Assubayları Mao’nun askerlerine benzeten bu sözler çok uzun yıllar karşılıksız bırakılmıştır. Sadece “Yürüyüşün hiçbir aşırı ucun ve hiçbir ideolojinin tesiri olmaksızın anayasa teminatı altında yapıldığı” şeklinde bir bildiri yayınlanmasıyla yetinilmiştir. Aradan geçen zaman içinde ülkemizde demokratik hak ve özgürlükler gelişmiş ve assubaylar artık bu söyleme cevap verme özgürlüğüne -tam anlamıyla olmasa da- kavuşmuştur. Şimdi o dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur’un yapmış olduğu benzetmeyi yakından inceleme zamanıdır. Çünkü Muhsin Batur’un ve Kenan Evren’in izinden giderek, Türk Silahlı Kuvvetlerini sınıflara ayırmaya çalışan ve kendilerinin üstün sınıf olduğuna inanan bir yapı hala sürdürülmektedir. Ordunun ast kesimlerine hala “düşman ordusunun askerleriymiş gibi” davranılmakta, hakta ve hukukta üvey evlat muamelesi reva görülmektedir. Üniforma şeklinden özlük haklarına kadar süren bir ayrımcılıkla “biz ve ötekiler” diye ikilemeler yaratılmaktadır. Deniz Assubay Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin yazlık üniforma ayakkabısının rengine kadar varan bir ırkçılık söz konusudur. Yarım kanatlar, çeyrek kanatlar söz konusudur. Çıkmış yasayı bile emir-komuta ile ilga ederek, koskoca Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni karikatürize durumlara düşüren demokrasi evrimine tabi olamamış bir üst yapı söz konusudur. O yüzden bu Mao’nun askerleri benzetmesini inceleyelim ki, bakalım Uçan Şair Batur ne demek istemiş ama nereye varabilmiş?
Sizleri bu sorularla başbaşa bırakarak, incelememize devam edelim.
Benzetilen assubayları yukardaki satırlarda sözcüklerimizle anlatmaya çalıştık. Bir kuvvet komutanı generalin böyle benzetme yapması (benzetme yönü esas alındığında) çok şaşırtıcı. Sanki eşit şartlarda dövüşecek iki gladyatör varmış gibi konuşmuş. Oysa assubaylar elleri ve ayakları zincirle bağlanmış esir gladyatörler gibidirler. Sayın general ise onlarla bu şekilde erkekçe bir dövüşe atıf yapmaktadır. Askeri Ceza Kanunu’ndan, Askeri mahkemelerden, mahkemelerdeki subay üyeden, pratikte uygulanan haksızlıklardan, ordudaki asta yönelik yapılan haksızlıklardan, mutlak itaat kavramından, katıksız hapis cezalarından, oda ve göz hapislerinden, astının giyimine, kuşamına ve hatta özel yaşamına karışan amirlerden hiç söz etmemektedir. Bu şartlarda nasıl olup da er meydanında adil bir güreş ya da dövüş beklentisine girmiştir, anlamak mümkün değildir!
Kaldı ki, assubayların cesaretini merak ediyor idiyse, şanlı tarih sayfalarını açıp okuması yeterliydi. Hatta öyle çok uzaklara gitmesine de gerek yoktu, babasının silah arkadaşlarını öğrense, onların kahramanlık hikayelerini dinlese kafi gelirdi.
Neyse, konuyu bir an önce şu “karılarının arkasına saklanan Mao’nun askerleri”ne getirmekte fayda var.
Mao ve Lenin bildiğiniz gibi Kominizm ideolojisinin önderlerinden ikisidir. Lenin, komünist devrime giden yolda işçilerle birlikte şehir eylemlerini savunurken, Mao; köylü sınıfını devrimin öncüsü kabul etmiş ve kır gerillaları ile kazanılacak gerilla savaşının savunuculuğunu yapmış, bizzat uygulamıştır.
Japonya’nın 1931 yılında Çin’i işgal etmesi sonrasında başlayan Mao önderliğindeki direniş hareketleri gerilla savaşının doktrinin gelişmesine katkıda bulunan olaylar zinciridir. Küçük fakat güçlü bir devlet olan Japonya’yı Çin topraklarından atmak için, o zaman büyük fakat zayıf bir ülke olan Çin, gerilla savaşı taktiklerini etkili bir şekilde kullanarak 1945 yılına kadar savaşmıştır.
Mao tarafından Japonlara karşı geliştirilen direniş stratejisi, “uzatılmış savaş stratejisi” olarak isimlendirmiş olup, üç aşamadan oluşuyordu.
Uzatılmış savaş stratejisinden umulan şey şuydu: İşgal ordusunun savaşın başlangıcında ümit ettiği zaferi hemen elde edememesi ve yıllarca sürecek bir savaşın ekonomik ve politik yükü altında ezilmesi. Buna karşılık her geçen gün halk arasında işgalciye karşı duyulan nefret artacak ve çoğalan nefretin sonrasında direniş kuvvetleri her daim güçlenecek ve böylece işgal kuvvetleriyle savaşacak bir düzenli ordu oluşacaktı.
Mao’ya göre; gerilla birliklerinin bir bölgeyi düşmandan kurtarmak gibi bir hedefi yoktur ve bulundukları bölgeleri gerektiğinde, geçici olarak, düşmana terk edebilir. İşgal altındaki toprakların geri alınması, ulus çapında girişilecek stratejik karşı-saldırıyla yapılacaktır. Bu nedenle Mao’nun askerleri hedefledikleri başarıyı elde etmek için düşmanla muharebeye tutuşmalıydı ama durumları uygun değilse, şartları zorlamamalı, derhal düşmandan uzaklaşmalıydılar.
Çin kadar insan kaynağına sahip olamayan Japon ordusu, Çin topraklarını işgal ederken birçok bölgede kontrolü sağlayamamış ve bu bölgelerde üslenen Çinli gerilla kuvvetleri, çoğu zaman düzenli askeri birliklerden bağımsız olarak Japon birlikleriyle savaşmışlardır. Japon ordusu, askeri birliklerinin sayıca az olması ve yabancı topraklarda savaşmasının yanı sıra, Çin’in gücünü küçümsemesi ve Japon komutanlar arasındaki çekişmeler, stratejik koordinasyon eksikliği nedeniyle savaşın inisiyatifini bir süre sonra kaybetti. Diğer taraftan Çin, savaşın başlangıcında savunma durumunda olmasına rağmen savaş tecrübesi arttıkça, taarruz doktrinini uygulamaya ve harekatını gerilla birlikleriyle destekleyerek inisiyatifi ele geçirmeye başladı.
Kaldı ki, Mao’nun Çin’deki devrimi de uzun soluklu bir mücadelenin sonucudur. Mao, zor şartlar altında çok önemli kararlar alarak mücadelesini sürdürmüştür. Özellikle 12.000 kilometrelik “Uzun Yürüyüş” Mao’nun askerlerinin sabır, azim ve inancının bir zaferi olarak hala örnek gösterilen bir olaydır. Kuşatılmışlıktan aydınlığa çıkan yoldur Uzun Yürüyüş. Zulümden özgürlüğe tam 12.000 kilometre. 1921 yılında başlayan Maocu devrim mücadelesi 1949 yılında zaferle noktalanmış ve Mao’nun askerleri tüm sömürülen halklar için örnek gösterilmiştir.
İlginç olan, askeri bir şahıs olarak bir generalin defalarca denenmiş ve başarılı olmuş bir taktiği ve böylesine ihtişamlı bir orduyu, askerlerini küçümsemesidir. Demek ki, Allah her kuluna ileri görüşlü olmayı ya da askeri strateji okumayı tam anlamıyla bahşetmiyor. O yüzden de kimi generallerin adı tarihe altın harflerle yazılırken kimisinin esemesi bile okunmuyor.
“Derviş’in fikri neyse, zikri de odur” demiş atalarımız. Aşağıda okuyacağınız satırlar bu muhteşem generalimizin aklından geçirdiği şeyler için size kılavuzluk edecek yaşanmış bir hikayedir. Mao’nun mücadelesinde karılarının arkasına saklanarak eylem yaptığı söylenen belki de yegane andır. Başka bir kesitte kadınlar bu kadar ön planda değildir. Assubaylar için kullanılan “karılarının arkasına saklanan Mao’nun askerleri” benzetmesi gerçek anlamda bu hikayede yer alan bölüm için kullanılmıştır. Lütfen ibretle okuyunuz:
“AT GÜNÜ OLAYI VE KANLI GELİŞMELER
12 Nisan 1927 günü sabahı saat 4’ü biraz geçerken bir ırmak vapurunun hüzünlü sis düdüğü Şanghay’ın batı semtlerinde yankılandı. Bu ses bin “silahlı emekçi”nin desteklediği milliyetçi birliklere verilen bir işaretti. Emekçiler birörnek mavi üniformalar giymişlerdi ve üzerinde göng (emek) karakteri işlenmiş kolluklar takıyorlardı. İşaret verilince kentin Nandao ve Çabey işçi sınıfı semtlerindeki komünist tahkimatının çevresinde mevziye girmek üzere sessizce harekete geçtiler. Belediye Konseyi görevi kolaylaştırmak için milliyetçi komutan Bay Çongsi’ye, adamlarını yabancılara ait bölgeden serbestçe geçirme izni vermişti.
Saldırı şafak sökerken başladı. “Emekçiler” aslında Şanghay’ın yer altı dünyasına hakim Yeşil Çete Örgütünün üyeleriydi. Hazırlıksız yakalanan komünistler, zamanında silah başı yapıp savaşamadılar. Sadece silah depolarının bulunduğu Genel İşçi Sendikası merkez binalarında ve ticari basın bürolarında komünistlerin önderliğindeki işçiler barikatlara geçerek ciddi bir direniş gösterebildiler. Sabahın ilerleyen saatlerinde ordu makinalı tüfekler ve sahra topları getirince, bu direniş de ezildi. “Komünistlerin gücünün kırıldığını söylemek belki aşırı olur” diyordu The Times muhabiri, “ancak büyük bir yenilgi aldıkları kesindir.” İngiliz yönetimindeki belediye polisinin yaptığı tahminlere göre 400 kişi öldürülmüş, daha fazlası yaralanmış ve tutuklanmıştı.
Ertesi gün, o sırada Şanghay’da bulunan üst düzey komünistlerden Çu Enlay genel grev talimatı verdi ve kentin büyük bir bölümünde hayat durdu. Tekstil imalathanelerinde çalışan, aralarında kadınların ve çocukların da bulunduğu bin kadar işçi bir dilekçe vermek üzere Askeri Karargah’a doğru yürüyüşe geçti. Bundan sonra olanlar North China Herald’ın manşetinde özlü biçimde aktarılıyordu: “Çabey’de Dehşet: Komünistlerin Karıları ve Çocukları Ön saflarda… Buna Rağmen Asker Ateş Açıyor.” Gazete haberine göre göstericiler silahsızdı; askerler birkaç metre mesafeden yaylım ateşi açmışlardı. Yaklaşık yirmi kişi anında öldü. İki yüzden fazla kişi kaçarken vuruldu. Görgü tanıkları cesetlerin yük kamyonlarıyla taşınarak toplu mezarlara gömüldüklerini bildirdiler.”
Burada gördüğünüz emekçiler denen kesim Çin’in milliyetçi kuvvetleri tarafından kullanılan işçi kesimidir. Çin Devriminin esası köylü ve işçi temellidir. Fakat öncelik köylüdedir. Milliyetçiler tarafından işçilere komünistlerin mücadelesinin onları işsiz bırakacağı, komünistlerin yalnız zenginlerin değil, işçilerin de düşmanı olduğu aşılanmış ve bu anlayış zamanla değişmiştir. Bu yüzden başlangıçta sadece bilinçli işçiler komünist devrim mücadelesinde yer almıştır. Milliyetçiler tarafından kurgulanan işçi birlikleri komünistlerin üzerine salınmış, kitleler birbirine kırdırılmış ve gereken yerde devreye ordu girmiştir.
Burada gördüğünüz gibi dilekçe vermek için belli bir makama giden kadın ve çocukların da olduğu bir yürüyüş grubuna sözcüklerle tarif edilemeyecek derecede vahşice saldırılmış, yaylım ateşi açılmıştır. İşte uçan generalimizin assubaylara karşı uygulamak istediği şey budur. Böyle bir katliamı içinden geçirmiş, kanunlar gereği yapamayacağını anlayınca da söylemekle yetinmiştir. Hasbelkader bu eylemler 1971’in baharında olsaydı, işte bu ibretle okuduğunuz satırların bir benzeri belki de bizim sevgili yurdumuzda yaşanacaktı.
Meğer adam içinden geçenleri şifreleyerek söylemiş. O dönemde bu işi derinlemesine inceleyen birileri olmadığı için adamın tam olarak ne demek istediği gözden kaçmış. Niyeti assubay ailelerini kurşuna dizdirmekmiş meğer! Vallahi bravo. Türkiye Cumhuriyeti böyle bir general yetiştirdiği için gurur duymalı ve hatta bu generalle paralel düşüncede davranışlar sergileyenleri de elleri acıyana dek alkışlamalı. Tarihimizin başlangıcından bu yana hep omuz omuza savaştığımız, emirler aldığımız, fikirler verdiğimiz, komutaları altında nice başarılar, büyük zaferler kazandığımız ve silah arkadaşımız olarak nitelendirdiğimiz, komutan olarak benimseyip kan kardeşi bellediğimiz üstsubaylar, her geçen gün bizlerden uzaklaşıyor, bizleri düşman görüyor, hatta kimilerinin aklından hak arayan ailelerimizi kurşuna dizmek geçiyor. Okullarda yetişen gencecik Harp Okulu Öğrencilerine kendi astları düşmanmış gibi anlatılıyor ve bir aklıselim tüm bunlara dur diyemiyor! Vallahi pes diyoruz. Pes doğrusu!
Sırf edebiyat dünyasına biraz katkımız olsun diye, benzetme sanatına beşinci elemanı da ekleyeceğiz ve şöyle soracağız: Benzetmeyi yapan kim ki?
Benzetmeyi yapan General Muhsin Batur çok ilginç bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Pek çok darbenin içinde yer alan bir Türk Subayı. 27 Mayıs’ta Adnan Menderes’i tutuklayan adam. Ordunun devrimci subaylarıyla 9 Mart 1971 ihtilalini yapacakken, Aaa! Bir de bakmışsınız 12 Mart Cuntasının içinde. Ne kadar da kararlı ve inançlıymış. Hatta dava arkadaşlarını ispiyonladığı dahi söyleniyor. Bu yapıda birisinin kahraman Türk assubaylarına laf söyleyebilecek son adam olması gerekir oysa!
İncelemeye devam ettiğimizde görüyoruz ki, beyefendi genelkurmay başkanı olmayı da çok arzulamış. Yazanlar öyle anlatıyor. Başaramayınca da Cumhurbaşkanlığına aday olmuş. Hani yüzlerce tur yapılıp da bir sonuç alınamayan seçimler. Ne kadar gururlu ve azimli ve de onurluymuş ki, ancak 6 Haziran 1980 tarihinde, 97. Turda adaylıktan çekilmek aklına gelmiş. Şahsi ikbalinin peşinde koşmamış hiç. Hep vatanını ve milletini düşünmüş.
12 Mart 1971 döneminde hava kuvvetleri jetlerini meclisin hemen üstünden ve alçak irtifada uçurarak TBMM’nin camlarını indirmesiyle meşhur olan ve Hava Kuvvetleri Komutanıyken dahi uçmasıyla tanınan generalimize Türk Ordusuna sunduğu bu değerli katkılarından dolayı medyamız tarafından “Uçan General” sanı verilmiş. Meclisin üzerinden uçma emrini verişiyle sizler anlıyorsunuz ki, tam olarak Atatürk’ü ve Cumhuriyeti özümsemiş bir generalle karşı karşıyayız!
Keşke babasına layık bir evlat olabilseymiş diyoruz. Çünkü babası Salim Bey, I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale’de Atatürk’ün birliğinde savaşırken İngilizlerin kullandığı dum dum kurşunu ile ağır yaralanmış, tedavi için Almanya’ya gönderilmişse de kol sinirlerinin kesilmiş olması yüzünden eski haline dönememiş bir Gazi’mizdir.
Bizce Yüzbaşı Salim Bey’in yüreğine saplanan ikinci dum dum kurşunu oğlu General Muhsin Batur olmuştur. Çünkü o, bu vatanın savunmasında babasının omuz omuza savaştığı silah arkadaşlarına karşı ihanet içinde bulunmuştur.
Bugün bile assubayların hak arayışları çeşitli şekillerde engellenmeye çalışılmaktadır. “Şimdi hak arama zamanı değildir, orduya saldırı vardır, birleşelim, bütünleşelim” nidaları çeşitli bildiriler şeklinde ortalarda dolaşmaktadır. Assubaylar zulme uğrarken akla gelmeyen birlik, bütünlük ve silah arkadaşlığı, ne hikmetse, birkaç general adaletin önünde hesap verecek diye gündeme taşınmaktadır. Hakta, hukukta assubayları yok gören zihniyet köşeye sıkıştığı ilk anda “bizler silah arkadaşıyız” söylemiyle karşımıza çıkmaktadır. Peki, yetmişli yıllarda silah arkadaşı değil miydik, mecliste assubaylarla ilgili yasalar oldu-bitti ile geri çevrilirken silah arkadaşı değil miydik?
Hadi hepsini geçtik, 9 Ekim 2010 günü yaş ortalaması elli beşi bulan onca emekli assubay Ankara’nın meydanlarında haykırırken bunlar kim, niye sokaklara döküldüler demek aklınızdan geçmedi mi?
Söyleyin sahiden, o gün bile silah arkadaşı olduğumuzu hatırlayamadınız mı?
“Komutan astlarının da hakkını ve hukukunu gözetmek ve kollamak zorundadır” diye haykırmaktan yorulmuştuk. Sizler şimdi aynı sözleri Cumhurbaşkanlığı makamına söylerken, bizim bu serzenişlerimizi hiç hatırladınız mı? “Assubaylar da yıllardır bize böyle sesleniyordu yahu!” diye hiç aklınızdan geçirmediniz mi? Vicdanınızda yapraklar kımıldamadı mı hiç? Yoksa yine o iş başka, sizinki başka diye mi düşünmektesiniz? Hak ve adaletin sadece apoletlilere mahsus olduğu konusunda hala ısrarcı mısınız yoksa?
Haksızlığa uğradığımız her konuda dilekçemizi ve müracaatlarımızı Mao’nun Genelkurmay başkanına mı yapmalıyız acaba? Makam ve Görev tazminatını Çin Halk Ordusundan mı talep etmeliyiz? Çin Ordusunun üst makamlarına “bize niçin birinci derecenin dördüncü kademesini vermiyorsunuz?” diye mi yazmalıyız. Onlar Kominist ya, belki de “bizde sınıfçılık, ırkçılık yoktur” deyip verirler haklarımızı, ne dersiniz?
Mademki bizleri Mao’nun askerlerine benzetip, kutsadınız; öyleyse son sözümüzü de Mao Zedong söylesin. Belki silah arkadaşlarınızı hatırlamanıza sahiden katkısı olur:
“İnsanlar, dağların ardındaki ya da denizlerin ötesindeki güzellikler yerine, yalnız ayaklarının altındaki toprağı görmeye alışınca, kuyunun dibindeki kurbağa kadar dar görüşlü olurlar.
Oysa kafalarını kaldırıp evrenin sonsuzluğunu, yaşamın zenginliğini, insanlığın yüce davasının güzelliğini ve erdemini, insan yeteneklerinin çeşitliliğini ve bilginin verimliliğini gördüklerinde daha alçakgönüllü davranmaya başlarlar.”
Aydın Kulak
Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.
Sonsuz teşekkürler,kalemine,yüreğine,emeğine sağlık.Saygılarımla.
Kaleminize yüreğinize sağlık.
Çok güzel olmuş da. Sonra ne olmuş?
Eksik kalanı da ben tamamlayayım. Sonra ne olmuş sorusunun cevabını da ben vereyim.
Ve bu ülkede, Cumhuriyet Bayramının kutlanmasının, 19 Mayıs 1919 ve Amasya genelgesi intikamcıları tarafından yasaklanmasına bile cesaret edilir hale gelmiş.
Hey be nerden nereye.
Sevinelim mi, yoksa hak ettiler oh olsun mu diyelim?
Büyük emekle ve azimle hazırladığınız yazınız için sizi yürekten kutlarım.Hani tam da benim düşündüğüm gibi yazmış denir ya,aynen öyle anlatmışsınız. Umarım ne istediğimizi anlamak ve anlatmak için bu siteyi takip eden arkadaşların tümü okusun.Yeni TEMAD yönetimi tüzük değişikliğini yapabilirse, tam bir sivil toplum kuruluşu olabilirsek,işte o zaman sesimiz doğru olarak duyurabilmek için etkinlikler yapılabilir.Umutluyum.
Assubayın dününü,bu gününü en iyi şekilde derleyip sıralayıp kaleme aldığınız için çok teşekkür eder başarılar dilerim.
12 KASIM 2011 Tarihinde Aydın KULAK arkadaşımıza desteğimizi esirgemeyelim.Saygılarımla.
Sayın şefim, yaşadıklarımızı, hissettiklerimizi, düşünüpte dile ve yazıya dökemediklerimizi ne güzel dile getirmişsiniz..
Çalışma hayatımız boyunca ötekileştirilmiş, sindirilmiş, yasa ve yönetmelikler ile eli kolu bağlanarak kullanılmış, süresi dolunca da bir kenara atılarak kaderine terk edilmiş bizler ve çözüm önerileriniz için yazdıklarınızın altına imzamı atar, saygılarımı sunarım.Kaleminize ve düşüncelerinize sağlık.
Karanlığa atılan ve bir Allah kulunun duymadığı sesimizi kaleminle verdiğin destekle taçlandırdığın için size ne kadar teşekkür etsek azdır aziz kardeşim.