Eğer sen kirliysen arkadaş her şeyi yaparsın. Sen kirini sağa sola da bulaştırırsın, kirletirsin!
Bir zamanlar temiz eller operasyonları yapılırdı. Rüşvetçilere, vurgunculara, halkın genel sağlığıyla oynayanlara televizyon yapımcısı Uğur Dündar suçüstü yapardı. Bizler de bu programlardan sonra herkesin ayağını denk alacağını düşünür aynı simitçiden, aynı dönerciden karnımızı doyurur dururduk. Sonra o programların izlenme oranı düşmüş olacak ki yayından yavaş yavaş çekildiler. Hoş, Avrasya gemisine, kameramanların hilesine sığınarak, havadan iniyormuş süsü vererek halkı kandıran bu tür programcıların esas amacının reyting olduğunu sonradan anlamıştık.
Ülke olarak ne kadar kirliydik!.. Bu kir ne kadar bulaştı hepimize!.. Bir cumhurbaşkanımızın “Dün dündür bugün bugün” , diğerinin ise “ben zengin severim.” Demesi balığın ne kadar baştan koktuğunu gösteriyor. Bir Başbakanımızın yurt dışında kumarhanelerde yumruklanması, diğerinin Kaddafi’nin çadırında azarlanması, bir başkasının da ilgisizliğini belli eden gaflarının ayyuka çıkması bizi sadece magazin olarak güldürdü. Yani ağlanacak halimize gülüyorduk. Sonra final yapar gibi elini kolunu sallayamayacak derecede hasta olan bir başbakan tarafından yönetilmeye ses çıkaramadık.
Sorunu biliyorduk ve çözümü bulmuştuk. Liberaller gelip toplumu düzeltecek idi. Böylece krizler ülkesi olmayacak idik. Artık kirliliği arz taleple yıkıyoruz. Soğuktan donanı buzla ovdukları gibi… Liberal Başbakan basından hiç tepki almayan yüz yılın gafını yaptı. “Ülkemizde yüz bin Ermeni kaçak çalışıyor. İstersek yarın kapının dışına koyarız.” Kendisine “One minut” demesi gerekenler o sırada parti binalarında yatak fantazisi yapıyorlardı. Bu sırada başbakan azı almış gidiyordu. Yargıyı kendine bağlı görüyor ve fırça atıyordu. Polis ve imamlara padişahın hassa ordusu muamelesi yapıyordu. Basın özgürlüğünü eleştirenleri yerli yabancı demeden azarlıyordu. Tıpkı Kaddafi gibi… Tıpkı Ahmedinecad gibi… Tıpkı Hügo Chavez gibi…
Ellerinde kılıç yerine keser tutan askerler zaman zaman sahneye girip semirirlerdi. Ülkenin anayasal vasiyetli sahibi, turnusol kağıdıyla ölçülmüş en vatansever insanları olmanın dayanılmaz hafifliği vardı üstlerinde. Ancak muhafazakar liberaller çok acıkmıştı. Onların araya girmesine ve oyuna dahil olmasına müsaade etmediler bu kez. Ayrıca yılların birikimi olan bilinçaltılaşmış bir öfkeleri de var idi. Biz gazete sayfalarında onların didişmesini okurken, mührün Süleyman’ın elinde olduğunu gören rütbe avcılarının saf değiştirmesi zor olmuyordu.
Artık patronlar ve müteahhitler de yeni duruşlarını sergiliyorlardı. İhale ve hak edişler bir tarafa göz yine fakirin ekmeğine dikilmişti. Artık herkese asgari ücret, köle gibi çalışma koşulları. Beğenmezsen kapıda bekleyen binlerce insan parmakla işaret ediliyor. Kirliliğin globalleştiği, şifrelerinin yapıldığı günler yaşıyoruz. Kim bilir geçtiğimiz yıllarda kaç kişi hiç hak etmediği halde üniversiteyi, liseyi, mesleği, tazminatı, iltifatı aldı şifreli yolsuzluk sayesinde. Kapsama alanı genişlemiş bir vurgunculuk almış başını gidiyor. Bankalar, GSM şirketleri alenen halkı soyuyor. Sabit ücret iadeleri sadece itiraz edene iade ediliyor. Hukukçular üç maymunu oynuyor. Timur’un filleri arttıkça artıyor.
Parsa büyümüş, iştah kabarmış. Arttıkça artıyor. Benim bir sözüm Yunus Emre’nin ağzından sözüm ona muhafazakar liberallere…
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil.
Sen halkı temsil etme görevinde iken onu sömüren vicdan hırsızı; yalnız değilsin ve her ülkede varsın. Cennet ve Cehennem de belki senin için lazım oldukça kullandığın kapitalist masaldır. Kapı arkasında asılı duran seccaden, aslında bencil bir umut taciri olduğunu ne kadar betimliyor. Rahat ol ve heyecanlanma. Çünkü biz gazete sayfalarında sizleri fotoroman gibi okuyoruz. Yüzde yüz kontrolünüz altındayız. Ellerimizdeki kirler gazete mürekkebinin bulaşığı gibi görünse de aslında sizin bize bulaştırdığınız kirler. Ve biz birazdan gidip o kirleri birbirimize süreceğiz, sizi çoğaltacağız tıpkı transformers gibi…
İnsan bazen yalnız kaldığında nerede hata yaptım diye düşünür ya… Bazen bizim onur mücadelemizde nerede hata yaptığımızı düşünürken yolun sonu zülfiyare dokunan yerlere de çıkıyor. Lap diye konuya girmek istiyorum. Çünkü aforozluk bir konuyu sulandırma niyetinde değilim. Düşündüğümü olduğu gibi söyleyeceğim.
Saygıdeğer Mehmet Ali Kılınç büyüğümün mesaj panosundaki yazısını okuyunca kendi kendime ne kadar haklı dedim. İnsanlar kendi içine düştükleri ataleti örtbas etmek için sıradanlaşabiliyorlar. Bazen kendi düşünceleri böyle olmasa bile, genel söylenti tezgahına alet olabiliyorlar. Mışlar mişler üzerine kurulan haklılık yalanları birbirini izliyor.
OYAK konusunda bazı hatalar yapıyormuşuz gibime geliyor. OYAK’ı eleştiriyoruz. Her tesisinin başında emekli subay var, ancak yüzde altmış temsil oranımıza rağmen hiç emekli astsubay yok diyoruz. Biliyoruz ki OYAK iştirakleri kâr amaçlı ticari kuruluşlardır. Bu kuruluşların çalışanları da orada çalışarak bir gelir elde ederler. Türkiye’de yaklaşık yirmi bin emekli subay vardır. Bunların en fazla 100-200 tanesi OYAK iştiraklerinde çalışmaktadırlar. Bu kişiler bu görevlere objektif bir kıstas ile getirilmemektedir. Ayrıca ilgili iştirakin konusu ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan kişiler de amiyane tabirle kayırma yöntemiyle görev başında tutulmaktadırlar. Bu durum diğer aklı başında olan subayları da rahatsız etmektedir. Dolayısıyla bizlerin objektif bir değerlendirme yapılmaması nedeniyle savunmamız gereken düşünce şudur. OYAK ve iştiraklerinde OYAK üyelerinin ve birinci derece yakınlarının görev alması yasaklanmalıdır. Eğer emekli assubaylar biz de OYAK’ta oranımız nispetinde görev almalıyız derlerse hangi objektif kıstas devreye girecektir?
ASLANLAR ve öküzler hakkındaki meşhur hikâyeyi bilirsiniz. Bizim OYAK ile mücadelemiz aslında bu hikayeye uyarlanması gerekmektedir. Heyhat değer yargılarımız öyle değişmiş ve bencilleşmişiz ki olaya sadece para gözüyle baktığımız için objektifliği ve “diğerlerinin hakkı” kavramını göz ardı ediyoruz.
Sayın TEMAD Başkanı bir açıklama yapmış. Açıklamasının sonuna kendince ustalıkla şu satırı ilave etmiş. “Yönetim Kurulu üyemiz Kadir Kocalar MHP’den aday adayı olmuştur.” Sayın Başkan doğal olarak yönetim kurulundan birini bir partiden milletvekili yaparak bir taşla üç dört kuş vurmayı düşünebilir. Düşüncesinde de haklıdır. Zaten “Aramızdan bir milletvekili çıkaralım.” diye yanıp tutuşan camiamızda bu fikre karşı çıkmak orduya karşı tek başına durmak gibi bir şey olsa gerek. Ama ben bunu yapacağım. Ben "hayır" diyorum. Hayır Sayın Genel Başkan herkesi yanınıza alabilirsiniz. Her şey söyleyebilirsiniz. Benim gibi düşünenlere de bin bir türlü ithamlarda bulunabilirsiniz. Ben şu haliyle Sayın TEMAD hukuk komisyonu Başkanı Kadir Kocalar’ın adaylığına “hayır” diyorum. Kendisine bir şartla “evet” derim. Mevcut TEMAD yönetiminin çalışmalarını yetersiz bulduğunu itiraf eder, yönetim kurulundan istifa eder veya Sayın Mustafa EROL’u istifaya davet ederse destek vereceğim. Mevcut TEMAD yönetimi emekli assubayların hakları üzerinden yakınlarını ve etrafını kayıran bir yönetim tarzı izlemektedir. Bunu destekleyen göstergeler mevcuttur. Hal böyleyken Sayın Kadir Kocalar’ ın aday adaylığını da aynı şekilde değerlendiriyorum. Ben böyle düşündüğüm için klasik suçlamalarla karşılaşmaya hazırım. Büyük resmi görememekle itham edilebilirim. Bir araya gelememizin ve birlik olamamamızın nedenlerinden birine örnek olarak da gösterilebilirim. Hayır hayır. Kesinlikle Hayır diyorum.
Hazır başlamışken biraz daha zülfiyare dokunalım. Sitemizin köşe yazılarını okuyorum. Ayrıca bir şeye de çok dikkat ediyorum. Hangi başlığa kaç kez tıklama yapılmış? Yani hangi yazı ne kadar okunmuş? Kendimce çıkardığım sonuç şudur. İçinde zam, para, OYAK veya bunlarla ilgili tartışma olan yazılar okuyucular tarafından daha çok tıklanıyor. Ortalama bir yazının okunma sayısı 400-600 civarında iken (…ki küçümsenecek bir rakam değil), bu tür yazıların okunma sayısı çok daha fazla oluyor. Aslında örneğin “zam geliyor” diye yanıltıcı bir başlık atıp bunun doğruluğunu ispat etmek mümkündür. Peki sonuç… ???????
Bir sözüm de TEMAD şubelerine… TEMAD şubeleri sorunlarımızın en iyi bilindiği ve şekillendirildiği yerlerdir. Birlik beraberlik olma uğruna feda edilebilecek şeyler vardır elbette. Ancak şubelerde üyeler kendi aralarında konuşurlarken gösterdikleri tepkiler acaba Genel Merkeze yansıyor mu? Ortalığın güllük gülistanlık olmadığı ortadayken tozpembe tablo çizmenin imkanı yokken Genel Merkezi ve Sayın Başkan’ın tutumunu eleştirmemenin sebepleri nelerdir? Aksi taktirde en basit düşünceyle TEMAD şube başkanlarının ellisinden veya altmışından sonra başkan olmanın tatminliğini yaşadıklarını düşünmek hepimizi üzer.
Bir de düşünüyorum da, aramızdan yaprak dökümü gibi ebediyete intikal edenlerin yanı sıra, davamızdan kopanlar da olmaktadır. Acaba bazılarımız neden soğuyor davamızdan? Mücadele güçlerinin kalmadığı için mi? Yoksa birlikte mücadele ettikleri kişilerle aynı şeyleri düşünmediklerini geç fark ettikleri için mi? Sonra birdenbire aramıza yeni arkadaşlar dalıyorlar. Bizim yıllardır söylediklerimizi hiç söylememişiz gibi yersiz itham ediyorlar. Üstüne üstlük bizim araştıra araştıra hazırladığımız “Biz kimiz? Ne istiyoruz?" açıklamamızı okumadan kendilerince verilmeyen haklarımızı sıralıyorlar. Biraz tahribattan sonra onlar da sıralara katılıyorlar. Tıpkı benim gibi, senin gibi…
İlkokul sıralarında Türkiye’den sonra ilk öğrendiğimiz ülke idi Japonya. Onlar TRT’de sık sık izlediğimiz Amerikan filmlerinde çekik gözlü acımasız insanlardı. Daha sonraki yıllarda Japonya ve Japonlar hakkında bir çok şey öğrendik. Çok uçlarda yaşayan bir halk Japon halkı. Samuray filmlerinde onurları için harakiri yapabilen bu cesur halkın İkinci dünya savaşında ABD donanmasının neredeyse tamamını denizin dibine gömdüğünü, kamikaze uçakları ile milli kahramanlığın en uç noktasını sergilediklerini öğrendik. İkinci dünya savaşının sonunda iki kentini yok eden atom bombasının acılarını ve yıkımlarını yıllarca yaşayan bu millet, yetmişli yıllarda dünyanın bir numaralı elektronik devi olmuştu. Süper güçler arasında yerini hemen alan bu ülke adını depremlerle alay edişiyle de duyuruyordu.
Japonlar tarih boyunca insanlığın en büyük sınavlarına tabi tutulmuşlar ve hepsini başarıyla geçmişlerdi. Geçtiğimiz günlerde Japonya’da korkunç şeyler oldu. 8,9 şiddetinde depremin ardından oluşan dev tusunami ve yine nükleer felaket Japonya’yı hedef aldı. Japon halkı yiyecek ekmeğe bile muhtaçken yine vakur davranıyor, kendisine günler sonra verilecek olan bir dilim ekmeği için sırayı bozmuyor, bir yandan da evlerini suların götürdüğü bahçelerinde kurdukları barakalarda yağan kar ile mücadele ediyor.
Tanrı bu halkı can fedakarlığı ile sınıyor gibi. En son olarak da Nükleer santral’den daha fazla radyasyon yayılmaması için 180 Japon yirmi birinci yüzyılın kamikazeleri oldu.
Bu yüce değerlere sahip büyük halkı saygıyla selamlıyoruz.
Japonların bu özelliklerini başka bir millet ile kıyaslamaya çalışırsak söyleyebileceğimiz şey “Japonlar ve diğerleri” dir. Peki neden bu halk diğer halklardan farklıdır? Neden vatanlarını çok severler? Neden? Neden? Tabii ki hepimizce bir nedeni vardır.
Vatanseverliğinin boyutları, geleneklerine bağlılığı kuvvetli olan bu toplumun acaba bizimle hangi ortak noktası var biliyor musunuz? Eve girerken onlar da ayakkabılarını çıkarırlar. Başka ortak noktamız yok desek yeri var…
Allah dağına göre kar veriyor. Japonlara da, bize de kaldırabileceğimiz kadar yük veriyor.
Biz emekli assubaylar yıllarca kanun emrinde disiplinle idare edildiğimiz için bazı adımları atmakta zorlanıyoruz. Miting yapalım dedik ancak 9 Ekim 2010’da yaptığımız miting o kadar düzenli idi ki neredeyse içtima gibi geçti. Sanki resmi geçit yaptık. Polis hayatının en kolay görevini yaptı bizim mitingimizde…
Bazen olumsuzluk saydığımız özelliklerimiz çok olumlu özelliklere dönüşebilir. Biz neden içtima yapmıyoruz? Evet yanlış duymadınız, biz neden içtima yapmıyoruz? Bizler en iyi içtimayı biliriz. Eylemimiz de içtima gibi oldu. Öyleyse içtima yapmalıyız.
Önce tüm TEMAD şubeleri içtima yapmalı. İçtima tarihleri verip tüm üyelerini içtimaya çağırmalıdır. Daha sonra 87 şubenin katılımıyla Genel Merkezimizin önünde içtima yapmalıyız. Hiçbir pankart açmadan ve hiç kimseden izin almadan Atatürk bulvarından yürüyüp Genelkurmay Başkanlığı önünde Sayın Genelkurmay Başkanımıza içtima halinde durum vaziyet bildirmeliyiz.
Bizim şu an 87 şubemiz var. Üye sayısının onda biri kadar bir şube katılımı mecburiyeti istenirse ve bunun haricinde gönüllü gelmek isteyenleri de serbestçe aramıza alırsak en az 10 bin kişi oluruz. Bandomuzu da çağırırız. Bandomuz eşliğinde İstiklal marşımızı da okuruz.
Sayın Meslektaşlarımız, bizim her şeyden önce itiraz etmemiz gereken bir konumuz var. Bizim yerimizin diğer emeklilerin yanı değil gazilerin yanı olması gereğidir. Gazi kelimesinin anlamı; vatanı uğruna savaşmış kahraman demektir. Bizler çoğumuz terörle mücadele ettik. Türk bayrağını sınırlarımızda ve karakollarımızda canımız pahasına dalgalandırdık. Biz, gazi tanımının içinde olan insanlarız. Bizim şu anki öncelikli tanımımız emekli astsubay değil VETERAN’dır. Bizler Veteranız. Bu nedenle haklarımızı bir VETERAN olarak istemeliyiz.
Veteran devleti ve milleti uğruna canını feda etmiş bir insandır. Genelkurmay Başkanlığına ve hükümete bu yönümüzü hatırlatmalıyız. Hakkımız olanı kendimiz gibi istemeliyiz. Önümüze geçip bize engel olmaya çalışacak polisin karşısına bu yönümüzle çıkmalıyız. Madalyası olanlar göğsüne takıp gelmelidir.
TEMAD bizimdir. Genel Başkanımız ve şube Başkanlarımız da birer dava adamı ve meslektaşımızdır. İnşallah kendileri de bu fikrin bu siteden çıkması nedeniyle burun kıvırmazlar. Hiçbirimiz küçük hesap yapmamalıyız.
Saygılarımla…
İnsanlar ünlü olunca sözleri de ünlü oluyor. Nitekim birçok ünlü kişi bin yıl sonra bile sözleriyle anılmaktadır. Merhum Necmettin Erbakan’ın meşhur “ Kadayıfın altı kızarmadan” deyişi çok değişik alanlarda kullanılmıştır. Ancak merhum Erbakan zamanın iktidarı olan Adalet Partisi’ni kerhen desteklediklerini bildiren bir açıklama ile “ Kadayıfın altı kızarmadan hükümet değiştirilmez” diyerek bu sözü siyasi literatüre sokmuştur. Daha sonra da hükümetin güven oyunun kendi ellerinde olduğunu ve bunu her zaman kullanıp hükümeti düşürebileceklerini belirten bir açıklama ile “ kadayıfın altı kızarmış mı bir bakacağız.” Diyerek tekrar kullanmıştır.
Bu sözü günümüzde kullanmak ne kadar zor değil mi? Merhum’dan sonra artık kimse kadayıfın altını kontrol etmedi.
Siyaset hayatımıza bir bakalım. Kadayıfın altını kontrol edecek bir parti var mı? Maalesef yok. Artık ağızlardan çıkan kokuşmuş bir laf var. Doğru ve hiç duymayı istemediğimiz bir laf bu… “Tuz koktu.” Sözün uzunu şöyle “Balık kokarsa tuzlanır. Ya tuz kokarsa…” Tuzun kokması kelime anlamı ile ; yöneticilerin yetkilerini aşarak bir takım kuralları sorumsuzca çiğnemesinin sonucunda ortaya çıkan kavram kargaşası demektir.
Hükümetin torba yasanın içerisine merhum Erbakan’ın devletin hazinesine olan yaklaşık on bir milyon TL borcunu affeden bir madde eklemesi ve bunun sebebinin ise siyasi ahde vefa olması tuzu kokutmuştur. Mahkeme kararıyla halkın parası olarak hazineye ödenmesi gereken bu para küçük bir siyasi duyguyla affedilmiştir. İşe dinsel açıdan bakınca da durum vahimdir. Bunu yapan kişilerin dini ancak bir afyon olarak kullandığını düşünmek yanlış olmasa gerek.
Yürütmenin başında bulunanların yargıyı halka şikayet etmesi de tuzu kokutmuştur.
Devletin çalışanlarının hiyerarşisini hiç düşünmeden, menfaat ayrıcalığı temel amaçlı düzenlemeler yapılması, bazı kurum çalışanlarının sorunlarının bilinçli olarak giderilmemesi ve bazılarına da haksız iyileştirmeler yapılması da tuzu kokutmuştur. Siz daha da çok fazla örnek verebilirsiniz.
Bu gizli gündemi göremeyerek alet olan bilinçsiz halk kesimine nasihatten öte bir diyeceğimiz elbet yoktur. Ancak her istediği özlük hakkını alıp, kendi kurumunda çalışanların özlük haklarını görmeyerek kendi kurumundaki hiyerarşiyi, birlik beraberliği bozan sözde eğitimli zümreye ne demeli? Böl parçala ve istediğin gibi yönet taktiğini en iyi bilenler nasıl da böyle bir oyuna geldiler…
Basın özgürlüğünde dünyadaki yerimiz gittiğimiz yönün en doğru göstergesi, gizli gündemin de deşifresidir.
Ben hiçbir siyasi hareketin destekçisi olmadan direk olarak assubayların ortak sesinin şu olduğuna inanıyorum.
Bizi öteleyen, yaptığımız işi küçümseyen, neredeyse dışarıdan toplu para yatırıp hiç çalışmadan emekli olan en düşük maaşlı SSK ve Bağkur emeklisi ile kıyaslama cüretinde bulunan, kendisinden haklarımı istediğimde haklı olduğumu söylediği halde parmağını kıpırdatmayan, benden aldığı hakkı torba yasa içinde iş adamlarına ve yandaşlarına peşkeş çeken bu kadayıfın altı kızardı.
Saygılarımla…
Mağrip kelime anlamı ile “Batı” demektir. Müslüman dünyasının batısında oldukları için Kuzey Afrika ülkelerine de Mağrip Ülkeleri diyoruz. Mağrip Ülkeleri biraz otantik biraz da ilkellik arasında bir yer tutar çoğu beyinlerde… Bazen çok görmek istediğimiz ancak bir o kadar da gitmekte çekindiğimiz ülkelerdir. Herşeyden önce bu ülkelerin çoğunda bedevi ve berberi kabileleri söz sahibidir. Kabilelerin egemen olduğu bu kültürde tabii ki demokrasiden söz etmek imkansızdır.
Mağrip Ülkeleri çağlar boyunca istilalara ve sömürgelere sahne olmuştur. Güçlü temeller üstüne kurulu devlet gelenekleri olmadığı aşikardır. Şu an kurulu devletlerinde bile eski sömürgelerin ve hegomonların gücü olduğunu söylemek çok abartılı olmasa gerek.
Fas, bir zamanlar İslam medeniyetinin en üstün örneklerini vermiş Endülüs’ün ana vatanıdır. Hatta bazen Türkiye Cumhuriyeti ile kıyaslanır. Endülüslüler Fas üzerinden İspanya’ya yerleşmiş Arap topluluklardır. İspanya’da yerleştikleri topraklarda çağımızda bile gıpta ile söz edilen hümanist bir devlet kurmuşlardır. Bu devlet Müslüman olmasına rağmen hiçbir hıristiyanı evinden köyünden sürmemiştir. Birbirleri ile kaynaşıp mutlu bir şekilde yaşamışlardır. Ancak Avrupa’dan gelen Haçlı ordularının baskılarına dayanamayarak, Kuzey Afrika’daki topraklarına geri çekilmiş olan bu devletin halkının torunları maalesef din paradigmasını aşamamışlardır.
Libya, Mısır ve Cezayir Arap kabilelerinin geleneksel hayat sürdükleri topluluklardır. Tarihte Akdeniz’den gelen korsanlar tarafından limanları ve toprakları talan edilen bu halk, Osmanlı hegemonyasına girdikten sonra Valiler aracılığıyla düzenli toplum olma yönünde adım atmışlardır. Sömürge devletlerinin Afrika hayallerinin doruğa tırmandığı 19.yüzyıl sonunda artık Mağrip Ülkeleri Almanya, Fransa ve İtalya tarafından paylaşılmıştı. O zamanda Osmanlı İmparatorluğu’ndan kurtulup özgürleşmek isteyen bu devletler ikinci dünya savaşının sonuna kadar sömürge olarak kalmışlardır.
Tarihte Magrip topraklarında egemen olmuş ülkemizin Başbakanları bu toprakları ziyaret ettiklerinde, bu ülkelerin devlet adamları tarafından hoş olmayan bir tarzda karşılandıkları olmuştur. Mısır’ın Ortadoğu da kendini lider görme çabaları ve doğal lider Türkiye’yi ekarte etme çabaları bazen komik olsa bile kendini hissettirmiştir. Libya liderinin Türk başbakanlarını azarladığı bile olmuştur. Ancak Türkiye’nin devlet kurup birlik olma yeteneği ve tarihte yaşattıkları kenetlenme ruhu nedeniyle her zaman bu halkların gönlünde bir yeri vardır. Bu nedenle bu ülkelerdeki yönetimler de Türkiye ile ilişkilerini kendi iç politik çıkarları açısından yüksek tutmaktadırlar.
Buraya kadar anlattıklarım masal ya da bilgilendirme tarzı hepimizin fazla veya eksik bildiğimiz konulardır. Ben şunu sormadan edemiyorum. Ne oldu da bu ülkelerin halkları liderlerinden bıktılar? Meydanlara toplanan milyonlar liderlerinin sadece liderlerinin gitmesini mi istiyorlar, yoksa demokrasiye geçmek mi? Bu ülkelerin birbiri ardına bir özgürlük rüzgarını andıran görüntüleri filmini biz daha önce başka bir coğrafyada izlemedik mi?
Bu ülkelerin insanlarını kendi hallerine bıraksan bin yıl daha kabile hayatı yaşar. Bin yıl daha kendilerine sunulana şükür ederler. Özgür bir devlet kurma fikrini bir tarafa bırakalım, özgürlüğün tanımı onlar için farklıdır. Bu devletler tıpkı bir zamanlar ABD güdümünde renkli devrimlerin yaşandığı eski Sovyet ülkeleri görünümünde bir gerçekle karşı karşıyalar. Türkmenistan, Kırgızistan, Ukrayna, Gürcistan, Özbekistan gibi ülkelerde de halk sokaklara çıkmıştı. Sonra bunun uluslar arası bir güç savaşı olduğu anlaşılmıştı. Bu ülkeler daha sonra doğasına dönmüşlerdi. Ancak emperyalist güçler alacaklarını almışlardı. Askeri üslerin yanı sıra dev petrol şirketleriyle çok uzun yıllara varan petrol anlaşmaları yapılmış, yeni boru hatları onaylanmıştı. Bu devletler Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra özgürlüğüne kavuşan ama daha sonra hayat şartları nedeniyle tekrar tabiri caiz ise Rusya’nın kucağına düşen devletlerdi. Batılı güçler Rusya’nın doğal kaynaklar üzerinde önlenemez bir hegemonya kurmasına engel olmak istiyorlardı. Bu maksatla Türk Cumhuriyetlerinde Türkiye’ye verilmiş olan ağabeylik görevinin başarısızlıkla sonuçlandığını görerek böyle bir devrim geliştirmişlerdi. Şu an itibarıyla kopardıkları yanlarına kar kalmıştır. Bugün Avrupa’nın hâlâ büyük bölümü Rusya üzerinden gelen doğal Gaz ve Petrole bağımlıdır. Bu durumun zamanla siyasi bir yaptırım olarak kullanılmasından korkan Avrupa ve Avrupa Medeniyetini küçük parçalar halinde Rusya’ya yedirmek istemeyen ABD için tehlike çanları olduğunu stratejistler biliyordu.
Geçenlerde ATV’de yayınlanan gerçek gündem programını hepimiz, basın özgürlüğü adına, kalemşörlük ve iğrençlik olarak izlemedik mi? Halkından ve gündeminden uzak bir basın ve hükümet görüntüsü çizmediler mi? Gazeteci soruyor. Dikkatinizi çekerim. Astsubay Uzman çavuşlar üniversiteyi bitirseler de birin dördüne düşemiyorlar cümlesi bir soru bukletinin ilk paragrafını süslüyordu. Gelen binlerce telefondan Sayın gazeteci yeni bir meslek icat etmişti. Gazeteci zavallı idi o pozisyonda. Çünkü amacı kimin ne derdi olduğunu yansıtmak değildi? Araştırıp öğrenmesine bile gerek olmayan bir konuda cümlesini bu denli bozuk kuran gazetecinin amacı konu geçiştirmekti. Başbakan’a ne dersiniz. Başbakan da, haklılar dedi ve geçti. Siz Başbakanım; 8 yıldır iktidardasınız. Bize bekarın karı boşama muhabbeti yapmaya hakkınız yok. Makamınız uygun değil. Sorumlusunuz. Lütfen ülkenin gerçeklerine biraz sorumlu yaklaşın. Şovlarınızı izlemekten usanmamış olanlar olabilir ancak ben usandım artık. Fakir fukara garip guraba kelimelerinin sihiri, sizin için benim köylüm, benim dulum, benim yetimim diyen adamla aynı. Gecekondu ziyaretleriyle aslında umutları kırılmış kesimleri şovunuza malzeme yapıyorsunuz. Taksi duraklarını ziyaret ile halk adamı olunmaz. Öncelikle size her türlü soruyu sorabilecek Gazetecilerin karşısına geçmeniz gerekirdi. O programdaki Gazeteci ……..ları pişmiş kelle gibi sırıtıcağına azıcık konularına çalışmaları gerekirdi. “-Başbakanım, adamların birinci derecenin dördüncü kademesine yükselmesine hükümetiniz hayır dedi. Hem de demokrasi tarihinde görülmemiş antidemokratik bir yöntemle. Milletvekillerinin oylarıyla alınan bir hak, ancak aynı oylarla geri alınırdı. Ama kalemle düzeltildi.” Demeleri lazımdı. Bu televizyon rezaletini görünce insanın aklına çok daha değişik rezaletler geliyor. Polislerin televizyonda bir kadına acımasızca yumruk sallaması acaba bir askerlikten muaf tutulma diyeti olmasın. Milli Eğitimde, belediyelerde, yargıda yaşanan kadrolaşmalar profesyonel ordu adı altında TSK’lerinde yaşanmayacak mı? Ergenekon, Balyoz davaları ile boşalan onlarca Amiral ve General kadroları var. Bu kadroların kadrolaşmadan etkilenemeyeceğini söyleyebilir misiniz? Kamu kurum ve kuruluşlarının üst kadrolarına değişik birimlerden atama yapılmasını öngören yasa din görevlilerinin bu kurumların başına getirilebilmesi için bir kapı olamaz mı? Torba yasaya yüz bin kişiyi ilgilendiren haklılar dediğiniz bir konuyu yetiştiremezken, Sayın Erbakan’ın kayıp trilyon davasında affedilmesini sağlarken demokrasi neredeydi? Biz şimdi model ülke miyiz? Biz şimdi İslam ile demokrasiyi bir arada yaşatan tek ülke miyiz? Hadi oradan. İslam adı altında Teokratik destekli kolay idarenin yolu bulunmuş, şimdilik Cumhuriyetle de kamufle edilmiş, zavallı insanlar ülkesiyiz. Yakın gelecekte yüzde 70 ve 80 gibi oylarla tek partinin iktidarda uzun süre kalacağı post modern Mağrip ülkesi, Azerbaycan’ın ikizi bir ülke olacağız.
Biz komşularımızla sıfır sorun saçmalığını uygulamaya çalışıyoruz. Oysa Churchill’in meşhur bir lafı vardır. “İngiltere’nin dostu yoktur. İngiltere’nin çıkarları vardır.” Bu sözün doğruluğunu herkes kabul ediyor. Şu ahvalde ülkemizin günü birlik dış politika popülasyonlarına ihtiyacı yoktur. Yok efendim en çabuk tahliyeyi biz yapmışız. Yok efendim İngiliz gazeteleri bile bizim başarımızı konuşuyormuş. Efendiler kendinize gelin. İngiltere, Fransa, ABD gibi ülkelerin büyük şirketleri hangi ihaleleri alacaklarını konuşuyorlar. Belki ülkeleri bile kağıt üzerinde paylaşıyorlar. Biz aynaya bakıp “nasılım” diyeceğimize Konvansiyonel güç dengelerinde yediğimiz, ya da yemek üzere olduğumuz kazığa bakalım. Rusya şu an hiç kuşkusuz bunun hesabını yapıyor. Rusya şu an kuşkusuz bizden daha çok atakta. Mısır’da radikallerin işbaşına gelmesi an meselesi. Bundan kim nemalanacak? Elbette ABD ve Batılı ülkeler. Olası bir İsrail arap gerginliğinde araya girecek İran ve Türkiye gibi ülkelerin boğazı nasıl sıkılacak? Tabii ki Mağrip bir Müslüman Makberi ve Batı medeniyetinin yeni toprakları olarak.
Mesleğimizi fazla ilgilendirmeyen böyle bir konuda fikir beyan ederek bazı arkadaşlarımın beklentisine uzak yazdığım için şimdiden özür dilerim. Umarım her şey benim düşündüğümden daha doğru analiz ediliyordur. Umarım ben yanılmışımdır. Saygılarımla…
Sayın Milli Savunma Bakanı Şırnak’ta erleri rizikoya atarak gösteri yapan Yüzbaşıyı nefretle kınıyormuş. Haberi okuyunca bu kelimeye takıldım. Aynı haberde Sayın Bakan’ın resmi de vardı. Ben de resmine baktım ve “Nefretle kınıyorum.” dedim.
Yüzbaşı’nın yaptığı hareket risk taşıdığı için elbetteki haklı olarak eleştirilir. Bu konu hakkında sadece birlik komutanının haberi olsaydı en fazla Yüzbaşının dikkati çekilecek ve bir daha böyle bir olay yaşanmaması için uyarılacaktı. Ancak konu medyaya taşınınca iş değişti. Yüzbaşının alacağı cezanın artmasından tutun da yargı süreci sona ermeden bir bakan tarafından nefretle kınanmasına kadar gitti. Sayın Bakanım gerçekten nefretle kınıyor musunuz? Yoksa medyaya yansıdığı için nefretle kınama ihtiyacı mı duydunuz? Yani siz aslen bu musunuz? Yoksa yine rol mü yapıyorsunuz?
Latife bir tarafa, Sayın meslektaşlarım nedir bu? Ne oldu? Neden bir gün önce açıklama yapılıp ertesi gün uygulanıyor? Bu kadar dar süre içinde Sayın Konya Eski İl Başkanı alelacele herkesi oraya davet ediyor. Ancak talihsiz bir hata yapıyor. TEMAD panosuna yazdığı mesajdaki gün hatası neden mesaj panosunun editörü tarafından düzeltilmiyor? Sayın TEMAD Başkanını ivedi harekete geçiren karar nedir? Koskoca genel Merkez böylesi bir ani kararda bile oraya en az 500 kişiyi dikebilmelidir. Dikmen kapısında toplananları görünce şu soruyu da sormam gerekir. Acaba az kişi olalım, fazla kalabalık olmayalım diye bir strateji mi geliştirildi? Sayın Başkanın maaşallah ne yapacağı belli değil. Oturuyor oturuyor bir bakıyorsun "verin bana postallarımı, eyleme gidiyorum" diyor. Peşinden yetişmek mümkün değil. Bir de bakıyorsun ki açıklama metnini yazmayı unutmuş. Ezberden döktürüyor. Basından öğrendiğim basın açıklamasında “Başbakan bildiğim kadarıyle sözünü yerine getiren insandır.” diyor. İzlediği taktik hep aynı. “Ürkütmeyelim, Kızdırmayalım…”
Bu son gelişmeyi de usul yönünden ben kendi adıma kınıyorum.
Saygılarımla…Ülkemiz basın özgürlüğünde dünyada 135. sırada yer almış. Dünyada ciddi devlet geleneğiyle yönetilen devlet sayısının 50’den fazla olmadığını var sayarsak kimbilir hangi ülkelerden geri olduğumuzu varın siz hesaplayın.
Durum bu ahvalde iken, kim zavallı, kim şerefsiz, kim aptal, sorularını direk yönlendirmek lazım.
Yaptığı hatayı tekrarlayan kişidir.
Aleni göz boyamalara inanabilen kişidir.
Dikkati başka tarafa çekilerek kandırılan kişidir.
v.b...
Acınası olacak derecede kendini bilmez kişidir.
Kişiliğinden ve kararlarından ödün verebilen şahsiyettir.
v.b...
Kendine verilen emanete ihanet eden kişidir.
İnsan olmanın verdiği dayanışma duygusunu suistimal eden kişidir.
İnsani değer yargılarını yitirmiş kişidir.
v.b...
Yazarların ve gazetecilerin özgür düşüncelerine ve olayları yorumlamalarına engel olunmasına dayanan basına müdahalenin nerelerden ve kimlerden gelebileceğini kendimce analiz etmek istiyorum.
Her şeyden önce karşıt görüşlü olan veya ters sorular yöneltenlerin akreditesinin kaldırılması basın özgürlüğüne müdahaledir.
Basının gücünün, siyasi gücünü desteklemesini isteyerek yaptırımlarda siyasilerin uyguladığı aba altından sopa gösterme veya tam tersi teşvikler basına müdahaledir.
Kapitalist güçlerin kendi zararlarına gelişmelerin önüne geçmek için yaptıkları gerçeğin karartılması amaçlı müdahale basın özgürlüğüne müdahaledir.
Medya patronlarının basını kendi paralarıyla kurulmuş çok yönlü bir menfaat makinası olarak görmesi basına müdehaledir.
v.b….
Maalesef demek ki daha çok farklı ve profesyonel kıstaslar da eklenerek yapılan değerlendirme sonucunda ülkemiz basın özgürlüğünde dünyanın son sıralarına yerleşmiş.
Kalemi elinde olanların değil de, eline kalem verilenlerin yazıp çizdiği basın işte bu kadar özgür oluyor.
Özgürlüğünü ve haklarını savunamayan, çizgilerini koyamayan bir basın ile karşı karşıyayız.
Kalemşörlere teslim edilmiş basın tarafından hergün kimbilir ne kadar çok yanıltılıyoruz.
v.b…..
Okuyucu ve vatandaş olarak şu sabitlenmiştir. Bizi bilgilendiren basın kurumu özgür değil. Verdikleri haberler de objektif değil. Bu sebeple;
v.b...
Mısır’daki olaylar vesilesi ile arap ülkelerindeki demokrasi ve insan hakları uygulamaları masaya yatırılıyor. Türk demokrasisi model olarak gösteriliyor.
Acaba neyimizi model olarak görüyor bu Avrupalılar?
Gafletimimizi mi, dalaletimizi mi yoksa İhanetimizi mi?
Aptallık, Zavallılık, şerefsizlik sıfatlarının tanımları o ülkeler de farklı mı?
On yıl önce “Emredersin komutanım” diyorduk. Artık “Padişahım çok yaşa”
Yakın tarih itibarıyla örneklemelerim son iktidar dönemine isabet etse de çok uzun yıllardır yanlış giden bir şeyler var. Acaba bu düzen bozukluğu bizim kaderimiz mi? Yunus Emre’nin, Mevlana’nın, Nasreddin Hoca’nın, Ömer Hayyam’ın irdelediği konular şu an yaşadıklarımızla ne kadar örtüşüyor. Biz onlara sahip çıkmaya çalışıyoruz elbette. Ancak hegemonlar nasıl da onların eteklerinde siyaset yapmayı becerebiliyorlar.
Kocaman bir Ne?, nerede?, niçin?, ne zaman?, nasıl?, kim? Sorusu doğru ve özgür cevaplar bekliyor.
Saygılarımla...
Son zamanlarda OYAK hakkında değişik yorumlar yapılıyor. Bazı köşe yazarları da konuyu irdeliyor. Meslektaşlarımızdan gelen yorumlar temel olarak iki-üç ayrı görüşün dışına çıkmıyor.
“Yine de inanmayıp iyi neticeleri takdir edemeyen bir kısım üye hayret duygumuzu abartısız şekilde çoğaltıyor. Bir kısım kendini bilmez, ileriyi göremeyen, kıskanç, büyük gayeyi göremeyip küçük çıkar peşinde koşan aymaz ve yönlendirilmiş kimselerin çıkardığı kasıtlı dedikodulara inanan olmasına üzülüyoruz. Bazı art niyetli kişilerin burayı bir güç kanıtlama platformu görmek için çabalaması, bireysel eşitlik prensibine sıkı sıkıya bağlı varlığımızı yıkmaya gayret göstermesi, bunun böyle algılanmasına rağmen vakur çizgi izlememizden cesaret alarak terbiyesizliğe varan beyanları yaymaya çalışanları ibretle izliyoruz.”