Hilafet sözcüğü, Arapça’da birinin ardından gelen anlamındaki “half” sözcüğünden türemiştir. Yaygın kullanımda, İslam Peygamberi Hz.Muhammed (s.a.v)’in ölümünden sonra İslam toplumunun önderliğini yapma görevini ifade eder.
Halife, ilk zamanlarda İslam toplumunda ileri gelenlerin seçimiyle başa geldiği halde, Emevi ailesine geçmesinin ardından saltanat şeklini almıştır. Abbasiler döneminde siyasi gücün yerel hükümdarların eline geçmesinin ardından sadece “ruhani önder” veya “İslami toplulukların onursal lideri” haline gelmiş olan Bağdat’ta yaşayan halife, Moğolların 1258 yılında Bağdat’ı yağmalamaları sonucunda Mısır’a Memluk himayesine kaçmış, Yavuz Sultan Selim’in binlerce Türk askerinin çöllerde telef olmasına, hayatına malolan savaşlar sonucu, Memluklar’a 29 Ağustos 1516 son vermesiyle birlikte Abbasi soyundan Osmanlı soyuna, İstanbul’a taşınmıştır. Osmanlı Hanedanı’na geçen halifelik, 3 Mart 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırılmıştır. (1)
Pek çok Türk anasını çocuksuz, çocukları yetim, eşleri dul bırakan, çöllerde telef olan Türk askeri adına ağıtlar yakılmasına sebep olan Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sonucunda kutsal topraklar Osmanlı hâkimiyetine girer. Kutsal Emanetler (Emanet-i Mukaddese) denilen ve aralarında Hz.Muhammed (s.a.v) hırkası, dişi, sancağı ve kılıcı da bulunan eşyaları, 6 Temmuz 1517’de Hicaz’dan Yavuz Sultan Selim’e gönderilmiştir.
Yavuz Sultan Selim, Ayasofya Camii’nde yapılan bir törenle, son Abbasi halifesi III. Mütevekkil’den kutsal toprakları aldığı zaman oradaki idarecilerin kullandığı Hakimü’l-Haremeyn (Kutsal beldelerin hakimi) sıfatını uygun görmeyip kendini Hadimü’l-Haremeyn (Kutsal beldelerin hizmetkârı) ilan etmiş, Kendi deyimiyle Hadim-i Haremeyn-i Şerifeyn (Haremeyn-i Şerifeyn), yani Mekke ve Medine’nin hizmetkarı ünvanını devralmıştır. (2)
Halifenin verdiği fetvaların beklenen etkileri gösterememiş olması I.Dünya Savaşı’nda Almanlara hüsran yaşamış, fakat aynı zamanda Osmanlı ordularına eğitim veren, yöneten, Osmanlının müttefiki olan Almanların, Kudüs’ün Hıristiyan İngilizlerce ele geçirilmesine de sevinmesi, düşündürücüdür… (3)
Halife İslam birliğini sağlayabilir mi?
Toplumun daha çok kaderci bir görüş çizgisinde yaşamasına etki etmiş olan halifelik sisteminin İslam birliğini kurma iddiasıyla yola çıkılarak; sözde İslam dinine hizmet adına dinin birliğini bozucu, parçalayıcı yöndeki –Irak’ta olduğu üzere, birbirini katletme pahasına- her birisinin farklı görüşü olan cemaat, tarikat liderlerinin, şeyhlerin, mezheplerin çoğunlukta olduğu Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde etkili olabilmesi, üstelik de Müslümanların kontrolünde etkili olmasının beklenmesi geçmişte olduğu gibi günümüzde de olası görünmemektedir…
İslam inancının doğduğu ve çoğunlukta bulunduğu Arap yarımadasının yeraltı zenginliklerinin olması beklentinin gerçekleşmesine daha bir olumsuz etki yapmaktadır…
Günümüzde, “halifenin Atatürk tarafından sürgüne gönderildiğini ancak makamının TBMM’nin lobisinde beklediği, kutsal emanetlerin Türkiye’de kaldığı, Atatürk’ün bu konuda gizli vasiyetinin olduğu, hatta ABD’de bulunan halife adayının verilecek göreve hazırlandığı” iddia edilmekte…
Atatürk’ün böylesine, toplumdan gizli bir düşüncesinin olması, öncelikle bizzat kendisinin kaleme alıp TBMM’de okuduğu NUTUK ile ters düşer ki bu durum, özü sözü bir olan Atatürk’ün kişiliği ile bağdaşmaz… Biz biliyoruz ki Atatürk, yaptığı her işini, belli bir sıra, düzen içinde zamana yayarak hayata geçirmiş ve yaptıklarını, hedeflerini, olması gerekenleri, mesajlarını sonsuza dek hiçbir çelişkiye yer vermeyecek şekilde deklare etmiştir…
Türkiye, Halifeliğin sorumluluğunu kaldırabilir mi?
Devlet içinde etkili olan dış güçler nedeniyle bir türlü yerli savaş teknolojisini geliştirememiş olan, daha dünyaya ihraç ettiği bir yerli otomobili dahi olmayan, üstelik içtiği sigarası, suyu, yediği eti, mısırı, şekeri, ektiği tohumu, hasta olunduğunda aldığı ilacı, temel gıdaları yönünden de sıkı sıkıya dışa bağımlı kılınan Türkiye’nin üzerine bir de halifelik rolünün yüklenmesi anlamsızdır…
Atatürk’ün halifelik üzerine neler söylediği, ne düşündüğü ise NUTUK’ta açıkça mevcut…
“Hilafet konusunda halkın şüphe ve endişesini gidermek için, her yerde gerektiği kadar konuştum ve açıklamalarda bulundum. Kesin olarak belirteyim ki, milletimizin kurduğu yeni devletin mukadderatına, işlerine, bağımsızlığına, ünvanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştırmayınız! Milletin kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuz olarak da koruyacaktır.
Millete anlattım ki, bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak görevi ile yükümlü imiş gibi hayal edilen bir halifenin, görevini yerine getirebilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tabi tutulamaz. Millet buna razı olamaz! Türk halkı bu kadar mantıksız bir görevi üzerine alamaz.
Milletimiz, yüzyıllarca bu anlamsız ve boş görüşten hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insanı bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlatlarının sayısını biliyor musunuz? dedim. Suriye’yi, Irak’ı elden çıkarmamak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan telef oldu, bunu biliyor musunuz? Ve sonuçta ne oldu görüyor musunuz? dedim.
Halife’ye dünyaya meydan okutmak ve onun bütün İslam dünyasının işlerinde söz sahibi kılmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on katı nüfusa sahip olan büyük Müslüman kitlelerden beklemelidirler! Yeni Türkiye’nin ve Yeni Türkiye halkının, artık, kendi varlık ve mutluluğundan başka bir şeyi yoktur… Başkalarına verilecek bir zerresi kalmamıştır!”
(NUTUK, sa.480-481)
Günümüzde basında Hilafet ve Halifeliğe ilişkin olarak Atatürk’ün gizli vasiyeti diye yazılan, İngiliz tarihçi Wells’in “Dünya tarihinin gelecekteki safhası” başlıklı yazısı başta olmak üzere Türkiye’deki hilafetçiler ve Panislamizmcilere yönelik, Nutuk’ta Halifelik ve Hilafet üzerine şu ifadeler yer almakta:
“Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da ve diğer kıt’alarda yaşayan Müslüman toplumları, gelecekte herhangi bir gün kendi irade ve arzularını kullanacak bir güç ve özgürlüğe kavuşurlar ve o zaman lüzumlu ve yararlı görülürse, çağın gereklerine uygun birtakım uyuşma ve birleşme noktaları bulabilirler. Şüphesiz, her devletin, her toplumun birbirinden karşılayabileceği ihtiyaçları vardır. Karşılıklı çıkarları olacaktır. Tasarlanan bu bağımsız İslam devletlerinin yetkili temsilcileri bir araya gelip bir kongre yaparlar ve “falan ve filan İslam devletleri arasında şu veya bu ilişkiler kurulmuştur. Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği şartlar içinde birlikte hareket sağlamak için, bütün İslam devletlerinin temsilcilerinden kurulu bir meclis oluşturulacaktır. Birleşmiş olan İslam devletleri bu meclisin başkanı tarafından temsil edilecektir” derlerse ve isterlerse, işte o zaman, o “birleşik İslam devletine hilafet ve ortak meclisin başkanlığına seçilecek zata da halife ünvanı verirler. Yoksa, herhangi bir İslam devletinin, bir kişiye bütün İslam dünyasının işlerini yönetme ve yürütme yetkisinin verilmesi akıl ve mantığın hiçbir zaman kabul etmeyeceği bir durumdur”
(NUTUK, sa.482-483)
İslam ülkelerinde yaşanmakta olan değişimler, o ülkelerin kendi iradeleriyle mi yoksa dış etkilerin etkisiyle mi yaşanmaktadır? Bu sorunun cevabı önemlidir…
Dünyayı her biçimde idare edebildiği görülen ABD varken ve üstelik de halifelik imajına benzer bir imajla dünyaya sunduğu bir şahıs varken, Türkiye’de Halifeliği tartışmaya ve bu yönde beklenti oluşturmaya gerek var mı?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni idare edenler, Atatürk’ün de belirttiği üzere “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi başta olmak üzere, halkın refahı, huzuru, güvenliği, iş ve aşıyla ilgilenmek durumundadır…
MAZNUN, okuduğum ilk romanıydı,şimdi anlıyorum ki sayın Hekimoğlu kendisini anlatmıştı.Dikkatli okunursa bugün yaşadığımız olayların nedenleri de anlaşılacaktır.
“Minyeli Abdullah” romanının bir yerinde şöyle bir olay geçer. Olay güya Mısır’da yaşanmıştır. Binbaşı, Tugay Komutanının karşısına çıkar ve yeni buluşunu ona arz eder. “Komutanım öyle bir şey icat ettim ki, çağ açar çağ kapatır. Bir ayakkabı icat ettim. Giyiniyorsunuz ve suyun üzerinde batmadan yürüyebiliyorsunuz.” Komutandan taltif bekleyen binbaşı, huzurdan şiddetli bir azarla kovulur. “Hadi ordan be ukala! O dediğin şey iyi bir şey olsaydı önce ben icat ederdim.” Kıssadan hisse ????….Saygılarımla…
Durduğum yere göre yanlış bir kimlik. Kendisinin hayatı çok cefalı geçmiş olabilir. Bu durum çok haklı ve mazlum olduğu anlamına gelmez. Gurur duyduklarımız arasında görmekten üzüldüm. Zira ben Atatürk tarafından Tekke ve zaviyelerin kapatılmasını destekliyorum. Sayın Okçu’nun bir tarikat üyesi olması Cumhuriyetin kazanımlarının tersine bir yoldur. Hele bir asker olarak kendisine bunu hiç yakıştıramıyorum.
Saygılarımla…
Yazdığı yazıların içeriği konusunda tartışırız o ayrı bir konu. Ama ben bir assubay olarak bu kişi ile gurur duymam mümkün değil, bir söz vardır bilir misiniz bana faydası olmayan kilisenin papazını… Bu kişiye ulaşmak için yayın evi sekreteri editörü ve kişinin danışmanına ulaştım bazı konular paylaştım, (içeriğini tahmin edebilirsiniz) assubaylar umurunda değil,zaten bir tek görevde iken takma isimle kitap yazdığı belirtilirken asb. olduğundan söz ediliyor.
Din nasıl olsa pozitif bir ilim değil, inanma olayı. Anlatacaklarını biraz Arapça kelimelerle beze, uydur uydur söyle. Bu nedenle bölündükçe bölünmüş, mezhep denmiş bölünmüş , tarikat denmiş bölünmüş. Çoğunluk olanları huzur bulacağına inanıp hep ağzı açık seyretmiş. O beklenen huzur o toplumlara bir türlü gelmediği gibi çoğu zaman da birbirlerini kanlı bir şekilde gırtlaklamışlar. Hâttâ bu gırtlaklamalardan “bütün alemler yüzü huyu hürmetine yaratılan” Peygamberimizin en sevdiği varlıklar olan torunları bile nasibini almış. Sırf aynı din üzerine farklı uydurmalar yüzünden insanlar birbirini günümüzde de gırtlaklamaya devam ediyor. İşin acı tarafı günümüzde hâlâ birileri bu inanç üzerinden ekmek yediği, çoğunluğun da ağzı açık izlediği gibi, bu konudan ekmek yiyenler doymuyorlar yarınlarda da düzenin devam etmesi için toplumu dizayn etmeye çalışıyorlar. Allah insanlığa akıl fikir versin demekten başka elimden bir şey gelmiyor…
Ben, Ömer Okçu(Hekimoğlu İsmail) ile tanıştım. Tanışma ne kelime hayran oldum kendisine, olağanüstü bir insan. O yazarı tanımak gerekir. Tanımasam ben de değişik fikirlere girebilirdim.Bu kadar söyleyebilirim.
DIN MEKTEBINDE HIC OKUMAMIS,DIN KONULU YAZI YAZMIS KIM OLURSA OLSUN HIC MI HIC SEVMEM.
HAYAL,DUSUNCE,INANC,DIN,MANEVIYAT,SEYTAN,MELEK,VE BENZERLERI OLAN MUSBET ILIMLE ASLA BAGDASMAYAN DUSUNCELERI HUDUTSUZ ANLATABILIRSIN,AKSINI ISPATA YELTENME SANSIN YOK.O SEBEPLE MUSBET OLMAYAN KONULARDA YAZILMIS ROMAN,HIKAYE,MASAL KISILERI GECICI OLARAK OYALAYIP DINLENDIREBILIR,MESLEKDASIMIZ DA KESKE ICIMIZE KATILSAYDI,MUSBET ILIM UZERINE BIR SEYLER YAZSAYDI, GOGSUNU GERE GERE ISTE BEN BIR ASSB.IM DESEYDI SIMDIKINDEN DAHA IYI BIR TANITIMI OLURDU KANAATINDEYIM…
Bir önceki yorumuna eklendi (M.E.A.)
–
DIN MEKTEBINDE HIC OKUMAMIS,DIN KONULU YAZI YAZMIS KIM OLURSA OLSUN HIC MI HIC SEVMEM.