Bir gün yolda yürüyorum. Pantolonumun ütüsü az kırışmış, üzerimden sarkan bir hırka ile az ilerdeki parka oturmak istiyorum ama oturamıyorum ki… Ben de bir emekliyim. Parka gidip banka oturup sırtımı güneşe verip derin bir oh demek ve kemiklerimi ısıtmak istiyorum. Olmaz diyor içimdeki delikanlı. Sen daha çok gençsin ve çalışmalısın. Sonra başlıyorum onunla tartışmaya…
Saygılarımla...
Son zamanlarda televizyonlarda “Muhteşem Yüzyıl” isimli bir dizi oynuyor. Bu diziyi baştan sona hiç seyretmeme rağmen Kanuni Sultan Süleyman karakteri ilgimi çekiyor. Yirminci yüzyıl kafa yapısına uyarlanmış bir imparator çiziliyor.
Bakın size neler anlatacağım;
Lise çağlarında tarih dersi çok sıkıcı gelirdi ancak daha sonraları tarihe olan merağım arttığında iyi ki lise çağlarında tarihe fazla ilgi göstermemişim dedim. Çünkü okulda anlatılan tarihin aslında çok farklı anlatımlarının da olduğunu gördüm. Resmi tarih uygulaması iyi ya da kötü bir tarafa tarihin tekerrür ettiği muhakkak… Sadede geliyorum.
Kapütülasyonlar denince de akla önce Kanuni Sultan Süleyman gelir. 1536 yılında Fransızlara tanıdığı kapütülasyonların daha sonra Osmanlı İmparatorluğunun canına ot tıkadığı malumdur.
Kapütülasyonlar genel anlamı itibarıyla Müslüman ülkelerin Avrupa ülkelerine ya da başka bir deyişle Müslüman olmayan ülkelere karşı karşılık beklemeksizin kendi ülkelerinde tanıdığı haklar içeren bir takım düzenlemelerdir. Örneğin Müslüman ülkenin miras hukuku hristiyan ile farklı olduğundan Osmanlı topraklarında yaşayan hristiyanlara kendi dinlerinin icap ettirdiği ayrıcalıklar getirilmiştir. Aslında Osmanlı’nın kuruluşundan başlayan bu tür uygulamalar ilk kez Kanuni Sultan Süleyman zamanında 1536 yılında Fransızlara Osmanlı Topraklarında yaptıkları ticarette özel devlet güvenliği sağlayarak genişlemiştir. Daha sonra İkinci Selim zamanında genişleyen kapütülasyonlara başka devletler de eklenmiştir. Neyse konunun detayına inmek isteyenler çok daha ayrıntılı araştırıp bulabilirler.
Fransa Cumhurbaşkanı sözde Ermeni Soykırımını inkarı suç sayan yasayı onaylar ve uygulamaya koyarsa ben bir milletvekili olsam şöyle bir yasa teklifi verirdim;
Türkiye Cumhuriyeti, ülkesini uluslar arası alanda küçük düşürme amacı güden düzmece Ermeni Soykırımı iddialarını tanımaz. Türkiye Cumhuriyeti, mütekabiyet şartlarını göz önüne alarak hukuksal eşitlik adına aşağıdaki düzenlemeyi yapar.
Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında yaşayan veya herhangi bir sebeple Türkiye’de bulunan Fransız vatandaşlarının “Ermeni soykırım vardır.” İfadede bulunmaları veya bunu ima eden fikirler savunmaları halinde bir yıl ağır hapis ve 45.000 Euro para cezası verilir.
Tatlı bir rüyadan uyanıp gerçeğe döneyim. Bugün 25 Ocak 2012 ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bir kanun tasarısı görüşülecek.
Tasarının yasalaşmasıyla Türk vatandaşlarına taşınmaz alma hakkı vermeyen ülkelerin vatandaşlarına da Türkiye’de mal edinme hakkı tanınacak.
Hangi ülkelerin vatandaşlarına mal edinme hakkı tanınacağına Çevre ve Şehircilik ile Maliye Bakanlığı birlikte karar verecek.
Yabancıların mülk edinme sınırı da 2,5 hektardan 60 hektara çıkıyor.
Tasarının yasalaşmasını takip eden 6 ay içinde askeri yasak ve güvenlik bölgelerine ilişkin harita ve koordinat bilgileri Milli Savunma Bakanlığınca Çevre ve Şehircilik Bakanlığına iletilecek.
Bu bölgelerde Genelkurmay Başkanlığı izin verirse yabancılar da taşınmaz mal edinebilecek.
Tasarıyla ayrıca vefat sonrasında taşınmazın otomatik olarak Mernis kayıtlarına göre mirasçılar adına tapulandırılması da sağlanıyor.
…
…
Yukarıdaki tasarı yasalaşırsa artık yabancılar Türkiye’de tarım işletmesi de yapabilecekler. Aksi taktirde 60 Hektar ile başka ne yapılabilinir ki!... Yok canım ileri gidip askeri üs kuramazlar.
Pes doğrusu.
Konu ile alakalı taraf olan kurumlar neredesiniz?
TSK neredesin?
Basın neredesin?
Anayasa Mahkemesi üyeleri neredesiniz?
Vatanseverler neredesiniz?
Yoksa ben mi çağ dışı kaldım? Komik miyim? Eksik mi söyledim? Cahil miyim? Haklıysam niye susuyorsunuz? Biliyorum halen küçük tekerleriniz dönüyor. Türk’ün aklının geldiği yerde değilsiniz. Sahi emekli astsubay arkadaşlarım biz bir şey yapamaz mıyız? Beylerbeyi gibi… TEMAD’ı bir sivil toplum örgütü olarak söz konusu kanun aleyhine açıklama yapmaya davet etmeliyiz. Astsubay haklarını yine ararız.
Saygılarımla…
Başlığıma bakıp ilk etapta bu yazımdan dolayı yargılanacağıma ve hatta sonunda ceza alacağıma kesin gözüyle bakabilirsiniz. Ancak ben yukarıdaki “O… Çocukları” kelimesi doğrultusunda halet-i ruhiye mi açıklamaya devam edeceğim.
Evetttt yanlış duymadınız. Tam anlamını çözebileceğiniz şekilde yazdım. Açık açık sinkaf yazıp siz okuyuculara saygısızlık etmek istemediğim için kısaca “O…” yazdım.
Halk arasında bazen basitçe, bazen de çok zor, ağızlardan dökülen bu kelime ile doğrusunu söylemek gerekirse ilk kez futbol seyircisi iken tanıştım. Daha küçücük bir çocukken maç seyrederken takımımızın aleyhine haksız gelişen bir pozisyon meydana geldiğinde taraftarlar hemen bu kelimelere sarılırlardı. Stat atmosferi içinde hakem, karşı takım ve taraftarları, fanatik bazı gruplar için tek kelimeyle bu sıfatın sahibiydiler.
Derken delikanlı olduk. Böyle ağır sözleri maçların stresiyle de olsa söylememeyi öğrendik. Delikanlı bir adam için artık bu kelimeler ancak çok büyük bir kavga esnasında söylenebilecek sözlerdi.
Sonra büyüdük otuzlu, kırklı yaşlara geldik. Artık bu kelimeleri unutmalıydık. Ya da ancak kendi evimizde televizyon karşısında, gerçekten bu lafı hak edenlere söyleyip çaresizliğimizi bastırmalıydık.
İşte böyle günlerden bir yoğunlaşma yaşıyorum. Oturup sıcacık minderimin üzerine haberleri izleyip, başlıyorum malum küfürleri etmeye… Tıpkı şarkıcı Volkan Konak’ın dediği gibi biri oluyorum.
“
Çekilmez bir adam oldum yine Uykusuz, aksi, nalet..
Bir bakıyorsun ki ana avrat söver gibi Azgın bir hayvan döver gibi O gün çalışıyorum...
Sonra birde bakıyorsun ki Ağzımda sönük bir cigara gibi tembel bir türkü
Sabahtan akşama kadar sırt üstü yatıyorum ertesi gün
Evet evet ve beni çileden çıkarıyor büsbütün Kendime karşı duyduğum nefret ve de merhamet
Çekilmez bir adam oldum yine çekilmez. Uykusuz, aksi, lanet
Yine her sefer ki gibi haksızdım. E sebep yok biliyorum. Olmasıda imkansız.
Bu yaptığım iş ayıp rezalet.
…..”
Yukarıdaki başlığı bu günlerde o kadar çok kullanıyorum ki… Neyse sizi de kasvetlendirmeyeyim. Günün anısına bir fıkra anlatayım.
“Adamın karısı ölmüş herkes evde bir köşede ağlarken gelini adamın yokluğunu fark eder odaları dolaşırken birde ne görsün. Kayınpederi anasıyla işi pişiriyor. Gelin hayretler içerisinde birazda öfkeyle sorar .
Baba böyle bir günde sen ne yapıyorsun?
Ah be kızım ben üzüntüden ne b.k yediğimi biliyormuyum.”
Neyse… Yukarıdaki başlığın altını daha fazla dolduracak kadar cesur değilim. Sadece anamızın hak sütü kadar helal özlük haklarımız için yıllarca mücadelemize nispet yapan Türkiye’nin gündemine “FRANSIZ” kalmamak için yazdım. Artık birilerine sinkaf etme gereği duyduğumda bunu “Fransızlara” sinkaf ederek yapıyorum. Eeee “Gelinim sana söylüyorum. Kızım sen anla.” demek zorundayım. Varsayın ki ben yukarıdaki başlığı Fransızlara ithaf etmiş olayım.
Hıncal Uluç’un dediği gibi…
“- ………. ............”
Saygılarımla…
Başlığıma bakıp ilk etapta bu yazımdan dolayı yargılanacağıma ve hâttâ sonunda ceza alacağıma kesin gözüyle bakabilirsiniz. Ancak ben yukarıdaki “O… Çocukları” kelimesi doğrultusunda halet-i ruhiye mi açıklamaya devam edeceğim.
Evetttt yanlış duymadınız. Tam anlamını çözebileceğiniz şekilde yazdım. Açık açık sinkaf yazıp siz okuyuculara saygısızlık etmek istemediğim için kısaca “O…” yazdım.
Halk arasında bazen basitçe, bazen de çok zor, ağızlardan dökülen bu kelime ile doğrusunu söylemek gerekirse ilk kez futbol seyircisi iken tanıştım. Daha küçücük bir çocukken maç seyrederken takımımızın aleyhine haksız gelişen bir pozisyon meydana geldiğinde taraftarlar hemen bu kelimelere sarılırlardı. Stat atmosferi içinde hakem, karşı takım ve taraftarları, fanatik bazı gruplar için tek kelimeyle bu sıfatın sahibiydiler.
Derken delikanlı olduk. Böyle ağır sözleri maçların stresiyle de olsa söylememeyi öğrendik. Delikanlı bir adam için artık bu kelimeler ancak çok büyük bir kavga esnasında söylenebilecek sözlerdi!
Sonra büyüdük otuzlu, kırklı yaşlara geldik. Artık bu kelimeleri unutmalıydık. Ya da ancak kendi evimizde televizyon karşısında, gerçekten bu lafı hak edenlere söyleyip çaresizliğimizi bastırmalıydık.
İşte böyle günlerden bir yoğunlaşma yaşıyorum. Oturup sıcacık minderimin üzerine haberleri izleyip, başlıyorum malum küfürleri etmeye… Tıpkı şarkıcı Volkan Konak’ın dediği gibi biri oluyorum.
“Çekilmez bir adam oldum yine Uykusuz, aksi, nalet..
Bir bakıyorsun ki ana avrat söver gibi Azgın bir hayvan döver gibi O gün çalışıyorum...
Sonra bir de bakıyorsun ki Ağzımda sönük bir cigara gibi tembel bir türkü
Sabahtan akşama kadar sırt üstü yatıyorum ertesi gün
Evet evet ve beni çileden çıkarıyor büsbütün Kendime karşı duyduğum nefret ve de merhamet
Çekilmez bir adam oldum yine çekilmez. Uykusuz, aksi, lanet
Yine her sefer ki gibi haksızdım. E sebep yok biliyorum. Olması da imkansız.
Bu yaptığım iş ayıp rezalet.
…..”
Yukarıdaki başlığı bu günlerde o kadar çok kullanıyorum ki… Neyse sizi de kasvetlendirmeyeyim. Günün anısına bir fıkra anlatayım.
“Adamın karısı ölmüş herkes evde bir köşede ağlarken gelini adamın yokluğunu fark eder odaları dolaşırken bir de ne görsün. Kayınpederi anasıyla işi pişiriyor. Gelin hayretler içerisinde biraz da öfkeyle sorar .
Baba böyle bir günde sen ne yapıyorsun?
Ah be kızım ben üzüntüden ne b.k yediğimi biliyor muyum.”
Neyse… Yukarıdaki başlığın altını daha fazla dolduracak kadar cesur değilim. Sadece anamızın hak sütü kadar helal özlük haklarımız için yıllarca mücadelemize nispet yapan Türkiye’nin gündemine “FRANSIZ” kalmamak için yazdım. Artık birilerine sinkaf etme gereği duyduğumda bunu “Fransızlara” sinkaf ederek yapıyorum. Eeee “Gelinim sana söylüyorum. Kızım sen anla.” demek zorundayım. Varsayın ki ben yukarıdaki başlığı Fransızlara ithaf etmiş olayım.
Hıncal Uluç’un dediği gibi…
“- ………. ............”
Saygılarımla…
Son zamanlarda OYAK nemaların adaletsizliği hakkında bazı emekli assubayların serzenişinin yanı sıra karşıt görüşlülerin tartışmalarını okuyoruz. Aslında bu konuyu açarken biraz çekinsem de yine de yazacağım. Zira bazı meslektaşlarımızın OYAK’ı eleştirmenin antidemokratik ve köktendinci bir yapılanmaya hizmet edeceği şeklindeki endişelerine kısmen katılıyorum. Ancak doğru bildiklerimizi her zaman ve her yerde söylemeliyiz.
Sayın arkadaşlar biraz önce OYAK dergisinin 2008 Şubat ayına ait 108.sayısındaki Üyelerle sohbet bölümünde Sayın Yönetim Kurulu Başkanı Yıldırım Türker’in yazısını okudum. Size bu yazı vesilesiyle birinci ağızdan bazı alıntılar ile yorumlarda bulunacağım.
“….2000 yılı Haziran ayında OYAK’ın profesyonel yöneticiliğine gelen Sayın ULUSOY ve ekibi OYAK Bank’ın mali yapısının bozuk olduğunu, birikmiş zararlarının bulunduğunu, krizlere dayanıklı olamayacağını değerlendirmişlerdir. Kriz fiyatları altında satış veya kapama imkanının olmadığı görülmüştür. Bunun üzerine uzun vadeli stratejilerin belirlenmesine yönelik çalışmalara başlamışlardır. Bu süreç zarfında biraz önce bahsedilen 2000-2001 krizinde mali yapısı bozulması nedeniyle faaliyetleri durdurulan ve TMSF bünyesine geçen altı bankanın birleştirildiği bir banka Sümerbank adı altında TMSF tarafından satışa çıkarılmıştır. Bu banka satın alınıp ve mevcut banka ile birleştirilmesiyle Kurumsal bankacılığın yanı sıra özellikle bireysel bankacılık faaliyetlerinde sağlanacak büyümenin OYAKBank’ı daha iyi duruma getireceği değerlendirilerek Sümerbank OYAK tarafından 9 Ağustos 2001 tarihinde 36.000 Dolara satın alınmıştır….”
Söz konusu bankalar alınmadan evvel OYAKbank’ın durumu hiç iç açıcı değildir. O halde zararı ne kadardır? Nasıl karşılanmıştır? Yani 2000 yılında veya daha önce emekli olan bir astsubay bu zarar yüzünden daha az nema almış mıdır?
Eldeki bankanın görev zararı nedeniyle elden çıkarılması için çareler aranırken ne olmuştur da yeni banka satın alınmıştır? (Kaynak 2000 Yılı Sayın Coşkun Ulusoy’un açıklaması)
Nasıl olmuşta bir ev fiyatı olabilecek kadar ucuza banka satın alınmıştır? Hatır, gönül, torpil var mıdır? Bu fırsat nasıl yakalanmıştır? Bu bankaların milli bir sermaye olan OYAK’a teslim edilmesi düşünüldü ise OYAK bu bankayı yabancılara satarak emanete ihanet etmiş midir?
Diyelim ki bu bankalar çok bozuk durumdaydı ve OYAK tarafından ıslah edildi. O halde OYAKbank’ın satıldığı 2007 yılından önce emekli olanların paraları bu bankanın ıslahı için harcanmış mıdır? Bu harcamalar sebebiyle kâr payları düşük tutulmuş mudur? Kısacası bu bankalar hangi para ile ıslah edilip görev yapabilir hale getirilmiştir?
OYAKBank, Sümerbank içine doldurulan beş bankayı 36.000 Dolara satın aldı. Aynı yıl birleşmeden sonra açıklanan bilançoda bankanın toplam özkaynakları 291 Milyon Dolar olarak açıklandı. OYAKBank toplam 10 kadar şubesi olan bankasının üzerine aynı yıl içinde yaklaşık 175 şube ekledi. 2002 yılının başında 61 ildeki şubeleri ile Türkiye’nin en büyük bankaları arasında yerini aldı. Bu bir başarının ürünü müdür? Bu bir nevi hortum değil midir? OYAK buna “Finansal Mühendislik Harikası” ismi takmıştır.
“… Zararda olan on bir şubeli ufak bir banka ile 36 bin Dolara satın alınan bir diğer bankanın birleştirilmesinden oluşan ve beş yıl gibi çok kısa bir sürede inanılmaz gelişme sağlayan OYAKBank kamuoyuna duyurulduğu gibi 2 milyar 673 milyon Dolara satılmıştır. Kasamıza giren 3,2milyar YTL’dir. Bu rakamdan zaten üyelerimizin hesaplarına geçmiş yıllarda intikal etmiş olan 1 milyar YTL mertebesinde bulunan sermaye tutarını çıkarırsak yaklaşık 2,2 milyar YTL net kar olarak Mayıs 2008’de yapılacak 2007 yılı olağan genel kurul toplantımızda alınacak karara göre tabii dir ki her yıl olduğu gibi yıllardır uygulayageldiğimiz usullerimiz çerçevesinde yansıtılacaktır. Rivayet edildiği gibi bir kısmının yatırımlarda kullanılması artan kısmının üye hesaplarına yansıtılması gibi bir uygulama olmayacaktır, olamaz. Zaten benzeri bir uygulama bugüne kadar da olmamıştır. Burada bir noktayı belirtmekte yarar var. Banka satışından elde edilen net kazanç doğal olarak 2007 yılında kurumda üye olanlara aittir. OYAK, bu kaynağı belirtilen üyelerin hesaplarına usuller çerçevesinde yansıttıktan sonra misyonuna uygun olarak çeşitli yatırımlarda değerlendirerek değerine değer katacaktır…"
OYAK yöneticileri veya Sayın Ulusoy müthiş bir adam olmalı ki bir kuruluşa 5 yılda yaklaşık 2 Milyar 500 milyon Dolar kazandırmıştır. Sanırım bu rakam OYAK’ın diğer tüm iştiraklerinin toplamının yedi yılda ettiği kârdan fazladır. Bu konuyu böyle tanımlayıp kapatmak mümkün müdür? Gerçekte Sümerbank alınırken mi bu kazanç elde edilmiştir, yoksa OYAK Bank satılırken mi? Burada halkın bir kandırılması olayı mevcut mudur? Çünkü sonuçta Sümerbank bir kamu bankası idi.
Sayın Yönetim Kurulu başkanı yukarıdaki mevzuda da mevzuat hazretlerine sığınıyor mu? Sizce vicdani bir rahatsızlık hissediyor mu? Uygulana gelinen usullere sığınarak tüm iştiraklerin toplamının beş yılda elde edebileceği kârı bir günde, bir satışla yapıp bunu üyelerinin 2007 kârı olarak göstermenin örneği sanırım dünyada sadece OYAK’ta vardır. Mesela 2006 yılının Ağustos ayında OYAK üyeliği sona eren bir kişinin bu işlemde hiç hakkı yoktur.
OYAKBank 14 Aralık 2007 Tarihi itibarıyla BDDK’nın onayı ile satılmıştır. Eğer OYAKBank Ocak 2008’de satılsaydı 2007 yılında emekli olanlar hiç kâr alamayacaktı. Bu rakam 50.000 TL anaparası olan bir üye için yaklaşık 20.000TL’lik kayıp veya kazanç demektir. Bunun hesabını OYAK mevzuatına sığdırmak yeterli mi? Eğer yeterli ise mevzuatı şeriat gibi gören OYAK bağışa dayalı emeklilik sisteminde kendi mevzuatını neden delmiştir. Bağışa dayalı sistemde çıkışa müsaade etme mevzusunu üyelerin menfaatine deyip kapatmak mevzuat delmeyi affettirir mi? Eğer burada mevzuat deliniyor ise bunun adı tek taraflı hoyratlık değil midir?
OYAK 2007 yılı nema oranı %54. Aktuaryel kâr: 2 milyar 651 milyon. Bu paranın 2 milyar 200 milyon TL'si OYAK Bank’ın satışından 451 Milyon TL’si OYAK’ın kendi borç verme hizmetleri ve diğer iştiraklerinden elde edilen kârlardır. Eğer o yıl OYAKBank satılmasaymış vereceği nema %9 olacaktı. Sizce bu rakamlar da inandırıcı mı? Sayın Yönetim Kurulu Başkanının sözlerinin aksine OYAK 2007 yılında iştirakler haricinde 1 milyar 788 milyon TL üyelerinin rezervine eklemiştir. Bu gelirin ortalama 1 milyar 500 milyon TL’si OYAK Bank satışından olabilir. Sonuçta kurumun borç verme ve diğer finansman hizmetleri gelirleri de vardır. Söz konusu yılda ortada ortalama 700 Milyon TL' lik bir kayıp da söz konusudur. Ancak 2008 Bilançosu incelendiğinde bunun sebebi anlaşılmaktadır. OYAK ustaca bir varyasyonla bu paranın bir kısmını 2008’e aktarmıştır. Kısacası mevzuat efendiye bir kazık atmıştır. Yani paranın bir kısmını 2007’de emekli olanlardan kaçırmıştır diye düşünüyorum.
Sayın Başkan elde edilen kârın 3,2 Milyar YTL olduğunu bunun bir milyar dolarının daha önceki yıllarda üyelere ödendiği için 2,2 Milyar YTL’sinin üyelere dağıtılacağını söylüyor. Yahu bu ne perhiz? Nasıl olur da satıştan elde edilen kârın 1 milyar YTL daha önce üyelere dağıtılmış sayılır? Ortadan kaybolan 1 Milyar YTL nereye gitmiştir? Yoksa 1 Milyar doları İngbank daha önceki yıllarda OYAK’a ödemiş midir? Gizli bir satış mı olmuştur? Yok hayır biz bu parayı OYAK Bank’a zaten daha önce borç vermiştik o nedenle geri aldık diyorlarsa öyle söylesinler. OYAK Bank bir iştiraktir. İştiraklerin kâr ve zararları SPK’ya uygun olmalıdır. OYAK’tan OYAK Bank’a kullandırılan bir milyar dolar bir para mı olmuştur? Benim bildiğim OYAK, OYAK Bank’a 27 Milyon Dolar sermaye koymuştur.
Acaba yukarıdaki gibi bir durum yok ise rivayet edildiği gibi bu 1 milyar dolar ile üyeler adına yatırım yapılmamış ise ne yapılmıştır? Eğer gerçekten rivayetler doğru ise o halde OYAK yine her zaman yaptığını yapmış ve üyelerinin birikimlerini keyfi kullanarak yatırım yapmıştır. Sağladığı büyümenin o yıl veya birkaç yıl içinde emekli olacak üyeye hiçbir getirisi olmayacağı aşikardır. Ancak bu durumu yukarıdaki açıklama ile üyelere duyurmanın hiç tatmin edici olmamasına rağmen nasıl olmuşta bu güne kadar dava açılmamış hayret değil midir? Kısaca bu 1 milyar doların hesabını sormak, aslında tüm geçmiş zaman uygulamalarının keyfiyetini sormak demektir.
“… Erdemir için ödenen 3 milyar ABD Dolarının 500 milyon Doları OYAK kaynaklarından verildi. 1 milyar Doları OYAK tarafından iki taksit olarak borçlanıldı. Birinci taksit 2007 yılında, ikinci taksit 2008 şubat’ında ödenmiştir. Geri kalan 1,6 milyar doları 3 yıl ödemesiz 10 yıllık vade ile ATAER şirketine borçlanıldı. 2009 yılından itibaren 7 yıl içinde ödenecek….”
Sanırım OYAK Yönetim Kurulu Başkanının açıklaması bir delil ve belge niteliğindedir. Maalesef bu belge OYAK sitesinde gözümüzün önünde durmasına rağmen zaman aşımına ramak kalmış ancak yine de hukuki bireysel dava ortada yoktur.
Örneğin ben Erdemir satın alındığında orduda görev yapıyordum. Dolayısıyla alındığında ödenen 500 milyon Dolarda benim de hakkım vardır. Söylendiğinin aksine 1 milyar Doları da OYAKBank satışından elde edilen kârdan ödemiş ise bu paradan da benim hakkım vardır. Geri kalan 1,6 milyar dolarlık borç ise mevcut sistemde yani bir deyişle mevzuatla kimbilir ne haksızlıklara yol açacak Allah bilir.
Sayın meslektaşlarım yukarıdaki alıntılara bakılırsa Sayın Coşkun Ulusoy’un başarısını anlamakta güçlük çekmeyiz. Kendisini şu yönden de eleştiriyorum. Ekonomi okumuş, ekonomiyi bilen bir insanın böylesi ekonomi dışı şeylerin arkasına sığınması sanırım acınası bir durum. Diğer serbest piyasa kurallarına göre çalışan tüm ekonomistler adına, kendisini içinde bulunduğu yapılanmanın ekonomi kurallarına uymayan kazanımlarına attığı imzalardan ve haksız övünçlerinden dolayı kınıyorum.
Sayın Yıldırım Türker’in yayınladığı bu yazının OYAK resmi verilerine uymasını temenni ediyorum. Aksi taktirde kendisini üyelerine yanlış bilgi vermekle itham edeceğim. Kendisini, mevzuata sığınmadan 2006 ve daha önceki yıllarda OYAK üyeliği sona erenlerin OYAKBank’ın satışından aslında hak sahibi olduklarını kabul etmeye davet ediyorum. Tabii ki aynı şekilde Erdemir ve diğer tüm kuruluşların hesaplarında çıkabilecek silbaştanlara hazırlıklı olduğunun bilinciyle hareket etmesini de temenni ediyorum.
“…. Ayrıca OYAKBank’ı satın alan ING Bank hakkında kasıtlı olarak ortaya sürülen ve benzer konumda olan diğer bankalar içinde varit olan iddialar ile ilgili olarak ilgili kuruluşun yöneticilerinin defalarca açıklama getirdiği ve kamuoyunu bilgilendirdiği de hatırlanmalıdır. Bankanın neticede bir Türkiye Bankası olarak kalacağının ve diğer bankalar gib Türk otoritelerinin kontrolünde olacağını da unutmamalıyız…”
OYAKBank’ı satın alan firmanın yabancı olmasına veya uluslar arası sermayeye ben de karşı değilim. Karşı olanlara saygı duyarım. Ancak yukarıda kurulan cümle çocuk avutması gibi. Sayın OYAK Yönetim Kurulu Başkanı acaba muhatap olduğu kitleyi biraz fazla cahil gibi görmüyor mu? İNG Bank nasıl olur da Türkiye Bankası olarak kalır? Ben yabancıların çok konut aldığı bir yerde yaşıyorum. Mevzuatı da bilirim. Yabancının bizim ülkemizden gayrimenkul alması belirli bir sınırlamaya dahildir. Bu sınırlamanın sebebi ise o satın alınan gayrimenkulün uluslar arası hukuka tabii olmasıdır. O nedenle ING Bank Türkiye bankası değildir. Sermayesi yüzde yüz yabancıdır. Uluslar arası hukuka tabiidir.
OYAK dergisinin Mart 2010 Tarihli 114. sayısından da biraz alıntı yapıyorum.
“ Her yıl Genel Kurullar’ca belirlenen nema oranı kabaca o yıl elde edilen gelirin, rezervlerinizin toplam olan varlığa bölünmesi sonucu bulunmakta, rezerv büyüdükçe, gelir çok fazla artmadığı sürece bir önceki yıla göre düşük olabilmektedir. Bir örnek verirsek: 2006 yılında elde edilen gelir 965 milyon TL ve nema oranı %25,1 iken 2009 yılında elde edilen gelir henüz kesinleşmemekle birlikte 1.187milyonTL ve nema oranı %14,2 olarak gerçekleşmesi beklenmektedir….”
Sayın Yönetim Kurulu Başkanı diyorum ki, 2008’deki açıklamanıza göre şu ATAER denilen OYAK’a para satan şirkete OYAK 2006’dan itibaren 10 yıl vade ile 1,6 milyar dolar borçlu durumdadır. Doların yıllık faizi ortalama %5'dir. Üç yılı ödemesiz kredi olduğundan sanırım faiz daha yüksek olabilir. Bu borç faiziyle birlikte yaklaşık 2,5 milyar civarındadır. 2009 yılından itibaren ise her yıl ortalama 250 milyon Dolar borç ödeme takvimi vardır. Ayrıca borç alındığında dolar kuru 1,35-1,40 bandında idi.
2009 yılında Dolar ortalama 1,5 TL'dir. 1,5*250 milyon Dolar = 375 Milyon TL
375 Milyon TL + 1.187 Milyon TL = 1.562 Milyon TL 250 Milyon dolar borç olmasaydı oluşacak olan aktuaryel kâr
Nema oranı 1.187 milyon TL için %14,2 ise
1.562 milyon TL için %18,7. 250 Milyon Dolar borç olmasaydı 2009 yılı için ödenecek nema
Demek ki bu borç olmasaymış 2009 nema oranı %18,7 olacak imiş. Yani bir üyenin ortalama %4,5 oranında neması borca mahsuben kesilmiştir.
Şu an 1 dolar 1,84 TL civarındadır. Daha borcun ilk iki taksidi ödenmiştir. Dolar 2010-2011 yılında %35-%40 arasında devalüye olmuştur. Tabii ki kur bu şekilde sabit kalırsa… (Yukarıdaki borç hesabı Yönetim kurulu başkanının bildirdiği rakam üzerinden yıllık olarak Merkez bankası ortalama dolar borç verme faiz oranına göre yapılmıştır. Kesin rakamlar değildir.) Kısacası üyelerden kesilecek nema oranı bu borç devam edip diğer kazançlar sabit kaldığı sürece geri kalan sekiz yıl boyunca yaklaşık %5 oranında eksik nema alınacaktır. Mevzuata göre bir kişi 2019 yılında OYAK’tan ayrılırsa katıldığı bu borç külfetinden hiçbir getiri alamayacaktır. Ayrıca 2020 yılında yeni gelen bir üyeye eski emekli astsubaya abisinden bir fabrika hissesi miras kalacaktır. Her yıl o fabrikanın kâr payını alacak ve hiçbir borç ödemeyecektir. Satılırsa da parası onun olacaktır. Mevzuat öyle diyor.
OYAK 2000’li yıllarda mevzuatının kurbanı olmuştur. Üyelerinin hesabıyla, iştiraklerinin hesabını karman çorman etmiştir. Bağımsız denetim kuruluşu denilen bir şirkete para ödeyip kendini denetleterek aklanabileceğini zannetmiştir. Oysa bağımsız denetleme kuruluşu OYAK’a şunu söyleyebilir mi?
Sonuçta bu denetlemecileri ilgilendirmez. Onlar hesapların düzgünlüğüne bakarlar. Benim yukarıda yaptığım hesabı yapmazlar. Yapacak olsalar OYAK bu bağımsız denetleme kuruluşunun işine son verir başka bir bağımsız denetleme kuruluşu ile anlaşır.
Bir hatırlatmada on yıl öncesinden. Biliyorsunuz 2001 yılında ülkemiz çok büyük bir kriz yaşamıştı. Borsamız çökmüştü. Şirketlerimizin hisse değerleri çok düşmüştü. Ülkemiz bu krizden ekonomik anlamda küçülerek çıkmıştı. Krizin faturası yaklaşık 400 Milyar Dolara yaklaşmıştı. Bu faturadan herkes nasibine düşeni almış ve tüm şirketler yılı zararla kapatmıştı. O yıl OYAK üyelerine %95 nema verdi. Kriz dolayısıyla ülkemizde o yıl enflasyon %68 civarındaydı. Büyüme %-9 idi. Üyelerine verdiği nema ile kârlılık yönünden ipi göğüsleyen OYAK’ın bu kazancı parmak ısırtıcı nitelikteydi. Peki bu kazanç nasıl sağlanmıştı? İştiraklerinden çok likidite kârları adı altında seslendirilen dövize büyük miktarda para yatırarak kriz esnasında döviz satarak elde edilen bir gelirden söz ediyoruz. Size o dönemden bir gazete haberi aktarıyorum.
“…Oyakbank Genel Müdürlüğü Binası'nda düzenlenen basın toplantısında konuşan Oyak Yönetim Kurulu Başkanı Emekli Korgeneral Selçuk Saka, 594 trilyon liralık karın 242 trilyon liralık bölümünü finansal faaliyetlerden, 282 trilyon liralık bölümünü iştiraklerden ve 71 trilyon liralık bölümünün de diğer faaliyetlerden kaynaklandığını söyledi. Saka, ''Finansal faaliyet gelirleri bir önceki yıla göre 1.5 kat, iştirak gelirleri ise 2.5 kat arttı. Oyak elde ettiği bu gelirin tamamını sayıları 193 bine ulaşan üyelerine dağıtma kararı aldı. Üyelere 2001 yılında sağlanan nema oranı yüzde 95 oldu'' diye konuştu…”
OYAK hakkında yazıp çiziyoruz. Bu bizim en doğal hakkımız. OYAK’ın eski üyeleri haklı olarak soruyorlar. Neden emekli sandığından aldığımız toplu paranın yarısı kadar OYAK’tan prim alıyor iken, şimdilerde emekli olanlar emekli sandığından alınan toplu paranın üç katı kadar nema alıyorlar? Peki yarın ne olacak? Yarın ne kadar nema alınacak? İşte ben bunların cevabını vermeye çalıştım.
OYAK’ın sorumsuz ve dengesiz büyüdüğünü, iştiraklerinin aslında rantabl olmadığını, hesaplarının inandırıcı olmadığını, üyelerine adil olmadığını ve bu nedenle bazı hukuksuzluklar olduğunu, bu kafayla yönetilmeye devam ederse gelecekte daha çok tartışılacak kararlar alacağını, keyfiyetçi nema politikası nedeniyle üyelerinin güvenini kaybettiğini söylemeye çalıştım. Düzenli çıkış sergileyen bir başarı grafiğinden çok, çan eğrisini andıran şişkinliğin nedenlerini sıralamaya çalıştım.
YILLAR | ÖZ
KAYNAK MİLYON TL |
AKTUARYEL
KAR MİLYON TL |
İŞTİRAK NET
KARI MİLYON TL |
FİNANSAL GELİRLER
MİLYON TL |
KAR PAYI | TÜFE
ORANI |
ÜYE
SAYISI |
TÜRKİYE
BÜYÜME HIZI |
1990 | %60 | 117.000 | %9,4 | |||||
1991 | %70 | %0,3 | ||||||
1992 | %48 | %6,4 | ||||||
1993 | %50 | %8,1 | ||||||
1994 | %121 | %-6,1 | ||||||
1995 | %78 | %8 | ||||||
1996 | %85,6 | %80 | %7,1 | |||||
1997 | 87 | 52 | %100 | %8,3 | ||||
1998 | %71 | %3,9 | ||||||
1999 | 185 | %89,8 | %68,8 | %-6,2 | ||||
2000 | 752 | 217 | 79 | 138 | %55,4 | %39 | 179.000 | %6,3 |
2001 | 1300 | 594 | 330 | 264 | %94,9 | %68,5 | 192,937 | %-9,4 |
2002 | 1607 | 495 | 143 | 352 | %41,1 | %29,7 | 206.036 | %7,8 |
2003 | 2247 | 661 | 304 | 357 | %39,2 | %18,4 | 216.389 | %5,9 |
2004 | 3323 | 925 | 829 | 96 | %40,3 | %9,3 | 222.028 | %9,9 |
2005 | 3097 | 829 | 586 | 243 | %26,8 | %7,7 | 227.296 | %7,6 |
2006 | 5099 | 965 | 610 | 355 | %25,1 | %9,7 | 231.662 | %6,1 |
2007 | 7738 | 2652 | 864 | 1788 | %54,2 | %8,4 | 235.000 | %4,6 |
2008 | 9640 | 1911 | 140 | 1771 | %26,3 | %10,1 | 241.048 | %1,1 |
2009 | 10846 | 1187 | -313 | 1500 | %14,2 | %6,53 | 250.100 | %-4,7 |
2010 | 12204 | 1421 | 241 | 1180 | %13,1 | %6,4 | 259.061 | %8,9 |
*Özkaynaklar: Üyelerin birikimleri + dönem karı
*Finansal gelirler: İştirak dışında kalan gelirlerdir. Borç verme hizmetleri, v.b.
(Yukarıdaki öz kaynakların geriye doğru seyrine bakılırsa OYAK 1961’de değil de 1990’da kurulmuş gibi. 20 yıl önce öz kaynak olarak neredeyse sıfırda gibi…)
(On bir yıllık iştirak karı toplandığında 3 milyar 813 milyon TL. OYAK kaynaklı karlar ise 8 milyar 44 milyon TL Yani OYAK parayı üyelerinden kazanıyor.)
(2001 OYAK Hesabında bir anormallik vardır. Bu anormallik iştirak karının o yıl aşırı yüksek olmasıdır. Bu farkı Sümerbank’ın sağladığını düşünüyorum. O yıl olması gereken kar aslında 100milyon TL civarıdır. İştirak olarak OYAK’a 200 Milyon TL’lik fazla bir kar girişi olmuştur. Bu fark bile bir sonraki yıl karının iki katına yakındır.)
(2010 yılı aktuaryel karına 200Milyon TL teknik faiz geliri eklenmiştir. Bu gelirin oluş şekli ilgili bilançoda açıklanmamıştır. Sanırım 2010 yılında OYAK karı uzun bir süreden sonra ilk kez sadece teknik karlılık seviyesine (yani enflasyon+ %5) düşmüştür.Bu nedenle kara ilave ödenek konmuştur. Yüzde yüz doğrudur demiyorum . Ben öyle düşünüyorum.)
2009’da OYAK iştirakleri zarar yapmışlardır. Bu zararın sebebi ve alınan tedbirler hakkında üyelere açıklama lüzumu hissedilmemiştir.
2001 yılındaki krizden sonra 2008 yılına kadar OYAK neredeyse altın çağ yaşamıştır. Bu kârlı dönemde OYAK Bank’ın katkılarının olduğu yadsınamaz. Ancak bankacılık artık kârlı bir iş değil denilerek satılmıştır. Bir de şunu sormak lazım. OYAKBank’ın gerçekten iştirak kârı mı, yoksa imtiyaz kârı mı olmuştur?
Demirçelik Sanayisi kâr ve zarar makası çok yüksek olan bir sektördür. Şu durumda OYAK demirçelik sektöründe bir rizikoya girmektedir. Artık dünyada demir çelik fabrikaları ağır sanayi olarak anılmamaktadır. Piyasada rekabet edebilecek özel sektöre ait demir çelik sanayi tesisleri vardır. Dünyada alternatif hammadde olanakları çoğalmış, geri dönüşüm sanayisi oluşmuştur. Dolayısıyla diğer fabrikalar gibi bu fabrikalar da OYAK aidatlarının çoğunluğunun sahibi assubayların aidatları ile eşe dosta arpalık sektörlerinin devamı anlamına gelmektedir. OYAK’ın kârlılığı gittikçe düştüğü için bu fabrikasını da gelecek birkaç yıl içinde satıp üyelerin birkaç yıllık rezervine yayıp önümüzdeki birkaç yılı kurtarma cihetine de gidebilir.
Sonuç: Son 4 yıl öncesinden emekli olan her astsubay serzenişinde haklıdır. Şu an sistemde olanların bazıları da birikimlerinin çokluğuna aldanarak bir takım gerçekleri görmezden gelmektedirler. Örneğin 1980’li olarak halen görevde olan bir astsubayın OYAK’ta birikmiş parası yaklaşık 200.000 TL'dir. Emekli sandığından alacağı para 65.000 TL’dir. Bu durum o kişi için tabii ki iyidir. Çok güzel bir paradır. Ancak 1970 mezunu ve 2002’de emekli olmuş bir astsubay aynı süre çalıştıkları için kendini kıyaslama hakkına sahiptir.
Bu gelişmeler Sayın Coşkun Ulusoy’un sahte kahraman olduğunu düşündürmüyor mu? Yönetim Kurulu Başkanının da üyeleri yanılttığı ortadadır. OYAK bir tefeci kuruluş gibi en büyük kârını kendi üyelerine borç vererek, bir nevi şubesiz bankacılık yaparak elde etmektedir.
Bilgi: OYAK her ne kadar vergiden muaf olmadığını ve vergi verdiğini söylese de 205 sayılı OYAK Kanununu okuduğumuzda OYAK’ın vergi muafiyetini açıkça görüyoruz. Ayrıca OYAK üyelerinin ilk on yıl için kâr payı vermediğini, sonraki yıllar için kâr payı verdiğini savunanlar da vardır. Bu yanlıştır. OYAK üyelik başladıktan sonra her ay için birikim nispetinde kâr payı vermektedir. Ancak 205 sayılı OYAK kanununa göre ilk üç yıl içinde üyelikten çıkılırsa hiçbir ödeme yapılmamaktadır. On yıl içinde üyelikten çıkıldığında da sadece birikmiş para kâr payı olmadan ödenmektedir.
OYAK adil bir sisteme geçmek istiyor ise öncelikle kendi bilançosunda ayırdığı gibi OYAK ve İŞTİRAKLER sistemini hayata geçirmelidir. OYAK’tan ayrılan bir üye iştiraklerden de ayrılmış sayılmamalıdır. O kişiye çıkarken çalıştığı dönemde iştiraklerin özvarlıklarının ulaştığı boyut farkı kadar hisse senedi vermelidir.
Örnek: Bir kişi işe başladığında İştiraklerin toplam öz kaynağı 12 milyar TL idi. Kişi emekli olduğunda bu özkaynakların toplamı 25 milyar TL’ye ulaştı. O halde OYAK o kişiye 13 milyar dolarlık öz varlığın son bilanço tarihindeki personel sayısına (örneğin 250.000 Kişi.) bölümünden çıkan sonuç kadar hisse vermesi gerekmektedir. O halde OYAK o kişiye 25.000.000.000 TL / 250.000= 52.000TL’lik hisse senedi sunması gerekmektedir. Bu kaba bir düşünce olup teknik olarak detaylandırılabilir.
OYAK’a bağlı iş yerlerinin ıslah edilmesi gerekmektedir. OYAK’ın iştiraklerinde hiçbir emekli subay veya assubayın çalışmaması gerekmektedir. Bu konu çok hassastır. Sonuç olarak himayecilik ve iltimas en basit olarak bu konularda başlar. Kârlılığı yüksek bir yapılanma için nitelik ve nicelik olarak piyasa kurallarına göre idareci ve işçi alımından taviz verilmemelidir. Örneğin Özel sektöre ait bir çimento fabrikasında bir işçi veya teknik eleman ile OYAK iştirakindeki çalışan arasında OYAK aleyhine ücretlendirme farkı mevcuttur. Aynı şekilde bazı OYAK fabrikalarının kışla gibi idare edildiğini, iş verimliliğinden ziyade makama hizmet disiplini ile çalışıldığını da biliyorum. Aslında bu paragrafı fazladan yazdım. Çünkü iştirak kârlarının düşüklüğü OYAK kuruldu kurulalı sadece dedikodu olarak tartışılır. Uygulamaya gelince çıt yok. 205 Sayılı OYAK Kanunu bu konulara gelince kısa kalmış.
Saygılarımla…
Sayın Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, mektubuma başlarken Allah'ın rahmetinin üzerinizde olmasını diliyorum.
Sayın Atatürk, sizi hayattaki bir kişi addederek mektup yazarken asıl muhatabımın kimler olduğunu hatırlatmama gerek olmadığını zannediyorum. Bu nedenle kaleme aldığım cümlelerim, sizin açtığınız yoldan ilerlediklerini söyleyenlerin veya size karşı olanların zülfiyarine dokunsa da, bizlere miras bıraktığınız özgür Türkiye’nin özü gelişmiş bir vatandaşı olmaya çalıştığımı önemle vurgulamak isterim.
Siz, yüzyıllarca karanlık bir bodruma atılmışcasına dünyadan koparılmış bir ulusun kurtarıcısı oldunuz. Siz,halkından ve gerçeklerden kopuk olarak yaşayan ve hâlâ azametten bahsederken hata üstüne hata yaparak milletini bir facianın ortasına getiren, çığırından çıkmış bir padişah rejiminin adı konulmamış değişik bir modelinin izlerini bu ülkenin üzerinden silmek için büyük çaba harcadınız. Bu maksatla, tekke ve zaviyeleri kapattınız. Halifeliği kaldırdınız. Eğitimi birleştirdiniz. Bizlere model olarak bizden çok daha ileri gitmiş ülkeleri gösterdiniz. Onların yolunun doğru olduğunu ve o yoldan gitmemizi önerdiniz. Bize Avrupa’yı işaret ettiniz. Reformlarınız da savaşlarınız kadar muhteşemdi. Siz, hayal görmediniz. Hayalleri kabusa dönen bir imparatorluğun, tarihindeki zaferlerle övünürken uğradığı bozgunları çok iyi bilen bir liderdiniz. Siz, Kırım’da, Balkanlarda, halklarını faciaya maruz bırakan ve mağlubiyeti yüz yıl öncesinden belli bir imparatorluğun bahtsız bir neferiydiniz. İçmeye ayranı olmadığı halde tahtıravanla gezinen Osmanlı imparatorluğu maalesef Sarıkamış’ta, Yemen’de, Plevne’de, Trablus’ta, Filistin’de tokat üstüne tokat yiyiyordu. Siz, mağlubiyeti kader haline getirmiş bir millet, Çanakkale’de yokluktan bir destan yazarken oradaydınız. Düşman askerinin bile acıdığı askerimizi son günlerde popülaritesi yükselen Osmanlı, aç susuz savaştırmıştı. Halkın elindeki tek umudu olan inancı ile kritik bir savaş kazanılmış sayılmıştı. Oysa bu savaşta yüz binler uğruna geçilemeyen Çanakkale’den daha sonra ellerini sallaya sallaya geçen İngilizler belki de, daha sonra hayıflanmışlardır. Hiçbir ülkenin lideri canını kurtarmak için Mondros ateşkes anlaşmasını kabul edecek kadar şerefsiz olmamalıdır. Nitekim ne Saddam ne de Kaddafi böyle bir şerefsizliği kabul etmemişlerdir. Kendine bağlı güçleri ile sonuna kadar çarpışan bu liderleri sözü gelmişken övündüğümüz tarihimizin bu şerefsiz sayfası vesilesi nedeniyle saygıyla anıyorum.
Sizi anlayabilmek yerine sizin de hatalarınız olabileceğinden yola çıkanlar sizin en masum muhaliflerinizdi. Bundan başka size karşı husumet besleyenler de oldu. Sizi emellerinin önünde engel görenler elbette ki sevmeyeceklerdi. Ancak düşmanın akıllısı her zaman dostun aptalından makbuldür. Maalesef ki sizin fikirleriniz ışığında devrimci bir yapıyla halkının önüne çıkması gerekenlerin yerine, sizi göklere çıkararak, methiyeler düzerek kişisel istikbal hesapları arasında boğulup giden nice yöneticilerimiz geldi geçti. Kimi sivil, kimi askeri olan bu zevat kendilerine veya mensubu oldukları sosyal ve mesleki statülere dokunulmazlık, şan, şöhret ve ganimet yağdırdılar.
Sayın Atatürk, Cumhuriyetimizin kazanımlarını maalesef teker teker kaybediyoruz. Siz “Yurtta sulh cihanda sulh” derdiniz. Maalesef utanç verici bir durumdayız. Komşu bir ülke olan Suriye’nin içişlerine o kadar çok müdahale ediyoruz ki, zamanı gelince başka ülkelerin bize müdehalesini haklı kılacak kadar aleni yanlış bir tutum sergiliyoruz. Öldürülen Libya liderinin kanları maalesef bizim elimize de bulaştı.
Siz bize hedefimiz olarak Avrupa'yı göstermiştiniz ya…. Avrupa ile artık o kadar uzağız ki… Şu an konjüktürel olarak Avrupa geçici bir krizin içine girdi. Tabii ki bu krizi atlatacaklar. Çünkü medeniyetin yani toplumsal hayat düzeninin yanı sıra teknolojinin de en zirvesinde onlar var. Tanınmış tüm markalar onların elinde. Biz ise kendine hayrı olmayan, petrol olmazsa dünyanın en fakir halkı olarak kalacak olan ülkelerde, yeni kalplerde yeni yerler edindik. Bunu bir “One minute” kelimesiyle başardık. Oysa girdiğimiz süreçte oynadığımız rolümüz ile, kendi değirmeninde dünya halklarını öğüten kapitalistlere hizmet ederek verilen rolü oynayan bir ülke olduğumuz aşikardır.
Sizi önce sıradanlaştırmak sonra da vijdanlarda mahkum etmek isteyenlerin tuzakları o kadar ustaca ki bazen ben bu kadar başarılı olmalarını kıskançlıkla taktir ediyorum. Şimdi sizin kurduğunuz siyasi bir partinin içine öyle bir şey attılar ki, birilerinin yüreği yağ bağlarken toplum ekseriyatının kafasına da sizinle ilgili bir şüphe soktular.
Dersim isyanını bastırmanızın haklı gerekçeleri maalesef sırf siyasi ve etnik sebeplerden dolayı, sizin kurduğunuz parti tarafından bile savunulmuyor. Bazıları sizin o dönemde devlet işlerinden uzak olduğunuzu söyleyerek sizi aptalca korumaya çalışıyorlar. Bazıları ise “olduysa oldu” diye kestirip atıp fikir beyan etmeyerek korkunç düşmanın çomak dürtmelerine karşı böylece mücadele edebileceklerini düşünüyorlar. Ancak Dersim isyanının, yani devlete başkaldırının meşruluğunun olmadığından söz eden neredeyse yok. Türkiye Cumhuriyeti'nin göbeğinde devlet kurup Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında Türkiye Cumhuriyeti'ni tanımayanlarla yaptığınız mücadeleniz maalesef sizin döneminizden çok size karşı hasmane tavır sergileyenlere malzeme oluyor. Her isyanda veya her savaşta olduğu gibi kurunun yanında yaşların da yandığını bile bile fırsat avcıları her şeyi amansızca kullanıyorlar. Bu isyanın liderinin İngiliz Dışişleri Bakanı'na hitaben yazdığı mektupta Türk Ordusu'nu yendiklerini bildirmesi sadece o kişilerin kahramanlığını mı ifade ediyor? O kişinin ifadesinden de belli olduğu üzere Türk Ordusu'nun neferleri öldürülmüştür. Dersim Katliamı diye bahsedilen trajedinin kökünde de bazı infiallerin saklı olduğu yönünde antitezler üretmeye cesaret edemiyoruz. Sizin bu memleket için neler yaptığınızın ve hayatınızı defalarca ortaya koyduğunuzun bilincinde olmalarına rağmen sizi vicdanlarda mahkum etmeye çalışanların hedefi belli. Onlar sizin etrafınızda kenetlenmiş bir halkı sizden koparmak istiyorlar.
Sayın Atatürk, maalesef devletin her kalesi yok edilmiş durumda. Artık bazı gerçekleri size içim kan ağlayarak içimden geldiği gibi kahrolarak anlatmak istiyorum.
Kadınlara pozitif ayrımcılık dediler ve kadın erkek ayrımcılığını yaparken kadınlarımızı kandırarak yanlarına çektiler. Sizi ve devrimlerinizin getirdiklerini bıraktılar. Kuru bir bez parçasının içinde özgürlük arıyorlar.
Öğretmenlerimizin baş öğretmeninin sanırım artık sizin olmanız istenmiyor. Yeni baş öğretmenimiz Prensilvanyalı… Televizyon karşısındaki halkımız modern dünya örnekleri ile değil din adamlarının tavsiyeleri ile baş başa..
Hükümetimiz komşularımızla sıfır problem diye yola çıktı ve maalesef halktan kopuk bir gündemin peşine düştüler. Ülkemizi yönetenler uluslar arası camiada ülkemizin sözcüsü olmaktan çok Filistin sözcüsü olmayı tercih ettiler. Kuzey Afrika’da Osmanlı nostaljisi politikası izliyorlar.
Dış polikaların en bilinen yönünü unuttular. Churcill’in dediği gibi “İngiltere’nin dostları yoktur. İngiltere’nin çıkarları vardır.” Özlü sözünün tüm ülkeler için haklı bir söz olduğu defalarca kanıtlanmış bir şekilde ortada dururken, duygusal bir dış politika ile tokat üstüne tokat yiyerek, yine duygusal bir yaklaşımla dış politikayı yeniden keşfetme cihetine gittiler. Kıbrıs politikamız ile artık sadece Rumlar ile değil Kıbrıslı Türkler ile karşı karşıyayız. Sayın Talat döneminde verilen tavizlerden sonuç çıkmayınca ve Kıbrıs Rum yönetimi uzlaşmaz tavrını küstahça sürdürünce mecburen bu polikikamızdan da U dönüşü yaptık. Dış politikada yaşananlar devlet geleneği denilen ve kolay kazanılmayan bir özelliğimizi maalesef yok etti.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde muhalefete ait bir milletvekili cebren kürsüden indirildi. Bu utanç verici durumdan özür dilemesi gerekenler çoğunluğun gücüne sığınan ve bizi temsil etmeye değil, kendi renklerindeki sermayelerini temsil etmeye gelmiş çapulcular gibi davranarak cebir kullanan milletvekilini korudular. Bugün bazı televizyon programlarında bazı gençler çıkıyor ve sizi sevmediklerini söylüyorlar. Onlara mikrofon uzatılıyor ve sözleri dinleniyor. Ancak sizi sevmeyenler, kendilerine karşı olanlara, demokratik haklarını kullanmak isteyenlere bol bol biber gazı sıkıp, jopla vuruyorlar. Susturmak için ağızlarını kapatıp nefes almalarını engelliyorlar. Yerlerde tekmeliyorlar. Bileklerini kıvırıp acı veriyorlar. Bu sahneler eskiden olmazdı Sayın Atatürk. Eskiden türbanlı gençler gösteri yaptıklarında polis böyle dağıtmazdı. Özel güvenlik zaten yoktu. Şimdi üniversitelerde özel güvenlikler öğrencilere göz açtırmıyor. Protesto edenler şiddetle cezalandırılıyor. Öğrenciler şiddet ve işkence ile karşı karşıya. Belki yarın sokaklarda muhalif avına çıkılacak. Yani onların iktidarı öyle despot ve sizin Cumhuriyetinizin kazanımlarından öyle uzak ki…
Siz “Nasıl oldu tüm bunlar? Nasıl bu kadar rahat hareket ediyorlar?” diyebilirsiniz. Tabii ki sizin güvenip Cumhuriyeti emanet ettiğiniz kişilerin görevlerini layıkıyla yapmaması yüzünden. Onlar hangi makama geldilerse sizin maneviyatınızı zırh gibi üstlerine giydiler. Sonra da en masum tabirle dar düşünceli, kısa vadeli politikalarının çıkmazlarında yok olup gittiler. Şimdi sizi sevmeyen ama halka yaklaşımı iyi bilen, sizin gittiğiniz yolu terk eden ancak teknolojik ve ekonomik anlamda çok iyi şeyler de yapan bir idare ile yönetiliyoruz. Siz “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” Sözünüzde de belirttiğinize göre diyeceksiniz ki, “Olsun Türkiye Cumhuriyeti'ni iyi yönetsinler halka refah yaşatsınlar, beni sevmek zorunda değiller…” Sayın Atatürk keşke her şey sizi sevmekle veya sevmemekle bitseydi. Keşke her şey basit bir Atatürk alerjisi olarak kalsaydı. Ama maalesef öyle değil. Onların alerjisi sizin kurduğunuz kurumlara, sizin ilkelerinize, sizin Cumhuriyetinize. Sizin ümmetçilik ilkeniz yok. Ancak onların ümmetçilik ilkeleri var. Sizin Laiklik ilkeniz var. Ancak onların laiklik ilkeleri yok. Sadece şimdilik dokunulmayan bu ilkeniz sırası ve zamanı gelince önce tanımını sonra adını değiştirecek. Laik vatandaşlara da Osmanlı İmparatorluğu zamanında ecnebilere davranılan hoşgörü sınırları içinde bir alan çizilecek. Halkın geleneksel İslam hayatı yaratılıp bu hayatın dışında izole bir laikler sınıfı yaratılacak. Adına da İslami hoşgörü denilip reklam yapılacak. Sizin bıraktığınız o laiklik sizden sonra o kadar çok şekil aldı ki… Bazen dine karşı bir açılım olarak kullanıldı. Bazen halka rağmen üstün körü ve ele yüze bulaştırılacak kadar safça halkın inançları ile oynandı. Tüm bunları maalesef sizin izinizden gittiğini söyleyenler yaptı. Sırf bu yüzden şimdi pirincin taşını ayıklayamıyoruz.
Sayın Atatürk geldiğimiz noktadan şikayet ediyoruz. Ancak biz bu noktaya hemen gelmedik. On yıllar alan bir ilgisizlik sonucu Cumhuriyetimiz çok büyük yaralar aldı. En çok da gözüme çarpan neydi biliyor musunuz? Milli bayramlarımıza hiç sahip çıkmadık. Bu bayramları okul çocuklarına ve askerlere emanet ettik.
Sizden sonra aslında dünyada bazı değer yargıları değişti. Cumhuriyetlerin ve demokrasilerin kontrolünü karteller ve holdingler aldı. Artık güçlü olan kendi demokrasisini kuruyor. Bir çok ülkede halklar demokrasinin sadece oyuncağı olarak kaldı. Eskiden bazı kanunlar Anayasa Mahkemesi'nden dönerdi. Ancak şu an artık Anayasa Mahkemesi Başkanını sadece törenlerde görüyoruz. Şehitlerinin kanı bedel olarak ödenen vatan topraklarını korumamak için artık para ödüyoruz. Askerlikten kaçma yasasına maalesef sizin kurduğunuz parti sahip çıktı. Kanun teklifinin öncelikle kendilerinden geldiğini söyleyerek övünç vesilesi yaptılar. Sayın Atatürk Cumhuriyetimizin geldiği noktada teknolojik ve askeri yetenek olarak maalesef hâlâ çok yetersiziz. Hâlâ dışarıya bağımlıyız. Hâlâ savunma sanayimiz yeterli değil. Hâlâ caydırıcı bir güç değiliz. Sayı olarak büyük ordu beslemeyi kuvvet ve kudret saydık. Oysa maalesef gücümüzü optimum kullanacağımız bir sisteme sahip değiliz.
Terör deyince durup düşünmeliyiz diye düşünüyorum Sayın Atatürk. Aslında terörün büyüğünü devlet yaptı. Vergilerini adaletsizce topladı. Halkın çıkarlarını korumadı.
Sayın Atatürk, size sadece şu kadarını söyleyeyim siz gerisini düşünün. Halktan alınan elektrik ve su faturaları gibi ücretlerden bile cebren haksız para alınıyor. Bu paralar herkesten alınırken şikayet edersek sadece şikayet edene geri ödeme yapılan bir hukuk anlayışı hakim. Yani al paranı kapa çeneni diyorlar. Şimdilerde artık mahkeme yolları da kapalı. Mahkemeye başvuranlardan ücret alıyorlar. Halk hukuka gitmek istemiyor. Devlet halkın hizmetinde değil, ensesinde duruyor.
Yukarıdaki konuları hep sohbetlerimizde konuşuyoruz. Sonunda işin içinden çıkamayıp “eğitim şart” diye sohbeti sonlandırıyoruz. Ya da merhum Aziz Nesin’in bir anekdotunda dediği gibi “Dur bakalım ne olacak?” deyip tren izler gibi gündemi izliyoruz. Sayın Atatürk artık maalesef eğitimde de iğrenç şeyler oluyor. Sınav soruları çalınıyor. Bir sürü kişi haksız bir şekilde sınav kazanıyor. Hoş, zaten eğitimde de fırsat eşitliği yok. Özel okullar o kadar çok arttı ki… Milli Eğitim Bakanlığı ilköğretimde seçmeli ders olarak Arapça dersini koydu. Türban ya da başörtüsü ilköğretime girmek üzere. Maalesef bu kadarı da olmaz demiyoruz. Olacağını hepimiz biliyoruz. Zaten yakın zamanda din okullarının daha popüler olacağını, ailelerin çocuklarını bu tür okullara göndermeyi tercih edeceklerini biliyoruz. Maalesef İslami kurallara göre hayvan kesiminden sonra şimdi de İslami kurallara göre ana sınıfları açıldı. Bu okullara veya kreşlere gönderilen 4-6 yaş arası çocuklara ibadet ve İslami yaşayış tarzı öğretiliyor. Bazılarının “bunun neresi kötü?” dediğini işitir gibiyim. Ama bence çok kötü…
Son paragrafımda size hitabımı söz konusu etmek istiyorum. Siz halkına hizmet eden ve halkını düşünen bir liderdiniz. Ben size büyük saygı duyuyorum. Ancak bu saygı duyuşumu hiçbir şekilde fütursuz bir bağlılık haline getirmedim. Biliyordum ki siz de bizler gibi bir insandınız. Çok zor bir aile yaşantısı içinde büyüdünüz. Siz halkın lideri olmadan önce de büyük bir insandınız. Siz doğduğunuz günden beri hep büyük mücadeleler vermek zorunda kaldınız. Ancak kimsenin atası değildiniz. Şimdi bazılarımız size “Atam” diyor. Sayın Atatürk bu kelime çocuklara sizin sevginizi aşılamak için güzel, ancak belirli yaşa gelmiş insanlar ceddini iyi biliyor. Nereden geldiklerini bilen kişilere bazen size Atam demek ağır gelebilir. O nedenle sizi abartmadan seviyorum. Abartılı duyguların sevginin muhataba zarar vereceğini düşünüyorum.
Sayın Atatürk, size yine yazmayı ümit ediyorum. Bu mektubum şimdilik bu kadar. Canını sıktığımı biliyorum. Ancak bunlar benim düşüncelerim. Hani kişilik olarak da biraz abartmayı değil de ayyuka çıkarmayı severim. Varsın çıksın… Zaten o nedenle bir köşe buldum yazıp duruyorum.
Size en içten hürmetlerimi sunarım. Ruhun şad olsun.
insanların kişiliğine değer vermeyen ve gelişmelerini kolaylaştırmayan toplumlar yükselemezler.
Mustafa Kemal Atatürk
Son zamanlarda bir ciklet reklamında seksi bir bayan bir şarkı söylüyor. Bu mudur? Bu dur. Ben de başlığımı böyle seçtim. Bu mudur? Bu dur.
Bölücü terör belası 1984 yılından beri resmi tarihimize girdi. O zaman Başbakan Turgut Özal’dı. Şehit olanların doğum tarihlerinde o zamanlar 1960'lı yıllar vardı. Hakkari’de şehit olan Diyarbakır’lı Er Ahmet Tuncel’in tabutunda 1990 Doğumlu olduğu yazıyor. Yani ilk Diyarbakır’a göreve gittiğimde, Dağkapı’daki karşılıklı duran Subay ve Astsubay orduevlerinin arasından vatandaşların koşar adım geçirildiği ve kum torbalarıyla orduevi duvarlarına tahkimat yapıldığı yıllarda o çocuk üç yaşındaydı.
Şehitlerimizin çoğu aslında fakir ailelerin çocuklarıdır. Kahramanmaraş'lı Şehit Er İdris Çam’ın annesinin kaldığı evinin elektriği borcu nedeniyle kapalıydı. Şunu çok iyi tahmin ediyorum ki o şehit doğuya atandığı için sevinmiştir. Hiç olmazsa alacağı operasyon parasını annesine gönderebileceğini düşünmüştür. Hepimiz Emekli Assubayız. Bilmiyor muyuz bunları? Kaç tane askeri cebimizden para vererek teskereye gönderdik… Kaç tane askerimizin ailesine yardım ettik…
Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Milletvekili yakını, zengin aramaya gerek yok. Kaç tane üst rütbeli kendi yakınlarının daha güvenli yerleri bırakın orduevi, askeri kamp gibi yerlerde torpilli askerlik uygulamasına şahit olduk… Elinde sivilce çıktı diye, psikolojisinin askerlik yapmaya müsait olmaması sebebiyle çürük raporu almaya çalışanları, bunlara rapor düzenlemeye çalışana örgütlenmeleri görmedik mi? Ama fakir çocuk annesine, kardeşine harçlık gönderebilmek için astımını gizleyerek üç bin rakımlı tepelerde çalıştı.
Sokaklar insan seli… Bir çok insan aldığımız son yarayı yine evdeki televizyon başındaki koltukta izlemekten öte bir şeyler yapmanın gerekliliğini savunuyor ve kendini sokağa atıyor. Ama kafalarda sabitleşmiş, herkesin ortak bulduğu bir çözüm olmamacasına… Kimi asıp kesmekten, kimi yakıp yıkmaktan, kimi tuzağa düşmemekten bahsediyor. Milletin gazını almak için belirli bir kademede sokağa döken ve birazcık ileri gidince göz yaşartıcı spreyle millete ayar veren “Demokrasi ayarlayıcısı Polisler” rejim muhafızlarını andırmıyorlar mı?
Gündem… İnsanı altına alıp eziveren bir silindir gibi. Çukurca’daki 24 şehit haberi bir gün önce şehit düşen beşi polis dokuz terör kurbanını nasıl unutturdu. Sanki onlar artık şehit değil. Onlar bir günde unutuldu gittiler. Çukurca şehitlerimizin yasını tutarken Kaddafi’nin öldürüldüğü haberini aldık. Gündem ibresini Kaddafi'ye çeviriverdi.
Laf… Baki kalan kubbede birkaç lakırtı. Her gündemin arkasından para kazanmaya çalışan profesyonel lafçılar. Bir de benim gibi bedava site bulup içinden geçeni yazmaya çalışan ucuz lafçılar…
Mitinglerden enstantaneler….
Biri araba konvoyuna katılmış açmış Tarkan’ı terörü lanetliyor.
Biri kafayı çekmiş meyhaneden dışarı çıkmış, konuştuğu anlaşılmıyor ancak kendince terörü lanetliyor.
Biri eline telefonu almış arkadaşına kalabalığı anlatıyor. Yarım saat sonrasına randevulaşıyor.
Birinin hanımı arıyor telefonla. Cevap veriyor. “ Çayı koy sen. Birazdan geleceğim.”
Bayrakçılar iyi para kazanıyor. Ne yapsınlar ekmek parası.
Ortada birkaç kişi belirgin şekilde agresif hareket ve sözler sarf ediyor. Şöyle bir bakınca insan anlayabiliyor. Birilerinin tetikçiliğini üstlenerek karnını doyurmaya çalışan çaresizlerden başkası değil.
Kaldırım kenarlarında sessiz sessiz ağlayan kadınlar… İşte gözüm onlara takılıyor. Evet onlar anne… Onlar acıyı anlıyorlar. Onlar acıyı hissediyorlar. Mahşer yerinde sessiz çığlıklar…
Saygılarımla…
Yirmi birinci Yüzyıldayız. Artık demokrasi kelimesinin yerini “İleri Demokrasi” kelimesi aldı. Bu söylem bana çok kapitalist gelir. Tıpkı firmaların bir şey pazarlarken uyguladıkları yöntem gibi… Bir araba firmasının aynı marka için aynı yılda bir çok model sunması gibi… Yani “son model Turbo Dizel Demokrasi” diyesi geliyor insanın. Kapitalizmin ürünlerine uyguladığımızda örtüşen bu “İleri Demokrasi” acaba gerçekten bir kapitalizm ürünü mü?
Bence evet… İleri Demokrasi denilen şey insanların hepsini Bilgisayar hafızalı olarak kabul ediyor. Düşünün bir kez!.. Cep telefonu veya internet abonesi olduğumuzda bizlere bir sürü güzel kelimelerle kampanyalar sunuluyor. Ancak bu kampanyalar tabii ki hukuki kurallara bağlı. Bilişim teknolojileri ya da bankalar için hazırlanmış kurallar tüketicinin son derece akıllı olması halinde, ya da çaresiz olmaması, başka bir deyişle alternatif kurabilmesi halinde eşit şartlara ulaşıyor. Böyle bir avantajımız varsa bizim lehimize bir şeyler olabiliyor. İleri Demokrasi insanın kafasını karıştırıp aldatmaya çalışan yeni kapitalistlerin hukuk sisteminin adı olsa gerek.
Veeee … OYAK…. İleri demokrasiye adapte olmuş kuruluşlardan biri. Bu makalemde OYAK tarafından imzasız yayınlanmış ne idüğü belirsiz bir makaleyi kendime muhatap almak istemiyordum. Ancak bazen kaçınılmaz oluyor. O kuruluş kapitalist yöntemlerle yönetilmektedir. Her ne kadar sosyal bir yardımlaşma kurumu olduklarını söyleseler de bu böyledir. Aksi taktirde hem kapitalist hem de sosyal yardımlaşmadan söz edecek olursak çok başka bir şey ortaya çıkıyor. Suç teşkil eder diye yazamıyorum. Tabii ki bazıları benim gibi düşünenlerin düşüncelerini kabul etmeyecekler. Tabii ki onların eksenleri benimkinden farklı olacak. Çünkü ben kapitalist değilim. Zaten belirli bir kapitalim de yok… Kısacası benim gibi düşünmeyenler için “bekarın karı boşadığı” biriyim.
Ben imzasız yazılarda olduğu gibi insanların önüne kanun kitap açıp, elime de hukuk sopası alıp yazmayacağım. Ben vicdanlara sesleniyorum.
Sayın okurlar sizlere soruyorum. OYAK’a değil sizlere soruyorum. Şu soruların cevapları hakkında sanırım biraz bilgi sahibisinizdir!
Diye uzar gider. Ancak şuna emin olun ki konum ne OYAK ne de başka bir kurum. Eskinin imtiyazlıları ile şimdinin ileri demokrasisinin şirketlerinin pek farkı olmadığını söylemek istiyorum. Yetmişli ve seksenli yıllarda kurumları yiyip bitiren rüşvet ve adam kayırma dediğimiz yanlış uygulamalar karşımıza yeni elbiseler giyinip giyinip geliyor. Ben ne OYAK’a karşıyım. Ne de serbest piyasaya… Karşı olduğum şey yok olduğu söylenen imtiyazlardır.
Kamu İktisadi Teşekkülleri'ndeki mutluluk çemberleri doksanlı yıllarda çöktü. Bazı entrikacı tüccarların elinde bir tek Türk Silahlı Kuvvetleri kaldı. Kantinine, gazinosuna, orduevine girebilmek için çevirmedikleri dolap yok. Promosyonların, indirimlerin yanı sıra şahsa özel teklifler maalesef oluyordur. Askerlerin ticaretle olan serüvenleri bazen komuta kontrol hiyerarşisini de tabii ki etkileyebilir.
Bana göre OYAK mecburiyete ve imtiyazlara son verse de ayakta kalabilir. Eğer üyelerine eşit paylaşım imkanı sağlarsa, piyasa kurallarına göre oynarsa, profesyonel personel ile çalışırsa başarılı olur. Hem de tam tersine, iştiraklerden elde ettiği gelirler üyelerine daha çok yansır.
Ancak bu hukukun içinde bir tek yanlış OYAK’ta değil. Ticari hayatımızda doğru gitmeyen neler var neler…
Sözümü bitirirken TEMAD Genel Kurulunda şirketleşmeye giden adımın atılmasını temenni ediyorum. Olmasa da olur ancak olursa çok güzel olur. Verimli bir bahçenin ekilmesi veya ekilmemesi hakkında karar vermek gibi bir şey… Başkan seçimi kadar, Tüzük değişikliği kadar önemli…
OYAK aslında bize de bir ders verdi. Ne kadar çok verirsen ver, eşit vermediğin sürece problem var demektir. Bir de eve gelen yemeğin nerden geldiğini sormak lazım kanaatimce...
Saygılarımla….
“Türk Silahlı Kuvvetleri'nde, çalışan veya emekli olmuş astsubay arkadaşlarımızın her biri kendi branşında uzmandır. Liderlik, komutanlık ve idarecilik vasfına sahiptirler. Bu durum bizim çok kültürlülüğümüzden kaynaklanmaktadır.
Ne yazık ki aramızda her şeyi ben bilirim diyenlerde var. Bilmediklerimi ayaklarımın altına alsan başım göklere değer diyen filozofa karşılık; her konuda bilgi sahibi olmadan ben bilirim diyenlerin iletişimsiz bu çabaları Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği'ne zarar verdiğini genel merkez ve şube yönetimindeki arkadaşlarımın tamamı bilmektedir.”
Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği, ülkemizde belli bir yere gelmiş, kendisini her kuruma kabul ettirmiş; yaptığı ağır, oturaklı, bilgili, donanımlı, ülke hassasiyetlerine duyarlı, usulsüzlüklere müdahaleci, gerektiğinde yol gösterici, neyi ne zaman yapacağını bilen ve bir tabirle ağır oturup batman götüren tavır ve çalışmalarıyla sivil toplum kurumları arasındaki seçkin yerini almıştır. Bu kalitedeki çalışmalarına devam edecektir.
Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği genel merkez yönetim kurulunun yaptığı çalışmaları bilen, fakat buna karşı çıkarak karalamaya çalışanlar kara boyalarla arkadaş olanlar, dünyada diğer renkleri de bilhassa ana renkleri öğrendiklerinde huzura kavuşacaklardır .
Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği yönetim kurulu yapılan bu haksızlıklara ve saçmalıklara bu güne kadar cevap vermemiştir bundan sonra da vermek için zaman harcamayacaktır .
Bir kere daha belirtmem gerekir ki emekli astsubayların kamuoyunda tek yasal temsilcisi özel kanunla kurulmuş Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği’dir. Bunun dışında olan oluşumlar Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği'nin yaptığı her türlü çalışmalara yardımcı olmaları, ellerini taşın altına koymaları gerekir. Yardımcı olanların hakkını yemeyelim ancak, yardımcı olma çabası görüntüsü altında kendi egolarını tatmin için evde can sıkıntılarını gidermek, yaptıkları ya da yazdıklarıyla yapılan çalışmaları yok gösterme gafletinde olanlar vardır. Bunlar mevcut başarısızlığın başarılı aktörleridir.
Çemberi kıramamış, bu güne kadar yazdığı ya da söylediği lafların mantıklı beş cümleyi geçmediğini bilenler de hizmette kınacık olmuş buğday gibi olduklarını biliyorlar. Her zaman söylüyorum; buğday başağının taneleri doldukça başı eğilir, kınacık olursa hep dik dururlar.
Değerli arkadaşlarım;
Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği genel merkez ve şubelerinin yönetim kurulları hakkında vicdansız ve izansız isnatta bulunanlar kime hizmet ettiklerinin farkındalar mı? Bir konuda sonuca ulaşmak için önce yapılacak çalışmanın bilinmesi lazım. Emir komuta zinciri altındayken benliğini ispat edemeyenler emekli olduktan sonra kendilerine gelenler benliğini sonradan kazanmaya çalışan az miktardaki mensuplar sınırsız davranışlarla başarısızlığın hissedarları olmaya devam ediyorlar. Boş tezgâh sahipleri, katkısız aktörlerden bazıları temcit pilavı yer gibi aynı konuyu işlemeyi, asılsız yalanlarını tekrarlamayı benliğinin bir parçası haline getirmişlerdir. Olumsuzlukta başarılı olanların bu topluma vereceği hiçbir şey yoktur.
Değerli arkadaşlarım;
Çalışmalarda başarının sırrı 6 soru anahtarına bağlıdır. Bu soru anahtarını renklendirerek ve şekillendirerek sorulduğu zaman yollar açılır ve gerekli bilgiler elde edilir. Bu soru anahtarı şunlardır.
- Kim?
- Ne?
- Neden?
- Nerede?
- Nasıl?
- Ne zaman?
Şu anda görevli olan yönetimimize muhalif olanların olması gayet doğaldır. Muhalefet olumlu ve yol gösterici olursa; neyi ne zaman, nasıl, nerede, kiminle yapacağını bilirse başarılı olur. Muhalefet yapan arkadaşlarımız bazı şubelerimizi ziyaret ederek, çalışmaları hakkında bilgiler veriyorlar. Şubelerin yönetimdeki arkadaşlarımız ziyaretçilerine yapacakları görüşmeleri kimlerle nerede, ne zaman nasıl yapacaklarını izah etsinler. Görüşüp de yardım alacakları yetkililerle bu güne kadar görüşülmemiş mi? Yönetimimizin görüştüğü yetkililerin dışında görüşecekleri şahıslar olmadığına göre ne yapacaklarını açıklıkla anlatmaları gerekir. Şubelerimizi ziyaretlerinde bu sorular sorulmalı ve tatmin edici cevabı alınmalıdır. Yoksa ben halepte 40 arşın atladım deyip kestirip atmakla, boş atarım dolu gelir düşüncesiyle kimsenin bir şey kazanamayacağını hepimiz biliyoruz.
Ayrıca; şubelerimizi ziyaret eden arkadaşlarımıza sormak lazım. Temad'ı bu kadar düşünüyorsanız. hanginiz aracınızı veya daskınızı Temad Sigortaya yaptırdınız?
Her zaman söylüyorum, olumlu ve yol gösterici eleştirileri yapanları Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği yandaşı ve candaşı olarak kabul ediyoruz. Onlara minnet borcumuzun olduğunu biliyoruz. Her zaman dostlardan duyduğumuz sözlerin başında “Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği'ni eleştirenlere üye misin dediğimde üye değilim dedi. Ben de o halde konuşmaya hakkın yoktur dedim ve konuşturmadım.” Maalesef bu durumu şubelerimizin başkan, yönetim kurullarıyla yaptığımız görüşmelerde de sık sık duyuyoruz. Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği'ni eleştirenler ya üye olmamış, yıllık 5 paket sigara parasından kaçanlar ya da yönetimlerin aldığı kararlarla üyelikten çıkarılanlar. Bizler yönetim kurulu olarak genel merkezde ve şubelerde hangi arkadaşlarımızın üyelikten çıkarıldığını hiç bir şekilde yayımlamıyoruz veya duyurmuyoruz. Böyle bir düşüncemiz bu güne kadar olmadı. Bundan sonra da zorunluluk olmazsa yapmayı düşünmüyoruz. Ama bakıyoruz. Üyelikten çıkarıldıktan sonra eleştiriye başlayanlar eleştiri aktivistleri tarafından rağbet görüyorlar.
Şimdi yeni bir Genelkurmay var, yeni bir hükümet var, yeni bir Milli Savunma Bakanlığı var. TBMM 1 Ekim'de açılıyor. Şube başkanlarımızla ve üyelerimizin sinerjisi ile daha olgunluk kazanmış bir ortamda sorunların kabulü için durmak yok yola devam edeceğiz.
Yarınlar yorgun ve hantal insanlara ait değildir. Dinamik, sinerjik, donanımlı insanlara aittir.
Hepinize umutların sönmediği, uzun ve mutlu bir yaşam diliyorum.
…Neyse biz başkaları gibi büyük harf takıntısı olmadan sözümüze başlayalım. TEMAD GENEL MERKEZ başlıklı yazıyı (Yazının altında kişi ismi olmadığına göre) okuduk. Onların da beklediği üzere biz de karşılık yazalım bari. Kendilerini muhalefet olarak tanıtan, kimlere hizmet ettiği malum olan bizlere cevap verme gereği bile duymadığını belirttiği yazısını sanırım bize ithafen yazmış. Hâttâ kendince altı soru anahtarıyla muhalefet edenlere yardımcı olmuş. Gidin şubelerinize bu altı anahtar ile soru sorun demiş. Şubelere de cevap olarak şöyle cevap verin diye akıl verilmiş. “Sen neden Dask ve Kasko sigortanı TEMAD Sigortadan yaptırmadın?”
Eyvah eyvah… Sloganlar da tanıdık. “Durmak yok yola devam” diyorlar. Yarınlar bizim gibi yorgun, hantal insanlara ait değil, onlar gibi donanımlı, “sinerjik” , dinamik adamlara aitmiş. Sayın Donanımlı TEMAD GENEL MERKEZ “sinerjik” kelimesini gerçekten düşünerek mi seçtiniz? Yoksa enerjik diyecek iken ağzınızdan “sinerjik” mi çıktı? Gerçekten sinerjiyi bilinçli söylüyorsanız maşallah TEMAD mesaj panosu sinerji küpü gibi diyeceğim ama sanallar çekildi çekileli çıt yok.
Soruyorum;
Sayın TEMAD GENEL MERKEZ zahmet etmeyin. Şubeleriniz de zahmet etmesin. Zaten bir daha siz seçilirseniz biz bu çatının altında zaten olamayacağız. Ancak siz giderseniz muhalefet dediğiniz kişiler olarak eski dönemi de sorgulayacağız. Onun için kulislerinizi iyi yapmaya bakınız.
TEMAD GENEL MERKEZ’in kapısına yazılmasını teklif ettiğim yazı…
“Emekli assubayların her biri branşlarında uzmanlaşmış ve idarecilik becerisinin yüksek olmasının sebebi çok kültürlü olmasıdır.”
Sayın arkadaşlar TEMAD GENEL MERKEZ adı altında 16 Eylül 2011 tarihli olarak TEMAD mesaj panosunda yayınlanan yazı ibretlik tarihi bir yazıdır.
Bizim başımıza çıkardığımız bu yazıyı hazırlayan her kim ise ne kadar cahil olduğunun ilanıdır. Emekli assubaylar.org olarak en kısa zamanda deklarasyon yayınlayarak bu cehaleti üzerimizden atmak için kampanya başlatmalıyız.
Saygılarımla…
Yaşarcığım, seni geçen gün internet vasıtasıyla Beyaz TV’de katıldığın tartışma programında izledim. Yaşarcığım bazı anlar vardır. O anlar yaşandığında insanlar kırmızıyı görmüş boğa gibi olurlar. Bu programda Sayınsız Kütahyalı tarafından senin düşürüldüğün gayri akli durum acınacak kadar vahimdi.
Sana Yaşarcığım diyorum, çünkü her ne kadar sen benden 18 yaş falan büyük olsan da benim tarafımdan öğüt alacak kadar küçülmüş veya küçültülmüştün. Yaşarcığım 12 Eylül veya herhangi bir ihtilal döneminde bir çok kişi hapse atıldı. Bir çok kişi de içeride kötü muamele gördüğünü iddia etti. Sen dahil herkes şunu biliyor ki oralarda görev yapan kişiler devletin resmi elbiseli kişileridir. Mahkeme kararı ile haklı olduğunuz sabit olsa bile kimse size, başkasına “Pe……k” deme hakkını vermez. Oysa siz devletin askerine yönelik saldırıların moda olduğu şu günlerde ulusal bir kanalda bir assubaya eşgal tarifi yaparak alenen sinkaf ediyorsunuz. Sözleriniz ve davranışlarınız deneyimli bir politikacıya hiç yakışmadı. Varsayalım ki biri size gerçekten çok haksız bir fiil yapmış olsun. Varsayalım ki size veya ailenize haksız muamelelerde bulunulmuş. Kaldı ki, size haksız muamelede bulunan kişinin halen yaşadığını söylüyorsunuz. Kim olduğunu bildiğinizi söylüyorsunuz. Boyunu bile tarif ediyorsunuz. Zaten o boylarda asker bulmak zordur. Sizin ifadenize göre 130 cm boyunda sarışın bir astsubay… Medyada küfür ederek hodri meydan diyeceğinize mahkemede hodri meydan desenize. Bu halinizle sağa sola caka satarak gündemde kalmaya çalışan eski medya kabadayılarına benziyorsunuz. Sayın Başbakan, Mersin'li bir çiftçiye “Ananı da al git” dedi. Bu durumda Sayın çiftçi hemen bir canlı yayına çıkıp Başbakan’a sinkaf yapabilir mi?.. Ya da şöyle düşünün. Yaptığınız sinkafın hukuksal olarak karşı taraftan bir yaptırım görmediğini düşünün. Yani size dava açmadı. O zaman maalesef aynı Ergenekon furyası gibi başka bir furya başlayacak. Bu furya ile “Vurun abalıya” mantığının gereği zaten hakkı yenen, zaten sindirilmiş ve susturulmuş kesimlere hukuk yetmedi bir de “Sinkaf” edelim kültürü yaygınlaşacak. Halk ve medya bunu çok çabuk kabullenir zaten.
Bak Yaşarcığım, artık ihtilallerde içeri girmiş olduğunu söylemek moda oldu. Geri plana düşen kişiler zaman zaman böyle çıkışlar yaparlar. Nitekim Sayın Cindoruk kendini duayen zanneder. Ya da Yassıada kahramanı zanneder. Ancak öyle olmadığını halk bilir. Aynı şekilde Sayın Mehmet Barlas rahmetli Özal’ın etrafında gölgesinde bir sırça köşk yakalamış gazeteciydi. Bilinen söylemleriyle yıllarca kanal kanal açık oturumlara katılırdı. Sayın Uğur Dündar da Avrasya gemisine havadan inen gazeteci portresini elde etmek için bir takım “kes kopyala yapıştır” hileleri yapmıştı. Siz de 12 Eylül’de işkence gördüğünüzü ajite ederek tabii ki siyaset yapabilirsiniz. Bu sizin en doğal hakkınız. Ancaaaakkkkk…. Hedef küçültüp küçülmeyin. Sonuçta 12 Eylül ihtilalini yapan belli. İşkence gördüğünü beyan edenlerin de niçin işkence gördüğü malum. Aradaki insanları bir kenara bırakın. Eğer delikanlıysanız o ağzınızdan çıkan “Pezevenk” kelimesini onlara söyleyin. Bir de yalan konuşmayın. 130 cm boyunda bir astsubay ben ne gördüm ne de duydum. Böylesi bir eşgal vermeye devam ederseniz Yalova Kaymakamına söylenen sözü size adapte ederler...
Şimdi diyeceksin ki sen neden beni ağzıma doladın. Yaşarcığım doladıysam emekli assubaylar.org sitesinde doladım. Sonuçta bizim hakkımızda öyle ağzına geldiği gibi ileri geri konuşana eğer varsa haddini bildirmek bizim site yazarlarımızın ilgi sahasıdır! Kaldı ki sizi veya ailenizin bireylerinin itilip kakılmasından söz ediyorsunuz. Devletin kapısında itiş kakışlar her zaman oluyor. Bazen adam bile ölüyor oralarda… Bazen doktorlar sopa yiyor vatandaştan… Bazen polisin kafasına taş geliyor… Askerin veya polisin vurduğu coplar muhakkak ki birilerinin bir yerlerini morartıyor. Olmaması gerek ama oluyor. Tüm bu istenmeyen olayların çoğu toplum vicdanında bazen kabul görüyor bazen de görmüyor. Ancak kimseye mikrafon verilip de karşı tarafa sinkaf ettirilmiyor. Siz yıllarca millete hitap etmiş kişisiniz. Size hiç yakışmadı...
Yaşarcığım bence sen o Anneni ittirerek düşüren, ellerinin tele takılmasıyla ellerinin kanamasına sebep olan ve hayatta olduğunu söylediğin Astsubay’dan sanırım özür dileme durumuna düştün. Tabii ki öyle bir kişi varsa! Ayrıca tarihlerle ilgili bir hesap yapıldığında anılan kişi şu an yetmişli yaşlardadır. Kendisi sizin aleyhinize dava açabilir. Tabii ki savcılar, hakimler tutup da sizin onun hakkında söylediğiniz “Küfürü” değil de yaptığınız suçlamayı dikkate alırlarsa şaşmamak gerek.
Yaşarcığım eğer bu yazıyı okursan sakın bana kızma. Git Sayınsız Kütahyalı’ya kız. Seni bu duruma o düşürdü. Ama sen de büyü artık canım… Öyle her şeyim şey diyene tuzluğu alıp koşma. Köpeksiz köy bulup değneksiz dolaşma Yaşarcığım…