaşlarımız yerine koydu.

Onu indirenlere milletin gösterdiği tepki birden çığ gibi büyüdü. Tivıtır denilen mecrada üyelerinin şimdilik üçde birine tekabül eden on milyondan fazla kullanıcısı da hesaplarının başına T.C. yazdı.

Doğru haberden çok yalan yanlış haber veren, hattâ haberi inkâr edip yok sayarak insanların bilgi edinme hakkını iğdiş eden boyalı basın ve renkli cam, balıklama atladı hemen bu konuya. Verdikleri haberlere şöyle göz bir atdım. Amaç; doğruyu bulmak, vatandaşa işin doğrusunu anlatmak değildi elbet. Yırtına yırtına söyledikleri peltek papağanın dediklerinden fazla bir şey değil. Ne şu çürük dişimin govuğunu ne de incirin en cılız çeğirdeğini doldururacak cinsden.

image012Sağlık Bakanlığına bağlı Merzifon Aile Sağlık Merkezinin, isim tabelasında yazılı T.C’yi silmesiyle konu kamunun gündemine girdi. İndirdiler, yok geri yerine koydular. Babanın bostanından kelek aparmıyorsun neticede! Peki muhterem sarı basın kartı hâmili kardeşim! İndirdiler de söyle bakalım, niye indirdiler? Ya da yerine koydular ise niye yerine koydular. Kim koydu? Kim hiç koymadı? Hepsi silindi mi? Kimler, başka nerelerden ne zaman silecekler onu? Silmek sevap mı? Suç mu? Kanunî bir müeyyidesi var mı, yok mu?

Üç beş gün boyunca haberi manşete taşıdın mı? Taşıdın. Yangına körükle gidip vatandaşı birbirine düşürmeye tevessül etdin mi? Etdin. Hem nalına hem de ciharı mıhına vurdun mu? Vurdun. Yazdığın uydurma tefrikalarla ve içiboş haberlerle reytingi tavan yaptırıp liraları cebine indirdin mi? İndirdin. Zaten amacın bu son cümlede yazılanın ta kendisiydi, başardın mı? Başardın. Kimbilir, belki de patronun seni yanına çağırıp enseni sıvazlamış ve “aferim ülen, kedi olalı bi fare yakaladın!” bile demişdir sana.

Bu soruların cevabını arayıp bulmak ve millete söylemek zahmetine niye katlanmazsın? Peki, öyleyse ey muhterem araştırmacı gazeteci gardeşim! Gaynanamın dediği gibi, akibetin hayır olsun! İstisnanız bir yana, başka ne halta yararsın ki?..

Millete doğruyu, akıl süzgecinden ve vicdanın imbiğinden geçirdiğin doğruyu açıklamak gibi ulvî bir görevi kendine dert ediniyor musun? Bu sorunun cevabını sen bulup söyleyinceye kadar sütler gaymak tutar. Yok, böyle bir derdin, tasan, amacın yok gazeteci garındaşım(!). Müsaade edersen cevabı ben vereyim senin yerine.

Sarı renkli basın kartı hâmili gazetecilerden konuya el atanlar önce su kaynatıp sonra da lastik patlatınca, hakikat neymiş bulup işfa etmek şu fakir başıma düşdü.

Bâb-ı Âli Baskınının Yüzüncü yılına rastlayan şu senenin beşinci ayının ilk haftasına denk gelen bir günün erken vakitlerinde hanımla vedalaşıp düşdüm yola. Gidip de dönmemek var. Melih GÖKÇEK’in CNG’li mavi otobüslerinden birine bindim. Allah kelâmıdır, selâm verip kaptana EGO kartımı, ön camın yanında duran o yeşil renkli cihazın üstündeki ince delikden içine doğru ittiriverdim...

Kısa bir ayaküsdü yolculukdan sonra Başkent’in devlet dairelerinin kümelendiği Kızılay’daki Devlet Mahallesine vasıl oldum. Hava serin, yerler kuru, vakit bol. Civardaki ağaçlar senenin en yeşil, en canlı en taze yapraklarını pazaryeri çadırı misâli insanların üzerine doğru uzatmış. Bir şey alıp satacak değilim. Evden ayrılırken hanıma sormuşdum; kendini getir yeter dediydi. O civarda DMO’nun bir satış yeri var. Fındık, fıstık, pirinç, mercimek, bakliyat satar. Eskiden fiyatlar uygundu. Öğlen paydoslarında resmî kıyafetler içinde kuyruğa girip alırdık. O da cazibesini kaybetdi artık. Bizim bakkal Kezban bacı bile DMO’dan daha hesaplı satıyor.

Her taraf insan kaynıyor bu civarda. Binlerce, tümenlerce, yüzbinlerce...  Şöyle bir bakınca, semaya arsızca burnunu kaldıran o koca binaların içinde sanki insan çıkartan kuluçka makinaları varmış da insanlar o makinaların içinden öbekler halinde hışımla dışarı çıkıyormuş gibi geliyor adama. Ağaç govuğundan peyda olmadım. Ben de etden kemikden mürekkep, bir Allah kuluyum. Şu kötü gönlümden geçirdim işde. Bu insanlardan her birisi şuradan geçerken bir delikli guruş düşürse yere... Ve bu satırları yazan fukara da çakdırmadan hepsini toplasa... Herhalde akşamleyin Türkiye’nin en zengin adamı olarak dönerim eve.

Biliyorum, astsubaylara tahakküme varan haksızlıkarı yapanlar, çok uzağımda değil. İsteyip kulak kesilseler, şu boş midemin gurultusunu ve açlıkdan kokan nefesimin sedasını gıçlarını koydukları o yumuşak koltuklarından rahatlıkla duyabilirler hani!

17 Ekim’e daha aylar var!.. Millet işinde, gücünde. Burada şimdiden nümayişe başlamanın bir anlamı yok!..

Bugün Kızılay’a gelişimin amacı, meseleyi yerinde görmek. Evet, kimi Devlet kurumları, tabelalarındaki T.C.’yi sildiler. Peki, sair devlet kurumların elan hâl-i pür melâli nicedir, yerinde görmek icap eder, değil mi?

Bu maksada matufen Güven Park’da kısa bir mola verdim. Sonra, o civarda voltaya başladım. Güvenpark’ın içinden ve Karanfilcilerin yanından geçerek Başbakanlık binasına teveccüh etdim. Tabelasına bakmak gayesiyle binanın önünden şöyle bir geçeyim dedim. O tarafa doğru yürümek için hamle yapdığım anda orada duran görevli polis memuru gardeşimin nazik ikazıyla karşılaşdım. “Dayı, buradan geçiş yasak” dedi. Sebebini sordum. Polis memuru, “Amirlerimiz böyle dedi” demekle iktifâ etdi. Hal böyle olunca, bana da eskiden Müdafa-i Milliye denilen caddeden geçerek binanın arkasından dolanmak düşdü.

Kısa bir emekli yürüyüşünden sonra, Emekli Sandığının eski binasının önünden geçerek bu kez Vekâletler Caddesindeki Başbakanlık binasının yanına vardım. Andezit daşı döşeli kaldırımın münasip bir yerinde mevkilendim. Sol tarafımda Başbakanlık, karşısında Millî Eğitim Bakanlığı binası. Sağımda Sayıştay. Sayıştay binasının arkasında, İsmet İNÖNÜ Bulvarının Akay Kavşağına bakan ve ona yakın yerinde, Jandarma Genel Komutanlığı ve onun yanında İçişleri Bakanlığı binası. Arkamda, Millî Savunma Bakanlığı, bitişiğinde Genelkurmay Başkanlığı binaları...

devlet-kurumlariDurduğum yerden etrafımı şöyle bir tarassut etdim. Gözüme gelen manzara-i umumiye şöyle idi; Başbakanlık binasının hem ana girişinde hem de yan tarafdaki çalışanların girdiği kapının üstünde, pırıl pırıl parlayan ve eşit büyüklükdeki büyük pirinç harflerle T.C. BAŞBAKANLIK yazıyor.

Çok güzel, âlâ!.. Duruş konumuma göre sağ tarafımda kalan Sayıştay eski binasının orta kısmında ise kararmış büyük pirinç harfler ile sadece SAYIŞTAY yazıyor. Jandarma Genel Komutanlığı, İçişleri Bakanlığı, Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı binasındaki isim levhalarında ise T.C. yok. İsimliklerin haline bakıldığında hiç yazılmadığı kolayca anlaşılıyor.

Kaldırılsın, indirilsin münâkaşalarının merkezinde olan Sağlık Bakanlığının Mithatpaşa caddesindeki binasında ise T.C. var. Fakat muhtelif semtlerdeki alt birimlerinin tabelalarının kimisinde T.C. var, kimisinde yok.

Başbakanlık binasında, T.C. harfleri pırıl pırıl parlayan büyük pirinç harfler ile yazılmışsa, Başbakanlığa bağlı diğer devlet kurumları isimlerinin önüne niye T.C. yazmaz?  Bu sorunun cevabını mutlaka bulmamız lazım dostlarım. Söz meclisden dışarı. İmamın, cemaatı ile olan ilgisi zaviyesinden yaklaşsak bu konuya hatâ etmiş olur muyuz?

T.C. Sağlık Bakanlığı, T.C. Ziraat Bankası ve bir iki Vali, T.C. ibaresini devlet binasındaki isim levhasından silince celallenip sokağa dökülen hamiyetli vatandaşlarıma şunu sormak lâzım. Bazı devlet kurumları T.C.’yi silince tepki gösterip sokağa döküldünüz. Yerinde bir davranış!

image018Peki, T.C. ibaresini binasındaki isim levlarına şimdiye kadar hiç  yazmayan diğer devlet kurumlarına bir şey demeyi düşünüyor sunuz? Bu kurumlar, T.C.’nin kurumları değil mi? Sayın Başbakan, binasının girişine pırıl pırıl parlayan büyük pirinç harfler ile T.C. yazmışsa, Başbakanlığa bağlı öteki devlet kurumları kendi isimlerinin önüne T.C.’yi niçin yazmaz? Emekli aylığımla maaşlarını ödediğim o devlet kurumlarının narin gıçlı bakanlarının, başkanlarının, idarecilerinin, komutanlarının, müdürlerinin T.C’yi niçin yazmadıklarını ya da ne zaman yazacaklarını açıklayacak kadar millete saygıları var mıdır acap?

Aynı devlet kurumlarının örütbağ sitelerindeki isim levhalarına bakdım. Kimi resmî kurum, isminin önüne T.C. yazmış, kimisi yazmamış. Hem binalarındaki tabelalarda hem de örütbağdaki isimliklerinde kimisi bütün bilgileri aynı büyüklükdeki harfler ile yazmış. Kimisi, bazı kelimeleri büyük, bazılarını da daha küçük hurufat ile yazmış. Uygulama elvan çeşitli. Her idareci, kendi keyfine göre bir yol tutmuş anlayacağınız.

İşin aslını öğrenmek için Başbakanlığımıza bir dilekce gönderdim ve şu suali sordum; “Devlet Kurumlarının tabelalara yazılan isimlerinin önüne T.C. kısaltması yazılması mecburî midir? Mecburî ise hangi mevzuata göre yazılmaktadır?” Bugün tam 17 gün oldu. Cevap verirlerse ne diyeceklerini iştiyakla bekliyorum.

Devlet olmak demek ciddiyet gerekdirir. Devlet olmak demek; Kanun, nizam, düzen, intizam demekdir. Devlet idaresinde birlik, beraberlik, ahenk olmak zorundadır.

Devlet memuru olmak da şerefli, namuslu, hamiyetli ve ciddi olmayı gerekdirir. Devlet; kendi namusunu, bekâsını, şerefini kendi memuruna emanet eder. Devletin şerefini, bekâsını namusunu korumak, Kanunlara nizamlara harfiyen uymak ve uygulamak da bir kerteden sonra devlet memurunun sütüne, namusuna, vicdanına, iradesine ve aklına emanet edilir.

Siyasî cenahda ahval-i umumiye böyle iken bakalım Ayanasalar ve Kanunlarımız T.C. konusuda ne diyor. Ve askerî cenah ne inciler dökdürmüş ve döktürecek, buyurunuz beraber bakalım.

Bugün itibariyle meriyette olan temel Askerî Kanunları tetkik etdiğimizde, ekseriyetle Türk Silahlı Kuvvetleri ibaresinin kullanıldığını görüyoruz. T.S.K’nin tanımı da sadece 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu madde-1’de yapılmış. Fakat Atatürk, ömrü hayatında bir kez bile Türk Silahlı Kuvvetleri dememiş. Peki nasıl oluyor da Atatürk’ün bir kez bile telaffuz etmediği, yazmadığı, çizmediği bir ibareyi birileri Kanun’lara sokuşduruyor?

Konuşmalarında Atatürk’ün, “Ordu”, “Kahraman Ordu”, “Türk Ordusu”, “Kahraman Türk Ordusu”, dediği; M. Akif Ersoy’un İstikâl Marşı’nda “Kahraman Ordumuza” dediği bir kavramın zaman içinde hadım edilip nasıl Türk Silahlı Kuvvetleri yapıldığının izlerini Anayasada, Temel Askerî Kanunlarda ve çeşitli vesilelerle ve zamanlarda Atatürk’ün  irad etdiği sözlerinde aramak gerekiyor.

Bu maksatla, önce bu konu ile âlâkalı mevzuatın safahatını inceleyelim. Bilahare de Atatürk’ün Ordu hakkında irad etdiği sözlerini ele alalım. Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun izini önce Anayasalarda sürelim.

Anayasalarımızda T.C.

1921 Teşkilât-ı  Esasiye Kanunu:

Her fiil, zaman ve mekâna göre anlam ifade eder. Bugün, hac farizasını edâ eylemek için bir servet harcayıp deve üstünde çile dolu 90 günlük bir yolculuğa ne hacet! Bu uğurda kaç hacı adayı, çöl eşkiyası bedevînin kılıcının ucunda ruhunu teslim eyledi bilen var mı? Ölümü göze alarak ayağındaki çarığı çıkartıp askerinin önünde çölü geçmek için Sultan Selim olman lazım. Olabilir misin? Atla uçağa, bir günde dünyanın öbür ucuna vasıl ol! Hem de çok ucuza.

Bu cümleden olmak üzere 1921 Anayasası  olağanüstü şartlarda yapılan ilk T.C. Anayasa’sıdır. Vilayet, Kaza, Nahiye gibi daha ziyâde mülkî ve idarî hususları ihtiva eder. Büyük Millet Meclisi ibaresinin önünde Türkiye kelimesi bile yokdur. Sadece 23 maddeden mürekkep olan bu Anayasa; hâkimiyet, bilâkayduşart milletindir der fakat devletin şekli bile henüz belli değildir.

Temel amacı, İstanbul Hükümetini tanımadığını ve Türkleri temsilen yeni bir devlet kurulduğunu dünyaya ilan edip idarede ikiliği ortadan kaldırmak olan 1921 Anayasa’sından daha fazlasını beklemek de haksızlık olur. Zaten adı Esas Kuruluş Kanunu’dur. Kanun metni incelendiğinde; Büyük Millet Meclisi, Türkiye Devleti ve Türkiye ifadeleri vardır fakat bir tek dahi olsa Türk kelimesi yokdur. Silahlı Kuvvetlerden ise hiç bahsedilmemişdir.

1924 Teşkilât-ı  Esasiye Kanunu:

İstiklâl Harbi sona ermiş, devlet kurumları belli bir aşamaya kadar teşkilatlanmışdır. Harbin ilk yıllarında hazırlanan 1921 Anayasa’sının eksikleri ve yeni zuhur eden ihtiyaclar gözönüne alınarak daha geniş kapsamlı bir Anayasaya yapmak ihtiyacı hâsıl olmuşdur.

Bu maksakta yapılan 1924 Anayasa’sında ise şu hususlar öne çıkar. İlk maddesine  yazılan ifadeyle, devletin şekli Cumhuriyet olarak tespit edilmiş ve ebedî olarak tarihe yazılmışdır. Bugünlerde sözü edilen Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğunu ilan eden Kanun’un birinci maddesinin değiştirilmesi veya iptal edilmesinin hiçbir surette teklif dahi edilemeyeceği ilk kez bu Anayasa’da ifade edilmişdir.

1924 Anayasası madde 40’da; Kuvayı Harbiye ve Erkanı Harbiyei Umumiye Riyâseti kavramları bir kez kullanılmış. Anayasa’nın sonraki yıllarda yapılan tercümesinde; Kuvayı Harbiye kavramının yerine Silahlı Kuvvetler; Erkanı Harbiyei Umumiye Riyâseti yerine ise Genelkurmay Başkanlığı kavramları ikâme edilmiş. Bu kavramları bu şekilde değiştirenleri Atatürk bugün gelip bulsa ne yapardı acap?

1961 Anayasası:

27 Mayıs 1960 askerî darbesinden sonra kurulan asker ağırlıklı hükümete askerin vesayetinde hazırlatılan 1961 Anayasası’na bakdığımızda; Genelkurmay Başkanlığı, Silahlı Kuvvetler ve Türk Silahlı Kuvvetler kavramının artık hukuk alanında kendine yer bulduğunu görüyoruz. 1961 Anayasası’nda; Genelkurmay Başkanlığının, Başbakan’a karşı sorumlu olduğu da ilk kez kayıt altına alınmış.

1982 Anayasası:

Atatürk, düvel-i muazzamaya karşı yedi cephede aynı anda şavaşmış, onları “geldikleri gibi” göndermişdi. Sutre gerisinden Yunanistan’ı fıştaklayıp Türklerin üzerine süren İngiltere, önce Dardanelles dedikleri yerde, bilahare de İzmir’i terk ettikden sonra Akdeniz’in ılıman sularına hem canlarını hem de imparatorluk tacını bırakdılar. Türk ile savaşmak, onlara imparatorluk tacına mal oldu. Yurtdışında görevli iken sohbet etdiğim bir İngiliz subayı söylemişdi bana bu sözü. Avlanmaya gelen şapşal avcının kendisi av oldu.

Osmanlı Devleti’nin küllerinden, adı Türkiye Cumhuriyeti olan yeni bir devlet kurdu Atatürk. En yakın arkadaşlarından bile bazıları başlangıçda inanmadı ona. Yapamazsın dediler. Paşa paşa otur, oturduğun yerde dediler. Fakat ölümü göze alarak bu mücadeleye başlayan Atatürk, azimle savaşdı ve savaşı kazandıkdan sonra yeni bir devlet kurdu. Muzaffer ve kurucu bir güç olmanın haklı gururuyla 1921 senesinde ilk Anayasayı yapdı. Duruma göre gelişen yeni ihtiyaclara cevap vermek amacıyla, ilk Anayasa biraz daha genişletildi ve 1924 Anayasa’sını da gene Atatürk yapdı.

Eline geçirdikleri her fırsatda buruşuk gıdılarını kıvırı kıvıra Atatürkcü olduklarını, Atatürk’ün ilke ve inkilâplarının yılmaz bekcisi olduklarını bağıra bağıra ilan eden muhterem komutanlarımız ne yapdı? Darbe yapdı dostlar, darbe! Masaya yumruğu vurup darbe yapdılar. Her darbe, meslekdaşım Sayın Aydın KULAK’ın tabiriyle hem astsubayları hem de Atatürk ilke ve inkilârını iki kere vurdu. Atatürk, bütün dünyayı dize getirip düşmanı mağlup etdikden sonra Anayasa yapdı. Atatürkcü olduğunu iddia eden komutanlarımız ise masaya yumruk vurup darbe yapdı. Çünkü çapları bu kadar idi. Böylesi ucuz bir darbe tertiplemekle yeni bir Anayasa yapma hakkını vehmetdiler kendilerine.

İşde, Atatürk ile Atatürk’ün komutanları arasındaki en temel fark budur. Atatürk düvel-i muazzama ile savaş yapdı, Atatürk’ün mirasına çöreklenen komutanlar ise darbe yapdı. 27 Mayıs 1960 askerî darbesinde olduğu gibi beşibiryerde komutanlarımız 12 Eylül 1980 tarihinde gene masaya bir yumruk vurup bu kez de 1982 Anayasa’sını yapdılar netekim.

1961 Anayasası’nda ihdas edilen; Genelkurmay Başkanlığı, Silahlı Kuvvetler ve Türk Silahlı Kuvvetler kavramlarının 1982 Anayasası’nda aynı şekilde muhafaza edildiğini görüyoruz.

İncelememizin buraya kadar olan kısmında; Türk, Türkiye, Silahlı Kuvvetler, Genelkurmay Başkanlığı gibi kavramların Anayasamızdaki izini sürdük. Fakat makâlemizin konusu bu ibareler değil. Madem gündemde olan konu T.C. ibaresi öyleyse Askerî hukuk içinde bu ibarenin izlerini aramalıyız.

Genelkurmay Başkanlığımız ya da Türk Silahlı Kuvvetleri olarak bilinen devletin bu askerî kurumunun T.C. konusunda tavrı, hassasiyeti ve nihai amacı nedir, geliniz şimdi, onu görelim.

T.C. ilk kez nereye ve Ne Zaman Yazıldı?

image020Türkiye Cumhuriyeti kuruldukdan sonra T.C. kısaltması ilk olarak nerede ve zaman yazılmış ve kullanılmış? Güzel bir soru. Gurur vesilesi yapmalıyız. Astsubay olduğu köşe bucak gizlenen meslek büyüğümüz rahmetli Pilot Vecihi Hürkuş, kendi imâl ettiği Vecihi XIV isimli uçağın gövdesine ve kuyruğuna T.C.’yi kendi eliyle yazdı. Hem de 1930 senesinde.

T.C.’nin resmî evrakda yazılışı ise 1927 senesine denk geliyor. Türkiye Cumhuriyeti, 1927 senesinde Milletlerarası Radyo Telgraf Birliğine üye oldu. Ülkemize TAA-TCZ kod aralığı tahsis edildi. 1927 senesinde yapılan resmî yazışmalarda Türkiye Cumhuriyeti bu aralıkda yer alan TC kodunu ilk kez kullandı (10).

T.C.’yi ilk önce Genelkurmay Başkanlığımız sildi!..

  • Evet, Türkiye Cumhuriyeti’inin kısa yazılış biçimi olan T.C.’yi isim tabelasına hiç yazmayan devlet kurumu, Genelkurmay Başkanlığımızdır.
  • T.C.’yi Askerî Kanun’lardan silen ilk devlet kurumu da Genelkurmay Başkanlığımızdır.
  • Bu iddiamızı bir adım daha ileri götürelim ve ilave edelim; hattâ Askerî Kanun’larda var olan T.C’yi ilk silecek devlet kurumlarından birisi de gene Genelkurmay Başkanlığımız olacak!

Nasıl mı? Buyurun, kendiniz görünüz!

1324 Sayılı Genelkurmay Başkanının Görev Ve Yetkilerine Ait Kanun’a inceleyiniz. (Bkz.↓).

image023

1970 tarihli bu Kanun’da bir tek dahi “Türk” kelimesi yok!

Bir tek “T.C.” ya da “Türkiye Cumhuriyeti” ibaresi yok!

Bu Kanun’un Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanlığına ait olduğunu gösteren bir tek emâre yok!

Bu Kanun, hangi devletin Kanun’u?

Kanun’da söz edilen görev ve yetkiler hangi ülkenin Genelkurmay Başkanına ait?

Kanun’da suç olarak tefrik edilmeyen bir fiile ceza verilemez. Bu cümlenin sonucu olarak, Kanunlar manzumesi olan hukukda her kavramın, her ifadenin bir karşılığı vardır. Olmak zorundadır. 926 Sayılı TSK Personel Kanun’una bakınız. Subayın, rütbeyi esas alan sadece bir tek tarifi vardır.

Fakat aynı Kanun’da Astsubayın iki farklı tanımını görürsünüz. Birisi, madde 77’dir. Rütbeyi temel alan tarifdir. Öteki, 2.7.1952 tarihli ve 5802 sayılı ve Astsubay Kanun’unda Birinci Madde olarak ihdas edilen ve “Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun ...” diye başlayan meşhur Ek madde-21’deki tarifidir.

Peki, buraya kadar verdiğimiz bilgilerin, bugünlerde gündem edilen T.C.’nin devlet kurumlarının tabelasından silinmesiyle alâkası var mı? Var, muhterem dostlarım var. Hele biraz dayançlı olunuz!

Türk Silahlı Kuvvetleri mi?, Türkiye Cumhuriyeti Ordusu mu?..

Bugüne kadar yazdığım çeşitli makâlelerimde bu konuya herkesin dikkatini çekmeye çalışdım. Dedim ki câri mevzuatda astsubay’ın iki ayrı Kanun’da birbirinden çok farklı iki tarifi var. Bunlardan birincisi 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu Madde- 3a3’deki tarif. Diğeri de 926 Sayılı TSK Personel Kanunu’ndaki tarif. Konu dışında kaldığı için birincisine temas etmiyorum. Biz, ikinci Kanun’daki tarifi inceleyeceğiz...

Önce, aşağıda ilgili kısmını gördüğünüz 5802 Sayılı ve 2.7.1952 tarihli Astsubay Kanunu ile ihdas edilen ve daha sonra bu Kanun’un ilga edilmesiyle ve onun yerine geçen 926 Sayılı TSK Personel Kanunu’na Ek madde-21 olarak aynen ithâl edilen o meşhur tarif. Bakınız, bu tarif şöyledir; (Bkz.↓).

image025

Pür dikkat okudunuz mu? Efendim? Okudunuz! İyi de etdiniz. Bir kere daha okumanızda fayda var. Çünkü muherem dostlarım; burada gördüğünüz tarifi, bu son görüşünüz olabilir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Ordusu diye başlayan 61 yaşındaki bu tarifi, yakında Kanun’dan silip atarlarsa şaşmayınız. Şu fukaradan söylemesi...

Millî Savunma Bakanlığımıza iki hafta önce bir dilekce gönderdim ve şu soruları sordum;

Bugün itibariyle câri mevzuata göre TSK’de;

  • Astsubayın kaç çeşit tarif/tarileri vardır?
  • Bu tarif/tarifler nelerdir?
  • Bu tarifler hangi mevzuatda yer almaktadır?

Millî Savunma Bakanlığı, cevaplaması gayesiyle dilekcemi Kara Kuvvetleri Komutanlığına gönderdiğini bildirdi bana. Kara Kuvvetleri Komutanlığından beklerken, cevap, Genelkurmay Başkanlığımızdan geldi.

Genelkurmay Başkanlığımız cevaben  şöyle diyor;

Astsubay, 211 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun “Askerler ver rütbeler” başlıklı 3’üncü maddesinde “hususi kanununa göre Silahlı Kuvvetlere katılan astsubay çavuştan astsubay kıdemli başçavuşa kadar rütbeyi haiz olan askerdir” şeklinde tarif edilmişdir.

Burada yeri gelmişken önemli bir hususa dikkat buyurunuz. Astsubayın tarifini sorduğum dilekceme, Genelkurmay Başkanlığımız sadece 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu’na dayanarak cevap verdi. 926 Sayılı TSK Personel Kanun’undaki astsubay tarifinden hiç bahsetmemiş. Yukarıda mezkur satırlarda okuduğunuz üzere, bu Kanun’un 77’nci maddesi ve Ek madde-21’inde astsubayın iki farklı tarifi var. Hele Ek madde-21’de bir astsubay tanımı var ki subayın bile hiçbir Kanun’da böyle çarpıcı ve etkileyici bir tarifi yok.

image026Genelkurmay Başkanlığımız dilekceme verdiği cevapda özellikle Ek Madde-21’deki astsubay tarifini görmezden gelmiş ve en hafif deyimle üstünü örtmüş. Bu sakınmanın esbab-ı mucibesi ne ola ki? Bu Kanun üzerinde çalışmalar yapıldığını söyleniyor bugünlerde. Genelkurmay Başkanlığımızın bu tavrına bakıp “Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun” diye başlayan Ek madde-21’deki astsubayın bu tarifini, yakın zamanda bu Kanun’dan kazıyıp atacak desek, acaba falcılık yapmış olur muyuz?

Gördünüz necip hemşerilerim, kıymetli meslekdaşlarım. İşde, eli altın makaslı apoletli gazgıçlar, bu tarifi Kanun’dan çıkartmak için fırsat kolluyor bugünlerde. Genelkurmay Başkanlığımız, Türkiye Cumhuriyeti Ordusu diye başlayan astsubayın tarifini Kanun’dan kazıyıp atacağını kafaya koymuş, ne dersiniz?

Berât-ı zimmet asıldır. İddiamızın aksi mevzu bahis ise bunu yetkili idareciler lutfedip fâş etsinler.

Silerse varsın silsin, ne var bunda dediğinizi duyar gibiyim. Siz, böyle düşünenlerden iseniz şayet bu makâlenin devamını okumaya zahmet buyurmayınız. Zira size vereceği bir şey yok! Silindiğini kendine dert edinenlerin okumasını salık veririm.ses-siz-olunuz

İster astsubay olunuz isterse hür iradeli, ehl-i vicdan sade bir T.C. vatandaşı... Devletin resmî kurumları T.C. ibaresini tabelalarından silince haklı olarak celallenip sokaklara döküldünüz. Doğru da yapdınız. Çünkü T.C.’nin asıl sahibi sizlersiniz.

Peki, Genelkurmay Başkanlığımızın T.C. ibaresini kendi tabelasına yazmayışına ve yazılı olanları da silmesine ne diyeceksiniz?

En az bunun kadar önemli olan astsubay tarifinden Türkiye Cumhuriyeti Ordusunu söküp atmasına ne diyeceksiniz?

Atın nalındaki mıhlardan bir danesinin yerinden düşmesinin başlangıçda hiçbir zararı yokdur. Öyle görünür. Lâkin hakikat öyle değildir? Toynağındaki nalından düşen bir mıhı atın kendisi farkedemeyebilir. Fakat biz, at mıyız?..

Bir mıh, bir nal; bir nal, bir at; bir at, bir sipahi, bir sipahi, bir ordu; bir ordu, bir savaş, bir savaş, bir vatan; bir vatan, namus kazandırır ya da kaybetdirir.

Atın nalından bir mıh düşdü. Gerisini siz tahayyül edin ve tavrınızı ona göre belli edin hamiyetli yiğitlerim.

Ordu sözcüğünün Kökeni;

Orta Asya, biz Türklerin tarihinde çok önemli bir yere sahipdir. Atamız Türkler'in tarihin sahnesine ilk bu bölgede çıkdı. Sayısız medeniyete ev sahipliği yapan bu bölgede, Türkler'in izlerine rastlamak halen mümkün.

image032Moğolistan'ın başkenti Ulan Bator'dan kilometrelerce uzaklıktaki Orhun Vadisi boyunca uzanan Orhun bölgesinde Karluk ve Basmiller'le birleşerek ikinci Göktürk Devleti'ni yıkan Uygurlar, Uygur Devletini kurdular. Kurucuları Kutluk Bilge Kül Kağan'dır. Devletin merkezi ise Ordubalık, yani bugünkü adıyla Karabalgasun'dur. Kutluk Bilge Kül Kağan, şehir kuran ilk Türk hükümdarıdır. Tarihdeki İlk Türk şehri de Ordubalık'dır(11).

Arapca olan medenî kelimesinin kökeni Medine’den gelir. İslâm dininin yayılmasıyla örnek bir idarenin teşkil edildiği ve herkesin huzur ve refah içinde yaşamaya başladığı Medine şehirinin isminden dünyaya yayılmışdır.

Bugün severek kullandığımız Türkce bir söz olan uygar kelimesini de kurdukları yüksek ve çağdaş bir idare şekline izafeten ceddimiz Uygur Türkleri armağan etmişdir dünyaya.

Ordu sözcüğünün Türk Dili ve Tarihinde Kullanılışı;

Ordu” sözü Türkcede birbirlerine yakın, anlamlar için kullanılmıştı. Ordunun esas ve en eski anlamı, “hükümdar çadırı“ demekti. Başkomutanların ve hatta küçük komutanların karargâh çadırları da birer ordu idiler. Bu söz, gelişerek başkent anlamına ve hattâ bugün bizlerin de kullandığımız, birer asker topluluğu olan ordu karşılığı olarak söylenmişti.

Hun Türkler’inde “Ordu” ve Türkçe “ordu” sözcüğü:

Ordu deyimini, “Büyük Hun Devleti” çağından beri görebiliyoruz. Eski Çin kaynaklarında “ordu” şeklinde yazılmış bazı yer adları da vardır. Hun Türk İmparatorluğu’nda ordu adını taşıyan yaylak ve kışlak isimleri, genel olarak askerî bakımdan önemli olan bölgelerdi.

Ordu” sözü Türkçe’dir. Eski Türkçe‘de “or-ta” deyimi, “ordu” şeklinde de söylenirdi. Bu söz, yer belirten Türkçe “or-“ kökü ile “-tu” ekinden meydana gelmişti. Türklere göre, nerede bir devlet varsa onun da bir “ortası” bulunurdu. Devletin ortasında da ya devlet başkanı veyahut ordu başkomutanı otururdu(12).

Ordu mu, Silahlı Kuvvetler mi?

Genelkurmay Başkanlığının örütbağ sitesindeki Tarihcede şöyle diyor;

... Mete tarafından MÖ 209 yılında ilk defa teşkilatlı bir ordu kurulmuş olup bu tarih Türk ordusunun ve Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak kabul edilmiştir.

Güzel, Büyük Hâkan Mete, “ordu” demiş. Peki, o tarihden bugüne kadar ne değişdi de Türkce olan “Ordu” kelimesini sildiniz ve yerine ikisi de Arapca olan “silahlı kuvvetler” sözünü koydunuz? Böyle bir hafıza ameliyatı yapmak kimin haddine? Türkiye Cumhuriyeti Ordusu demek, birilerinin ağırına mı gidiyor?

Atatürk, Nutuk ve Demeçlerinin tamamında ordu kelimesini kullandı(13). Nutuk’da defalarca Vatan Ordusu dedi.  Namuskâr Ordumuz, Mert Ordumuz, Türk ve Müslüman Ordusu dedi. 211 Sayılı TSK İç Hizmet Kanunu’ndan önce meriyetde olan 10 Haziran 1935 tarihli Kanun’un ismine bakınız; 2771 Sayılı Ordu Dahilî İç Hizmet Kanunu.

Bu Kanun’un dördüncü ve otuz dördüncü maddelerinde yazanlara lutfen dikkat buyurunuz; (Bkz.↓).

image035
image037

Atatürk, 1935 senesinde “Ordu” kelimesini Kanun’a yazdı. Yukarıda gördüğünüz üzere bu Kanun’da Atatürk; “Cümhuriyet Ordusu” diyor, “Ordunun vazifesi” diyor.

Cumhuriyetin 15 inci kuruluş yıldönümü  vesilesiyle 29 Ekim 1938 tarihinde irad etdiği ve Başbakan Sayın Celal BAYAR’ın Hipodrom’da geçit resminden hemen önce okuduğu hitabında Atatürk; “... Kahraman Türk Ordusu” diyerek sözüne başlıyor.image038

Yukarıda ifade etdik. Ordu sözcüğü, Türkce bir kelime.

Hem silah hem de kuvvet sözleri ise Arapca. Aslı varken sûretini kim alır?

Genelkurmay Başkanlığımızın örütbağ  sayfasındaki Tarihcesi incelendiğinde; “Türk ordusu, ordu, ordu-millet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri ve Silahlı Kuvvetleri” kavramlarını kullandığını görüyoruz. Dikkat edilirse, tarihcede bir kere bile olsun Türkiye Cumhuriyeti Ordusu kavramı kullanılmamış. Bu içtinabın sebeb-i hikmeti ne ola?..image044

Türk gibi Türkce; anamızın sütü gibi saf ve temiz bir kelime olan ordu kelimesini hafızalardan, askerî mevzuattan silersek; ordugâh, orduevi, ordu mensubu, ordu-millet gibi kelimelerin yerine hangi sözcükleri ikâme edeceğiz?

  • Atatürk’ün “Ordular; ilk hedefiniz, Akdeniz’dir” diyen emri ne olacak?guclu-ordu
  • Anıtkabir’in duvarına kazınan “Kahraman Türk Ordusuna” hitabı ne olacak?
  • “Güçlü ordu, güçlü Türkiye” sözü ne olacak?
  • “Ordu, astsubayı ile güçlüdür” deyimindeki “ordu” kelimesi ne olacak?

Bülbül bağında, çiçek dalında güzeldir. Dokundukca batırıyorsunuz.

Bırakınız, sahibinin yapdığı gibi kalsın!

Yapamıyorsunuz, belli... 6413 Sayılı TSK Askerî Disiplin Kanun’undaki beceriksizliğinizi elâleme gösterdiniz. Şimdi de sıra, 926 Sayılı TSK Personel Kanunun’u Ek madde-21’deki assubay tanımını iğdiş etmeye geldi.

image046Daha iyisini yapamıyorsunuz. Sizin çapınız ne ki Atatürk’ün yapdığından daha iyisini yapasınız? Atatürk’ün yapdığına sahip de çıkamıyorsunuz.

Hiç olmazsa haysiyetli davranın! Mete Han ve Atatürk’ün mirasını yıkmayın!..

Son Söz;

Bugün iktidarda olan siz Sayın Komutanlarım! Atatürk’ün namına ve tarih önünde sizlere sesleniyorum;

image048Bu memleketin adı, Türkiye Cumhuriyeti’dir. Ordusunun adı, Türkiye Cumhuriyeti Ordusudur.

Yüce Devletimin tacı olan T.C.’ye Dokunma!

Atatürk’ün Ordusuna Dokunma!

Türkiye Cumhuriyeti Ordusuna Dokunma!

Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun Astsubayının Tarifine Dokunma!..

 

 brove

 

 

 

 

Şükrü IRBIK

(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.

Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun Astsubayı

 

Kaynak:
  1. 1921 Anayasası (Teşkilâtı Esasiye Kanunu).
  2. 1924 Anayasası (Teşkilâtı Esasiye Kanunu).
  3. 1961 Anayasası.
  4. 1982 T.C. Anayasası.
  5. Atatürk’ün Sözleri.
  6. 2771 Sayılı Ordu Dahili Hizmet Kanunu.
  7. 926 Sayılı TSK Personel Kanunu.
  8. 211 Sayılı T.S.K İç Hizmet Kanunu.
  9. http://www.tsk.tr/1_tsk_hakkinda/1_1_tarihce/tarihce.htm
  10. http://www.webrazzi.com/2012/12/07/tc-alan-adi-uzantisinin-perde-arkasi/
  11. http://yasam.bugun.com.tr/turklerin-kurdugu-ilk-sehir-haberi/128978
  12. http://www.cokbilgi.com/yazi/ordu-sozcugunun-turk-dili-ve-tarihinde-kullanimi/
  13. NUTUK-1969, MEB Matbaası - Türk Devrim Tarihi Enstitüsü
taraf

Değerli arkadaşlarım.

Bir gölge gibi ASSUBAY camiasının üzerine yapışmış olup, yıllardır yakamızı bırakmayan HAKSIZ ve EŞİTLİĞE dayanmayan uygulamalardan kurtulamayacak mıyız? Bu HAKSIZLIKLAR bizlerin kaderi mi olacak? Bizler de bu kadere sessiz kalıp RAZI MI olacağız?

TSK'nın en tepesinde bulunan  GENKUR BŞK'ı sayın ÖZEL yapılan bu HAKSIZLIKLARI bilmiyor mu?

TSK'daki önemli ve en büyük gurubu oluşturan ASSUBAYLARA yapılan  ÖTEKİLEŞTİRİLMEDEN-İKİLİKLERDEN habersiz olabilir mi ?

Yıllardır dile getirilen YANLIŞ uygulamalardan, ANAYASAYA rağmen verilmeyen HAKLARDAN, personel arasında TSK içinde yaratılan AŞILAMAZ duruma gelen UÇURUMLARDAN, oluşan GÜVENSİZLİK sorununu hala görememiş ve habersiz olabilir mi ?

TSK'daki Sb-Asb. ayırımı  kurumu BİTİRİR,GÜÇSÜZLEŞTİRİR, GÜVEN ORTAMINI YOK EDER, bu uygulamalar sürdüğü taktirde Sayın Bülent ARINÇ'ın dediği gibi "BUNLARLA MI SAVAŞA GİRECEK ve KAZANACAĞIZ" durumuna düşer.

TSK'da YETKİLİ makamlarda olanların GÖREMEDİĞİ, BİLEMEDİĞİ bu ayrılıkçı hareketler nedeniyle ortaya çıkan GÜVENSİZLİK ortamının TSK için çok büyük bir ZAAFİYET doğurduğu DIŞ kaynaklarca bilindiği ve dile getirildiği düşünülürse TSK'daki YETKİLİLERİN görev bilinci içinde olmadıkları veya TSK'da BİRLİK ve BERABERLİĞİ önemsemedikleri, dikkate almadıkları değerlendirilebilir.

Dünyaca bilinen ve SAYGIN bir İNGİLİZ dergisinde "MISIR ORDUSUNUN ,TÜRK ORDUSUNDAN DAHA GÜÇLÜ VE GÜVENİLİR OLDUĞUNU,TSK'DAKİ YANLIŞ ve FARKLI UYGULAMALAR YÜZÜNDEN PERSONEL ARASINDA BİRLİK, BERABERLİK VE DAYANIŞMANIN OLMADIĞINI,GÜVENSİZ BİR ORTAM YARATILDIĞINI,BU YÜZDEN de TSK'nın GÜÇSÜZLEŞTİĞİNİ" belirtmiştir.

Yabancı güçler tarafından Ülkemizde görevlendirilmiş ÖZEL ve RESMİ ajanlarca TESBİT edilmiş ve GÖRÜLMÜŞ olan bu GERÇEKLERİN TSK YETKİLİLERİNCE BİLİNMEDİĞİ VE GÖRÜLMEDİĞİ KABUL EDİLEBİLİR Mİ?

Eğer bu böyle işe TSK'nın zayıflamasında, dayanışmanın bitme noktasına gelmesinde  yaptıkları UYGULAMALARLA rol almış olanların YARGILANMALARI gerekmez mi? TSK'yı GÜÇSÜZLEŞTİRMEK PAHASINA yapılan AYRILIKÇI davranışları bilerek ve isteyerek sürdürmek İŞLENMİŞ VE DEVAM ETTİRİLEN bir suç niteliği olarak ortaya çıkmaz mı?

Ülkemiz ve Ülkemizin içinde bulunduğu coğrafyada GÜÇLÜ VE DAYANIŞMASI olan BİRLİK VE BERABERLİĞİ en üst seviyeye çıkarılmış bir TSK kimlerin işine gelir, kimlerin işine gelmez. Bunu düşünmek ve doğru karara varabilmek için KURMAY veya PROF olmak gerekli midir? Bugün bu soruyu dağdaki ÇOBANA sorsanız size doğru cevabı verebilecek iken, SORUMLULUK taşıyan makamlarda oturanların bu kadar DUYARSIZ ve  SORUMSUZ davranmaları Ülkemiz ve geleceği için TEHLİKELİ bir davranış değil midir?

TSK'daki HAKSIZ ve ADALETSİZ uygulamalar BAŞBAKAN dahil tüm Bakan ve Milletvekillerine iletildiği halde, bugüne kadar bu YANLIŞ  UYGULAMALARIN düzeltilmesi konusunda girişimde bulunmayan, tabelasında ADALET VE KALKINMA yazan, ancak bugüne kadar ASSUBAYLARLA ilgili hiç bir SORUNU çözme yönünde bir adım atmayan ve 10 yıldır iktidarda olan HÜKÜMETİN adalet ve hakkaniyet anlayışlarıda sorgulanmalı, ileri demokrasi ve hukukun üstünlüğü kavramlarınında bu UYGULAMALAR şeklinde anlamamız gerekip gerekmediği açık bir şekilde sorulmalıdır.

Kimsenin TSK'nın GÜÇSÜZLEŞTİRİLMESİ yönünde adım atma hakkı olmadığı gibi, böyle bir şeye cesaret edeceğini zannetmiyor, kimsenin aklından böyle bir şey geçireceğini de düşünmüyorum. En azından böyle olmasını istiyorum. Bunun için herkesin TSK'nın GÜÇLENMESİNE, BİRLİK, BERABERLİK ve SARSILMAZ bir DAYANIŞMANIN oluşturulmasına çalışacağı yönünde HEDEFLERİ olacağına, bu hedeflere varmak için  Türkiye'nin menfaatleri neredeyse oraya doğru el birliğiyle, birbirini destekleyerek bu menfaatlerin gerçekleştirilmesine dönük çalışmaların sürdürülebileceğini tahmin ediyorum. Böyle olması gerektiğine inanıyorum,inanmak istiyorum.

TSK içinde GÜÇSÜZLEŞMEYE, BİRLİK ve BERABERLİĞİN bozulmasına neden olan SORUNLARIN KASITLI ve MAKSATLI hareketler olduğuna İNANMAK İstemiyorum. Ama bugüne kadar YAŞANANLAR ve (E) GENKUR BŞK'nca söylenenler bunun bu yönde olduğuna dair ÖNEMLİ GÖSTERGELERDİR.

Ülkenin ve TSK'nın geleceği açısından UMARIM bu yanlışlardan dönülür, Ülkenin ve TSK'nın bir KAOSA girmesi engellenir. Görev GENKUR BŞK sayın ÖZEL'in ÖZEL davranmasını gerektirmeyecek kadar GENEL bir durumdur ve bu yapılacak uygulamaya ACİLEN ihtiyaç vardır. Yeter ki sayın ÖZEL  TSK'nın ÖZ evlatlarına uygulanan ÖZEL'den vazgeçerek GENELE ön yargısız olarak dönebilsin.

Unutmayalım DOSTLARIMIZA GÜVEN, DÜŞMANLARIMIZI DA CAYDIRACAK ve bizlere karşı yapabilecekleri bir harekettan vazgeçirtip, KORKUTACAK olan TSK'nın GÜÇLÜ KUVVETLİ, BİRLİK BERABERLİK İÇERSİNDE olmasıyla SAĞLANABİLİR. Aksi halde açıklandığı gibi MISIR veya  daha başka ülkelerin orduları TSK'dan daha "GÜVENLİ VE BÜYÜK" konuma getirilir.

Bizleri bu duruma DÜŞÜRENLER FIRSAT varken, alıp gitmeden önce ŞAPKALARINI önlerine koyup son kez  bir daha DÜŞÜNMELİLER. Daha vakit varken....

GENKUR BŞK sayın ÖZEL, bizler sadece ve sadece adalet, eşitlik ve insan onuruna saygı istiyoruz. Bunu da İNSAN ONUR ve HAYSİYETİNE DEĞER ve ÖNEM vereceğinize BUNDAN SONRA DEĞER verirsiniz diye  düşündüğümüz için istiyoruz.

Yoksa sizler BİZİM gibi düşünmüyor musunuz? Biz SİZLERE gösterilen  AYRICALIĞI ve bu AYRICALIĞIN sizlere tanıdığı ÖZEL HAKLARI değil, İNSAN olarak HAK ettiğimiz, diğer tüm T.C. vatandaşlarına tanınan, verilen HAKLARI istiyoruz.

İstediklerimiz yoksa SİZCE çok mu? Ama Kendi aldıklarınıza bakarsanız, istediklerimizin bir hiç olduğunu ve İNSANCA YAŞAM için gerekli olan YASAL HAKLARIMIZ olduğunu görür ve anlarsınız. Tabii ÖN YARGILI ve TARAFSIZ olabilirseniz!

Sayın ÖZEL son olarak TSK personeline yapılmış olan ZAM haberlerinden edindiğimiz bilgilere göre SİZİN DE önceki GENKUR BŞK'dan bir farkınız olmadığını, sizin de ÖZELLİĞİNİZİ TSK'nın ÖZ evlatları için kullandığınız, ASSUBAY camiasına YOK gözüyle baktığınız anladık. Yeni TAZMİNATLARINIZ hayırlı olsun! GÜLLE GÜLE yemeyi (!) Allah sizlere nasip etsin. Ellerimiz yakanızdadır. Bu dünyada olmazsa ÖTEKİ dünyada kesinlikle İKİ ellerimiz de YAKANIZDADIR.

Ah unutmadan içinde bulunduğumuz DURUM olmasını istemeyiz ama SAVAŞ kokularını getirmektedir. Biz emekli ASSUBAYLARI yani SİLAH arkadaşlarınızı da  GÖREVE davet etmeyecek misiniz? Ne de olsa  İYİ günde ALACAĞINIZI ALDINIZ, KREMAYI PAYLAŞTINIZ, KÖTÜ GÜN DOSTU ASSUBAYLARI  BU SAVAŞTA DA YANINIZDA GÖRMEK İSTERSİNİZ. Bizler ülkemiz için yine en önde müdafaa yaparken sizler KIT'AYI ARKA ORTADAN (Emniyeti alınmış) yerden yönetirsiniz. Hadi artık DAVETLERİNİZİ bekliyoruz.

Saygılarımla.

tsk-polis

Lider kadrosu, ölü ele geçirilen teröristlerin bir kısmı ve desteklendiği ülkeler incelendiğinde bir zamanların aktif örgütü olan ASALA’nın devamı olduğundan şüphe duyulmayan PKK terör örgütü, AB-D’nin operasyon bölgesi, petrol, doğal gaz ve maden kaynakları yönünden zengin, buzulların erimesi gibi çevresel faktörlerden en az etkilenecek, kimilerine göre kutsal olan bölgenin Türkiye’ye ait kısmında 1984 yılından bu yana halkı sindirerek etkinliğini günümüze kadar sürdüre gelmiş durumda…

İlk başlarda korku salarak bebek, kadın, yaşlı genç demeden onlarca insanı geceli, gündüzlü katletmiş olan PKK terör örgütü ile mücadele uluslararası anlaşmalarla yükümlülük sahibi olan bir devletin yasal gücü ile 1984 yılından bu yana yerine getirilmeye çalışılmakta…

Terör örgütünün meydana getirmiş olduğu terörün yanında gerçekleştirmiş  olduğu eroin, esrar, petrol başta olmak üzere Türk insanının en çok tüketmiş olduğu sigara gibi tüketim mallarının kaçakçılık faaliyetleri kimisine bol kazanç kapısı açabilmekte… Bunun dışında; her türlü araç, silah, mühimmat gibi büyük bir oranda dışa bağımlı olan devletin terörle dışa bağımlılığı sürdürülerek, ekonominin, kaynakların halkın yararına değerlendirilemez hale getirilmek istenmesi gerçekleştirilmiş olmakta… Bütün bunlar ise bir devlet için iyi sonuçlar doğurmayacak olaylar…

Terörle etkin mücadele ederken terörden çıkar, gelir elde edebilen insanların aşılarak mücadelenin etkin bir şekilde gerçekleştirilmesi önem kazanmakta…

Terörle mücadele sınırların kontrol altına alınması ve sınır içindeki bağlantılarının etkisiz hale getirilmesi ile mümkün… Sınırı aşarak iç kısımlara sızan ve eylem gerçekleştiren teröristlerin daha sınır bölgesinden geçişlerinde tespiti ve anında etkisiz hale getirilmesinde yaşanılabilecek bürokratik aksaklıkların büyük eylemleri de beraberinde getirebileceği düşünülerek bürokrasinin en aza indirilmesi, terörle mücadelede ciddiyetin, kararlılığın en önemli unsuru…

Bir devletin terörle mücadelesi silahlı kuvvetinin yanı sıra ondan daha etkili ve silahlı yasal gücün idarecisi de olan siyasi kadroların, hükümetlerin etkinliğine bağlı olmakta… Silahlı gücü ile terörü bertaraf etmek isteyen siyasi güç, diğer taraftan ülke içinde birlik beraberliği, kardeşliği sağlayıcı eğitim, öğretim başta olmak üzere, teröre kaynaklık teşkil edebilecek işsizlikle mücadele; dışa bağımlı olunmadan, yerli teknoloji ile aktif mücadele verebileceği yatırımları gerçekleştirebilmeli…

Terörle mücadelede tecrübe edinmiş, siyasi gücün vereceği, çizgileri belli olan görevleri etkin bir şekilde uygulayabilecek düzeyde silahlı bir güç varken ve bu güç 2002 yılına gelindiğinde belli oranda başarı elde etmiş haldeyken, 13 Temmuz 2011 tarihinde terörle mücadelede verilen 13 şehitten sonra, meskûn mahallerde güvenliği sağlamakla görevli polisin mücadelede askerin yerine kullanılacağının gündeme getirilmesi, yan gelip yatmayan askerin adeta başarısız gösterilmesene olanak verebilecek bir yöntem…

Bir tarafta silahlı  kuvvetler, diğer tarafta polis teşkilatı… Her iki kurumun görevleri benzer olsa bile görev ve sorumlulukları uluslararası düzeyde belirli… Ergenekon soruşturması kapsamında, gömülü silahların bulunmasına ilişkin internete düşen görüntüler izlendiğinde bulunan silahlara ilişkin olarak yakın zaman içinde Amerikalılarca polise eğitim verilmiş olmasına ilişkin ses-görüntü olması, işin uluslararası boyutu olabileceğine ilişkin kuşkulu düşünceleri de beraberinde getirebilmekte…

Terör örgütüne katılımlarda İstanbul’un ilk sırada yer alıyor olması iyi etüt edilmeli, gerekli tedbirler alınmalı… Polis teşkilatının öncelikle İstanbul, İzmir, Mersin, Diyarbakır gibi zaman zaman kamuya, vatandaşa zarar veren terör olaylarını ve örgüte katılımları önleyerek, meskûn mahallerde huzuru ve güveni temin etmesi; askerin ise tecrübe kazandığı mücadelede “tam desteklenmesi”; diğer taraftan vatandaşa eğitim, öğrenim ve iş imkânı sağlayan, dışa bağımlılığı en aza indirecek, üretime yönelik, insanı yardıma muhtaç bırakmayan, özgür birey olmasına imkân verebilen yatırımların gerçekleştirilmesi bir bütün olarak ele alınması, terörle mücadelede başarıyı getirecektir…

Orhan KAYA’nın notu: Değerli okuyucularım, Temmuz ayının ikinci haftasından bu yana Mynet e-posta hesabımı kullanamamaktayım… Mynet bağlantılı olarak şahsınıza gelen/gelebilecek Orhan KAYA iletilerini dikkate almayınız…
ORDULAR-DEGISIYOR

HOMEROS DESTANLARINDA ASSUBAYLAR

Tarihte ilk devlet tipi yapılanmaların görülmesiyle birlikte, insanoğlunun doğası gereği savunma ve saldırı amaçlı askeri oluşumların da başladığını görürüz. İnsanoğlu ya toprağını korumak ya da genişletmek amaçlı olarak savaşmayı tercih etmiş. Bu durumda ortaya askerlik dediğimiz meslek ve bu mesleğin olmazsa olmazı diyebileceğimiz emir-komuta zinciri yani hiyerarşik yapı çıkmış.

İlk dönemlerdeki askeri yapılanmalarda ilkel silahlar kullanıldığı için assubay diyebileceğimiz meslek grubu insanlar, daha ziyade orduların hücumda ve savunmada düzenli hareket etmesi maksadıyla, emir-komuta zincirinin bir halkası olarak kullanılmıştır. Bu yapılanmada emirler koordineli hareket etmeyi sağlamış ve orduların bu yolla zafere daha yakın oldukları görülmüştür.

Yenilgi durumlarında ise eldeki savaşçı insan malzemesinin panik halinde kaçışıp heba olması yerine düzenli bir şekilde geri çekilmesine vesile olmuşlardır. Savaş alanında dirlik ve düzeni sağlamışlar ve birliklerine cesur davranışlarıyla önderlik etmişlerdir.

Homeros'un İlyada Destanı'nda bunun güzel bir anlatımını bulabiliriz:

“Zephyros yelinin üstüste getirdiği dalgalar

yankılı kıyıya çarparsa nasıl,

önce açık denizde başkaldırır da yükselir hani,

gelir sonra kırılır karada, öter güm güm,

burunlarda olur sırtı yusyuvarlak,

tükürüp saçar köpüklerini;

işte tıpkı bu dalgalar gibi üstüste yığılarak

Danaolar durmadan geliyordu savaşa.

Bir önder kumanda ediyordu her sıraya,

erler de yürüyordu sessiz soluksuz.

Diyemezdin arkalarında koca bir ordu var,

şu insanların göğsünde ses var diyemezdin.

Önderlerin ardından yürüyorlardı usulcana,

sıralar içinde ışıl ışıl parlıyordu silahları.”

(Çeviri: Azra Erhat-A.Kadir)

TEKNOLOJİ DEĞİŞTİ VE ORDULAR DA!

Savaş ve silah teknolojilerini incelediğinizde, bu teknolojilerin paralelinde ordu yapılarının da değiştiğini görürsünüz. Sopayla, taşla başlayan savaş silahları; zamanla ok, yay ve kılıca, mancınıklara ulaşmış, günümüze adım adım yaklaştıkça barut icad edilmiş ve ardından tabanca, tüfek, top gibi silahlar ortaya çıkmıştır. Bugüne geldiğimizde artık akıllı silahlardan söz etmekteyiz. Kıtalar arası füzeler, güdümlü mermiler, nükleer silahlar, atom bombaları, savaş uçakları ve gemileri vs. İnsanlık savaşla başladığı medeniyet yolculuğuna ne yazık ki, hâlâ savaşla devam etmektedir. Güçlü bir ordu demek, düşmana gözdağı vermek anlamına gelmekte ve barış içinde yaşamak adına caydırıcılık sağlamaktadır.

İlk düzenli orduların emir komuta yapısında küçük rütbeli subaylar olarak yer alan assubaylar, gelişen silahlarla birlikte daha farklı roller üstlenmeye başlamışlardır. İyi bir avcı, iyi bir dövüşçü ya da iyi bir nişancının ötesine varmıştır iş. Her yeni icat edilen silah biraz biraz eğitimi ve bilgiyi gerektirir olmuştur.

TÜRKLER VE ROMALILAR: İKİ FARKLI ANLAYIŞ

optio-01Bu nedenle savaşın kaçınılmazlığını bilen Türk devletleri ve Roma İmparatorluğu; orduda kalıcı yapılanmalar denemişlerdir. Türkler çoğu şimdi bile kullanılmakta olan onbaşı, yirmbeşbaşı, ellibaşı, çavuş, yüzbaşı gibi rütbeler ihdas etmişlerdir. Buna benzer yapılanma Roma ordusunda da yer almış fakat Roma, asker millet kavramı yerine işi tamamen profesyonel askerlik olan Lejyon yapılanmasını oluşturmuştur.

Bu yapılanmalarda assubay hem iyi bir savaşçı hem de iyi bir eğitimci olmak zorundaydı. Bunun yanı sıra özellikle Roma Ordusunda eğitim, idari işler ve lojistik destek gibi konular tam olarak bu lejyon assubaylarının sorumluluğundaydı.

Uzun yüzyıllar boyunca ordu teşkilatlanması toprak yapılanmasına bağlıydı. Ordunun komutanı kral ya da padişahtı. Genelkurmaylık benzeri bir kavram olmadığı gibi şimdiki anlamda bildiğimiz ve kullandığımız Assubay tanımlama ve sınıflandırması da yoktu. Onbaşıdan itibaren tüm rütbeli personel subay kavramı içinde yer alıyordu. Düşük rütbeli personele genelde küçük subay/zabit deniliyordu.

ASSUBAY KAVRAMI ORTAYA ÇIKIYOR

Artık insanoğlu yeni savaş silahları üretiyordu. Barut icat edilmiş, ortaya toplar, tüfekler, tabancalar ve hatta top taşıyan savaş gemileri çıkmıştı. Bütün bu silahların yerinde kullanımı için bilgi gereksinimi vardı. Aynı zamanda bilen, kullanabilen ve eğitebilen insan gücü önem kazanıyordu. İşte bunlar küçük rütbeli subaylardı ve ilk kez bunları “assubay” olarak niteleyen devletler ortaya çıktı.

Helmuth von Moltke, Harp Bakanı Roon ile birlikte 1857'de Prusya Ordusunda değişiklikler ve düzenlemeler yapıp bundan olumlu sonuçlar aldığında işin esas temellerinden birisi olarak branşlarında çok iyi yetişmiş assubayları gösterir ve assubayların özellikle teknik ve uygulamalı konulardaki tecrübe ve bilgileri sayesinde muharebe ve eğitimlerde ordunun asıl yükünü taşıdıklarına vurgu yapar.

Keşiflerle ve icatlarla artık sanayi çağına geçilmiştir. Toprak esasına dayalı ordular savaşı kaybetmeye başlamıştır. Yeni çağa ayak uyduran, ordu yapısını buna uyarlayan devletler savaş meydanlarının galibidir. En önemli silah; bilgiyi ve çağın teknolojisini orduya uyarlayabilmektir. Bunu başaramayanlar kocaman imparatorluklar bile olsalar yıpranmaya ve yıkılmaya başlamışlardır.

Sanayi çağı, toprağa dayalı yaşam kültüründen, her alanda üretime ve bilgiye dayalı yaşam kültürüne geçiştir. Kendini bu sisteme uyarlayan devletler bir anda sömüren devletler olmayı da başarmışlardır. Daha önce adı duyulmamış bir kavram olan milliyetçilik ve ulus devletçilik ortaya çıkmıştır. Artık kralların, sultanların ya da halifelerin tebaası ve ümmeti yoktur. Millet vardır, halk vardır. İşçi vardır, patron vardır. Emperyalizm vardır, sömürge vardır.

Değişimlerin hızlı yaşandığı bu zaman aralığında onbaşıdan binbaşıya kadar uzanan küçük rütbeli subaylara önce “küçük zabit” sonra da Assubay denilmeye başlandı. Binbaşı ve sonradaki rütbeler ise üstsubay olarak değerlendirildi. İlerleyen dönemlerde değişim ve teknolojiye paralel olarak yeni rütbe organizasyonları gelişti. Assubay rütbeleri; Assubay Çavuş ile Assubay Kıdemli Başçavuş arasında basamaklandırılan ve zaman zaman değişime uğrayan çeşitli kategorilere bölündü. Asteğmenden Binbaşıya kadar uzanan rütbe aralığı da subay olarak yapılandırıldı. Bunlara daha ziyade genç ya da kıdemsiz subaylar denildi.

MODERN ORDULARIN BELKEMİĞİ ASSUBAYLAR

1900'lü yıllardan günümüze değin yaşanan büyüklü ve küçüklü tüm savaşlar; küçük rütbeli subay kavramını çarpıcı bir şekilde ön plana çıkarmıştır. Işık hızı ile gelişen bilim ve teknoloji yeni silahların icadına da yol açmış ve savaşların sırf liderlerin ya da komutanların taktik bilgisi ile kazanılamayacağı gerçeğini ortaya koymuştur. Bugün savaş ve buna dayalı silah teknolojisi herhangi bir bilim dalından daha seri bir şekilde kendisini yenilemektedir. Atom bombasının icadı, savaş sanatında tam anlamıyla yeni bir çığır açmış ve göğüs göğüse çarpışmaların yerini uçaklar, gemiler, bombalar ve kitle imha silahları almıştır. İnsanoğlu küresel bir barışı dört gözle bekleyedursun, modern savaş sanatında; nükleer savaşlardan, kontrolsüz ülkeler ve güçlerden, tehlikeli silahları yasadışı yollardan edinmiş terörist gruplardan ve hatta uzayda bir savaştan dahi söz edebilecek derecede ilerlemiş durumdayız.

Birinci ve İkinci Cihan Harbi, Kore ve Vietnam Savaşları ve daha pek çok savaş, “Harbi onbaşı kazandırı!” sözünü haklı çıkartacak derecede küçük rütbeli ya da rütbesiz askerlerin cesaret dolu hikayeleriyle onurlanmıştır. Anlık bir fırsatı değerlendiren rütbesiz ama lider kapasiteli bir er bile savaşın kaderini değiştirecek en cesur hamleyi yaparak, zafere giden yolu açabilmiştir. Bu da bize göstermektedir ki, ordular; en kıdemsiz personelini dahi bilgiyle donatmalı ve onlara dahi liderlik özelliği kazandırmalıdır.

1990'a değin gelinen aşamada, silah ve cihazlara ünsiyeti olan küçük rütbeli personel, uzmanlığı, bilgisi, cesareti ve liderliği oranında komuta kademesine kılavuzluk etmiştir. Pervanesi dönmeyen bir uçağın pilotu olamayacağı gibi, yüzemeyen bir gemiler filosunun da Filo Komutanı olamaz. Bir komutan, astlarıyla bütünleşebildiği oranda komutandır. Liderlik, bilgi ve beceri birbirini tamamlayan unsurlardır. Salt taktiksel liderlik özellikleri geliştirilen bir komuta yapısı ile savaşların kazanılacağını ummak, bir gün karşınıza bir badire ile çıkacak “Kral Çıplak” söylemine çanak tutmaktan öte bir şey değildir.

Öyleyse, tepeden tırnağa tüm silahlı kuvvetler personelini insan onuruna yakışır şekilde haklara kavuşturmak ve gerek iş bölümünde, gerek hukukta, emekte ve özlük hakkında daha eşit şartlar sunmak; ülke siyasetçilerinin ve komuta kademesinin ilk ödevidir.

CUMHURİYET TARİHİNDE ASSUBAYLAR

Cumhuriyetin ilanından bugüne ve hatta Kurtuluş Savaşımız dahil; Türk Silahlı Kuvvetleri'nin assubayları, üzerlerine düşen vazifeyi hakkı ve onuruyla yapmış ve yapmaktadır. Düşünün ki, Batı Anadolu'da işgal güçlerine ilk karşı çıkan bir küçük zabittir. Resmi tarihimizin bir sayfasında kahraman olarak göklere çıkartılan ama sonraki sayfalarda çeşitli nedenlerle hain damgası vurulan Ethem Bey (Çerkez Ethem); Milli Mücadelemizin lider kadrosuna çok büyük katkılar sunmuştur. Ayaklanmaları bastırmış ve planlı, programlı bir mücadelenin yapılmasına zaman ve zemin hazırlamıştır. Başına gelenleri iyi ya da kötü olarak değerlendirmek bizden çok tarihçilerin işidir. Fakat şu kadarını söylemeliyiz ki; büyük mücadele ve devrimler çoğu zaman kendi çocuklarını da yemekten sakınmamıştır.

Antepli Şahin Bey de alaylı bir assubaydır ve kahramanca çarpışarak, kanını bu kutsal topraklar için akıtmış, canını ay yıldızlı bayrağın dalgalandığı bir vatan toprağı hülyası ile feda etmiştir. İstiklal Destanımızın her sayfasında bu ülkenin nice onurlu evlatları vardır ki, bunlar yokluklara rağmen yürekleri ile savaşmış, rütbelerin en yükseği olan şehitlik ve gazilik makamına erişmişlerdir. Kimilerine devletimiz tarafından onbaşı, çavuş, başçavuş ve teğmen gibi çeşitli rütbeler verilmiş olsa da; o savaşa yüreğini koyan her vatan evladı bizim için birer gurur abidesi meslektaştır. Yüreğimizde isimlerini taşıdığımız, sevdalarını taşıdığımız; mücadelelerinden ilham aldığımız birer Assubay görüyoruz herbirini.

Kore Savaşında ve 1974 Kıbrıs Barış Harekatında da nice destanlar yazmış bir ordunun assubayları olarak, bu destanlara kanımızla ve canımızla katkıda bulunduk.

bnasbTerörün kol gezdiği sınır boylarında, dağ karakollarında ay yıldızlı bayrağımızın dalgalanması için var gücümüzle çalıştık, çabaladık. Kutsal vatan toprağında gece gündüz nöbetler tuttuk, kimi zaman evimizi bile taşıyamadık, yıllarca ayrı kaldık. Hasret ateşini vatanımıza ve milletimize duyduğumuz derin aşk ateşi ile bastırdık.

Eve dönüşlerde, çocuğumuz babasını yabancı bir misafir zannetti çoğu kez. Kim bu adam, niye sevgili annemle bu kadar yakın diye tuhaf bakışlarla süzdü bizleri. Bazen kahramanlık hikayelerinin etkisiyle, dev gibi bir baba bekleyip durdu ama karşısına mayında elini kolunu kaybetmiş eksik bir baba buldu. Bilemedi Gaziliğin ne olduğunu. Şaşırdı.

Bazense babasını düşlerken, onun yerine bayrağa sarılı, yüzünü bile göremediği bir adam için ağladı. Birileri, babasının kahpe kurşunlara karşı kahramanca çarpıştığını ve şimdi kanatlanıp cennete doğru uçtuğunu fısıldayıverdi kulağına. Kutsal babayı kutsal bayrağa sarılı gördü ve öylece rüyalarına taşıdı. Her gece yüzünü seçemediği ama bayrağından tanıdığı o cesur babayı kurdu düşlerinde. Ne zaman başı sıkışsa, ne zaman hayatın zor bir anına denk gelse, düşlerindeki ayyıldız destanlı babası koştu imdadına. Yine de babasızlığın tarifsiz hüznünde gizli sözcükleri söyleyemedi kimselere. En gizli hazinesi olarak yüreğindeki sandukasında sakladı.

POST MODERN ORDUDA ASSUBAY

İki cepheli, iki kutuplu dünya, 1990 yılından itibaren tek kutuplu bir yapıya dönüştü. Bütün dünya sadece bir emperyal ülkenin sömürgesiymiş gibi oldu. Yine bilim ve teknikte yaşanan büyük gelişmeler dünyayı zoraki bir küreselleşmeye taşıdı. Fakat günümüzde küreselleşme algısı, bu tek belirleyici ülkenin hegemonyasına girmek olarak yorumlanıyor. Onun pişirdiği pastalardan pay alma yarışları yapılıyor. İnsanlık ya da çağdaş dünya, kendi küresel anlayışının dinamiklerini bir türlü oluşturamıyor, daha baştan teslim bayrağı çekiyor. Bunun yerine, bir takım aşırı söylemlere varan ulusalcılık çarpışıyor bu küresel emperyalizmle. Nedense; yeni, farklı ve çağdaş bir küreselleşme projesi üretilemiyor. Kim bilir, belki de bir ütopyadan öteye gidemeyen komünizm yeniden elden geçirilmeli. Son versiyonu kitlelerin beğenisine sunulmalı.

Herşeyin hızla değiştiği ve bu değişimlerin yaşanan her gün ister istemez farkedildiği bir dünyada, ordular da payına düşeni alıyor; kabuk değiştiriyor, kendini yeni şartlara uyduruyor. Artık tehditler farklı, güvenlik anlayışı farklı. Mücadeleler bir cephede değil, bütün cephelerde ve hayatın normal akışı içinde yapılıyor. Süngü süngüye yapılan savaşlar bir nostaljiden öte bir şey değil. Hatta bir siperden ötekine bomba atmak bile çok gerilerde kaldı. Aklın almayacağı silahlar, sistemler ve psikolojik harekat türleri gelişti. Siz koltuğunuzda rahat rahat oturuken düşman gelip sizi teslim alabiliyor şimdi. Tek bir mermi dahi harcamadan yapıyor bunu. Daha ucuz bir maliyetle dürüyor defterinizi.

İşte bu yeni anlayışa postmodern anlayış deniyor. Ordular da buna göre çeki düzen veriyor kendisine. Zorunlu askerlik anlayışından tam profesyonelliğe geçiyor. Orduları sırf lider komutanların sultasına bırakmıyor. Siyaset ve diplomasiyle örtüştürüyor. İlkel kalmış kurmaylık yapısını değiştiriyor. Çarıklı erkan-ı harpten, sivillerin de dahil olduğu küçük, mobil ve çevik bir yapıya doğru evriliyor. Vatandaşını da tehdit gören ve devletini vatandaşına karşı da korumak düsturunu güden anlayış hızla yıkılıyor. Bunun yerine düşman istilasının kaleleri değil, insanları zaptla başlayacağını varsayan ve buna göre şekillenen ordu yapıları geliyor. Artık savaşın tek cephesi yok, medya bir cephe, ekonomiler ve borsa bir cephe. İnternet zaptedilmesi en zor olan kale. Bireyi kazanmak ve milli bilinç altında tutmak vazgeçilmez savunma biçimi. Bunun içinse bireye refahtan, haktan, hukuktan ve gelirden pay vermek gerekiyor. Ayrıca, özgürlükleri kısıtlayan değil, çoğaltan ama vatandaşlarını yönlendirmeyi başaran devlet organizmasından bahsetmek gerekiyor.

Postmodern ordular dünyanın herhangi bir yerindeki savaşı daha büyümeden kontrol altında tutmayı ya da önlemeyi amaçlıyor. Böylece yeni bir dünya savaşının önünü kesiyor ve küresel barışı hedefliyor. Savaş insanların ya da silahların birebir karşılaşacağı cephelerde değil, yukarda saydığımız cephelerde gerçekleşsin istiyor. Barışı korumak, insani yardım amaçlı harekatlar yapmak çok sıkça çıkıyor karşımıza. Ordular artık yeni görevler tanımlıyor kendisine; kaçak göçmen akınını önlüyor, doğal afetlerde ulusal ve uluslararası destek operasyonları yapıyor, deniz güvenliği için korsan ve haydutlarla mücadele ediyor, daha fazla özgürlük ve yönetimde söz hakkı isteyen sivil halklara destek sunuyor, terörle ve uyuşturucu ile mücadele ediyor, gemi ve uçak kaçırma olaylarına mülaki oluyor, küreselleşmenin getirdiği ayrışmalar nedeniyle hedeflenen mikro devlet ideallerine ve bu idealler doğrultusunda yapılan ve genelde sivilleri hedef alan bölgesel ve şehir eylemlerine önlemler alıyor..... Daha pek çok yeni işlev kazanarak, alışıldık bir cepheden öteye taşıyor kendisini.

Yine de işin felsefi boyutuna baktığımızda, orduların kurulmasının ana gayesinin caydırıcı güç olmak ve bu vesileyle de barışı korumak olduğunu vurgulamalıyız.

Küreselleşen dünyada artık bilginin, istihbaratın, medyanın, teknolojinin ve diplomasinin daha etkin silahlar olduğunu görmekteyiz. Herhangi bir devlet, hiçbir gerginlik ortamı yaratmaksızın, bir başka ülkede çeşitli yollarla etkin bir savaş yürütebilmektedir artık. O ülkeyi internet, basın ve medya yoluyla ya da taşeron kişi, kurum ve örgütler kullanarak istediği yöne doğru çevirebilmektedir. Tehdit unsuru gördüğü bölge ve ülkelere kontrollü kaos getirerek, kendi dünya düzenini kendi çıkar ve emellerine uygun şekilde kolayca inşa edebilmektedir.

Tüm bunlar silahlı kuvvetler yapısında devrimsel değişiklikler yapılmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Ordulara artık lider ya da komutandan çok, bilgi ile donatılmış ve bilgiyi nasıl kullanacağını sezebilen ve lider özellikler de taşıyan orta rütbede subay ya da sivil uzmanlar gereklidir. Bundan sonraki süreçte daha çok general yerine daha azı ama daha kalitelisi yetiştirilmelidir.

Yeni ordu yapılanmalarında, yeni tanımlanan görevler gereği teknolojiye hakim, dil bilen, liderlik vasfı taşıyan, askerlik mesleğine ünsiyetli ve her daim kendini geliştirebilen assubaylara ihtiyaç tüm dönemlerden daha fazla. Hatta şunu bile açıkça söyleyebiliriz ki; modern ordular bu yeni dönemde rahatlıkla, bir general yerine bir Assubay yetiştirmeyi tercih edebilir, daha rantabl bulabilir.

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ VE ASSUBAYLARI

Cumhuriyetle birlikte gelişen ordu yapılanmamızda zamanla assubaylar ordunun temel direği olmuşlardır ama hak ettikleri değere bir türlü ulaşamamışlardır. Yirmi birinci asrı yaşadığımız bu günlerde bile batılı devletlerin assubaylara verdiği değeri ne yazık ki, Türk Ordusunun üst kademeleri bu emekçi insanlara sağlayamamışlardır. Hala bilginin rütbe ve kıdem esasına dayalı olduğunu düşünen bağnaz yapı; maalesef Amerika’nın, İngiltere’nin ve Almanya’nın assubaylara bin dokuz yüz küsürlü yıllarda verdiği değer seviyesinden bile çok uzaktadır.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu katı ve bağnaz yapısı Uluslararası alanda da tescillidir. Kültür farklılıkları ve örgüt kültürleri üzerine araştırmalar yapan Prof. Geert Hofstede'nin incelemelerine göre çıkan sonuç şöyledir:

“Türkiye örneğinde, ordu üst yönetim kademeleri, erbaş ve erler bir kenara bırakılsın, Assubay ve hatta subaylarla bile, yüksek güç mesafesi (High Power Distance) nedeniyle oldukça farklı ve birbirinden yalıtılmış kültürleri ve değerleri paylaşmakta ve yaşamaktadır.”

Burada, sevgili albayım lafı süsleyip püsleyip şunu demeye getiriyor: Türk Silahlı Kuvvetleri aslında erine de, erbaşına da, uzman çavuşuna da, assubayına ve hatta genç subayına bile güvenmiyor. Ordunun temelini ise güven duyulan üstsubaylar oluşturuyor. Yukarda zikrettiğimiz ast kesimlerin, devamlı kontrol altında tutulması gerekiyor. Bilgi ve tecrübeleri artıncaya değin (yani sisteme adaptasyonları sağlanıncaya kadar) her an başınıza iş açabilirler. Mutlak itaat denen şeyi pek de fazla kaale almıyorlar. Bu yüzden yönetilmeleri çok zor. Şimdi işin içine bir de profesyonel er girerse, ne yapacak bizim üst kademe, nasıl çıkacak bu keşmekeşin içinden bilinmez. Bu yeni gelenler de hak isteyecek, hukuk isteyecek. Başlarda “Allah devlete, millete zeval vermesin, ayağımızı attık devlet kapısına” diye şükrederken, sonraları “maaşım az, kariyerim yok, orduevim yok, oyak beni ütüyor” demeye başlayacak ki, bu da o alt tabakadakilere yeni bir şeyler vermeyi gerektirecek. Sulta yapısına alışmış üst yapının liderliği de işte burada sorgulanacak bir kez daha.

Bilgesam kapsamında çalışma sunan ve aynı zamanda bir Emekli Albay olan Dr. Salih Akyürek; Türk Ordusu ile ilgili kişisel saptamalarını şu şekilde yapıyor:

“Orduda birlik komutanlığı yapan lider personel, zorunlu askerlikle silah altında tutulan erbaş ve erleri, kurumsal etkinlik noktasında yetersiz ve isteksiz bulmakla birlikte; aynı kitleyi kurum içinde ilave hiçbir talebi olmayan, en kolay yönetilebilir ve yönlendirilebilir kitle olarak da değerlendirmektedir. Kurumdaki subaylar; assubayları ve uzman erbaşları 'mutlak itaat' kavramının fazla işlemediği ve bilgi/tecrübe temelinde hakim olunması gereken ve yönetilmesi zor profesyoneller olarak algılamaktadır. Profesyonel orduya geçilmesi durumunda oluşturulacak ve muhtemel bir profesyonel er statüsü de, diğer statüler kadar olmasa da, liderlerin yetkinliğine dönük yeni bir sorgulamanın önünü açacaktır.”

Bütün bunların benim yazdıklarımla ne kadar örtüştüğünü görüyorsunuz. Satırları sanki albayım değil de ben yazmışım gibi. Demek ki, aslında üst taraftakiler de sorunu biliyor. Konuşurken, nutuk atarken astlarını az buçuk anlayabiliyorlar. Fakat iş, bir şeyler vermeye geldi miydi, ödleri kopuyor. Bunlara bir kez bir şeyler verip alıştırdık mıydı hep daha fazlasını isteyecekler diye korkuya kapılıyorlar. Sınıfsal ayrıcalıkları sorgulanacak ya da bitecek, tahtları sallanacak diye kabuslar görmeye başlıyorlar. O yüzden de astların taleplerine çok ağır, çok sert karşılık veriyorlar. Ne zaman uluslararası camiada yapılan uygulamalar bir zorunluluk haline geliyor, işte o zaman “bakın assubaylara ya da astlara devrim gibi yenilikler yaptık” diye bir şeyleri pazarlamaya kalkıyorlar.

Günümüz ordularında, assubaylık mesleğinin yıldızının parlamasını kabullenmek zor olsa da çağın gerektirdiği gelişmeler nedeniyle bilgili, cesur, vatansever ve konusunda uzman assubaylardan kurulu bir ordu yapısına varmak, bu yapılanmayı güçlendirip geliştirmek, kaçınılmazdır. Dolayısıyla, assubaylara hakkı olanı teslim etmek, modern ülkelerde olduğu gibi ayrım ve fark gözetmeksizin onlara hak ve hukuken eşit davranmak, emeğine ve bilgisine saygı duymak ve fırsat eşitliği sağlamak elzemdir. Tüm bunları saltanatçı yapı nedeniyle görmezden gelenler belki uzun süren bir barış ortamında kafalarını kuma gömebilirler ama kısacık bir an sürecek bir savaşta, görmezden geldiklerinin bedelini toptan ödemek zorunda kalabilirler. Ne demek istediğimizin daha iyi anlaşılması için özellikle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinin analizi tam anlamıyla ibret verici ve öğreticidir.

ikisibiraradaPEKİ AMA ASSUBAYLAR NE İSTİYOR?

Çok uzun süredir assubaylar için yapılacak yenilikçi düzenlemeleri bekliyoruz. Meslek grubumuza karşı yapılan haksızlıkların giderileceği ve cumhuriyetin ikinci sınıf insanı olmaktan kurtulacağımız günlerin umudunu yüreğimizde sabırla taşıyoruz.

Biz assubaylar, Silahlı Kuvvetlerin orta direğiyiz. Belkemiğiyiz. Biz assubaylar, bir uçağın kanadı, bir geminin pervanesi, bir tankın paleti ve bir ülkenin sınır karakolu gibiyiz. Türk bayrağının dalgalandığı her yerde cesur ve cansiperane görev yapmanın onuruyla yaşarız.

Biz Assubaylar, Türk Silahlı Kuvvetlerinin emekçisiyiz. Yeri geldiğinde işçi, yeri geldiğinde memuruz. Yeri geldiğinde lider ve komutan, yeri geldiğinde yönetileniz. Vatan, millet ve bayrak söz konusu olduğunda gözünü kırpmadan şehitlik rütbesine koşa coşa giden, bu halkın onuru için şehitliği ve gaziliği onur bilen öz vatan evlatlarıyız.

Şehit cenazelerimiz arka mahallenin camisinden kalksa bile halkının omzunda, halkının kutsal gözyaşlarıyla ebedi istirahatgaha gitmeyi şeref bileniz.

Bir generalin işaret parmağıyla on dört gün, yirmi bir gün sorgusuz, sualsiz, savunmasız hapislere gönderildik. Üstelik ülkemizin aydınları, medyası ve yazarları, siyasetçileri tarafından ve hatta bağrından kopup geldiğimiz halkımız tarafından tam anlaşılamadık. Tüm derdimiz statükolardan, ortaçağ kalıplarından arınarak görev yapmakken, sırf ekonomik sorunumuz olduğu, tek derdimizin para olduğu gibi anlaşılmalarla incindik, mağdur bırakıldık. Üstelik bunları söyleyenler, kendi maaşlarının azlığına bizleri örnek gösterdiler. Bu ülkenin işçileri, memurları ve hatta profesörleri dahi assubayın maaşını emsal alarak yorumlar yaptı. Üstelik şark kurnazlığıyla davranarak, bir SAT Komandosu assubayın, bir Denizaltıcı assubayın maaşını sundular kamuoyuna. Oysa bunlar özel branşlardı ve maaşları da farklıydı ama bunu görmek kimsenin işine gelmedi. Tıpkı kendilerine emsal olacak subay maaşlarını nasıl görmezden geldilerse, üstelik onlara, Atatürk devrimlerine karşı olmasına rağmen, “ağam sen, paşam sen” nakaratı ile saygıda ve lütufta kusur etmedilerse; bizim çığlıklarımızı da öylece duymazdan geldiler. Emekli olduğumuzda bizimle aynı hizmet yılına sahip bir Kıdemli Albayın yarısı kadar dahi maaş alamadığımızı, Cumhuriyetin Meclisinden en fazla pozitif ayrımcılık yüklü kanunların onlar için çıktığını anlatmaya çalıştık ama dinletemedik.

Müsteşar olduk, profesör olduk, yüksek lisanslar yaptık ama bir türlü o birinci sınıf insanların hakir gören bakışlarından kurtulamadık. Kendi komutanlarımız bizi dar bir aralığa sıkıştırdı, kariyersiz yaşamak zorunda bırakıldık. Emir komutanın dev prangaları özel yaşamımıza kadar girdi, düşüncemize karıştı, inancımıza karıştı, gün geldi evlerimiz dahi denetlemeden geçti, anlatamadık. Tahakkümleri ve zulmü hep kendi bireysel çabalarımızla aşmaya çalıştık.

Biz Kemal Tahir'le ve Nazım’la birlikte Yavuz ve Erkin gemisinde zulüm ve işkence görendik. Biz Deniz Gezmiş’le birlikte darağacında asılandık. Biz 1970’li yıllarda İzmir’de, Ankara’da eş ve çocuklarımızla coplanandık. Biz 12 Eylül’ün prangasında “ast” olarak damgalanandık. 9 Ekim 2010’da elli beş yaş ortalamasıyla Ankara’nın sokaklarında hak ve adalet isteyendik.

Duymadınız, duymak istemediniz bizi!

Başlangıç derecemizden, emeklilik derecemize kadar ayrımcılık yapılıyor ey halkım. Üniformamızdaki aksesuarlardan, özlük haklarımıza kadar, mükafatlardan cezalara kadar, sosyal olanaklardan askeri mahkemelere kadar sınıflaştırma, ayrıştırma tahakkümü altındayız. Ortaçağ kalıbı bir kast yapısının boyunduruğu içindeyiz. Ayakkabı rengimizden uçuş brövemize kadar, taşıdığımız rütbe işaretine kadar ırkçı ve şekilci uygulamalara tabi tutuluyoruz.

Sahte gazete manşetleriyle avutulduk. Yalan dolan vaatlerle kandırıldık. Manşeti attıran komutan muhtemeldir ki, şimdi emekliliğin tadını çıkartıyor. Milli Savunma Bakanı tam on yıldır her seçim öncesi çayımızı kahvemizi içip vaatlerle aldatıyor bizi. Bir de bakıyoruz, seçim sonraları nasılsa, Milli Subay Bakanı oluveriyor.

Körolasıca bir Vicdansız Gönül'ün oyuncağı yaptı bizi felek!

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi ile 2002’den bu yana iktidar olan hükumetin ortak düşmanı olduğumuzu anladık. Başkaları bu vatanın öz evlatlarıydı ama biz üveydik, mahallenin sümüklü yetim çocuğuyduk. Görev ve sorumlulukta ağır yükler taşırken gülümseyen komutanlar, iş statükoya ve özlük haklarına geldiğinde hep somurttular. Düşman bir ülkenin askerleriymişiz gibi uygulanan yasalar gördük. Kendimizi azınlıkmış gibi hissettirdiler bize. Öyle ki, 17 Nisan 2008 tarihinde TBMM’de sessizce bir darbeye göz yumuldu. Gözler görmedi, kulaklar duymaz oldu. Bir gün önce assubaylara birinci derecenin dördüncü kademesi verildi ama aradan daha 24 saat geçmeden ilga edildi. Faili meçhullere karıştı yasa.

Yüreğimizde de koca bir yara var, acı var, burukluk var!

Kim bilir belki de doğrudan bir darbe tehdidi oluşturmadığımızdan dolayıdır tüm bu ortaçağ muameleleri. Bizim darbeyle işimiz olmaz ey halkım, ekmekle, aşla olur. Şehitlikle, gazilikle olur.

Biz harbiye marşıyla büyümedik ey halkım. Bizim tek bildiğimiz, o sizin de yüreğinizde taşıdığınız, gurur ve onurla söylediğimiz İstiklal Marşımız. Bunu bilin!

Bizim korumalı evlerimiz, makam arabalarımız, “Hanfendinin Fifi”sini gezdiren emirerlerimiz olmadı. Lojmanda da, orduevinde de, askeri kamplarda da hep ikinci sınıf tutulduk. Öyle ki, kendi paramızla, yasa gereği üye olduğumuz OYAK’da dahi emir-komutanın tahakkümü altındayız. Sivil kamuflajlı OYAK’ta nelerin döndüğünü, nelerin yaşandığını, anlatamasak da biliriz biz.

Biz bu ülkenin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine her yerde halkıyla içiçe yaşayanız. Onlarla çorbalarını paylaşan, düğünlerinde gülen, cenazelerinde ağlayan samimi komşularız. İçinizden biriyiz. Daha fazlası değil!

Ve hakkımız olanı istiyoruz. Değerimizin karşılığı olanı istiyoruz. Sırf para pul değil, onurumuzu, şanımızı da istiyoruz!

Hazırlayan: Aydın Kulak

Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.
Kaynakça:
  1. Zorunlu Askerlik ve Profesyonel Ordu/ Dr. Salih Akyürek/Bilgesam/Rapor No. 24/2010
  2. www.geert-hofstede.com

Son Eklenenler

Copyright © 2006 Emekli Assubaylar. Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım İhsan GÜNEŞ