On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Alman idaresinde olan Ruanda, Almanların ilgi göstermemesi üzerine Almanya tarafından Belçika’ya verildi. Belçika bu ülkeyi sömürmeyi çok önemsedi. Öyle ki, daha önce hayatlarında çalışmayı sadece karın doyurmak ve aç kalmamak adına bir eylem olarak gören Ruanda Halkı, kahve tarlalarında kırbaçla çalışmak zorunda kaldı.
Belçika kolonisinin en önem verdiği konu, bu ülkeyi sömürürken alışılageldik emperyalist bir yapılanmaya gitmekti. Buna göre kabileler birbirinden ayrıldı. O tarihlerde ülkede yüzde dokuz kadar Tutsi, Yüzde doksan Hutu ve Yüzde bir Pigme yaşıyordu. Belçikalılar birbiri ile çok benzeyen Hutularla, Tutsileri bölerek, ırka dayalı bir hiyerarşi getirerek, ülkeyi daha kolay yöneteceklerini düşünüyorlardı. Bu söylemden yola çıkarak, Tutsilerin Hutulardan daha üstün bir ırk olduğu söylemini yaydılar. Tutsiler daha estetik, daha güzel bir ırk olarak tanımlandı. Onlara Belçika kolonilerinin imkanlarından daha fazla yararlanma hakkı verildi. Hatta onların zenginleşmesi sağlandı. Böylece Hutulara nazaran daha varlıklı olan Tutsiler, kendilerini daha farklı gördüler. Belçika kolonisi, ırkları tanıyabilmek adına kimlik kağıtları dağıtarak ve o kimliklere ait olduğu kabileyi yazarak kendi işlerini kolaylaştırdı. Öyle ki, on inekten fazla malı olan Hutu’nun kimliğine Tutsi yazılmasına müsaade edildi. Tutsi olmak üstün ari ırk sayıldı.
İkinci Dünya Savaşından sonra Ruanda devletinin kurulması aşamasında ülke Belçika tarafından Birleşmiş Milletlere teslim edildi. Ülkede çoğunluk olan Hutular devletin yönetimini ele geçirince, Hutu milliyetçisi bir yönetim işbaşına geldi. Ülkede Tutsilere karşı yaptırımlara başladılar. Çünkü onlar Tutsilere karşı yılların birikimi bir kin duyuyorlardı. Hutuların yönetiminde çok sayıda Tutsi öldürüldü, ancak öldüren Hutular cezalandırılmadılar. Tutsiler, Hutulara göre daha eğitimliydi. Çünkü Belçika Hutuların yüksek öğrenim görmesini yasaklamış idi. Ancak Hutu yönetimi yetişmiş insan gücü olan Tutsileri görevlerinden aldı veya sürdüler. Bir çok Tutsi komşu ülkelere kaçtı. Oralarda iyi yerlere gelen ve güçlenen Tutsiler ülkelerine dönmek istiyorlardı. Sayıları çoğalmıştı. Doksanlı yılların başında Ruanda Yurtseverler Birliğini kurarak ülkelerindeki yönetimle mücadele ettiler. Ruanda Yurtseverler Birliği Tutsilerden ve ırkçılığa karşı olan ılımlı Hutulardan oluşuyordu. Yönetim silahlı eylemler yapan bu örgütle baş edebilmek için şöyle bir yol seçti. Yönetime bağlı yarı askeri, yarı yerel halktan bir teşkilat kuruldu. Bu örgüt tarafından ülkedeki Tutsiler ve onlara yakınlığı olan ılımlı, yani milliyetçi olmayan Hutular fişlendi. Ülkenin yeterli parası olmadığı için silah alınamadığından, Çin’den yüz binlerce satır getirildi. Bu satırların ucuna sopalar bağlandı. Bu satırlar dağıtıldı. Satır verilmeyenlere ise bu satırın yakında başlayacak olan bir böcek istilasına karşı olduğu söylendi. Hükümet olan bitenin farkındaydı ancak sesini çıkarmıyordu.
6 Nisan 1994’te tarihin gördüğü en büyük katliam radyodan yapılan anonsla başladı. Aynı gün bir Hutu olan Devlet Başkanının uçağı düşürüldü. Bunun üzerine ellerinde listeler olan teşkilat, ülkedeki Tutsilere ve ılımlı Hutulara karşı soykırıma başladı.
Bu soykırımda ilginç bir pazarlığında altını çizmek gerekir. Hutular tarafından yakalanan bir Tutsi eğer parası varsa kurşun parası ödemekte ve böylece daha az acı çekerek çabuk ölme hakkı kazanmaktadır. Ancak parası yoksa taş, sopa ve satırlarla acı çeke çeke ölmektedir. Kurşunu değerli olan, elinde sadece sopa ve satır olan bu çapulcular maalesef ellerinde dünyanın en gelişmiş silahı olan Fransız askerleri tarafından durdurulmamış, bilakis daha rahat soykırım ortamı yaratılmıştır. Şu an Ruanda’da her şey süt liman gibi görülse de geçmişe yönelik izlerin acı ve korkuları yaşanmaktadır.
O sıralarda Birleşmiş Milletler Başkanı olan Kofi Annan maalesef olaylara seyirci kaldı. Kanadalı Birleşmiş Milletler Komutanının ihbarına rağmen ülkedeki Birleşmiş Milletler askerleri müdahale ettirilmedi. Sebep ise kısa bir süre önce on kadar Amerikalı Birleşmiş Milletler askerinin öldürülmesi idi.
Bu katliam öyle bir katliamdı ki, Hutular artık Tutsi öldürmekten yorulmuş idiler. Cesetler sokaklarda köpeklerin saldırısına uğruyordu. Köpekler ceset yemesin diye köpekler de öldürülüyordu. Öyle ki neredeyse ülkede köpek kalmamıştı. Tutsileri öldürmekten yorulan Hutular, yakaladıklarının aşil tendonunu kesip bırakıyorlardı. Onlar kaçamayacakları için Hutular dinlendikten sonra onları rahatça öldürüyorlardı.
ABD ve Fransa’nın başını çektiği ülkeler Dünyanın soykırıma sessiz kalmayacağını, ancak Ruanda’da soykırım düzeyinde bir şey yaşanmadığını açıklayarak yaşananları örtüyorlardı. Bu arada Fransa iğrenç bir karar alarak soykırımı destekleyen Ruanda yönetimine destek olmayı kararlaştırdı. Çünkü bu sıralarda komşu ülkede kurulu olan Ruanda Yurtseverler Birliği çatışmalara başlamış ve ülkenin yarısını ele geçirmiş, başkente yaklaşmıştı. Fransa askerleri ülkenin Kongo sınırına kadar olan bölümde kontrolü sağladıktan sonra, bu bölgede Tutsilere karşı soykırım yapılmasına müsaade etmişlerdir. 100 gün içinde 800 bin kişi öldürülmüştür. Tutsilerin intikamından korkan iki milyon Hutu da başka ülkelere göç etmiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Birleşmiş Milletlerin ve Fransa’nın Ruanda’da işlediği insanlık suçunu sadece sözde Ermeni Soykırımı konusunda bir pazarlık malzemesi olarak kullanmıştır. Amerikan yanlısı siyasi hesaplar nedeniyle bu soykırımı zamanında ve açıkça kınamamıştır.
Elbette ki interneti açıp da bir çırpıda öğrenilecek yukarıdaki bilgileri makale diye yazmadım. Gelelim kıssa dan hisse...
Gelinen noktada Fransa’ya, ABD’ye veya Belçika’ya kızıp durmak beyhude. Onlar emperyalizmin gereğini yapıyorlar. Onların mesleği bu… Bir halkın içine uzun yıllar önce sokulan nifak tohumlarının, ayrık otu gibi ülkeyi sarmalaması ve zaman zaman yeşermesi gibidir bu yaşananlar. Ruanda’da yaşananlar bizde ya da başka coğrafyalarda yaşanmadı mı, ya da yaşanamaz mı?
Elbette yaşandı ve yaşanacak. İnsanları yaşayış tarzları ve inanışları nedeniyle bölen zihniyetler her ülkede var. Cahil, beyni yıkanmış ya da yanlış yetiştirilmiş insanların çok olduğu toplumlar her türlü faciaya gebedirler.
Eğitim şart diyoruz. Ama hangi eğitim. Ecdadımız laflarıyla başlayan taraflı ve bir kesimin kabul ettiği tarih, her şeyi aslında biz bulmuştuk diye sıkılan palavralar sadece uyuşturucu bir görev görmektedir. Muhteşem Yüzyıl diye adlandırılan Kanuni döneminde bile Avrupa’nın ne kadar gerisinde olduğumuz ortadadır. Avrupa yeni dünya keşiflerini bu yüzyılda yapmıştır. Denizlere hakim olmuştur. Doğu’nun zenginliklerini Batı’ya taşımıştır. Ticaretini geliştirmiştir. Osmanlı ise Akdeniz’de Korsanlık yapanları Kendi saflarına çekerek lokal üstünlükler kurmakla yetinmiş, dev kalyonlara karşı kadırgalarla mücadele vermeye çabalamıştır.
Osmanlı’nın sınırlarını genişletme ve dünyaya hakim olma rüyası gereği müslüman coğrafyasına katılan halklar ise bu gelişmelerden gitgide uzaklaşmışlardır. Zenginliğini arttırmak için emperyalizmi seçen Avrupa, dünya üzerine bir örümcek ağı kurmuş ve bu ağa geri kalmış tüm toplumları düşürmüştür. Çok klasik usullerle emperyalizm üreten Avrupa, bu oyundaki başrolünü yirminci yüzyılda ABD’ye kaptırmıştır. Osmanlı devleti de bu ağa düşerek, iki yüz yıl süren bir yok oluş sürecine girmiştir. Bu süreçte Osmanlı himayesinde bulunan halklar, başta Türkler olmak üzere çok büyük acılar çekmişlerdir. Viyana’nın kuşatılması sırasında başlayan bu çözülüşün ardından Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’ya kalıcı bir çözüm gelememiştir. İradeli bir siyasi birliktelik kurulamamıştır. Her biri birer Ruanda olmuştur.
Zaman, mekan, olay, ırk ve boyut farklı olsa da bizler de bir Ruanda’yız. Bizler de Hutu veya Tutsi’yiz.
Bir emekli astsubay olarak diyorum ki, küçük ölçekte bizim mesleğimiz ele alındığına, geniş perspektifte ülkenin etnik ve dini yapısı ele alındığında tüm sorunların kaynağı emperyalizmin pohpohladığı, egemen güçler zihniyetidir.
Tüm bunlarla assubayların hak mücadelesinin ne alakası var demeyin. Çok alakası var. Biz mücadelemizi yaparak evimizin önünü süpürüyoruz.
Saygılarımla…
Kahveye oturdum. Bir köşede gazeteleri karıştırırken Hüseyin emmi yanıma geldi.
Hüseyin emmiye şöyle bir ters baktım. O da yanlış bir şey söylediğini anlamıştı.
Güldüm.
O sırada kahveci sıcak çaylarımızı getirdi. Hüseyin emmi arkadaşına yaslandı ve sohbetin kendi fikirlerine çakışan veya uyan yanlarını bardaktaki kaşıkla karıştırır gibi devam etti.
İntihar vakaları bazen bağıra bağıra geleceğim derken, bazen de sessiz ve derinden kendini gösteriyor. Bir bölük düşünün. Bu bölükte işler nasıl yürüyor. İnsanlar birbirleri ile hangi şartlarda iletişim kuruyorlar? Gelen askerlerin kimi evin en küçüğü ve ailesi üzerine titremiş, kimi çok varlıklı aileden gelmiş, kimi ailenin tek oğlu, kimi şımartılmış. Uzman çavuşu düşünün. Bu mesleği sevdiği için ve kariyer yapmak için yapmıyor, yapamıyor. Çoğu ekonomik sorunlar nedeniyle bu mesleği son noktada seçmiş. Sadece parası için seçtiği meslekte, mutlu olmak için görevini en iyi şekilde yapmaya çalışıyor. Ordu içinde kendine konulan sosyal statükodan rahatsız olduğu için kendini ve ailesini diğer rütbelilerden izole ediyor. O etmese bile şartlar çok güzel izole ettiriyor. Özellikle genç subay ve assubaylar Uzman çavuşun varlığını görmezden geliyor. Onunla arkadaş olmuyorlar. Bir astsubay ve bir subay düşünün. Aynı yaşlarda mesleki okul hayatına atılmışlar. Askerliğin her boyutunu çok iyi biliyorlar. Kendilerine çizilen yol gereği, daha genç yaşta, tabiri caiz ise herkes kıçının yerini biliyor. Mevcut kurallar mecrasında birbirlerinden kopuk yaşamak onlar için en iyisi. Bir subay elindeki nimetleri paylaşmamak için sosyal ortamının, çalışma ortamının önüne koca koca duvarlar örüyor. Bir astsubay ise o kadar küsmüş ki “en iyisi ölüsüdür.” diyecek kadar ileri gitmiş ve kışla içinde ikinci bir dünya kurmuş. Böylece birbirinden kopuk birkaç dünya ordunun içinde yaşayıp duruyor. Subayların dünyası, Assubayların dünyası, Uzmanların dünyası, Erlerin dünyası… Her birinin içinde sorun var. Oysa her bir grubun diğeri ile yoğun mesaisi olması lazım. Ancak samimiyetsizlik gereği herkes kalkanla dolaşıyor. Kalkanınız düşerse vay halinize… Bir aile ortamından yeni bir hayat ortamına ayak uydurmaya çalışan gençler tabii ki ruhsal sıkıntılara hemen girmiyorlar. Bazı zorlukları zaten askere gelmeden önce biliyorlar. Çünkü hepsinin abisi, babası, arkadaşı askerlik yaptığı için anlatıyor ve öğüt veriyor. Gelen acemi asker aslında yarı yarıya eğitimli askerdir. Ancak adapte olmaya çalışırken bunun üzerine farklı problemler eklenen gençler depresyona giriyor. Tüm bunların üzerine yapılan bariz haksızlıklar her şeye tuz biber oluyor. Köşeye sıkışma ve savunamama hali beraberinde büyük bir çöküntüyü getirir.
Tam o sırada kahveci açtı şöyle bir oyun havası Oğuz Yılmaz’dan. Hüseyin emmiyle kalktık bir göbek attık. Ohhh.. Hayat devam ediyor…
Gece gündüz gezerdin
Kimseyi dinlemedin
Hergün başka bir güzelle
Geziyodun gördün mü
Gençlik gitmiş gördün mü
Pilin bitmiş gördün mü
Rengin solmuş gördün mü
Belin dönmüş gördün mü
Havaları basmayı gördün mü
Paraları basmayı gördün mü
Gördün mü gördün mü
Gördün mü gördün mü
Havaları basmayı gördün mü
Paraları basmayı gördün mü
Havan sıfıra inmiş
Benzin sararmış solmuş
Hani dünya güzeliydin
Aynaya bak gördün mü
Nerde kaldı servetin
Nerde kaldı hürmetin
Nerde kaldı şöhretin de
Dönde bir bak gördün mü
Gördün mü gördün mü
Gördün mü gördün mü
Hani yüce dağların üzerine karlar yağar. Nice soğuk ve ayaz günlerle beslenen kar dağları, baharın gelmesiyle yavaş yavaş erimeye başlarlar. Öyle bir erime ki, başka bir örneği yoktur. Bir sabah kalkarsınız her yer bembeyazdır. Hava masmavidir. Yerdeki kar gözünüzü kamaştırır. Kristalleşmiş bir beyazlık üzerinde sonsuzluğu görürsünüz. Sonra bir ses duyarsınız. Kulak kabartınca, bunun bir kuş sesi olmadığını, uzaklardan gelen bir müzik sesi olmadığını ancak nereden aktığınız bilmediğiniz bir suyun şırıltısı olduğunu anlarsınız. Sabahleyin kuş sesleriyle karışık duyduğunuz bu şırıltı öğleden sonra bastıran ayaz nedeniyle kaybolur gider.
Günler birbirini kovalar. Hergün artan bu şırıltı bir haberci gibidir. Sanki yakınlaşan bir tren uzaktan görünecek gibi gelir. Uzakta ve birazcık aşağıdaki kar yığınlarının yavaş yavaş aralandığını ve yeryüzüne çıkan buz gibi pırıl pırıl suyun çağlamadan şırıl şırıl aktığını görürsünüz. Sonra çoğalır, çoğalır. Çağlayarak akmaya başlar. Kenarındaki karları yalayarak aşağılara doğru yol alır. O sırada ayaklarınızın dibine bakınca şaşırıp kalırsınız. Ayaklarınızın altındaki karları ayağınız ile şöyle bir karıştırınca alt tarafta ince bir buz tabakası oluştuğunu ve bu tabakanın altında kılcal damarlar gibi yol bularak birbiri ile buluşan su damarlarını seyretmeye dalarsınız? O an aklınıza gelen tek şey doğa ananın sıcaklaşmaya başladığıdır. Sonra düşünmeye başlarsınız. İlahi bir güç, tanrının varlığının simgesi, bir mucize ayaklarınızın altından size kendini göstermektedir.
Artık karla oynamak işe yaramayacaktır. Sulu selli bir gidişata teslim olan kar, soğuk ve asil yapısını terk edip son anlarını yaşamaktadır. Birikerek çağlayan sular kimi yerlerde kaybolur, kimi yerde de daha büyük bir dereciğin akışına kendilerini bırakırlar. “Tanrım bu kadar karı senden başka kim yağdırıp bu dağların üstüne örtebilir? Senden başka kim bu karları senin kadar hızlı eritip su yapabilir? Senin kadar kim bu suları muntazaman yataklarına gönderebilir?” diyen ilahi bir duygu kaplar içinizi…
O karlar bir gün erir. O karın soğuğundan köşeye bucağa saklanmış canlılar teker teker ortaya çıkıp mükafatlandırılmışcasına, uyanan doğanın nimetlerini yerler. Üç mevsim boyunca bin bir hizmetin amadesidir sular. Ve bir döngünün başından sonuna kısa hikayesi böyle devam eder gider.
Damdan düşmüş kurbağa
Ve kuyruğunu titretmiş
Almış götürmüş jandarma
Ve mezar taşına aynen şöyle yazmışlar.
“Damdan düşmüş kurbağa
Ve kuyruğunu titretmiş
Almış götürmüş jandarma
Ve mezar taşına aynen şöyle yazmışlar.”
İşte öyle temiz bir döngüdür bu ekolojik döngüler. Kimi yerde karların su olmasını anlatırsınız. Kimi yerde sulardaki somon balıklarının hikayesini duyunca bir daha irkilirsiniz. Tanrının bir iş bölümü oyunu gibidir tüm yaşananlar. Ancak yine de doğa sahnesinde oynanan bu oyun canlılar için hayat bir tragedyadır.
Biz bazen gökten yere doğru süzüle süzüle özgürce indikten sonra üç beş ay yaşayabilen bir kar tanesi, bazen de, bilmediği ama hissettiği bir hayatı yaşayıp, kaçınılmaz sonuna doğru koşarcasına rota çizen bir somon balığıdır doğa. Hüzünlenerek sarı yapraklarını yerlere düşüren bir çınar ağacının gölgesinde, o yaprağın yere düşmesini merakla bekleyen binlerce karınca olsa da, bu işten eninde sonunda kar edecek olan, fosil yakıtlar kullanan insanoğlunun ekolojisi o kadar karışıktır ki…
İnsan ekolojisinde sıra dışı olan nedir acaba? Bir leoparın ağzındaki ceylanın acısını, bir ağacın kökünden çıkarılışında hissedememek bir bakış açısıdır. Sanki bir uzaktalık ve yakındalık ilişkisi… Kendi ülkenizdeki bir askerin ölmesine fena içerlersiniz ve üzülürsünüz. Ancak karşı tarafın askeri ölünce hiçbir acı hissetmezsiniz. Ancak o karşı tarafın ferdini bir hayvan parçalarsa çok üzülürsünüz. Biri bu hayvanı vurduğunda ise üzülmezsiniz. Bu hayvan bir bitkiyi yiyip öldüğünce acı hissedersiniz ancak o zehirli bitkinin bir yangında kül olmasını asla istemezsiniz. İşte böyle yakındalıkları ve uzaklıkları olan bir kavram zinciridir insanoğlu olarak yaşamak…
Eskiden özel kanallar yoktu. Bir tek TRT televizyonu vardı. O televizyon her akşam 19.00’da açılırdı. Açılmadan önce yarım saat boyunca bir TRT logosu çıkar ve tiz bir sinyal sesi duyulurdu. Bu tiz sinyal sesinin rahatsız etmesine rağmen açıp bu sesi dinleye dinleye yayının başlamasını beklerdik.
Millet bizim sosyal medyada ve basında sesimizi duymaktan sıkılmış. Bari kendimizi aralara sokuşturup anlatayım dedim.
Saygılarımla…
…
Bunlar
Engerekler ve çıyanlardır
Bunlar
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır
Tanı bunları
Tanı da büyü
….
…
İşte böyle öğüt veriyor şair Ahmed Arif. Başbakanımız da bu şiirdeki işaret zamirini kullanarak “Bunlar” diyor. Bu şiiri okumuş ve bilinç altında tutan herkes “Bunlar” kelimesinin “Engerek ve Çiyan” anlamına geldiğini biliyor. Ben de “Bunlar” kelimesi ile Adiloş Bebe’ye seslenmek istiyorum. Bunlar neler neler yaptılar be Adiloş bebe…
Bunların kepazelikleri çağlar ötesinden gelir ancak biz Cumhuriyetimiz dönemine bakmak durumundayız. Kurtuluş Savaşının gerçek kahramanların vakurluğunu fırsat bilen bunlar, hak etmedikleri halde kılıksız yakalarına İstiklal Madalyası bile takmışlardı. Çocukluğumuzun gazete manşetlerinde aklımıza takılan en büyük şerefsizlik bu idi. Böylece bunlarla tanışmış olmuştum. Bunlar halkın Cumhuriyetini, kendi iktidarlarına oyuncak etmişlerdi. Geleneklerine ve dinine bağlı vatandaşların bu yönlerini fırsat bilerek, siyaseten üstünlük kazanmak istemişlerdi. Amaçları daha önceden alıştıkları monarşik ve feodal sisteme hizmet etmek idi. Halkın ideolojisini, dinini, cinsiyetini, tabiyetini kullanarak meydana getirdikleri husumetten siyaset ve ticaret yapmışlardı. Hepsinin hayattan anladığı kirli bir siyaset ve kirli bir ticaret idi. İmtiyazlı kurallar bunlar için çok gerekliydi. Daha güçlü olabilmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisini ele geçirdiler. Çıkardıkları yasalarla devletin organlarını Zenginler Kulübüne çevirdiler. Cumhuriyet hiç hoşlarına gitmedi bu kirli insanların be Adiloş Bebe…
Bunlar anayasa dinlemediler. Devletin içinde Yasama, Yürütme ve Yargı erklerine uymayan kurumlar oluşturdular. Anayasaya aykırı kanun ve yönetmelikler hazırlayıp vatandaşın haklarını gasp ettiler. Sonra da yaptıkları rezilliklerin tüm suçunu asla uygulamadıkları anayasaya attılar. Hep anayasa yetersiz deyip işin içinden çıktılar. Oysa hangi yeni anayasadan sonra çalışma hayatının düzenlenmesinde olumlu adım attılar ki.
Vatandaş bunların umurunda değildir. Bunu zehirli gıdalar üreterek, cahil adamın eline hormon ve kimyasal ilaç vererek, hatta ekmeğimize bile zehir katılmasına müsaade ederek, vatandaşın sağlığıyla oynayarak kanıtladılar. Çernobil Nükleer Santrali patladığında bunlar Askere radyasyonlu fındık dağıttılar. Bunlar radyasyonlu çaylar satılsın diye televizyona çıkıp çay bile içtiler. Bunlar Karadenizin dibini Avrupa’nın zehirli varil deposu yaptılar. Halkın tümünü zehirleyen bunlar Karadeniz’de yıllar sonra artan kanser vakalarını bile araştırmaya lüzum hissetmediler. Ama küçük dünyalarında kendilerince sağlık çalışması yapıyorlar. Sigara ve içki ile mücadele ediyorlar. Kullanım alanlarını daraltıp ve ücretlerini arttırıp bir taşla iki kuş vuruyorlar. Amaç sağlık mı? Asla… Tamamen dinsel dayatma. Sosyal destek derneği gibi sözde obezite ile mücadele ediyorlar. Ama obeziteye, kansere ve diğer hastalıklara yol açıcı gıdalarla mücadele etmiyorlar. Yaptıkları birtakım markalarla mücadele etmek. Buldukları çözüm de kendilerince çok akıllıca. Bu ülke nasıl olsa İsrail’e düşman ya… Bu ümmet nasıl olsa yahudiye düşman ya… Yahudi malı de! İçmesinler, yemesinler. Oysa bunların taraftarlarının restoranları pis, bunların taraftarlarının ürettikleri besinler sağlığa zararlı, bunların taraftarlarının sattığı ürünler hilelidir. Bu nedenle bunlar bu tür şeylerle mücadele etmezler.
Bunlar yarı devlet gibi tek taraflı kararlar alabilen, müşterisine dayatan bir bankacılık sistemi kurarak milleti hortumladılar. Bunlar paravan şirketler kurarak, hayali ihracatlar yaparak, yolsuzluğun ve tüyü bitmemiş yetim hakkı yemenin çarpıcı örneklerini gösterdiler. Milletin tükettiği her üründen, utanmadan sıkılmadan “sorma ver” veya “ben yaptım oldu” mantığıyla vergiler aldılar. Kendi yandaşlarına kurdurdukları firmalar ile hem ticaretin hem de siyasetin tek hakimi olmak istediler. Bunlar dünyanın en pahalı benzinini, internetini, haberleşmesini, otomobilini bu vatandaşa reva gördüler. Devletin milyarlarını göz göre göre birkaç kişiye peşkeş çeken kendilerinden önceki iktidarları sorgulamak yerine, sıra bize geldi mantığıyla davranıp ceplerini doldurmayı tercih ettiler.
Bunlar kendilerine oy kazandıracak herkese kucak açtılar. Bunlar asılan başbakanların kan davasını güdermiş gibi konuştular. Bunlar kendilerine yakın sanatçıların ağızlarından siyaset yaptılar. Bunlar tarikatlarla sıkı dostluk bağları kurdular. Bazıları tam da tarikatların göbeğinden geldiler. Bunlar sıkı Amerika dostu oldular. Bunlar kendi basınlarında bile Amerika Başkanına, Amerika Başkanı değil, “Başkan” diye hitap ettirdiler. Yargı kararlarını bile doğru karar, yanlış karar diye etki altına aldılar. Bunlar kendilerinden sonraki nesilleri için kefelerini yüklerken de profesyonel davranıp kendilerince emin kişiler bulup paralarını, evlerini, yatlarını, katlarını onların üzerlerine de yaptılar. Kendi keselerine sığmayınca güvenilir başka keseler aradılar. Yabancı bankalarda gizli hesaplar açtırdılar.
Bunlar yerel yönetimleri halkın sırtına ikinci kambur gibi koydular. Belediyeleri taşeron olarak kullandılar. Devletin yer altı ve yer üstü kaynaklarını belediyeler vasıtasıyla parsellediler. Seçilmeden önce açlıktan nefesi kokan adamlar, belediye başkanı olduktan sonra servet sahibi oldular. Bunların üzerine gitmeyip, sadece siyasi emelle soruşturma yaptılar.
Bunlar emekçinin sendikasını sulandırdılar. Emekçiyi bile böldüler. Devletin emekçisi kurtarılmış bölgede oldu. Kendi ticarethanelerinin emekçisine köle muamelesi yaptırdılar. Önce sendikaya üye olana karşı çıkmışlardı. Şimdilerde sendikaları aşağılayıp istediklerine ulaşıyorlar. Değişik görüşler altında patronlar ligi kurdular. Bunlar sendikayı tarif ederken, sendikayı sömüren kendileri gibi olan insanları tarif ettiler. En sevmedikleri ve tahammül edemedikleri şey halkın ve emekçinin örgütlenmesi idi.
Bunlar devletin içinde kastlar yarattılar. Devletin imkanlarını kast sistemiyle dağıttılar. Hastanelerde, trenlerde birinci ikinci mevkiyi bunlar çıkardı. Bunlar devletin sağladığı sosyal tesisleri böldüler. Devletin imkanlarını eşit dağıtmadılar. Bunların sisteminde birazcık yükselen, bir yerlere gelen, kendi statüsünden aşağıda olanlardan kendini ve ailesini soyutladı. Bunlar kibirli ve mağrur sırça köşkleri çok sevdiler. Alt tabaka olarak saydıkları kesimle diyalog kuranları ayıpladılar, dışladılar.
Bunlar eğitimsiz ve cahil halkı çok seviyordu. Bunlar varoşları çok seviyorlardı. Çünkü çaresiz insanlar bunların dibinden ayrılmazdı. Çünkü halkı avucundaki buğday tanesi ile tavukları çağırıp yem yediren bir kişi edasıyla yönetiyorlardı. Bunlar halkı tavuk gibi görüyordu. Bunun için halkın ekseriyatı varoş olmalıydı.
Bunlar herkesten çok milliyetçi oldular. Herkesten çok Cumhuriyetçi, herkesten çok özgürlükçü. Bunlar anadilde eğitime karşılardır. Bunlar anadilde eğitimi en çok savunanlardır. Bunlar terörü lanetlerler. Bunlar teröristle kucaklaşırlar. Bunlar Hakkari’ye gittiklerinde Türk Bayrağını gizleme gereği duyarlar. Bunlar Habur’a seyyar mahkeme kurarlar. Bunlar ilköğretimi bile dinsel ideoloji yuvasına getirirler. Bunlar çağdışı hurafelerle bezenmiş kafalara prim verirler. Bunlar ramazanda oruç yiyeni döverler. Bunlar insanların ibadet edip etmediklerini takip ederler. Sonra da hoşgörü maskesini takarlar. Bunlar mahalle kabadayısı gibi ali kıran baş kesendir. Bunlar Tutuklu Generallerin masumiyetini savunarak Atatürkçülük siyaseti yaparlar. Ancak hakkı yenen toplumun tüm diğer katmanlarına kulaklarını tıkarlar. Bunlar halkın asker sevgisini bile kendi yaklaşımlarına angaje ederler. Bunlar “Sarı saçlım mavi gözlüm.” Şarkısı söylerken diğer taraftan da Dersim Katliamı deyip Atatürk’e ve bir döneme saldırırlar. Bunlar her türlü yalanı söyleyen ve halktan hiç çekinmeyenlerdir.
Bunlar çocuklarının istikbalini kendi ülkelerinde görmezler. Erkek çocukları sakat olduğu için askerlik yapmazlar. Bunların iktidarıyla, muhalefetiyle en mutabık oldukları konu aileleriyle birlikte özerk ve dokunulmaz bir hayata kavuşmuş olmalarıdır. Aynı zamanda bunlar fakirlerin terör kurbanı çocukları üzerinden siyaset ve politika üretirler. Gündem oluştururlar. Bu yitip giden gençlere “Şehit” diyerek toplumun tepkisinden ustaca uzaklaşırlar.
Bunlar Türk-kürt kardeşliğine hiç inanmazlar. Oy kaygısı nedeniyle hiç öz eleştiri yapamazlar. Bu devletin birbiri ile evlenmiş akraba olmuş bu halklarını görmezden ve duymazdan gelirler. Terörü Kürtlerin üstüne yıkıp kurtulurlar. Kürtleri suçlu ilan ederler. Ne kadar çok ağızlarından tükürük çıkarsa varoşlar tarafından o kadar kabul göreceklerine inanırlar. Bir paradoks içinde yaşar dururlar. Hem Kürtlerin acılarını kabul etmezler, ellerinden tutmaz ve devletin güvenlik şemsiyesine almazlar, sosyal hayatlarını terör örgütünün kontrolüne bırakırlar, hem de Kürt halkının içinde bulunduğu çıkmazı kullanırlar. Tıpkı trafik canavarı, enflasyon canavarı yaratıp sonra bu canavarı aradıkları gibi, terör canavarı arar dururlar. Kestirip atmak, uğraşmamak, kafa yormamak, günü kurtarmak yeterlidir. Araştırmaları hep tek yönlüdür. Oylarımı neler arttırıyor ve neler azaltıyor? Bunlar terörle mücadele edeceklerine Kürtlerle veya Türklerle mücadele etmeyi yeğlerler. Bunlar bu konulara giren aydınları hiç sevmezler. Önce alay ederler. Baş edemezlerse aydınları kendi varoşlarına taşlattırırlar ve yaktırırlar.
Bunlar sıkışınca laiktir. Yine bunlar kadın erkek eşit değildir derler. Bunlar din kurallarına göre yaşarlar. Diğer insanları da din kurallarıyla yaşamadıkları için sözde özgür bırakırlar ama özde dinsel görevlerini de yaparlar. Yani dine çağırırlar. Bunları siz kendi tarafınıza çağıramazsınız. Ama bunlar çağırırlar. İşte böyle taassup içinde debelenir dururlar bunlar Adiloş bebe…
Bunlar Atatürkçüyüm de der. Atatürk’ün devrimlerinin sebebini bilmeden, kendilerince akademisyen ve kartvizit sahibi kişileri tercih ederek, halktan uzak duran burjuva bir yapılanma ile biraz militarist biraz sosyalist savlar üretirler. En temel özgürlükleri bile kartvizitlerine reklam olsun diye kullanırlar. On yıl önce şehir kulüplerinde süsleyen bunlar, şimdilerde bu kabuklarından da sıyrılıp bu derneklerden uçarak daha güvenli limanlar arıyorlar.
Bunlar bir dönem devrimci, solcu iken sonraları milliyetçi, hatta ve hatta ülkücü ya da tam tersi olabilenlerdir. Bunların doğruyu gördük demeleri aslında parayı gördük ya da kendi selametimizi burada bulduk demek kadar ideolojiden uzaktır.
Bunlar namusu kafada değil, etek altında arayanlardır. İbadet ederken bile ticaret düşünen, ticaretinde hileye yer veren, namusu ise kendi çevresindeki insanlarla kısıtlayan insanlardır. Yabancıyı bulduklarında her şeyi yapabilen bu zihniyet ne kadar namuslu olabilir.
İşte böyle Adiloş bebe… Bunlar işine geldiğini duyan işine gelmediklerine kulaklarını tıkayanlardır. Ülkenin dört bir tarafından gelerek Ankara sokaklarında hakları ve onurları için yürüyen, çalıştıkları demeyeceğim, “Uğruna öldükleri” kurum ve devlet tarafından sahiplenmek isteyenleri duymayanlardır.
Bunlar düzmece belgelerle krizler çıkaran, darbeler yapan, hükümetler deviren, insan asan, hatta devlet başkanı zehirleyenlerdir. Bunlar aydınları ve gazetecileri suikastle öldürenler, hapislerde çürütenler, insanların fikirlerine tahammülü olmayanlardır. Bunlar devleti gladyoya çevirenler ve halkı bu ülkenin içinde yaşayan hayvanlara benzetenlerdir. Bunlar kapılarında bulundurdukları ucuz katillerin, mafya bozuntularının ve din afyonu yutmuş sözde mücahitlerinin namlularını aydınlara ve halka çevirtenlerdir.
Bunların vatandaşlarının değil varoşlarının çocukları tek tip olmalıydı. Yani ilkokullardan itibaren tek tip vatandaş yetişmeliydi. Ama zenginler için birbirinden güzel, saray gibi okullar da yapılıp herkes kıçının yerini bilmeliydi. Daha çocuk yaşta ilköğretim sıralarından başlayan bir sosyal algılama farklılığı yaratılmalıydı. Bunların en vahşi tarafı da bu idi Adiloş bebe… Bunun için bilerek fakir bırakıldık. Bunun için varoş olmamız ve varoş kalmamız isteniyor. Bunun için haklarımız çiğneniyor. Bunlar kendi geleceklerini de şekillendirerek, senin geleceğini karartıyorlar. Tanı bunları, tanı da büyü! Sen de bunlarla mücadele et, Adiloş bebe!..
Bunlar yandaşları için kişiye özel yasalar çıkardılar. Bu konuda muhalefetler gık etmedi. Çünkü onlarında birkaç yandaşına özel yasa çıkarıp birbirlerine kıyaklar yaptılar. Bedelli askerlik yasası ile askerliği bir fiil fakirlerin yapmasına karar vermiş oldular. Gazete manşetlerinde ve televizyonlarda ülkenin gerçeklerini değil, kendi gündemlerini yansıttılar. Senin babanın hakkını yerken ve başkalarına peşkeş çekerken kulaklarını tıkadılar, gözlerini kapadılar, ağızlarından bir kelam çıkmadı. Ancak bildikleri tek şey birbirlerinin kirli sofralarına misafir olmak ve kirliliklerinin sidiğini yarıştırmak. İşte bunlar böyle şerefsiz idi Adiloş bebe…
Gördüğün gibi bunlar her zaman ve her yerde varlar. Sadece üzerlerindeki kıyafetler farklı. Kimi zaman sağcı, kimi zaman solcu, kimi zaman milliyetçi, kimi zaman akademisyen, kimi zaman üniformalı. Ama hepsinin amacı aynı. TOPLUMU ZEHİRLEYEREK, İÇLERİNDEKİ PİSLİĞİ VE CEREHATI KUSARAK, NEFRET TOHUMLARI SAÇARAK, BÖLEREK, HAKSIZLIK YAPARAK, İHTİRASLA, KISKANÇÇA KARTELLEŞMİŞ, PİS EGOLARINA HİZMET EDERLER.
Ama güvenmek gerek Adiloş bebe.. İnanmak… Ve itimat etmek… Çünkü itimat ettikçe insanlığa hizmet eder ve insanlığı yüceltiriz. Biz inanıyoruz Adiloş bebe… Bizim ümidimiz var. Çünkü biz hala daha iyilerin kazanacağını düşünüyoruz. Ama mücadele etmemiz gerekecek. Hem de öyle böyle değil. Sıkı bir mücadele. Bil bunları, bil de büyü…
…
Bunlar
Engerekler ve çıyanlardır
Bunlar
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır
Tanı bunları
Tanı da büyü
….
…
İşte böyle öğüt veriyor şair Ahmed Arif. Başbakanımız da bu şiirdeki işaret zamirini kullanarak “Bunlar” diyor. Bu şiiri okumuş ve bilinç altında tutan herkes “Bunlar” kelimesinin “Engerek ve Çiyan” anlamına geldiğini biliyor. Ben de “Bunlar” kelimesi ile Adiloş Bebe’ye seslenmek istiyorum. Bunlar neler neler yaptılar be Adiloş bebe…
Bunların kepazelikleri çağlar ötesinden gelir ancak biz Cumhuriyetimiz dönemine bakmak zorundayız. Kurtuluş Savaşında savaşan gerçek kahramanların vakurluğunu fırsat bilen bunlar, hak etmedikleri halde kılıksız yakalarına İstiklal Madalyası bile takmışlardı. Halkın Cumhuriyetini, kendi iktidarlarına oyuncak etmişlerdi. Geleneklerine ve dinine bağlı vatandaşların bu yönlerini fırsat bilerek, siyaseten üstünlük kazanmak istemişlerdi. Amaçları daha önceden alıştıkları monarşik ve feodal sisteme hizmet etmek idi. Halkın ideolojisini, dinini, cinsiyetini, tabiyetini kullanarak meydana getirdikleri husumetten siyaset ve ticaret yapmışlardı. Hepsinin hayattan anladığı kirli bir siyaset ve kirli bir ticaret idi. İmtiyazlı kurallar bunlar için çok gerekliydi. Daha güçlü olabilmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni ele geçirdiler. Çıkardıkları yasalarla devletin organlarını Zenginler Kulübüne çevirdiler. Cumhuriyet hiç hoşlarına gitmedi be Adiloş Bebe…
Bunlar anayasa dinlemediler. Devletin içinde Yasama, Yürütme ve Yargı erklerine uymayan kurumlar oluşturdular. Anayasaya aykırı kanun ve yönetmelikler hazırlayıp vatandaşın haklarını gasp ettiler. Sonra da yaptıkları rezilliklerin tüm suçunu asla uygulamadıkları anayasaya attılar. Anayasa yetersiz deyip işin içinden çıktılar.
Vatandaş bunların umurunda değildir. Bunu zehirli gıdalar üreterek, cahil adamın eline hormon ve kimyasal ilaç vererek, hatta ekmeğimize bile zehir katılmasına müsaade ederek, vatandaşın sağlığıyla oynayarak kanıtladılar. Çernobil Nükleer Santrali patladığında bunlar Askere radyasyonlu fındık dağıttılar. Bunlar radyasyonlu çaylar satılsın diye televizyona çıkıp çay bile içtiler. Bunlar Karadenizin dibini Avrupa’nın zehirli varil deposu yaptılar. Halkı komple zehirleyen bunlar Karadeniz’de yıllar sonra artan kanser vakalarını bile araştırmaya lüzum hissetmediler.
Bunlar yarı devlet gibi tek taraflı kararlar alabilen, müşterisine dayatan bir bankacılık sistemi kurarak milleti hortumladılar. Milletin tükettiği her üründen, utanmadan sıkılmadan “sorma ver” veya “ben yaptım oldu” mantığıyla vergiler aldılar. Kendi yandaşlarına kurdurdukları firmalar ile hem ticaretin hem de siyasetin tek hakimi olmak istediler. Bunlar dünyanın en pahalı benzinini, internetini, haberleşmesini, otomobilini bu vatandaşa reva gördüler. Devletin milyarlarını göz göre göre birkaç kişiye peşkeş çeken kendilerinden önceki iktidarları sorgulamak yerine, sıra bize geldi mantığıyla davranıp ceplerini doldurmayı tercih ettiler.
Bunlar kendilerine oy kazandıracak herkese kucak açtılar. Bunlar asılan başbakanların kan davasını güdermiş gibi konuştular. Bunlar kendilerine yakın sanatçıların ağızlarından siyaset yaptılar. Bunlar tarikatlarla sıkı dostluk bağları kurdular. Bazıları tam da tarikatların göbeğinden geldiler. Bunlar sıkı Amerika dostu oldular. Bunlar kendi basınlarında bile Amerika Başkanına, Amerika Başkanı değil, “Başkan” diye hitap ettirdiler. Yargı kararlarını bile doğru karar, yanlış karar diye etki altına aldılar.
Bunlar yerel yönetimleri halkın sırtına ikinci kambur gibi koydular. Belediyeleri taşeron olarak kullandılar. Devletin yer altı ve yer üstü kaynaklarını belediyeler vasıtasıyla parsellediler.
Bunlar emekçinin sendikasını sulandırdılar. Emekçiyi bile böldüler. Devletin emekçisi kurtarılmış bölgede oldu. Kendi ticarethanelerinin emekçisine köle muamelesi yaptırdılar. Önce sendikaya üye olana karşı çıkmışlardı. Şimdilerde sendikaları aşağılayıp istediklerine ulaşıyorlar. Değişik görüşler altında patronlar ligi kurdular.
Bunlar devletin içinde kastlar yarattılar. Devletin imkanlarını kast sistemiyle dağıttılar. Hastanelerde, trenlerde birinci ikinci mevkiyi bunlar çıkardı. Bunlar devletin sağladığı sosyal tesisleri böldüler. Devletin imkanlarını eşit dağıtmadılar. Bunların sisteminde birazcık yükselen, bir yerlere gelen, kendi statüsünden aşağıda olanlardan kendini ve ailesini soyutladı. Bunlar kibirli ve mağrur sırça köşkleri çok sevdiler.
Bunlar eğitimsiz ve cahil halkı çok seviyordu. Bunlar varoşları çok seviyorlardı. Çünkü çaresiz insanlar bunların dibinden ayrılmazdı. Çünkü halkı avucundaki buğday tanesi ile tavukları çağırıp yem yediren bir kişi edasıyla yönetiyorlardı. Bunlar halkı tavuk gibi görüyordu.
Bunlar herkesten çok milliyetçi oldular. Herkesten çok Cumhuriyetçi, herkesten çok özgürlükçü. Bunlar ana dilde eğitime karşılardır. Bunlar ana dilde eğitimi en çok savunanlardır. Bunlar terörü lanetlerler. Bunlar teröristle kucaklaşırlar. Bunlar Hakkari’ye gittiklerinde Türk Bayrağını gizleme gereği duyarlar. Bunlar Habur’a seyyar mahkeme kurarlar. Bunlar ilköğretimi bile dinsel ideoloji yuvasına getirirler. Bunlar çağ dışı hurafelerle bezenmiş kafalara prim verirler. Bunlar ramazanda oruç yiyeni döverler. Bunlar insanların ibadet edip etmediklerini takip ederler. Sonra da hoşgörü maskesini takarlar. Bunlar Tutuklu Generallerin masumiyetini savunarak Atatürkçülük siyaseti yaparlar. Ancak hakkı yenen toplumun tüm diğer katmanlarına kulaklarını tıkarlar. Bunlar halkın asker sevgisini bile kendi yaklaşımlarına angaje ederler. Bunlar “Sarı saçlım mavi gözlüm.” Şarkısı söylerken diğer taraftan da Dersim Katliamı deyip Atatürk’e ve bir döneme saldırırlar. Bunlar her türlü yalanı söyleyen ve halktan hiç çekinmeyenlerdir.
Bunlar çocuklarının istikbalini kendi ülkelerinde görmezler. Erkek çocukları sakat olduğu için askerlik yapmazlar. Bunların iktidarıyla, muhalefetiyle en mutabık oldukları konu aileleleriyle birlikte özerk ve dokunulmaz bir hayata kavuşmuş olmalarıdır. Aynı zamanda bunlar fakirlerin terör kurbanı çocukları üzerinden siyaset ve politika üretirler. Gündem oluştururlar. Bu yitip giden gençlere “Şehit” diyerek toplumun tepkisinden ustaca uzaklaşırlar.
Bunlar Türk-kürt kardeşliğine hiç inanmazlar. Bunlar sadece “siz” diyerek konuşurlar. Oy kaygısı nedeniyle hiç öz eleştiri yapamazlar. Bu devletin birbiri ile evlenmiş akraba olmuş bu halklarını görmezden ve duymazdan gelirler. Terörü Kürtlerin üstüne yıkıp kurtulurlar. Kürtleri suçlu ilan ederler. Ne kadar çok ağızlarından tükürük çıkarsa varoşlar tarafından o kadar kabul göreceklerine inanırlar. Bir paradoks içinde yaşar dururlar. Hem Kürtlerin acılarını kabul etmezler, ellerinden tutmaz ve devletin güvenlik şemsiyesine almazlar, sosyal hayatlarını terör örgütünün kontrolüne bırakırlar, hem de Kürt halkının içinde bulunduğu çıkmazı kullanırlar. Tıpkı trafik canavarı, enflasyon canavarı yaratıp sonra bu canavarı aradıkları gibi, terör canavarı arar dururlar. Kestirip atmak, uğraşmamak, kafa yormamak, günü kurtarmak yeterlidir. Araştırmaları hep tek yönlüdür. Oylarımı neler arttırıyor ve neler azaltıyor? Bunlar terörle mücadele edeceklerine Kürtlerle veya Türklerle mücadele etmeyi yeğlerler. Bunlar bu konulara giren aydınları hiç sevmezler. Önce alay ederler. Baş edemezlerse aydınları kendi varoşlarına taşlattırırlar ve yaktırırlar.
Bunlar sıkışınca laiktir. Yine bunlar kadın erkek eşit değildir derler. Bunlar din kurallarına göre yaşarlar. Diğer insanları da din kurallarıyla yaşamadıkları için sözde özgür bırakırlar ama özde dinsel görevlerini de yaparlar. Yani dine çağırırlar. Bunları siz kendi tarafınıza çağıramazsınız. Ama bunlar çağırırlar. İşte böyle taassup içinde debelenir dururlar bunlar Adiloş bebe…
Bunlar Atatürkçüyüm de der. Atatürk’ün devrimlerinin sebebini bilmeden, kendilerince akademisyen ve kartvizit sahibi kişileri tercih ederek, halktan uzak duran burjuva bir yapılanma ile biraz militarist biraz sosyalist savlar üretirler. En temel özgürlükleri bile kartvizitlerine reklam olsun diye kullanırlar. On yıl önce şehir kulüplerinde süsleyen bunlar, şimdilerde bu kabuklarından da sıyrılıp bu derneklerden uçarak daha güvenli limanlar arıyorlar.
Bunlar bir dönem devrimci, solcu iken sonraları milliyetçi, hatta ve hatta ülkücü ya da tam tersi olabilenlerdir. Bunların doğruyu gördük demeleri aslında parayı gördük ya da kendi selametimizi burada bulduk demek kadar ideolojiden uzaktır.
Bunlar namusu kafada değil, etek altında arayanlardır. İbadet ederken bile ticaret düşünen, ticaretinde hileye yer veren, namusu ise kendi çevresindeki insanlarla kısıtlayan insanlardır. Yabancıyı bulduklarında her şeyi yapabilen bu zihniyet ne kadar namuslu olabilir.
İşte böyle Adiloş bebe… Bunlar işine geldiğini duyan işine gelmediklerine kulaklarını tıkayanlardır. Ülkenin dört bir tarafından gelerek Ankara sokaklarında hakları ve onurları için yürüyen, çalıştıkları demeyeceğim, “Uğruna öldükleri” kurum ve devlet tarafından sahiplenmek isteyenleri duymayanlardır.
Bunlar düzmece belgelerle krizler çıkaran, darbeler yapan, hükümetler deviren, insan asan, hâttâ devlet başkanı zehirletenlerdir. Bunlar aydınları ve gazetecileri suikastle öldürenler, hapislerde çürütenler, insanların fikirlerine tahammülü olmayanlardır. Bunlar devleti gladyoya çevirenler ve halkı bu ülkenin içinde yaşayan hayvanlara benzetenlerdir.
Bunların vatandaşlarının değil varoşlarının çocukları tek tip olmalıydı. Yani ilk okullardan itibaren dindar vatandaş yetişmeliydi. Ama zenginler için birbirinden güzel, saray gibi okullar da yapılıp herkes kıçının yerini bilmeliydi. Daha çocuk yaşta ilk öğretim sıralarından başlayan bir sosyal algılama farklılığı yaratılmalıydı. Bu engerek ve çiyanların en vahşi tarafı da bu idi Adiloş bebe… Bunlar kendi geleceklerini de şekillendirerek, senin geleceğini karartıyorlardı.
Ama güvenmek gerek Adiloş bebe.. İnanmak… ve itimat etmek… Çünkü itimat ettikçe insanlığa hizmet eder ve insanlığı yüceltiriz. Biz inanıyoruz Adiloş bebe… Bizim ümidimiz var. Çünkü biz hâlâ daha iyilerin kazanacağını düşünüyoruz. Bil bunları, bil de büyü…
Son zamanlarda TEMAD Başkanının televizyon kanallarına çıkıp Assubayların haklarını savunması ve dahası askeri konularda fikir beyan etmesi üzerine Assubaylar gündemin bir maddesi haline gelmiştir. Bu esnada Türkiye Büyük Millet Meclisinden jet hızıyla Assubayların birinci derecenin dördüncü kademesine yükselebilmesiyle ilgili kanun kabul edilerek çıkmıştır. Bu konu bugün bir gaz alma olarak kabul edilse de, kanun çıkmadan önce bir çok Assubayın en çok üzerinde durduğu bir haksızlık abidesi idi.
Assubaylar tabii ki onur mücadelelerinin gereği olarak hak arama faaliyetlerine devam etmektedirler. Düne kadar her Assubayın özlemini çektiği, konuşunca etki bırakan başkanına kavuşan TEMAD yeni denizlere yelken açmaya başlamıştır. Ancak su seviyesinin bulur misali, camia yeni TEMAD Başkanının ve Yönetim Kurulunun ufuklarının çok altında kalırsa gün gelecek bu masal da sona erecektir.
2011 yılı TEMAD için milat olmuştur. Emekli Assubayların onur mücadelelerini özümsemiş, bu uğurda çalışma yapmaya başlayan bir dernek görüntüsü oluşmuştur. Önceki TEMAD yönetimlerinin kıramadığı bir çok tabuyu yeni yönetim kırmıştır. Öyle ki, bazı TEMAD üyeleri böylesi bir yönetimin fikir ve düşüncelerinin ulaşabildiği noktaların çok çok altında kalmışlardır. Bazen TEMAD Başkanının seslendirdiği duygu ve düşünce halleri bazı TEMAD üyeleri tarafından bile anlaşılamamış, dahası tedirginlikle karşılanmıştır. Özellikle TEMAD’ın Emekli ve Muvazzaf personelin haklarını arama görevi olan tek yasal kuruluş olduğunu bildirmesi, Genelkurmay’ın karşıt bildirilerine rest çekilmesine bir çok üye desteğini sunarken bir kısım üyeler de değişik savlar ortaya atarak TEMAD Yönetimini töhmet altına sokmuşlardır. Bu tür düşüncelerin bir kısmı yıllara dayalı olarak üzerlere sinmiş yersiz korku ve kaygıdan kaynaklanmaktadır. Bazı kesimler ise TEMAD’ın arkasında hükümetin olduğunu, Genelkurmay aleyhine açıklamaların yapılmasının tamamen bir mizansen olduğunu, gerçek amacın ise Subaylar ile Assubayların arasını açmak olduğunu bile söylemişlerdir. Tıpkı Sayın Atilla Kıyat’ın dile getirdiği, asker düşmanlığına angaje olma deyimi TEMAD’ımızın üzerine geçirilmeye çalışan bir elbise haline gelmiştir. Özellikle eski Genelkurmay Başkanlarına sitem, yenilerine de methiye düzmeye alışık olan ucuz TEMAD siyaseti gidip, hâlâ daha kendini birilerinin astı olarak görmeyen ve görmek istemeyen yeni TEMAD’ın gelmesi karşısında rahatsız olanlar, tabii ki birtakım yaftalamalar yapacaklarıdır. Ancak acı olan şudur ki, TEMAD’a üye olmamak için bahane arayan veya muhalif olma adına eleştiri dozunu kaçıranlar için de bu durum bir mastürbasyon konusudur. Kestirip atmak ve geçiştirmek isteyenler için yeni bir bahanedir. Yükselen TEMAD aleyhine yaşanan gelişmelerin bir kısmını biz biliyoruz. Ancak en çoğunu da TEMAD Genel Merkezi bilmektedir. Buna mukabil bizim de hislerimiz vardır.
TEMAD’ın hak savunuculuğu misyonunu ön plana çıkarması ve üzerindeki tozu toprağı silkeleyerek büyük bir camiaya önderlik ettiğinin bilincine varması, en çok mücadele ettiğimiz güç odaklarını rahatsız etmektedir. TEMAD’ın dile getirdiği istekler aslında bir anlayış değişikliğini ve bir devrimi gerektirmektedir. Oysa henüz böyle bir devrime alışkın olmayı bir kenara bırakın, kendince geleneksel olarak gönül alan veya sinirlenen, ancak hükümetle de son derece uyum içinde çalıştığı görülen bir Genelkurmay ile karşı karşıyayız. Bu durumda tabii ki güç odaklarının işbirliği senaryoları kurulacak ise bu senaryo sırf Balyoz davaları ile aynı döneme denk gelen Astsubay hareketleri nedeniyle, hükümet TEMAD yakınlaşması diye adlandırılmamalıdır. Bilakis, Genelkurmay Başkanlığı böylesi günlerde TEMAD’a sahip çıkmalıdır. Çünkü Genelkurmay Başkanlığı da benzer töhmetler ile karşı karşıyadır.
Bazı üyeler, TEMAD’ın Balyoz ve Ergenekon davasına müdahil olmamasına rağmen hak ararken Genelkurmay Başkanlığı ile ihtilafa düşmesini, iktidar partisi taraftarı olarak müdahil olduğu izlenimi taşımışlar hâttâ yapılan çıkışları bile siyasilere göz kırpmak olarak nitelendirmişlerdir. Özellikle Atatürkçü kesime bu noktada TEMAD’a şüphe ile yaklaşma öngörüsü yerleştirilmektedir. Geldiğimiz noktada TEMAD içinde siyasal bakış açılarının farklılaşması nedeniyle bir fikir ayrılığının oluştuğu bir aşikardır. Balyoz ve Ergenekon davalarını, Astsubayların mücadele seslerini yükseltmesi ile birleştiren bu sav “Biber acıdır. Gerçekler de acıdır. Öyleyse gerçek biberdir.” kadar fikir fukarası bir yaklaşımdır. Bazılarının amacı ise Balyoz davası konusunda TEMAD’a açıklama yaptırarak derneği belirli bir görüşün himayesine sokmaktır. Oysa TEMAD şu ana kadar bu konuda son derece başarılı bir duruş sergilemiştir. Ancak ben yine de şöyle bir soru sormak istiyorum. Halen kendisi, eşi, babası, oğlu Balyoz ve Ergenekon davası nedeniyle tutuklu olanlar, acaba TEMAD’ın Assubayların Anayasal Haklarını aramak için seslerini yükseltmesine hangi yorumları yapıyorlar? Bu konularda fikir analizi yapanların neler söyleyeceğini kulaklarımla duyar gibiyim. Sahip oldukları genel fikrin en hafif ve ağza alınabilirini Sayın Atilla Kıyat seslendirmiştir. “Astsubayların bu hak arama çıkışı haksızdır.” Ya da Genelkurmay Başkanlığının resmi bildirisinde olduğu gibi… “Bu yolu onlar kendi seçti.”
Bilinmektedir ki, TEMAD Genel merkez seçimleri bir yıl önce yapılmıştır. Bu seçimler de yeni TEMAD Yönetim Kurulu çok az bir oy farkıyla yönetime gelmişlerdir. Bu da demektir ki bir çok şube yeni TEMAD Başkanına güven oyu vermemiştir. TEMAD Başkanının son çıkışları da şubelerdeki muhalif çarıklı siyaset erbaplarının mühendislikleri ile gölgelenmeye çalışılmıştır. Tüm bu hak arama faaliyetleri devam ededursun, TEMAD’ın “Dünya Assubaylar Günü” diye bir şey icat etmesine doğrusu soğuk bakan şubeler de olmuştur. Ancak taban heyecanlı ve şube yönetimlerinden farklı düşünmektedir. Muvazzaf ve emekli binlerce Astsubay TEMAD Başkanının Televizyon Kanallarındaki konuşmalarından feyz almışlardır. Hâl böyle olunca da bazı şubeler ayak sürüyerek de olsa vebal altında kalmamak veya başka umut ve düşüncelerle Ankara’daki 17 Ekim kutlamalarında yerlerini alacaklardır.
Koskoca Türkiye Emekli Assubaylar derneğini astsubayların sorunlarından ziyade, belirli bir fikrin veya partinin arka bahçesi olmasının önüne geçmek için veya dernek meselelerinin kişisel ikbal meselelerine hizmet etmesinin önüne geçmek için de çaba harcanmaktadır. Bu doğrultuda önümüzdeki dönemde şubeler zaman zaman denetlenmelidir. Milletvekilliğine adı geçen kim olursa olsun, camiaya tanıtılmalıdır. Dahası bu kişinin kendisini tanıtmasına müsaade edilmelidir. Gizli planlar sonucu birilerine hak etmediği bir paye verilmemelidir. İnce çizgilere dikkat edilmelidir. Hatırlanmalıdır ki, önceki TEMAD Genel Merkez Yönetiminin bir OYAK iştirakinin Genel Kuruluna isim verme şekli son derece tartışmaya açık ve üyeleri tatmin etmekten uzak bir görünüm çizmiştir. Özellikle İstanbul, Ankara ve İzmir şehirlerinden birer Astsubay Milletvekili çıkarmak için şube reformlarına kesinlikle ihtiyaç vardır.
İşin en vahim yanı da özellikle Doğu bölgelerimizde yaşayan emeklilerimizin dernekleşememesidir. Dernek şubelerinin olduğu haritaya baktığımızda Türkiye maalesef bölünmüş gibidir. Oysa biliyorum ki, Van, Diyarbakır, Urfa, Elazığ ve Mardin şehirlerimizde Emekli Assubaylarımız yaşamaktadır. Bu illerde şube açma girişiminde bulunulmalıdır.
Birinci Dünya Assubaylar Günü, umarım TEMAD’ın da tekrar yapılandığı, daha iyi organize olabilen bir yapıya kavuştuğu günlerin başlangıcı olur.
Bazılarınız bu yazımı okuyunca “Şimdi ne bu?” diyeceklerdir. İzlenim… Sadece izlenim… Ancak ben bu izlenimim sayesinde Genel Merkez Yönetimine atfedilen yukarıdaki aleyhte söylemlere “Bu kadarına pes.” diyorum. TEMAD Genel Merkezine sahip çıkmak için topyekün olarak Dünya Assubaylar Günü kutlamaları nedeniyle Ankara’da olmalıyız.
Saygılarımla…
Afyon’da cephaneliğin patlaması yirmi beş cana mâl oldu. Olan gidenlerin canına oldu ama tartışmalar uzadı gitti. Bir kayıkçı kavgası başladı. Herkes inandığı yerden tutup konuyu istediği yere kadar çekiyor. Gelin biz bu işin içinde olan insanlar olarak konuya birazcık farklı yaklaşalım.
Maalesef bu bir iş kazası gibi görünüyor. İçinde muhakkak ihmal vardır. Ancak ölü sayısı yirmi beş değil de bir iki asker olsaydı veya kimse ölmeseydi bu kadar tartışma olmazdı. Oysa bizler sonucu daha vahim olan veya olabilecekken tabiri caiz ise sıyırdığımız o kadar çok olay yaşadık ki…
Görev başındayken her şey oluyor. İster fazla mesainin sonucu diyelim, ya da birilerinin dediği gibi işgüzarlık diyelim… Oluyor arkadaş… Ancak meslek hayatımızda bize bir şey öğretildi. Tecrübe hayatta yenilen kazıkların bileşkesidir. Ya da bir musibet bin nasihatten iyidir. Kısaca tecrübe pahalı bir ders.
Çok gerilerden başlayalım. Sarıkamış’ta sadece tedbirsizlik nedeniyle binlerce askerimiz donarak ölmüştür. Dumlupınar denizaltımız maalesef o zamanki nöbetçi heyetinin hatası sonucu batmıştır. Kocatepe muhribimiz Kıbrıs savaşında maalesef parolaya doğru cevap verilmemesi nedeniyle kendi uçağımız tarafından batırılmıştır. Çıkarma gemimiz Doğanbey açıklarında batmış ve içinde altmış kadar askerimiz teçhizatıyla Ege’nin soğuk sularına gömülmüştür. Etimesgut lojmanlarında kalorifer patlamış ve erlerimiz hayatını kaybetmiştir. Onlarca uçağımız düşmüştür. Gölcük Depreminde çürük yapılan askeri binaların altında kalan onlarca askerimiz şehit oldu. Kendi döşediğimiz mayına kendimiz bastık. Yüzlerce silah kazası yaşadık. Kırıkkale’de mühimmat fabrikaları patladı. Bütün şehir neredeyse etki altına girdi. Bunlar sayabildiklerim…
Daha sayamadığım bir çok kaza vardır. Ancak bu kaza kadar hiç biri bu kadar politik bir sürece çekilmedi. Bu kaza kadar hiç birinde ölenlerin kemikleri sızlamadı. Hiçbir kaza Türk Silahlı Kuvvetlerinin saygınlığını bu kadar azaltmadı. Neyse bu tartışmaları da konjoktür diye kapatalım.
Her kazadan sonra birtakım düzenlemelere gidildi. Bu kazadan sonra da yine birtakım düzenlemelere gidileceği kesindir. Ancak neden bu kadar çok kaza oluyor? Tabii ki yıllara dayalı olarak korkudan kaynaklanan taşın altına elini sokmamaktan veya vurdumduymazlıktan… Gelin bu işin içinde olan kişiler olarak kafamızı iki elimizin arasına alalım. Yanlış giden ve kazaları tetikleyen uygulamaları irdeleyelim.
Eskiden fakir bir ülkeydik. Aynı zamanda büyük ve hantal bir orduya sahiptik. Çok eski model bir top veya bir araba bile envanterden kolay kolay çıkmıyordu. Ordumuzun tamir teknisyenliği, ilgili araç veya cihazı üreten ülkeleri bile şaşırtacak kadar gelişmişti. Ancak artık tamir ve eskiyi kullanma dönemi hemen hemen sona erdi. Modern araçların kaçınılmaz üstünlüğü var. Yeni anlayışlar hakim oldu. Güvenli yazılımlar ve bilgisayar teknolojisi eski teknolojileri etkisiz hale getirdi. Gereksiz zimmet korkuların artık yaşanmaması gerek. Eski teknolojilerden bir an önce kurtulup tabiri caiz ise çöp ev haline gelmemeliyiz.
Askere bir şey anlatıyorsun. Asker bağırarak cevap veriyor. “Emredersin Komutanım.” Bizim eğitim sistemimizde disiplin komutana itaat etmek olarak algılanıyor. Görev bilinci disiplin tanımının içinde değil. Bir çok asker biliriz. Emredersin diye bağırır ama hiçbir şey anlamadığına da eminsinizdir. Bağırmak insanın içinden gelen itaat etmek gibi algılanıyor. Bağırırken kıçını yırtan adam da en disiplinli asker… Biz de, “emredersin” diyoruz ama bazı şeyleri hiç anlamıyoruz. Yönetmelikler ve kontrol pusulaları bazılarımız için tıpkı bankalardaki kredi sözleşme kağıtları gibi. İçeriğini okumadan altına imza atarız. Hoş, bankacı da çok okumamızı istemez. Nasıl olsa değişecek bir şey yoktur. Bizim kontrol pusulalarımız da biliriz ki her halükarda sorumluluğu bize veriyor. Üzerinde tartışamayız. İmzalar geçeriz. Biraz gerçek örnekler verelim. Bakın size neler anlatacağım.
Doksanlı yıllarda Assubayın biri, bir karakola görevli gider. Karakol dağ başındadır. Assubaya yine Astsubay olan karakol komutanı der ki; “-Bizim yemeklerimiz kazan mevcuduna göre çıkıyor. Ben erimin yemeğini başkasına yediremem. Kusura bakmayın.” Karakol komutanı astsubay haklıdır. Ancak insani olarak düşününce dağ başında ikmali haftada bir gelen karakola geçici görevle gelen şahıs nasıl olacak da aldığı görev tazminatı ile kendine yiyecek alacak, pişirecek ve yiyecek? Konu on yıllarca sorun olup devam eder gider. Bu sorunun sona ermesi için geçici görevdeki bir Assubayın açlıktan ölmesi mi gerekmektedir? Allah’tan Karakol komutanları insaflı, böyle durumlarda yardımcı oluyorlar. Haaa… bir asker tutupta, “Benim yemeğimi başkasına yediriyorlar. Doymuyorum.” diye şikayet ederse hiç düşünmeden gelip sorgulamayı da yaparlar. Bir astsubay dağ başındaki karakola geçici görevle iki üç ay süreliğine gider de kazan mevcuduna dahil edilmez mi?
“Asker ocağı peygamber ocağıdır.” deriz. Bulunduğumuz ortama kutsallık katarız. Ancak küçük düşünceler ile bu kutsallıkla alakası olmayan şeyler yaparız. Öncelikle askerlerin dağıtımında objektif kriterlerden uzaklaşırız. Sonra sağlık şartlarını lastik gibi kullanırız. Babası zengin olan birinin bir alerjisi askerlik yapacağı yeri değiştirirken, astım hastası olan fakir askerin bu rahatsızlığı görmezden gelinebilir. Sonra sorarız; Neden hep fakir çocukları şehit oluyor? Halk olarak içimize adalet sinmediği için, devletin adaletine inanmadığımız için her fırsatta kendimize ayrıcalık sağlayacak her konuya düşünmeden atılırız.
Bağırarak konuşma, hemen rütbeye sarılma ve “Ben sana kim olduğumu gösteririm?” tarzı akıldan uzak yaklaşımlar kişilerle sağlıklı iletişimin önünü kapatıyor. Özellikle askerlik ortamına alışık olmayan biri için bu durum bunalım sebebi bile olabiliyor. Askerlik yaparken çok değişip geldiğini söylediğimiz çocuklarımız aslında bir sağlık uzmanına gösterilirse, bir depresyon belirtisi de çıkabilir. Mantar ve hemoroid gibi hastalıklar maalesef sağlıklı olmayan koşullarda çalışmak zorunda kalındığı düşünülen hastalıklardır. Bunu kabullenmek yerine neden üzerine gidilip askerlik çağında kazanılan rahatsızlıklara karşı koruyucu hekimlik uygulamaları devreye sokulmaz ki? Yukarıda bahsettiğim mevzu askerlikten soğutmak olarak uzun süre tepki topladı. Ancak insana sormazlar mı? Öyle mi? Değil mi?
Birde şu çay ocakları var ya çay ocakları tam bir baş belası. Her birlikte çay ocağı vardır. Bu çay ocaklarında çay, tost,hamburger gibi şeyler satılır. Hepsinin başında da bir astsubay sorumludur. Satılan her şeyin bir muaddel bedeli vardır. Yani eldeki ürün satılınca ele geçmesi gereken para bellidir. Ben size çaydan örnek vereyim. Bir kilo çay ve bir kilo şeker ile falan sayıda çay çıkmalıdır. Ancak bu muaddeli belirleyenler hep yüksek rakamlar kullanırlar. Neden mi? Az çay yazarlarsa astsubay fazla çay satar ve cebine atar. Ancak çayı çok çıkarmak isteyen bir görevli bayatlasa da o çayı sattırmalıdır. Fakat gel gör ki, komutanın misafirleri gelir. Tavşan kanı yeni demlenmiş çay istenir. Falanca Astsubay gelir “oğlum bu çay ne böyle” der. Bu nedenle çay ocakları bol bol açık verir. Çay ocağı sorumlusu astsubay işi bırakınca ne kadar zararla çıkacağını hesap eder. İşgüzarlık yapıpta cebinden çay alıp açık kapatmaya çalıştıysa vay haline… Gelsin savunmalar, mahkemeler… Bu sorunların çözülmesi için medyaya konu ile alakalı kötü bir tecrübenin yaşanması mı gerek? İntihar eden bir çok personel var. Bunların çoğu uğradıkları haksızlık ve çaresizlik sonucu yaşanan bunalım intiharları… Kimi komutanının sözünü hazmedemez, kimi de ufak tefek paralar için düştüğü durumları kaldıramaz… Sosyal tesis, çay ocakları ve kantinlerdeki sorunları anlatsak bir kitap olur. Kışlalardan ticareti uzaklaştırsak fena olmaz mı?
Üst rütbeli subaylar başarılı olup daha üst rütbelere yükselmek için performansa dayalı bir sürece girerler. Bu süreçte çalışma tempolarını ve sürelerini arttırırken bazı stratejiler belirlerler. Mesela bazıları komutan çıkmadıkça birlikten ayrılmazlar. Ancak diğer personel normal olarak akşam çıkar evine gider. İşte bu durumu hazmedemeyenler de vardır. Komutan çıkmadan nereye gidiyorsun diye bir de hesap sorarlar. Bu kişilerin hazımsızlık durumuna göre mesailer uzar da uzar… Şimdiyi bilmem ama eskiden gemilerde daha da ileri giderlerdi. Komutan çıkmadan mesai bitmezdi. Akşam mesaiden önce komutan çıkardı. Düşünün ki komutanın işi çıktı oturuyor veya çay içip sohbete daldı kaldı. Tüm personel bekler dururdu. Bireysel ihtiraslardan personeli koruyacak kurallar oluştursak, saygıyı katılaştıran geleneklerden uzaklaşsak hoş olmaz mı?
Yurt dışında birtakım kurslar açılmaya başlanmıştır. Bu kurslardan biri de yerinde lisan eğitimidir. Yerinde lisan eğitimleri, o lisan ile ilgili görev yapmış ve yapmakta olan, bu kursa gittiği taktirde verimliliği artacak olan kişiler düşünülerek istenmiş ve programa alınmıştır. Ancak uygulamaya gelince maalesef saç baş yoldurtacak kadar akıl dışı işler olmuştur. Bu programa gitmesi gerekenlerin yerine, hiç bu işlerle alakası olmayanlar bu kurslara gönderilmiştir. Bu örneğimi atamalara da uygulayıp çoğaltabiliriz. Yerinde lisan eğitimlerine başta olmak üzere görevlendirmelerde objektif kriterleri yaygınlaştırsak hoş olmaz mı?
Basında sık sık duyarız. Bazı köşe yazarları askerlik yapanların kötü hatıralarını köşelerine taşırlar. Sonra da onlara kızarız. Türk Silahlı Kuvvetlerini karalıyorlar diye… Bu yazarlardan bazıları menfaat çarkından söz eder. Kimi de üst rütbelilerin sorumsuzluğundan veya bencilliğinden. Biz Assubaylar tüm bunlardan kendimizi soyutlayamayız. Birçok yerde bu ilişkilerin içinde astsubay da bulmak mümkündür.
Adaletsizliğin içinden adalet yaratmaya çalışmak çok komik olmaktadır. OYAK başta olmak üzere askeri yan kuruluşlar ve derneklerde ıslah çalışması yapılması gerekmiyor mu?
Şöyle de düşünebiliriz. Hiçbir şey mükemmel değildir. Her orduda veya her kurumda maalesef istenmeyen şeyler oluyor. Bu olaylarda yapılması gerekenlerin yapılmamasının sebepleri ortada iken bunun üzerine gidilmiyor ise bunun sebebi sorgulanmalıdır. Engellenemese de en aza indirmek için gereken akılcı yaklaşımlar dinlenmelidir. Biz assubaylara sadece kendi haklarımız hakkında değil, Türk Silahlı Kuvvetlerinin daha akılcı yönetilmesi için de çok görev düşüyor.
Hepimiz az ve orta gelirli bir aileden geldik. Bir taraftan teknik öğrendik, diğer taraftan da hiyerarşi. Teknik denilen şey doğru ve yanlışın test edilip bulunduğu pozitif bilim. Ancak hiyerarşi denince insan davranış tarzı akla geliyor ki; şu an bile tartışmak için birkaç fırın ekmek yememiz gerekiyor.
Mesela diyorum ki… Bir ast komutanına hiç çekinmeden diyebilmeli ki… “Çok yoruldum” . Subay mesai dışında bir astsubay veya uzman çavuşla arkadaşlık etmekten kaçınmamalı. Sosyal alan birlikteliği ne kadar artarsa mükemmele giden yola ulaştıran sinerji o kadar artar. Ön yargılardan arınmış bir iletişim modeli geliştirilmeli. Teftişe gelen müfettişe, birkaç çay veya çikolata, gofret veya bir top kağıt için personeli mahkum edecek pozisyona getiren anlayışa son verilmeli. Bunu söylerken denetleme yapılmasın demiyorum, ancak en azından kişiler branşları dışında çalışmazlarsa daha az hata yaparlar. Ancak kişilere bilmediği görevler verilirse, istenirse o kişi ile kedi fare gibi oynanır. Personel ile kedi fare oyunu oynanmamalı. Korkak ve savunmada kalan bir yapılanmadan çok aktif ve bilgiye dayalı personel tipi üretilmeli. Asker; düşünülenin aksine, katılımcı, kendini küçük ya da büyük görmeyen, kompleksli olmayan, öz güveni yüksek birey olmalı. Bir Genelkurmay Başkanının iki dudağı arasından çıkan bir gece yarısı hassasiyeti ile maalesef Türk futboluna katkısı tartışmasız olan silahlı kuvvetlerimizin hakem görevlendirmelerine son verilmesi çok anlamsız idi. Toplumun bir alanında kişisel performans sergileyen personelin o işlerden alınması maalesef bir kol kesmek kadar acı idi. Tabii ki buna sevinenler de olmuştu. Sayın Toroğlu’nun anti yorumları sayesinde yüzlerce genç hakem adayı assubayın rüyaları sona ermişti. İşte personel komutanlarını böyle tanıyordu. Basiretsiz ve personelinin haklarını gözetmekten aciz… Düşününce bu da bir kazadır. Hem de çok sık yaptığımız kazalardan biri. Hukuk gaspı kazası…
Cezaya dayalı verimlilik modelinden vazgeçilmeli. Ama bazılarımız diyecek ki.. Yahu askerlik bu. Hiç öyle şey olur mu? Olur. Neden olmasın ki… Ceza on dokuzuncu yüzyıl üretim arttırma modelidir. Yirminci yüzyıl emeğin sermayedeki öneminin ön plana çıktığı bir yüzyıl olmuştur. Dolayısıyla cezanın ön plana çıktığı yönetim modeli çağdışıdır.
Hiç birimiz aptal değiliz. Ancak zaman zaman kafamız zehir gibi çalışsa da, bazı şeyleri görmeyip aptal gibi davranmayı o kadar güzel başarıyoruz ki…Bahriyede bir söz vardır. “Zincir en zayıf halkası kadar sağlamdır.” Bu zayıf baklayı bulmaya neden çaba sarf etmeyiz de kalan sağlam baklaları gösterip övünürüz? Her birliğin girişinde bir sürü veciz sözler vardır. Bazı yerlerde şu yazar. “Önce emniyet.” Sizlere bir zayıf bakla da ben göstereyim. En basitinden çoğumuz lojmanlarda yaşıyoruz. Ailelerimizi o lojmanlara bırakıp gidiyoruz. Lojmanlarımız maalesef çoğu seksenli, doksanlı yıllarda yapılmış ve sağlamlığı ciddi derecede tartışılan yapılar. Lojmanlar bölgesinde askerlerin görevlendirilmesi uygulaması sona erdirilince her apartmana sivil görevliler alındı. Bu görevliler apartmanların giriş katlarına yerleştirildi. Öyle ki bazı daireler içinde oturulamayacak durumda iken bile içine kapıcı konup oturulması sağlandı. Yani, derme çatma çözümlerle işler halledildi sayıldı. Lojmanlarımızın depoları sanki antika deposu. İçine girip bakın altmışlı yıllardan kalma gaz sobalarını, merdaneli çamaşır makinelerini bile görürsünüz. Ama biz çöpe atmayı ya da başka kullanıcının faydalanmasına sunmayı bilmediğimizden ve “belki lazım olur.” Diye düşündüğümüzden lojmanlarımızın altını çöple doldurduk. Tayin oluruz endişesiyle boş kolilerimiz de yığılı durur bu sözde sığınaklarda. Lojmanların çoğunun altı fare ve haşerat yuvası halini bu şekilde alıyor. Bunun yanı sıra su ve elektrik tesisatları çoğu eski sistem ve özellikle su arızaları bir türlü kalıcı olarak düzeltilmiyor. Benim yaşadığım lojmanda sığınakta taşıyıcı kirişten aşağıya su akardı. Bu su leğende birikirdi. Belirli bir süre sonra görevli bu suyu boşaltırdı. Kiriş ıpıslak idi. Bu belirli bir dönem değil görev yaptığım dört yıl boyunca böyleydi. Ayrıca düşünün ki bir koskoca Tugayın içindeydik. Ayrıca bina aşırı derecede oturduğu için de kuvvetlendirilmiş bir bina idi. Şimdi biz, komşularımız ve çoluk çocuğumuz ölmeden o binadan sağ salim çıktık diye gerekli tedbirler alınmasın mı? Benim gibi bunu dile getirenler hemen, asılsız konuşan, milleti galeyana getiren veya yaygara çıkaran olarak lanse edilirse bir gün gelecek o bina maalesef çökecektir. O olay olduğunda, daha önce o binada oturmuş bir kişi olarak neyim? Şanslı mı? Suçlu mu? Sorumsuz mu? Zavallı mı?
Başlık ağır olunca insanın durup durup aklına bir şeyler geliyor. Kim bilir sizin de aklınıza neler neler gelmiştir.
Bir de gölgede kalan başkalarının acıları var. Maalesef kundaktaki bebeğin bile bir teknenin deposunda kilitlenip ölüme terk edilmesi bizim acımız olamadı. Biz batının medeniyetinin peşini bırakıp kendi saltanat ve halifeliğimizi kuraduralım, bir çok Ortadoğu ve Uzakdoğu vatandaşı, daha iyi yaşam şartlarına kavuşmak için, Türkiye üzerinden, beğenmediğimiz ve doğrusu dinine karşı cihat ilan edilmesine inanılan, ancak din olgusunun devletteki yerini iki yüz yıl önce aşmış Laik Avrupa’ya koşuyor. Bu uğurda Ege ve Akdeniz’in sularına gömülen insanların sayısı o kadar çok ki… Kim bilir, Avrupa’ya kaçmayı başaranlar çok daha fazladır. Kaçanı, kaçamayanı bir kenara bırakırsak Türkiye Cumhuriyeti topraklarında adına insan ticareti denen çok kirli bir oyun oynanıyor. İnsan kendi kendine soruyor. Afyon’da şehit olan yirmi beş vatan evladının üzerinden yaratılan polemik yerine asıl tartışılması gereken, insan ticaretinin önüne nasıl geçilemiyor? Bu işin içindeki rantın boyutları nerelere uzanıyor? Kim görevini iyi yapmıyor? Sanki Afyon’daki cephanelik patlaması bazıları için çok güzel bir gündem kaydırma aracı oldu. Devlet artık “Ülkeye para girsin de nasıl girerse girsin ?” diye mi düşünüyor? Acaba o zavallılardan toplanan para hangi markette harcandı? Hangi bankada mevduat oldu? Hangi devlet memuruna rüşvet oldu? Sorgulamayalım mı?
Tanka, topa, tuvalete, arabaya ceza verip insanları ne kadar caydırabiliriz? Yaptığımız işin akıl dışılığının milletin ağzına düşmesine vesile olan “şeytanın bile aklının ermediği” askerlik modeli ile nasıl övünebiliriz?
Askerlerine komutanlık ederken, bir gram menfaat gözetmeden sadece ve sadece vatanın ve milletinin hizmetinde olan, haksızlıklara karşı susmayıp, dilsiz şeytan olmayan tüm komutanlara saygılarımı sunarım.
Devleti yönetirken bir gram menfaat gözetmeden sadece ve sadece vatanın ve milletinin hizmetinde olan, haksızlıklara karşı susmayıp, dilsiz şeytan olmayan tüm siyasiler ve yetkililere saygılarımı sunuyorum.
Toparlarsak saygı duyulacak insan ne kadar az değil mi?...
Diyorum ki; (Sivil, asker fark etmez.) “Masum değiliz hiç birimiz.”
Maalesef yeni bir tanımlamamız daha oldu. “Laikçi”. Sayın Milli Eğitim Bakanı içindeki kini bu söz ile bir kez daha dışa vurdu. Kendisinin bu sözü ile bir takım saptamalar yapmak istiyorum. Neden böyle konuşmuş olabilir?
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer öyle gösteriyor ki “dinci” kelimesine karşı geliştirilen sözcüğü bilerek gündeme getirmiştir. Belli ki dinci kelimesine karşı mevcut alınganlığına hedef olarak laikleri oturtmuştur. Yalnız Sayın Bakana bir şeyleri hatırlatmak gerekir. Dinci demek, dini kullanarak kendi siyasi veya maddi menfaatlerine olanak sağlayan kişi demektir. Laikçi ise laik düşünce ile kendi siyasi ve maddi menfaatlerine olanak sağlayan kişidir. Şu sıralar laikçi diye bir tanım yapmak akıl dışıdır. Çünkü menfaatperestler şunu bilirler ki, şu sıralar laikçi değil, dinci olma zamanıdır. Dün laik olanlar bugün de laik olmaya devam ediyorlarsa bu kişilere laikçi değil laik deriz. Ancak dün laik olup da bugün dindarlık oyunu oynayanlara ise dinci deriz. Lafı tersinden söylemek gerekirse on beş yıl önce devletin memuru iken laik olmadığı halde laikmiş gibi görünen bu günün dincileri laikçi idiler.
Milletimiz balık hafızalıdır. Herşeyi unutur. Sayın Bakanın “laikçi” kelimesini gündeme getirmesi anısına bir şeyleri hatırlatmak istiyorum. Aynı Bakan Müsteşar iken kendi gönlünden geçen devletin adını,bir açıklamasında zikretmişti. “Anadolu İslam Cumhuriyeti”… İşte Milli Eğitim Bakanımızın hayalindeki devletin ismi. İçinde “Türk” kelimesi yok. Ayrıca yüzde yüz Müslümanlardan oluşması gereken bir devlet yapılanması zihniyetindedir. Yani din devletini savunuyor. Sayın Bakan bu özelliği ile laik veya laikçi değildir. Aynı zamanda dinci de değildir. Tamamen dindardır. Aynı zamanda şerait taraftarıdır. Bu haliyle kendisini dinci kapsamına sokanlara kızmış olabilir.
Sayın Milli Eğitim Bakanının bir açıklaması da bizlerle ilgilidir. Yani Emekli Assubaylarla… Sayın Bakan Ömer Dinçer Sosyal Güvenlik Bakanı iken emekli assubayların özlük haklarına yönelik iyileştirme çabaları devam ederken, konuya soğuk bakmış ve bu düşüncesini, kendisi Maliye Bakanı olmadığı halde “Bütçe olanakları müsait değil” diyerek belirtmiştir. Ancak aynı yıl imamların maddi olanakları oldukça iyileştirilmiştir. Bugün bir imamın geliri ve yaşam standardı Assubaydan çok yukarıdadır.
Laikçiler kelimesi açılmışken Dindar Milli Eğitim Bakanının gölgesindeki şu dincileri biraz daha yazmak istiyorum.
Gördüğünüz gibi ne kadar çok dinci mesleğini icra eden var. Dinciliğin uygulanması çok çok farklı olabiliyor. Ancak şu sıralar biri laikçi dükkanı açsa iflas eder.
4+4+4 Eğitim sistemi ile birlikte bir çok ilköğretim okulu imamhatip okulu haline getirildi. Artık vatandaş dinini 'sözde' daha rahat öğrenecek. Artık milli eğitim okullarının hepsinde rahatlıkla imam hatip eğitimi verilecek. Okullara en çok alınan öğretmen branşı din öğretmeni. Artık dindar bir nesil gelecek. “Bunun neresi kötü?” diyenler olabilir. Ancak böyle diyenlere sesleniyorum. “Orada biraz durun!” Çağdaş,medeni bir ülkede devlet din eğitimi verecekse hangi dinin eğitimini alacağına dair öğrenciye bir soru yöneltmelidir. Aksi taktirde süreç, müslümanlık dininin Sünni inanışını aşılamaya yönelik bir çalışmaya hizmet eder. Bir inanış kendi inanılırlığını savunma yoluna girip taraftar toplamak isterse, diğer inanışları kötülemek ve çürütmek zorundadır. Maalesef yapılan ve yapılacak olan budur.
Ancak yine de Çağdaş Türkiye’nin Kurucusu olan Atatürk’ün izinden gitmeyi bilmek, Türkiye’nin geleceğini batı medeniyetlerinde aramak kabul ettiğim ideolojik yaklaşım. Benim gibi Atatürk devrimlerini savunan insanlara yeni bir senaryo düzenleniyor. Bazı kanallarda yandaş tarihçiler çıkıp öyle konuşmalar yapıyorlar ki, sözün sonunda her ne kadar telafuz etmeseler de Atatürk’ü diktatörlükle suçluyorlar.
Ancak bu kişiler büyük bir acemilik göstererek halktan şunu kaçırıyorlar. Atatürk isteseydi halife olabilirdi. İsteseydi saltanatı devam ettirip saltanatın başına geçebilirdi.Sonuçta bazı kesimler Atatürk’e bunun önünü açmıştı. Ancak O, Anadolu’ya ayak bastıktan sonra her fırsatta halk meclisleri, temsilciler meclisleri toplamıştı. Ankara’ya gelince de ilk işi Türkiye Büyük Millet Meclisini toplamıştır.
Atatürk'ün son yılları acımasızca yargılanıyor. Ancak ülkenin içindeki ayrılıkçı fraksiyonlar gözden kaçırılıyor. Tek partiden çıkıp çağdaş demokratik bir ortamda çoklu parti ile seçime girmek Atatürk’ün en büyük hayaliydi. Atatürk demokrasiye ve insan haklarına özlem duyarak aramızdan ayrıldı. Devletin bekaası için çok partili sistem hayalini bile gerçekleştiremeyen Atatürk’e diktatör yakıştırması yapmak ihanettir. Sonuçta Atatürk’ün yaşadığı devirde insanların ekseriyeti cahildi. Anadolu’da tarikatların dediği oluyordu. Atatürk’ün, makam sevdası için ve tek başına lider olmak için sert yönetim sergilediğini öne sürenler de var. Ne kadar acı… Oysa o tarihlerde Atatürk’ten başka milletin başına geçecek lider kimsenin aklından bile geçmiyordu. Kimse ona rakip bile olmak istememişti.
Okullar bir hafta sonra açılacak. Ancak bu açılış bizi Cumhuriyetin kazanımlarından bir kocaman adım daha uzaklaştıracak. On bir yaşında kız çocukları başını örtüp okul sıralarına oturacaklar. Laikliğe özellikle dokunmuyorlardı. Ancak Milli Eğitim Bakanı hükümetin içindeki en radikal ve en hazımsız bakan olacak ki Laikliğe söz etmeden duramadı. Tıpkı bir meydan savaşında rakibinin ölüp ölmediğini dürtükleyen asker gibi… Laik idik. Laikçi olduk sayelerinde…
Sanırım 17 Ekim Astsubay Festivalini böyle tanıtıyoruz. İnternetten öğrenip birbirimize soruyoruz. Oysa böyle mi olmalıydı? Tabii ki hayır.
Festivaller belirli bir yörenin, sanatın veya meslek grubunun tanıtımını yapan etkinliklerdir. Ancak günümüzde anlamını yitirmiş, erozyona uğramış bir eğlence tertibatından ileri gitmemektedir. Artık ülkemizdeki festivallerin genel bir adı vardır; Kültür, turizm ve sanat festivali… Bu festivallerin hepsinin ortak bazı özellikleri vardır. İrili ufaklı kasabaların politikacıların birbirleriyle sidik yarışı yaptığı bu festivaller bir kortej ve bir konserden ibarettir. Kortejlerin olmazsa olmazı, animatör gruplarının oyuncağı olmuş sözde mehter takımları, süklüm püklüm halkın arasından geçerken, gazel çeken bir sarhoş kadar kendilerinden eminler. Arkalarındaki festival komitesi ise evlere şenlik. Festivali düzenlemek için gece gündüz emek sarf eden, kendini parçalayanlardan ziyade yörenin tanınmış ve siyasi şahsiyetlerinin boy gösterme arenasıdır bu kortejler. Akşam programları da her yerde artık standartlaşmıştır. Yirmi yaşındaki bir delikanlıya ya da genç kıza festival nedir diye soracak olursanız sanırım alacağınız cevap havai fişek gösterisi ve tanınmış bir sanatçının geleceği bir konserdir.
Maalesef ülkemizde festivallerin seremonisi bizim hayatımızın kaba bir göstergesidir. Üstünkörü, üzerinde fazla kafa yorulmamış, dış başarı gösterisine endeksli bir tür çalım satma şenliğinden başka bir şey değil. Eski yılların panayırları kadar bile özgür ve halk katılımının olmadığı bu festivaller birkaç kişinin şekillendirmesiyle yürür gider.
Biz festivali kimlerle yapacağız? Tabii ki bir salonu dolduracak kadar hazır adamlarımız var. Genel Merkez çevresinden elli altmış kişi, elli altmış kendini assubayların onuruna vakfetmiş duayen. Hepsi bu kadar… Bu düşüncemi destekleyecek bir örneğim de var. Ankara’da haklarımız için yürüdüğümüzde Tüm TEMAD Şubelerine de katılım için çağrı yapılmıştı. Çok iyi biliyorum ki, o zaman TEMAD’ın seksen altı şubesi vardı. Ancak katılan şube sayısı otuz beş kadar idi. Hatta bazı şubelerdeki Emekli Assubaylar dernekten ücretsiz otobüs kaldırmasını bekleme gafletine dahi gitmişlerdi. Dahası bazı Emekli Assubaylar protesto eylemimize ve yürüyüşümüze katılmadan, yoldan geçen vatandaş edasıyla yürüyüşümüzü süzüp, kalabalığın arasından kaybolup gitmişlerdi.
Gelelim bizim festivalimize… Biz de bir festival yapma kararı aldık. Bu konu üzerinde biraz kafa yormak , biraz yazıp çizmek gerek. Düşünmeyen ve kendine sunulanı seyreden Türk toplumunun festival anlayışına göre birkaç kişinin organize edeceği bir konser, bir sergi, bir toplantıdan öte gitmeyen festival bizlere yakışmasa gerek. Bu nedenle bu festival kararı biraz erken mi alındı diye kendi kendime düşünmüyor değilim. TEMAD’ın doksan şubesi var. Birçok şubenin ve şube başkanının festival yapılacağından veya 17 Ekim’in Dünya Assubaylar Günü olarak kutlanacağından haberi olmadığına eminim. Kendi şube başkanım bile konuyu ilk kez benden duydu. Bunu bir eleştiri olarak sunuyorum. İşin daha da vahim bir tarafı var. Sayın TEMAD Başkanı son aylarda medyada bizlerin sesini sağır sultanlara bile duyurdu. Başkanımız hitap gücü ve konuları topluma aktarma becerisiyle hepimizin takdirini kazandı. Bizlerin en çok unuttuğu konu, Sayın Başkanımıza en çok desteği Emekli Assubayların değil muvazzafların vermiş olmasıdır. Bu destek sanal bir destektir. Sosyal medya aracılığı ile bir duygu yoğunlaşması yaşanmıştır. Oysa güncel hayatta Emekli Assubaylar birbirinden o kadar kopuk ki… Sanırım bir festival düzenlemeden önce bir sınıf bilinci tazelemesinin yapılması gerekirdi… Bir çok emekli astsubay bizim onur mücadelemizin maddelerini bile sayamaz. TEMAD şubelerinin bir çoğu şubeye uğramayan fakat aidatını gönderen üyelerden oluşuyor. Üstüne üstlük TEMAD’ı küçümseyen, bir şeye benzetemeyen, ancak sadece zam haberi konusunda dernekten medet uman lümpen kesim de azımsanamayacak kadar fazla. Onlara göre; onlar boş insan değiller, işleri güçleri var.
Sayın TEMAD Başkanı ve yöneticileri sesimizi duyurmak için her yolu deniyorlar. Haklı mücadelemize iyi bir kılavuz olmaya çalışıyorlar. Sanal heyecanla çıkan bu festival organizasyonunun Anadolu’daki kasaba festivalleri gibi olmaması gerekmektedir. Sonuçta bir spesifik meslek organizasyonuyuz. Bizim içimizde çok büyük cevherler var. Mesleğimizin değil, mesleklerimizin tanıtılması gerekir. Standların oluşturulması, kuvvet komutanlıklarından muvazzaf personel desteği sağlanarak ne iş yaptıklarının anlatılmasının birinci ağızdan istenmesi gerekir. Astsubay Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin katılımı ile halka, okullarımızın tanıtımı sağlanmalıdır. Canlı performans gösterileri, animasyonlar gibi teatral anlatımlara yer verilmelidir. Panel ve sempozyumlar düzenlenerek bilim, siyaset,medya ve askeri şahsiyetler davet edilmelidir. Bölgesel ve askeri konularda Assubayların sözleri dinlenmesi için fırsatlar yaratılmalıdır.
Tüm bu nedenlerden dolayı geniş bir festival komitesi hazırlanmalı ve toplantılara başlanmalıdır. Biz, Emekli Assubaylar olarak, elde avuçta olan birkaç kuruşla bir gazete ilanı, bir sanatçı konseri gibi bir festival istemiyoruz. Biz, hak ettiğimiz yerin aşağısında bir yaşam mücadelesi veren, hakkı yenen bir meslek grubu olduğumuzu bilgi ve birikimimizle nasıl anlatırız? Birinci festivalimizin konusu bu olmalı. Bu nedenle gelin fikirleşelim. Gelin yorumlarımızı, tekliflerimizi, tartışmalarımızı bu konuya yoğunlaştıralım.
Gelin şehitlerimizi bu festivalimizde bir kez daha analım. Onların anısına bir kitap hazırlayıp, bu kitabın TEMAD Genel Başkanı tarafından imzalanarak festivalimizi ziyaret eden politikacı ve gazetecilere hediye edilmesini sağlamalıyız. Bunun yanı sıra aynı şekilde assubayların hatıralarından, düşünce yazılarından oluşan derleme kitaplar oluşturalım. Bunu bir komite ile hazırlayarak gelirlerinin TEMAD’a aktarılmasını sağlayalım. Kitap yazmış meslektaşlarımızın kitaplarını da bu standımızda sergileyelim. Kısacası literatürde bizim de yerimiz olsun.
Saygılarımla…
Sevgilim, Canım Karıcığım,
Seninle geçen evlilik yıllarımızdan birinin yıldönümünde “Bu kadarına pes” demeden benimle aynı yastığa baş koyduğun için bu aşağıdaki cümlelerimi sana ithaf ediyorum. Bu yazı herhangi bir assubayın eşiyle yaşadığı bir serüvenin içinden yalnızca biridir.
Assubaylık mesleğine başladığım yıllarda bunun bir meslekten ziyade bir hayat tarzı olduğunu hemen kavramıştım. Bu hayat tarzındaki rolümü hiç mi hiç beğenmemiştim. Beğenmememin nedeni baş rol beklerken yan rolü üstlenmiş bir tiyatro oyuncusunun psikolojisi ile bir değildi. Yüz yıl önce Amerika Halkındaki zenci-beyaz ikilemesine benzer bir yaşam tarzına girdiğim için mutsuzdum fakat hep bir gün sona ereceğinden umutluydum. Bilinçsizlik mi dersin, yoksa bencillik mi, ne dersen de, seni de bu beğenmediğim yola ortak ettim. Ne yaparsın işte!.. Bizim meslektekilerin bir lafı vardı. “- Bu mesleğe başlarken 1-0 yenik başlarsın. Evlendiğinde de durum 1-1 berabere olur.” Derlerdi. Bu laftan hiçbir şey anlamasam da kadını aşağılayan bir düşünceye yakın bulur ve pek beğenmezdim. Acaba benim de zencim sen miydin? Ne kadar aptalca değil mi?
Düğünümüzü hatırlıyor musun? Düğün salonlarında en güzel masa gelin ve damatındır. Bütün gözler bu masadadır. Gülümseyen gözlerle onlara mutluluklar dilerler. Oysa bizim düğünümüzde konsantre bozucu bir masa vardı. Komutan masası. Ne kadar komik değil mi?
Hatırladın mı aşkım, bize lojman çıktığında eşyalarımızı kamyondan lojmana taşımak için asker veriyorlardı. Bize de yardımcı olsunlar diye üç asker vermişlerdi. Ancak sen onlara acımıştın da onlardan daha çok eşya taşımıştın. O zaman sen bu askerlerin eşya taşımasını içine sindirememiştin de, ben sana bunun normal olduğunu söylemiştim. Oysa normal değildi. Bunu ben de biliyordum. Ancak mesleğimi avantaja çevirebileceğim yegane anlar idi bu anlar. Ama düşünüyorum da her tayin döneminde bir birlikteki onlarca kişinin evini bu erler taşırdı. Sen de bunu gördükçe çocuğunun asker olmasını istemezdin. Hatta bu çocukların anne ve babaları görse ne kadar kızarlar derdin. Gece biz sıcacık evimizde otururken kaloriferimize kömürü asker atardı. Bazıları evler çok sıcak oluyor diye hayıflanır, bazıları da ısınamıyoruz diye kalorifer dairesine gider askere fırça çekerdi. Bu hatıralarımızı da sorgulamamız gerek diye düşünüyorum.
Askerler bana senin yanında “komutanım” dedikçe kendimi Genelkurmay Başkanı gibi hissediyordum. Senin beni yavaş yavaş tanımaya başladığın o anlar, sübjektif bir realitenin ilk adımları idi.
Sonraları hayatına komutanın hanımı girdi. Sen benim gözümün içine bakarken, sanki birileri sana “hayır yanlış kişinin gözünün içine bakıyorsun. Komutanın eşinin gözünün içine bak.” Diyordu.
Senin normal günlük hayatın komutan eşi ve ona farklı davrananlar arasında “tavır” olarak algılanıyordu. Artık yavaş yavaş üniformayla tanışmaya başlamıştın.
Gençtik. Eğlenmeyi de severdik. Arkadaşlarla veda gecelerine, Cumhuriyet balolarına katılırdık. Bu gecelerde askeri hiyerarşi adıyla bazı kurallar geliştirilmişti. Komutanla eşi dans pistine kalkmadan kimse dans etmemeliydi. Oturum yerleri daha önceden belirlendiği gibi rütbeye göre olmalıydı. Ancak saflığımız ve eğlenmeye odaklanmış olmamız nedeniyle bunlara pek kulak asmazdık. Başkalarının bizleri üzmesine müsaade etmezdik. Oysa kendilerini fark ettirmek isteyenler, biz fark etmek istemedikçe önümüze dikilir ve tabiri caiz ise “ Beni fark edeceksin.” Der gibi emrivaki tavırlar sergilerlerdi. Bu fark etmeme halimiz, bizim gibi davranmayanlar tarafından da kullanılarak asiler veya disiplinsizler arasına girmemize vesile olurdu.
İlk acı tecrübeni kuaför sırasında almıştın. Sivil memur kuaför senin güçlükle aldığın randevuyu Subay eşine vererek seni çok öfkelendirmişti. Çalıştığım iş yerine geldiğinde iki gözün iki çeşme ağlıyordun. “Gidelim buradan” diye yalvarıyordun.
Bir gün komutanım beni makam odasına çağırmıştı. Mart ayının yaklaştığını ve kendisini zor durumda bıraktığımı söylemişti. Beni tüm kalbiyle samimi olarak uyarmıştı. Yani eşin sosyal faaliyetlere katılmıyor. Böyle devam ederse sana yüksek sicil verirsem başkalarına haksızlık yapmış olurum diyordu. Ayrıca benim iyi sicilli ve gelecek vaad eden, yurt dışı görevine yakın bir personel olduğumu söyleyerek senin sosyal faaliyetlere, yani eşinin düzenlediği çay partileri ve günlerine katılmanı istiyordu. Bunu sana söylediğimde sen korkarak, senin başına kötü bir şey gelecekse ben katılırım. Demiştin. Oysa benim başıma kötü bir şey gelmesine gerek yoktu. Sadece umutlarıma seni esir edecektim. Beklentilerimde senin de rolün olmuştu. Hani komutanlar rütbe terfi törenlerinde konuşurlarya… “ Bu rütbeye gelmemde en çok emeği geçen sevgili eşime teşekkür ediyorum.” Galiba bu bir realite idi. Evet eşlerin rolü büyüktü. Neyse işte… O ikazdan sonra sen de bir çaya katılmıştın. Senin aslında çaylardan falan kaçtığın yoktu. Sen sadece orada yaşanan eşler arası askerlikten de öte yalakalık pozisyonlarına takılıyordun.
Kıdemli Başçavuş olmuştum. Seni de yanıma alıp devre arkadaşımla 30 Ağustos balosuna gitmiştik. Havuz başındaydık. Biz arkadaşımla resmi elbiseliydik. Sen de çok şıktın. Geceye kimbilir ne kadar heyecanla gelmiştin. Ancak ne kadar da derin hüzünle ayrılmıştın. Baloda Generalin protokol masasının etrafında yaklaşık onbeş masa falan subay vardı. Tüm subaylar havuzun başını çevrelemişti. Assubaylar da köşelerde bir yerlere sıkıştırılmıştı. Bizim masamız alanın girişinde idi. Her geçen bizim yanımızdan geçip masasına ilerliyordu. Salona girişte selamlamalar yapılıyordu. Ancak ne hikmetse sadece bir subay ve eşi haricinde kimse bize bırakın selam vermeyi görmezden gelmişlerdi. Sonra kendi aralarında subay subaya eğlenmişler ve biz de onları izlemiştik. Sen sinirlenmiştin ve bir daha böyle bir yere gelmeyelim demiştin. Sana söylemedim ama ertesi gün Komutan iki tane genç assubayı fırçalamıştı. Neden mi? 30 Ağustos balosunda fazla eğlendiler diye…
Doğrusu; general, subaylar dururken assubayların eğlenmesini içine pek sindirememiş ve yanında oturan komutanımızı ikaz etmişti. Ne de olsa onlar yüzbaşılıktan binbaşılığa terfi ederler, biz ise başı sonu çavuş, üstünkörü, tabiri caiz ise fasulyeden bir rütbe alırdık. Tabii ki 30 Ağustos'larda da figüran olmalıydık.
Bir gün büyük oğlum hışımla eve geldi.Spor salonundan gelmişti. Hatırladın mı? “ Sen neden Albay olmadın?” diye hem iç çeke çeke ağlıyor, hem de hırsını bana yansıtıyordu. Kendisine ne olduğunu sorduğumda spor salonundaki görevli askerin ellerindeki topu alarak Albayın oğluna verdiğini hıçkıra hıçkıra anlatmıştı. Ancak o an görevim sakinleştirmek olduğu için ben de aynı psikolojiye bürünmemeliydim. Oğlumu gülümseyerek teselli ettim. O an seninle ikimiz de göz göze gelmiş ve birbirimize söylemeden sessizce emekli olma kararı almıştık.
Sanki birileri bize emekli olun demeye başlamıştı. Her şey üst üste geliyordu. Oğlumun okulu garnizon içinde bir okuldu. Çocuklar subay, astsubay ve sivil memur çocukları idi. Çocuklarımız da bu okullarda subay, astsubay ve sivil memur idiler. Öğretmenler çocuklara babalarının konumuna göre davranırlardı. Hatta bir keresinde veli toplantısında öğretmenden sözü alan bir subay eşi diğer velilere dönüp çocuk ve eğitim hakkında konuşmaya başlamıştı. Sınıf annesi seçiminde sivil memurun eşi aday olmasına ve parmağını ısrarla kaldırmasına rağmen, subay eşi olan öğretmen hiç parmak kaldırmayan subay eşini sınıf annesi olmaya davet etmişti. Artık komedi filmi izler gibi olayları izler olmuştum. Ancak bu komedi filmini birazcık şenlendirmek gerekliydi. Nasıl olsa emekli olacaktım. Yaptım da…
Toplantıda söz alarak orada bulunanlara bu komik durumu anlattım. Sivil memurun eşi aday olduğu halde sınıf annesi seçilmemesinin sebebini öğretmene sordum. Neden öğretmen dururken bir velinin diğer eşlere nasihat verdiğini sordum. Tabii ki aldığım klasik cevap beni yanıltmadığı gibi bu cüretim de rütbeli eşlerinin kulağına gitmişti. Ama aşkım inan ben çok eğlendim. Kendimle gurur duymuştum.
O zamanlarda büyük oğlum her fırsatta büyüyünce asker olacağını söylerdi. Aslına küçücük vücudundaki kocaman kalbiyle bizi kırmamak için “asker” kelimesini seçmişti. Aslında subay olmak istiyordu. Biz ise oğlumuzun ileride bu mesleği seçmemesi konusunda onu ikna etmeye çalışıyorduk. Çünkü onun böylesi bir sistemin içerisinde olmasını istemiyorduk. Aksi taktirde tabii ki onun istikbaline müdahale etmek istemezdik. Nitekim oğlumuzun bu istekleri çocuklukta tanıştığı askeri değer yargılarına göre şekillenmişti. Emekli olduktan sonra askerliğe ilgisi zaten otomatik olarak kaybolmuştu.
Emekli dilekçemi vermiştim. Son bayrak törenim idi. Emekli olan biri için bu son bayrak töreni çok önemlidir. İnsan ister istemez duygulanıyor. Bayrağa bakıyor. Atatürk’e bakıyor. Yanındaki arkadaşlarına bakıyor. Tam ben bu duygusal sahneye takılmış İstiklal marşının hoparlör devresinden verilmesini bekleyip İstiklal Marşını tüm benliğimle söylemeyi düşlerken iştima sırası yarıldı. Hepimiz kenara çekildik. Yüzbaşı iştimaya dalmış arka taraftaki sivil memurların kıyafetlerini kontrol ediyordu. Bu duygusal dakikalarımı bir yalancı rüya gibi tamamlayarak gülümsemeli bir ifade ile içimden “ ohhh kurtuldum.” Diyerek emekli oldum.
Bak aşkım bunlar ikimizin yaşadıkları. Bir de sana anlatamadıklarım var. Bir de görevimin başında yaşadıklarım var.
Ama ilk kez sana şunu itiraf etmek istiyorum. Çalıştığım müddetçe aldığım her maaşı sorguladım. Ben bu maaşı hak edecek ne yaptım? Diye sordum. Çünkü bir şeylerin yanlış gittiğine emindim. Bu yanlış gidişe dur diyememenin ve içinde sürüklenmenin acısını yaşadım.
Televizyonlara çıkıp Güneydoğu Kahramanlığı rolünü oynayan, söylediği yalanlara kendileri de inanan hayalperestleri izledikçe kendimi başka bir orduda görev yapmış gibi hissettim.
Abartılı bir teşbih olmakla birlikte “On Emir” filminde köleler ve mısırlılar arasındaki kast sistemi senin lojman hayatında çok çarpıcı bir örnek değil mi? Bu bağlamda düşündüğümde özgür hayattan çıkıp gelen astsubay eşlerine dayattırılan hayat tarzı ne kadar trajikomik değil mi canım. Aynı mahallenin iki kızı, sen benimle evlisin ve sen sınıf arkadaşın benim komutanımla evli ise sen o arkadaşına artık eski arkadaşın gibi davranmamalısın. Senin ona “Hanımefendi” demen gerek. Hayat yazılmadan okunan trajikomik bir kitap. Hayvani bir içgüdüyle yönetilen gelenekselleşmiş davranışlar ayıplayıp küçümsediğimiz ilkel topluluklara ne kadar benziyor.
Emekli olur olmaz TEMAD’a üye olmuştum. Seninle birlikte TEMAD’ın düzenlediği bir yılbaşı organizasyonuna gitmiştik. Ancak sen bana “bir daha gitmeyelim.” Demiştin. Çünkü orada gördüklerimiz, görmek istediklerimizden çok uzaktı. Bir kenara atılmış bir çaresizler bölüğünün içinde gibi hissetmiştin kendini. Çoğu belletilmiş bir çaresizliğin içindeydi. Taaa ki, Sayın Ersen Gürpınar’ın bir güneş gibi çıkıp parlamasına, Sayın Tuncer Küçük’ün Onur Yürüyüşüne, emekliassubaylar.org’un Kral çıplak demesine, Emekli Assubaylar Güçbirliği Platformunun “Biz kimiz ne istiyoruz” bildirisine, Yeni TEMAD Başkanının televizyonda çıkıp konuşmalarına kadar. Onların, bizlerin mücadelesini en çok sen alkışlıyordun. “ İşte bu…” diyordun. Oysa hiç birimiz uğradığımız mağduriyetlerde, siz eşlerin maruz tutulduğu sosyal mağduriyetlere fazla değinmek istememiştik. Bunlara değinmek bir kompleksli halin ifadesi gibi algılanır diye düşünerek kamuoyuna bu sorunlarımızı söylememiştik.
Canım beni sen anlıyorsun. Büyük oğlum anlıyor. Ancak küçük oğlum bu konularda hiç mi hiç anlamıyor. Çünkü o bunları yaşamadı ki… Ben emekli olduğumda o üç yaşındaydı. Şimdilerde üçüncü sınıfta. Geçenlerde öğretmen sormuş babalarınız ne iş yapıyor diye. Koşa koşa geldi. Baba sen eskiden neydin? diye. Oysa on kere söylemiştim. Astsubaydım diye… Neden sordun dedim. Öğretmen sordu. Ben çalışıyor dedim. Ne iş yapıyor diye sorunca emlakçılık yapıyor ama emekli demiş. Ne emeklisi olduğumu sorunca da bilmiyorum, hatırladığım kadarıyla bir şapka falan giyiyordu demiş. Ben de onu ayıpladım. Oğlum kaç kez söyledim emekli assubayım diye… Sonra güldüm. Çocuklar söylenenlerden çok gördüklerine bakıyorlar.
Böylesi anılar çok hayatım… Bizim çabalarımız bu anıların bizimle birlikte tarih olması. Bunca yıl, bu mesleği seçmemin diyetini öderken, hiçbir mecburiyetin yokken benimle beraber bir diyet ödemeye maruz tutulduğun halde bu güne kadar bana “ Bu kadarına da pes “ demediğin için teşekkür ederim.