×

Uyarı

JUser: :_load: 932 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.

ASSUBAYIM!

Aralık 25, 2013

Assubaylar” diye başlamak istiyorum. Assubaylar, ordumuzun ağır işçileri, haksızlığa uğrayanların timsali, vatandaşın karmaşıklığının aynası, içinde fırtınalar kopsa da sessiz kalarak toplumun ufak hesaplar zihniyetine esir olmuş meslek gruplarından biridir.

Ne olur assubayım? Daha ne olur? Kafanı mı kopartırlar? Çocuklarını mı çalacaklar? Hiçbir şey yapamazlar. Ama sen yine de gözün televizyonda, elin klavyede, ağzında bin bir sitem, sıcak odanın ve demli çayın esiri olmuşsun.

Bu ülkedeki tarihsel ötelenmişliğinin doruk yapmasını seyrettin durdun. Altmışlı yıllarda kanatlarını yoldular. Devletin en tepesindeki kişi tarafından, yetmişli yıllarda ötekileştirildin, seksenli yıllarda garson gibi görüldün, doksanlı yıllarda potansiyel söğüşlenecek kalabalık olarak görüldün. En son olarak da iki binli yıllarda devletin dibine kibrit çakanların oyununun bir parçası oldun. Kızma assubayım! Bunu da  anlatırım.Yutkuna yutkuna gırtlak kanseri olacaksın be Assubayım.

Senin derneğin hiçbir zaman hiç ciddiye alınmadı. Kusura bakma bunda en büyük kabahat yine sende. Çok hatalar yaptın çoookkk… Tekrar yetmişli, seksenli, doksanlı yıllara gidipte seni sıkmak istemiyorum. Şu on yıllık sürece bir bakalım. Kişi başına düşen milli gelir arttı. Bu milli gelire doğru orantılı devletin, özel sektörün aldığı paylar da arttı. Sen ne oldu da aşağıya sürüklendin? İmamın ekonomik yükselişine bir bak! Polisin, öğretmenin sana nispeten ekonomik yükselişine bir bak!

Senden daha az sigortalı çalışmış olan kamu emeklisinin sana nispeten ekonomik yükselişine bir bak! Haydi hepsini boşver. Aynı üniformayı taşıyan subayın ekonomik olarak sana nispeten yükselişine bir bak! Peki bu kadar çok sorun anlatan, bu kadar çok problemi olan bu meslek grubuna tekme atmak, onu aşağılara sürüklemek isteyenlerin amacı ne?

Çok basit. Her alanda yapılan Cumhuriyeti yok etme oyununun bir parçasıydın. Yolsuzluk bir kanser gibidir, girdiği yeri çürütür derler ya… OYAK vesilesi ile arpalıkların bir kısmını OYAK’a peşkeş çekerek ordunun içine kanser soktular. Hiyerarşik yapıyı Cumhuriyetin sağlamlığı olarak gördüklerinden on yıl içinde subaylara on’a yakın ekonomik iyileştirme yaptılar. Allah aşkına bu süre zarfında senin için yapılan ufak bir iyileştirme söyle! Rütbe bekleme süreni uzattılar. Nöbetten düşme yaşını yükselttiler. Emekli olunca açlığa terk ettiler. Yetmezmiş gibi saçma sapan bir disiplin kanunu çıkarıp kula kulluk ettirdiler. En kötüsü senin hak aradığını duyan senin derneğini yönetmeye talip olanlar sonuna kadar gitme basiretini gösteremediler. Gerekli yerlere gerekli tepkileri gösteremediler. Uslu çocuk olmayı veya daha ötesi bir paye beklemeyi yeğlediler. Bizim haklarımızı öteleyen hükümete karşı tek bir kelam etmediler. Onlar bizi adam yerine koymayıp taaa Atatürk’ün manevi şahsiyetine kadar uzandılar. Ülkeyi gayrimeşru kahrolası dini bir ideolojiyle gizli koalisyonla yönettiler. Kurumları onlarla paylaştılar. Polisi ve Hukuku onların kontrolüne verdiler. Halkı azarlaya, azarlaya, bağıra, bağıra korkutup sindirdiler.

Haziran ayında Gezi direnişleri başladı. İnsanlar, sahipsiz ve çaresizce direndiler. Kentlerine, hukuklarına sahip çıktılar. Senin kurumun o sırada maalesef, sana daha nasıl gol atarım diye düşünüyordu. Ve sen ezilmişliğin dip zirvesi yaptığı meslektaşım. Hep derneğine şans tanıdın. Onlar iyisini, zamanlamasını bilirler dedin. Onlar tarafsızlığın bile taraf olmak olduğu bu durumda iyi çocuk gibi sessiz durmayı tercih ettiler. Şimdi ne oldu? Sakın bana intihar edenleri anlatma assubayım. Samimiyetine inanmıyorum. Sen onlara üzülmüyorsun. Onların intihar etmesini nasıl kullanırım da, bir şeyler koparırım diyorsun. Eğer senin intihar edenler umurunda olsaydı, bir astsubayın intihar edenin eşine ağzının payını vermesini sessizce seyretmezdin. Sen trübünlere oynayan, üç beş arkadaşınla sırt sırta adamcılık yapan, fazla da ilerisini düşünemeyen biri olmuşsun. Öyle aymaz olmuşsun ki, sana çaycılığı yakıştıran birinin aslında kendisinin şu an çaycılık yaptığını, askerlik mesleğinin onuruyla oynadığını seslendirmiyorsun. Ön plana çıkardığın cümleye bak! “Genelkurmay İkinci Başkanı, emekli assubayların tazminatlar konusundaki isteklerini haklı buldu.

Haydi medya satıldı. Halk kandırıldı. Kimin ağzına bir parmak bal çalındı. Oysa sen!... Senin bu kaçıncı ötelenmen, kaçıncı itelenmen. Son geldiğimiz duruma ne diyorsun? Avukatların, mimarların, sanatçıların, öğrencilerin  söyleye söyleye ağzında tüy bitmişti. Ama ne hükümet, ne Genelkurmay, ne de senin derneğin kimse bu sesi duymadı. Bu hükümet art niyetli, gayrimeşru, çete zihniyetli… Ama ne zaman gizli koalisyonları ile çıkar kavgasına düştüler, işte o zaman pislikler ortaya döküldü. Rüşvetin,  yolsuzluğun, kirliliğin boyutlarını hesaplayamıyoruz bile. Daha buz dağının üstü, Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluğu diyoruz. Olayın uluslar arası boyutunu, hukuk cinayeti boyutunu daha anlayamıyoruz bile. Bunlar ortada iken bu sisteme kendimizi teslim edersek, tam bir güç imparatorluğu kurulacak gibi. Bu güç imparatorluğunda aksi seslere yer olmayacak. Bu güç imparatorluğu aynaya bakıp kendini dev görecek. Bu güç imparatorluğu hayali fanteziler içinde ülkemizi mahvedecek.

Şu açılım hikayesi nedir Assubayım? Sana kahvede siviller sormuyor mu? Neler oluyor komutan, demiyorlar mı? Ne diyorsun Assubayım? Bu terörün azdığı yılları söndüğü yılları anlatmıyor musun? Bu terör 1992’de çoğaldı. 1998’de minimize edilip bir köşeye sıkıştırıldı. Yok edilme aşamasına geldi. Sonra tekrar 2002’de hortladı demedin mi? Hakkari’nin merkez caddesinde ensesine kurşun sıkılarak infaz edilen iki Uzman Çavuşumuz, Tugaylarda bile tecrit edilen asker aileleri, resmi daireden dışarı çıkamayan devlet ortada iken kim açılım yapacak? Sınırda özel mahkeme kuran, Diyarbakır’da Kürdistan düğünü yapan Başbakan mı açılım yapacak? Açılım Türklere rağmen, Türklüğü ve Türk olduklarını inkar eden bir hükümet tarafından, Kürtlerle birlikte yapılıyor ise bunun adı ihanet değil de nedir?

Dün konuşulanlar, bugün inkar ediliyor. Gezi olaylarında altı gencin polis tarafından öldürülmesinde, polisimi yedirmem diyen, polise ikramiye veren, kahramanlık menkıbeleri düzen, bugün ne oldu da polis müdürlerini darmadağın etti? Şimdilik iki Üst düzey polis intihar etti. Camide içki içildi diyen neredeyse bir tek başbakan kaldı. Ama herkes bu izi sürüyor. Doktorların hastane dışında bir yaralıya müdahalesi kanunen yasaklandı. Hipokrat yeminine karşı kanun çıkarıldı bu ülkede. Savcılar Ergenekon sürecinde bağımsız iken, şimdi yetersiz görülüp iktidara sıkı sıkı bağlanıyor. Artık bir savcı yerel idare amirine bildirmeden, içişleri bakanının haberi olmadan operasyon yapamayacak.

  • Soruyorum Assubayım. BİM kimin? Senin mi?
  • Ya Cumhurbaşkanı kimin? Senin mi?
  • Polis seni bulunduğun yerdeki AKP il ilçe teşkilatına karşı koruyacak mı? Seninle derdi olan gidip buralardan adam getirip senin defterini dürmeyecek mi?
  • Peki MİT kim için çalışacak assubayım. Devlet için mi? AKP için mi?
  • Peki bu seksen milyar doların hesabını Amerika sormayacak mı? Bunun İran’a ambargonun delinmesi olduğunu bilmiyor mu? Bunun Ali Cengiz oyunu ile İran ile ticaret parası olduğunu bilmiyor mu?

Sen dört buçuk milyon dolar nedir bilir misin Assubayım? Sen 80 milyar dolar hayal edebilir misin assubayım? Biliyorum ki, o kirli kişilerle bir bağın yok. Biliyorum ki, o kirli kişiler, seni dışlayarak, kendilerinin adamı olmayan subayları kafesleyerek, kalanları da kendilerine çaycı yaparak bize altın vuruşu da yaptılar. Çocuklarımızı elimizden almak, kendilerine mürit yapmak kadar ileri gittiler. Adına İslam devrimi dedikleri örneğini İran’da, Arabistan’da gördüğümüz karanlığa bizi çekmek istiyorlar. Şu ayakkabı kutusundan çıkan paralara bari bir şey söyle… Söyle be Assubayım.

Buna da ses çıkarmazsan, Ayıp be Assubayım…

TEKİR

Aralık 22, 2013
Bugün size bir hikaye anlatacağım. Bu dünya sadece biz insanların değil ya… Biraz da diğer canlılardan bir hikaye yazalım.

Kedileri bilirsiniz. İnsanlara yakın yaşayan bu canlıların bazı özellikleri insanlara çok benzer. Kimi sevimlidir, kimi yaramazdır, kimi de hovardadır. Yani çeşit çeşit karakterde kedi vardır. Bizim kedimiz Tekir, acarlığı, kavgacılığı ve diğer dişiler üzerinde kurduğu hakimiyet nedeniyle bir nevi hem mahallenin iftiharı, hem belası, hem de maskotu olan dominant bir karakteriymiş. Bu duruşu nedeniyle de çok şımartılmış olduğundan istediğini istediği zaman yapmak, başka kedileri korkutarak üstünlüğünü korumak hoşuna gidiyormuş.

Bir Mart soğuğunda mahallenin azmanı Tekir yine damdan dama, balkondan balkona atlayıp hovardalık yaparken, uzun mesafeye öyle bir sıçrayış yapmış ki, aradaki elektrik tellerini fark edememiş. Karşı balkona kendini attığında bir bakmış ki, alet tellerde kalmış. O güne kadar her önüne geleni beceren Tekir için bu durum çok ağırmış. İlk etapta çok feryat etmiş. Günlerce sokağa çıkamaz olmuş. Hiçbir icraatı olamayacağını bildiği halde yine de bu durumunu kimseye söyleyememiş, gizlemiş. Etrafında bu olayı bilenlere de bu konuda konuşmayı yasaklamış. Cinsel organı olmasa da mahallenin azmanı olan Tekir’in bu durumunu, mahallenin diğer kedileri yüzüne karşı hiçbir şey söyleyemese de kulaktan kulağa birbirine anlatıyorlarmış. Herkes Tekir’in camdan cama atlarken aletini elektrik tellerine kestirdiğini anlatıp gülüşüyormuş. Tekir de kimse yüzüne karşı bir şey söylemediği için zaman zaman bunu unutup yine eskisi gibi “–yaparım, -ederim” deyip asıp kesiyormuş. Ama yine de Tekir’in de avantaları azalıyormuş.

Tekir’in bu durumunu bilen ancak hem onun şerrinden korkan, hem de ondan sıkılan bir yakını artık Tekir’e bir akıl vermeyi gerek görmüş. Çünkü Tekir’in herkes tarafından bilinen durumu karşısında yayılan alaysı tavırları görüyormuş. Dişi kediler Tekir’in yanından en seksi tavırlarını takınıp geçerken, Tekir’in gizli gizli acıklı bakışları çok hoşlarına gidip kendi aralarında gülüşüyorlarmış. Neyse bizim Azman Tekir’in yakını, bir gün Tekir’in yanına yaklaşarak, demiş ki; “-Bak sana bir teklifim var. Eğer benim dediğimi yaparsan hem senin liderliğini kabul etmeye devam ederler, hem para kazanırsın, hem de sen bir iki pozisyon görüp mutlu olursun.” Tekir, her ne kadar gururuna dokunsa da bu durumu kabul etmek zorunda olduğundan merakla ne yapması gerektiğini dinlemiş ve uygulamış. O tarihten sonra Tekir çok mutlu olmuş.

Tekir ne mi yapıyormuş? Şey… Biz menejerlik diyelim.

ÜÇKAĞIT

Aralık 15, 2013

Üçkağıtçılık hakkında sosyolojik bir saptama yapmak bazen çok kolay görünse de, ucunun bucağının nerelere kadar dokunacağını kestirmek biraz zordur. O nedenle bu tür saptamaları yapanların ya daha büyük üçkağıtçı, ya da sütten çıkmış ak kaşık olması gerekirmiş gibi gelir bana… Ama her ikisi de değil isek yazmayalım mı? Tabii ki yazacağız. O halde yapmamız gereken, biraz da kendimize iğneyi batıra batıra yazacağız.

Seksenli yıllarda rahmetli Kemal Sunal’ın bir filmi vardı. “Üçkağıtçı”. Bu film saygıdeğer rahmetli sanatçımızın sosyolojik mesajları komedi ile birleştirerek halen daha onu hiç görmemiş küçük çocuklarımızın bile ilgisini çeken filmlerinden biridir. Ama üçkağıtçılar filmlerde anlatıldığı kadar komik ve sevimli olmuyor...

Üçkağıtçı” kelimesinin açıklamasını yapacak olursak kısaca şunu diyebiliriz. Bir işi usulünce yapmaktansa, hilesine kaçıp kandırarak yapmaya çalışanı tanımlayan bir mürsel mecaz deyimidir. Tabii ki daha bir çok tanımı vardır.

Malumu bu kadar izah ettikten sonra insanları cahil yerine koymadan yolumuza devam etmenin vakti geldi.

Çarşıdan aldım bin tane, eve geldim hiç yok.” Bilin bakalım nedir? Bilemediniz değil mi!.. Çok basit. “Ceviz” Bilememeniz de normal. Çünkü bu bana geçerli bir bulmaca.

Geçenlerde arkadaşımla arabada giderken yol kenarına park etmiş ceviz satan bir kamyonet gördük. Arkadaşım fırsatları değerlendirmeyi çok sever. Hemen beklenen kelimeyi söyledi. – Hadi bakalım şu cevizlere, uygunsa alırız. Neyse cevizci bize birkaç ceviz kırdı verdi. Hepsi birbirinden güzel… Mis gibi cevizler… Ama arkadaşım fiyatını beğenmedi almadı. Ben de ayıp olmasın diye iki kilo ceviz aldım. Ne de olsa o kadar ceviz yedik. Hanım cevizleri görünce alay edercesine güldü. Daha önce yine başarısız bir ceviz maceramız vardı. -Nereden buldun bunları? Sorusunun içinde “yine” kelimesi gizliydi. Ama ben anlamıştım. “-Yoook. Bu sefer farklı. Kırdırdım, tadına baktım, aldım.” dedim. Neyse o da uzatmadı. Akşam oldu. Çaylar demlendi. Tam o sırada aklıma aldığım ceviz geldi. Hanıma seslenecektim ama vazgeçtim. Kendim hallederim, şimdi ortalığı batırdığımı söyler, getirmek istemez diye iç geçirdim. Sofra bezini serdim.  Sarımsak dibeğini ters çevirdim. Ceviz poşetini ve bir tabağı yanıma aldım. Hem biraz ceviz kıracaktım. Hem de tadına bakacaktım. Çayımdan bir yudum çektim.  Tokmağı istediğim kadar hızlı vurmakta da serbesttim. Biz beşinci kattayız. Alt katlarda kimse yok. Sadece birinci katta oturanlar var.

-Ya Allah… kırılmıyor. Bir daha… Ya Allah… Ceviz hafifçe çatladı. Sonra içinden un ufak olmuş ceviz parçacıklarını çıkarmaya çalıştım. Sanki Altın madeninden altın tozlarını topluyorum. Neyse o cevizi heba ettim. Sıra ikincide… Daha dikkatli olmalıyım. –Ya Allah… Yine aynı… Üçüncü, dördüncü, beşinci derken bir çok ceviz kırdım. Ancak hepsinin mazereti farklı idi. Kiminin içi kurumuş, kiminin içi simsiyah küf, kimi de çetin, parçalanmadan çıkmıyor. İlaç niyetine birkaç ufak ceviz parçasını ağzımıza atabildik bizim iki numara ile... İki numara kim mi? Malum küçük oğlum. ( Yoksa nerdeeee…)

Söylenerek sofra örtüsünü kaldırdım. Bizim hanım bu işten çok zevk almıştı. Ben de ondan duyacaklarımı bilsem de, yine de söylenmesi hoşuma gidiyordu. –Senin alacağın cevizden hayır gelmez. Kabul et! Ceviz almayı bilmiyorsun. Hem ceviz öyle sokaktan alınmaz. Ceviz bir bilinenden veya marketten alınır. Adam sana geçen senenin küflü cevizlerini kakalamış… Sonunda bilindik yine o kelime. –Eeee biz hata yapınca kızıyorsun. Kendine hiç bakmıyorsun... Neyse çürük ceviz ibadetinden sonra, söylenme duasını aldık ve olayı tamamladık. Bunu neden söylüyorum. Çünkü ilk değil bu yaşananlar ve edilen laflar…

-Vay üçkağıtçı cevizci vay… Nasıl da kandırdı beni…

Sonra açtım facebook’u biraz paylaşımları okudum. Balçiçek hanım Genelkurmay İkinci Başkanı ile röportaj yapmış. Röportaj yapılan beyin lakırdılarını analiz edecek değilim. TEMAD heyetinin Kıbrıs’taki izlenimleri, Yüksekova’dan gelen çığlıklar her şeyi anlatıyor. Batı cephesinde değişen bir şey yok.

Benim yeni yeni söyleyeceklerim var.

OYAK konusunda daha önce sık sık eleştiri yapardım. OYAK’ın assubayları kandırdığını ve subayların arpalığı olduğunu söylerdim. Nitekim bir Amiral çıkıp aynen şöyle bir açıklama yapıyor. “-Ben isteseydim bir OYAK işletmesinin yönetim kuruluna girer, ayda iki toplantıya katılır, paramı alır kenara çekilirdim.”  Cevap veriyorum. “-Sayın Amiralim gerçekten teşekkür ederim böyle bir üçkağıtçılığa tenezzül etmediğiniz için.

Son aylarda Assubayların intiharları ile ilgili olarak medyada kendimize yer bulmaya çalıştık. Her ne kadar Genelkurmay İkinci Başkanı intiharları az bile bulsa da, kendimizce tepki gösterdik. Onun bir Norveç veya İsviçre Genelkurmay İkinci Başkanı gibi rahat görev yapamamasının sebebi olan bir orduya mensup olmanın ve kendisine yakışamamanın utancı içinde olmamızı beklemiyordur sanırım kendisi. Ama ben bir utancın içine düştüm. Bir yıl önce Kıbrıs’ta intihar etmiş bir assubayın eşinin, facebook’ta  Astsubay eşleri dayanışma grubunda, bir dertleşme paylaşımında düşürüldüğü durumu affetmeyeceğim. İçinde bulunduğu zorlukları, grup lideri konumundaki bayanla paylaşan, bir nevi içini döken acılı astsubay eşi maalesef bir meslektaşımız tarafından tersleniyor ve refüze ediliyor. O an birden eşim gözümün önüne geldi. O acılı eş yerine benim eşim de olabilirdi. Eşi intihar eden bir eşten hangi cevabı, nasıl bir lafı bekliyorsunuz. “İyi oldu. Hep eve çürük ceviz getirirdi. Kurtuldum.” mu desin?  Şunu çok iyi bilmek gerekir ki, Eşleri şehit olan veya intihar eden asker eşleri acılarını açmayı çok sevmezler. Bir çok acılarını iç dünyalarında yaşarlar. Hem küskün, hem gururludurlar. Eşinin manevi huzuruna zarar vermekten çok çekinirler. Eşi intihar etmiş bir insanın ruh halini düşünmek gerekir. Nitekim bu üzücü yazılar ilgili gruptaki yönetici bayan tarafından daha fazla üzüntüye sebep vermemek adına kaldırıldı. Ancak biliyorum ki o meslektaşımız intiharlar için Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde protestoya katılmıştı. Aynı meslektaşımız, kişisel hürriyetleri zedeleyici, nefes almayı bile zorlaştıran, TEMAD hukukçularını isyan ettiren, yeni disiplin yasasını da şiddetli savunuyordu. O halde sormak istiyorum. Neyin peşinde? Sayın meslektaşımızın davamıza inanmadığı halde aramızda dolaşan üçkağıtçılardan olmadığına inansam da, ifade ettiği düşünce bizi parçalayıp yem yapıyor. Üçkağıtçıların ekmeğine yağ sürüyor. Bu olayı neden yazdım? Bazen insanlar kendini savunamaz. O durumlarda o kişilerin savunulması gerekir. Ben o acılı astsubay eşini yazılarıyla kıran arkadaşımıza bu paylaşımını kaldırmasını hatırım için rica ettim. Ancak kaldırmayınca yönetici toptan kaldırdı. Durumun önemine binaen buraya aktardım. Bu makalemde de kendisine tekrar sesleniyorum. Ya özür dile! Ya da seni toplumun vicdanı ile baş başa bırakıyorum.

Hani diyordum ki geçen yazımda “Selam.” Mevlana haftasında biraz mistik, biraz da kış gecesinin verdiği duygusal bir “Selam”. Karanlığın ortasındaki yalnız bir çığlığa kapıları kapatmak, sonra da kahvede, dernekte, birlikten beraberlikten, paylaşmaktan, sahip çıkmaktan, dayanışmadan söz etmek bir acılı eşe kulaklarımı kapatıp camiaya “Selam” vermek bana yakışır mı?  Bizim en çok maruz kaldığımız, şikayet ettiğimiz “istismar” değil mi? Nitekim Genelkurmay ve Hükümet’te bize aynısını yapmıyor mu?  Heyhat… Bir önceki kucaklayıcı “Selam” yazısından sonra, bugün bir Diyojen sözünü kullanıyorum. Bilinçsizlikte sınır tanımayan davranışlar içine giren arkadaşlarımıza tek lafım var kibarca “Gölge etme başka ihsan istemem.

Ankara’da bir gösteri, miting olunca davulcular peydah olur. Durumdan istifade ederler. Yani nerede bir kalabalık var, oraya yanaşıp üç beş menfaat sağlayanlar olur. Bunlara da üçkağıtçı diyecek halimiz yok elbette. Sonuçta onlar ekmeğinin peşinde. Bizim dikkat etmemiz gereken bizim meslektaşımız olup da bizim kalabalığımızı kendine istikbal görmekten başka bir aidiyet duygusu olmayan üç kağıtçılardır… Canım onları da bir kenara atacak değiliz ya… Al gülüm, ver gülüm.  Ama bir yere kadar. Hakkıyla yer edinmiş yazarlarımızı, gazetecilik yapanlarımızı, siyasi parti aday adaylarımızı tenzih ederim.

Toparlarsak bir üçkağıtçı vardır. Bir de o üçkağıtçının üç kağıdı... O nedenle üç kağıtçı olmasak da üçkağıt olabiliriz. Hâttâ, üç kağıda da gelebiliriz.

Beşinci sınıf matematikte çıkarma konusu şöyle anlatılır. Eksilen- Çıkan = Fark. Ben de üç kağıtçılığı bir çıkarma işlemi olarak görüyorum. Üçkağıtçı-Üçkağıt = İnsan

Ceviz meselesine dönelim. Ana fikir: Demek ki insan tekrar tekrar aldanabiliyormuş. Demek ki bir kişi ikinci kez de çürük ceviz alabiliyormuş? Kendi kendime, Sinirlenme!.. Üzülme!... Hayıflanma!... Desem de boşuna…

Saygılarımla…

SELAM

Aralık 12, 2013

Bizim buralar genelde sıcaktır. Ancak bu günlerde bir soğuk, bir ayaz var, değme gitsin. Demin dışarıdan geldim. Dışarıda sıcaklık üç dört derece. Soğuk bir rüzgar esiyor. İçeri girer girmez klimayı açtık. Şöyle hafiften soyunduk. Çayımızı yudumluyoruz. Televizyonda kara kış haberleri… Donmak üzere olan eşekler ve kapanan yollar...

Eski kış günleri aklıma geldi. Hey gidi hey… Bir keresinde diye başlayan giden kış hatıraları… Soğuk ve bir o kadar da sıcak muhabbet konuları… Şimdi kimbilir aklınıza ne kış, ne kar, ne fırtına anıları gelmiştir.

Selam sana; Merzifon’un, Eskişehir’in, Diyarbakır’ın ayazında, jilet gibi kaygan buzda, şehrin ışıklarına bakarak siz güvenle uyuyun biz ayaktayız, Uçaklarımız hazır, pistlerimiz açık diyen Assubayım,

Selam sana; Dağların zirvesindeki radarlarda, rolelerde, yüzüne çarpan kar tanelerine gülümseyerek, gecenin karanlığını masmavi montuyla süsleyerek gece vardiyasına koşan, karla kaplı dağlara, çam ormanlarına, geniş ovalara, siz de güvendesiniz diyen Assubayım,

Selam sana; Gölcük’te poyraz rıhtımında demirli buz gibi çelik zırhlıların üzerinde, gece yarısı yağan sulu sepken kara gözlerini kısarak da olsa yenilmeyen, Ayakları dizlerine kadar buz tutmuş, Lumbarağzı Nöbetçi Assubayım,

Selam sana, Ankara’da, yani herkesin başkenti, bizim şark görevimiz gibi olan Ankara’da, normal günde bile otlarını kırağı çalan kış gecesinin ayazında her tarafından rüzgar giren Land Rower içinde gece devriyesi atan Nöbetçi Assubayım,

Selam sana, Tunceli’nin, Van’ın, Diyarbakır’ın, Hakkari’nin dağlarında, Türkiye Cumhuriyeti adına baca tütsün diye çalışıp çabalayan, azgın bir terör yangınına, bir avuç su atılmışcasına orada durmaya çalışan, soğuktan on'ar dakikaya indirilmiş nöbetçilerin nöbet yerlerine sevkine, dönüşüne kumanda eden, doldur boşalt emirleri ile insan sesini soğuk çelik sesi ile karıştırıp bir beste gibi karakolun bahçesini inleten Assubayım,

Selam sana, İsparta’nın yalçın kayalarında, soğuğu sıcağı konuşmayı zayıflık addeden, milleti adına her zaman en dayanıklı olmak zorunda olan Assubayım,

Selam sana, devletin tankını, topunu, zırhlı birliklerini milletin namusu olarak gören, onları sandukadaki tabanca gibi yağlı ve bakımlı tutan, dondan, buzlanmadan korumak için onlarla arkadaşmış gibi yaşayan Assubayım,

Selam sana, Dumlupınar Denizaltısında “bir ataş ver sigaramı yakayım” Şarkısı ile halkından “önemli değil, üzülmeyin!” dercesine helallik isteyen assubayım. Selam sana, kendine kurşun sıkan hainlerin kahraman ilan edilmesine karşı ancak yattığı yerde kemikleri sızlayan Assubayım. Selam sana buram buram gurbet kokan bu mesleği ciğerlerine bir soğuk hava gibi çekip ısıtan “Uçun kuşlar uçun İzmir’e doğru.” diye sıla özlemini satırlara döken assubayım. Selam sana, gece gündüz hafta sonu demeden, fazla mesai bilmeden çalışmanın karşılığını itilmek ve kakalanmakla alan assubayım.

Karanlığı yırtan, kimsenin duymadığı, karla kaplı gecelerden kopan bir çığlık gibi… Hepinize Selam

… Altmışlı yaşlarda bir ihtiyar Astsubayı uyku tutmaz o karlı, ayaz gecelerde… Sıcacık yatağında uyurken birden açılır gözleri… Pencereye koşar. Dışarıda yağan karı daha da hissetmek ister. Balkona çıkar don gömlek. İçine çeker soğuk havayı. Üzerinde askılı bir atlet, altında bol bir don, kar taneleri ile üşümeye çalışır. Hissetmek ister seni ve kendi geçmişini. Selam gönderir sana, uyumayan tüm meleklerle… Minnet duyar bu havada kimlerin nerede görev başında olduğunu bilerek… Selam tüm eski ve yeni şafak bekçilerine… Selam… Hepinize selam… Soğuk ve karlı gecelerde tüm kapılar sıkı sıkı kapalı iken, sesimizi kimse duymaz iken, haykırırcasına… SELAAAM… SELAAAM…

YEMİN

Aralık 05, 2013

Ben bir Emekli Assubayım./ Ben bir Assubayım. /Ben bir Assubay ailesiyim.

Yıllardır biriken sorunlarımız, özellikle on yıldır kronikleşmiştir. Bu sorunlarımız, özlük haklarımızın emsallerimizden geride bırakılması ve tüm isteklerimizin geri çevrilmesi ya da aldatılarak sürüncemeye terk edilmesidir.

Gerekçe her ne olursa olsun bu kabul edilebilir bir tutum değildir.

Acil ve uzun süredir bekletilen Sosyal ve Ekonomik problemlerimize ait çözümlerin 2014 yılında yapılacak yerel seçimlerden önce karara bağlanmaması halinde, içinde Astsubay ismi geçen ve kendini bu camiaya ait hisseden herkes gibi ben de taraftarı olsam bile bu hükümete oy vermeyeceğime, ayrıca, kaşına, gözüne, sözüne, siyasal duruşuna, niyetine bakmadan, kendi tüm görüşlerimi göz ardı ederek, iktidar adayının en yakın muhalefet adayına oy vereceğime, bana zulüm ettiğini varsaydığım İktidara haddini bildirmek için tutum sergileyeceğime, namusum ve şerefim üzerine, Kutsal bildiğim her şey adına yemin ediyorum.

Uzun süredir Astsubaylar, Astsubayların sorunları, Emekli Astsubayların içinde bulunduğu durumu konu etmedim. Tabii ki ilgisiz olduğumdan değil. Sadece bir süredir taşıdığım fikirlerin içinden geçilen sürece zarar vermemesi için sustum.

Her seferinde kitabı yeniden yazmak, içine “aslındalar” sokuşturmak, yeni şeyler güzel sözler keşfetmek yazılarda çok şık dursa da, duvarda tablo gibi asılı duran resmimizi tasvir etmenin acı da olsa daha doğru olacağının kanaatindeyim.

Bundan üç yıl önceydi. Bizler bir Ekim sabahında derneğimizin bir sözüyle Ankara yollarına düşmüştük. Eylem yapmıştık. Sözde eylem… Çok kalabalık olmamıza, ateşli olmamıza rağmen kimse bizi duymamış ve duymak istememişti. Ama kendi kendimize gelin güvey olmamıza yetmişti. Ben bile bu yürüyüşün ardından “Akıncılar” diye bir yazı kaleme almıştım. Ne kadar çok övünmüştük kendimizle…

Sonra köhnemiş, kısır döngüden dışarı çıkamayan, üslup hatası yapan eski TEMAD yönetimini zor da olsa değiştirmiştik. Yeni TEMAD Başkanı sanki Türkiye’den önce bize başkanlık sistemini getirmiş gibiydi. Açık söylemek gerekirse, kıskanılacak derecede başarılı hitap gücü, toplumun her önüne çıkışında dersini çok iyi çalışmış, usta biri olduğu izlenimini hepimize vermişti. Yeni TEMAD yönetimimiz bizlere güven vermiş olsa da bu güven havasının zamanla dağıldığını görmek bizleri oldukça üzüyordu.

Peki bu güven havası neden dağılmıştı? Eksik olan neydi? Camia neden şikayetçiydi? Öncelikle hepimizin rahatsız olduğu genel durum şuydu. Sayın TEMAD Başkanı seçildiğinde bizlerden birkaç ay süre istemişti. Konumuz, emeklilerimizin diğer emeklilerden ayrı tutularak mağdur bırakılması idi. İstek basit ve acildi. İkinci dereceden emeklilerin durumunun düzeltilmesi ve tüm emekli assubaylara seyyanen yüz TL zam verilmesi idi. Çünkü bu sırada bir çok memur emeklisine bu artış verilmişti. Hatta SSK emeklilerinin maaşlarına da bir çırpıda iki yüz TL zam yapılmıştı. Bizler onur arayışında iken, “alın size onur” dercesine yapılan bu haksızlık karşısında zaten ayakta idik. Bu nedenle yeni yönetimden çok şeyler bekliyorduk. Onların ise istedikleri tek şey birazcık zaman idi. Sayın Başkanımız ilk iş olarak en yetenekli olduğu konu olan basın ayağını gerçekten iyi kullanıyordu. Sorunlarımızı anlatıyordu. Hâttâ kendisine yöneltilen bir soru karşısında B ve C planları olduğunu, bunu saklı tuttuğunu bildirmişti. Umutlarımızı ayrıntılarda arar olmuştuk. Başkanımızın satır aralarını irdelemeye başlamıştık. “- Başkanımızın söylemlerini havada bırakmayalım.Destek olalım.” dedik. Umudunu yitirmişler, kırgınlar, hâttâ ilgisizler biraz silkindi. Üstündeki tozları çırpar gibi yaptı. Bir şans daha verdi kendine, camiasına, umutlarına…

Bizler yeni yönetimimiz etrafında kilitlenmeye ve bir uyanışa, bir haykırışa kalkışmışken, ilginç gelişmeler yaşanmaya başlanmıştı. Ne yalan söyleyelim, geçen süre içinde hiç hesapta yokken “Dünya Assubaylar Günü”müz olmuştu. Elimize aldığımız bu çocuğumuzu büyütmek, elbette ki görevdi. Ancak ilginçtir ki soruyorum. Böyle bir gün olması ve kutlanması gerekliliği acaba hangi kitlesel bir isteğimizin sonucuydu? Benim hatırladığım kadarıyla bizim isteğimiz şöyle idi. “Bir Assubaylar günümüz olsun. Bir de ortak marşımız olsun.” Neyse fena mı oldu diyerek, çıtanın böyle yükseltilmesini birazcık kaygıyla olsa da mutlulukla kutladık. Lider olmak, daha fazlasını düşünmek gerektiriyor ya, belki de o nedenle bizden daha iyi düşünülmüştür. Ancak benim süregelen bir kaygım vardır. Tüzüğümüze de kaldır parmak, indir parmak usulünde bir madde ile koyulan bu günün eğrisini doğrusunu hiç tartışmadık. Hoş, tartışsaydık ne ile yaftalanıp, neyle üzerimize gelineceği kesindi. Kuşkusuz ben de isterim bir Dünya Assubaylar Günü olsun. Ancak sürekliliği sağlayacak gerekli organizasyon komitelerini kurmadan böyle bir günü nasıl dünyaya yayabiliriz ki… Dünyada sadece Kuzey Kıbrıs, Arnavutluk ve Bosna Hersek yok ki… Ben şimdi desem ki, ikinci Dünya Assubaylar Günü Uluslar arası düzeyde kutlanma açısından bir öncekinin gölgesinde kalmıştır. Tabii ki bu sözüme karşı bir çok sav geliştirilebilir. Ancak ben diyorum ki, gerekli planlı çalışması yıl içine yayılan, yönetimlerle eş güdümlü, ancak yönetimlerden bağımsız bir Dünya Assubaylar Günü konulu koordinasyon Komisyonu ve Başkanlığı kurulmadığı sürece maalesef bu gün bu yönetimimizle birlikte tarih olur gider. Bir başka yönetim gelir, bir Tüzük Kurultayı toplar ve acı bir değişiklik yapar. Etkisiz kalan bu maddeyi kaldırır. Gelin yol yakınken bu işin temeline el atalım.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin İç Hizmet Kanunu ve Askeri Ceza Yönetmeliğinde ceza puanı sistemi getirilmesi, maalesef yaşanan intiharların artmasına sebep olan, maalesef paradigmaları değiştiren, olumsuzluklarla doludur.  TEMAD konu ile ilgili olarak kaygılarını dile getirdi. Hâttâ Genel Başkanımız muvazzafların dahi dert babası oldu. Onların sorunlarını ekranlara taşıdı. İki dudak arası mesai, kadrolaşmalardaki adaletsizlikten bahsetti. Hâttâ Assubayları zor zaptettiğini söyledi. Kendisine assubayları kışkırttığının söylendiğini ancak bunun böyle olmadığını, kendisinin assubayları zaptetmekte zorlandığını, eğer Assubaylar meydanlara inerse dünya da Türkiye’nin konuşulacağından bahsetti. Başkanımız bunları söylerken bizler koltuklarımıza karpuz sığmazken, twitter’da ve Facebook gruplarında coşarken birden kendimizi bir kavganın içinde bulduk. Davaya hizmet eden ve yıllarca fikir beyan ederken, “biz kimiz ne istiyoruz?”diyerek bizlerin sorunlarımızı bizlerle tanıştıran, “kimseden ne eksik ne de fazla, hakkımız olanı istiyoruz” , “TEMAD’a akan dereleriz”. diyen fikir sahiplerine karşı acımasız ve seviyesiz saldırılar olmaya başlamıştı. Birileri sözde TEMAD yönetimini savunuyordu. Kraldan çok kralcı olma mantığıyla ilerisi gerisi düşünülmeden yapılan bu saldırıların elbet bir kısmı hoş görülebilirdi. Nitekim mücadelemize yeni katıldıkları için ilk heyecana da verilebilirdi. Ancak öyle olmuyordu. Sanki bir el onları yönetiyordu. Seviyesizlik yaratılarak, oluşmuş bir birlikteliğe saldırılıyordu. Acıdır ki bu kişilerle mücadele edip en büyük sinerji kaynağı olan sanal ortamı tertiplemesi gereken TEMAD tavrını çok ilginç belirlemişti. Kendilerince “Belirli kişilerin, klavye kahramanlarının” seviyesine inmiyorlardı. Oysa böyle yapmak yerine sanal ortamda birlikteliği elinde tutan bir organizasyonu direkt elinde tutsaydı kötü mü olacaktı? Ama sanırım içlere düşen bir korku vardı. Dava adamı olmanın, sınırının başladığı yerden içeriye kaç kişi girebilirdi ki… Zurnanın zırt dediği yere gelmiştik. Artık yöneticilerimiz tehlikeli sularda yüzmek istemiyorlardı. Ne gerek vardı ki eylemlere… Sanal alemde bir teşkilatlanma içine girildiğinde biri kalkıp buralarda suç işlese yöneticiler yargılanır diye düşünmek, böyle bir ortamı organize etmekten daha kolaydı.  Assubayların eylem yapması da TEMAD başkanının üst perdeden basın açıklamalarından sonra direkt olarak TEMAD’ın hedefe konmasını sağlardı. Maazallah biri çıkıp silahına davransa, yöneticileri daha da zorlu yargı süreçleri beklerdi… İşte böyleyken böyle…

Güvenli sularda seyretmek gerekti. Ne de olsa başlarına bir şey gelse kim sahip çıkacaktı ki… Emekli Assubaylar mı, arkadaşları mı?.. Böyle düşünmekte bir yerde haklı olsalar da, acaba neden başından beri böyle düşünülmedi de, sonradan böyle düşünülmeye başlandı, diye insan kendi kendine sorup duruyor.

Gelelim güvenli sulara… Güvenli sularda neler oluyor? Aslında hiçte iyi şeyler olmuyor. Bir soru sormak istiyorum. Etkinliklerde, Genel Kurullarda, TEMAD Başkanımızın veya yönetimin şube başkanlarına TEMAD sigorta konusunda çağrı yapıp dikte ettiğini işittiniz mi? Hayır. Neden? Oysa şuna inanıyorum ki, böylesi önemli bir araya gelişlerde en önce yapılması gereken şey şudur. “Arkadaşlar TEMAD sigortaya sahip çıkalım. Bu konuda şube Başkanlarının aktif olmasını istiyorum.” Gördüğünüz gibi, iki kelime… Ben diyorum ki, bugün yönetimimiz TEMAD sigortayı isterse çok yükseklere taşıyabilir. Tıpkı yarın başka bir yönetimin eğer isterse Dünya Assubaylar Gününü çok yükseklere taşıyabileceği gibi…

TEMAD’ı olağanüstü toplanmaya götüren sebepler her ne olursa olsun bu yönetimin bir başarısızlığıdır. Çünkü en hafif ifade ile birbirlerini tanımadan, bilmeden yola çıkmışlar. Söylenegelen usül hatalarına hiç değinmeyeceğim. Çünkü usül hatası her zaman yapılabilir. Ancak kasti davranışlar varsa tabii ki bunun hesabını verirler ve vermeliler de…

En son katıldığım Tüzük Kurultayına sadece Basın Açıklaması yapılacağı için Ankara’da olmak istediğimden katıldım. Çünkü Tüzük Kurultayının toplanması her ne kadar güncelleme adına gerekli ise de başından beri işleyişinde bir özümseme olmadığına inanıyorum. Çünkü en basitinden Tüzük Genel Kuruluna gidilmesinin sebebi, özellikle üyelerin Tüzükten kaynaklanan bazı sorunlarına sırf tüzük nedeniyle yardımcı olunamaması idi. Oysa Tüzükte üyelik ile ilgili olarak kayda değer bir değişiklik yapılmadı. Zaten Tüzük komisyonu da sadece bir kez ve ilginçtir Tüzük Genel Kurul çoğunluğun sağlanamadığı yapılması gereken birinci toplantısının tarihinden sonra toplanmıştır. İl ve ilçe yapılanmaları Dernekler Kanunu gerekçe gösterilerek istenildiği şekilde sonuçlandırılamamıştır. Oysa ki illerin kendi aralarında, kendilerini ilgili ilde temsile taşıyacakları bir organizasyonu oluşturmalarına müsaade edilmeli idi. Tüzük Genel Kurulunda Divan Başkanının yönetim tarzını da şöyle eleştirebilirim. Genel kurula donanımlı gelmiş, sözleri ve görüşlerine itibar edilmesi gereken bireysel ve grupsal çalışmalar karşısında Tüzük komisyonunun çalışmalarını üstün tutan bir tutum sergilemiştir. Maalesef ki, sanki Tüzüğü Sayın Genel Başkan hazırlamış gibi, devamlı olarak Tüzük komisyonu savunuculuğu hakkında söz Sayın Genel Başkana verilmiştir. Oysa ki TEMAD Hukuk komisyonu ve Tüzük Komisyonu bu konuda söz sahibi olması gerekirdi. Komisyon nasıl olur da Genel Başkanın Başkanlığında çalışır? Komisyon, yönetimin yüzde yüz sözünden dışarı çıkamaz ise neden böyle bir komisyona gerek duyuldu? Sayın Genel Başkanımızın Ankara şubelerinin tepkilerini ve taleplerini komisyonda dile getirmelerini Divan Başkanı olmadığı halde nasıl olur da iç mesele diye kestirip atar. Bunun yerinin Tüzük Genel Kurulu olmadığını söyler. Böylesi bir tutum altında nasıl demokratik bir ortamda toplantı gerçekleştirdiğimizi varın siz değerlendirin. Aldığım intiba şudur. Yeni tüzüğümüz bağımsız Tüzük komisyonu tarafından değil, bizzat TEMAD Yönetimi tarafından hazırlanmıştır. Sonuç olarak yeni tüzüğümüz iyi mi olmuştur, yoksa kötü mü? Elbette bir çok madde güncelleştirilmiştir. Bu yönüyle iyi olmuştur. Ancak tarz ve tavır yanlışlıkları içinde, dayatıcı bir tutum sergilenmesi asabiyle hoş olmamıştır. Aslında tabii ki tüzüklerin de çok önemi yok. Maalesef iktidarlar ellerindeki argümanları kullanırken bu tür üst yasaları bazen atlayabiliyorlar. Tıpkı Başbakanımızın Ülkemizin bir bölgesine Kürt Bölgesi derken ilgili yasaları çiğnemesi gibi… Tıpkı bazı derneklerin tüzüklerinde Atatürk ilke ve inkılaplarına sürekli bağlılıktan söz edilmesine rağmen, muhtaç oldukları kudretleri damarlarındaki asil kandan başka yerlerde arayıp bu maddeleri es geçtikleri gibi…

Dikmen Kapısı… Meclisimizin Deniz Kuvvetlerine bakan kapısı… Bizler, 16 Kasım 2013 tarihinde yaklaşık bin kişi olarak bu kapıda toplandık. Mobinge ve haksızlıklara karşı sesimizi yükseltecektik. Maalesef size yine olumsuz şeyler yazacağım. Ben şuna inanıyorum ki, bu basın açıklaması zamanlama yanlışlığına rağmen çok daha fazla ses getirebilirdi. Katılımcı sayısı arttırılabilirdi. Benim telefonuma dokuz kez mesaj çekileceğine keşke dokuz kişinin cep telefonuna birer mesaj çekilebilse idi. Keşke Ankara şubeleri ve Genel Merkez teşkilatını örgütleyebilse idi, ya da örgütleme gereği hissetse idi. Açıkçası ben Ankara TEMAD şubelerini ayıpladım. Şöyle söyleyeyim ki, oraya toplanan bin kişinin en az beş yüzü dış vilayetlerden gelmiş kişilerdi. Öyle ise Ankara teşkilatı oraya sadece beş yüz kişi ile gelebilmiş. Yazık gerçekten yazık… Eğer böylesi bir tertip İzmir’de yapılsa idi ben inanıyorum ki orada iki bin kişi hazır olurdu. Sormadan edemiyorum kendi kendime… Acaba bu zoraki basın açıklamasını düzenleyenlerin güvenli sulardan kayma endişesi var mıydı?

Neyse Kıbrıs’taki bir densize haddini bildirmiştik sanırım. O da üzüldü mü sevindi mi bilinmez. Ne de olsa kendisi için epey bir kalabalık toplandı. TEMAD şahin oldu. Hukukçularımız işi takip ediyor. Münferit olaylara hukuk desteğini sık sık sağlarsak güvenli sulardan çıkmaz mıyız. Çıkmayız herhalde…Hem dostlar iş başında görür.  Münferit uğranılan haksızlıklara destek sağlamak, bir tek TEMAD’ın icraatı değil. Aileden sorumlu bakan da öyle yapıyor. Alo şikayet hattı kurmuş. Bayanlardan telefon bekliyor. Barolar da öyle yapıyor. Gezi olaylarında tutuklananlara bedava savunma hizmeti veriyor. Aynı hükümetin yaptığı gibi… Aç ve yoksul biri bulunuyor. Evine ansızın gidilip yardım ediliyor. Aaaa… Kameralarda ordaymış.

Ey TEMAD!… Türkiye’nin en büyük Sivil Toplum Örgütü… Birbirimize daha sıkı sarılsak, güvensek ve güven versek keşke…

Bu gece kalemimden çok acı şeyler damlıyor. Şimdilik hoşçakalın…

OY… AKHHH…

Kasım 06, 2013

-Oyy… Akhhh…” Pardon… Olta bağlarken elime iğne battı da…

Sabahın körü… Beni bu saatlerde kimse uyandıramaz ama gel gör ki bu başka… Bu balık aşkı…Günün ilk ışıkları  ile denizde olmam lazım.

Mutfağa gittim. Dolaptan birkaç domates, salatalık ve peyniri alelacele çantama attım. Balık takımlarımı ve çift oltamla birlikte kovamı kaptığım gibi sahile koştum. Öyle bir randevu ki bu, diğer arkadaşlar da sanki tam namaz vakti imiş gibi dakik bir şekilde teknenin başına geliyorlardı. Hep birlikte kumsalda bir iki sabah şakalaşması yaptıktan sonra, hepimiz mutlu ve umutlu şekilde malzemelerimizi tekneye doldurduk. Etrafta bizim gibi balığa çıkmaya hazırlananlarla birlikte bizden önce denize açılanları kıskanırcasına acele ediyorduk. Sanki denizde sayılı balık vardı da, biz mi gecikmiştik? İnsanoğlunun egosunun en yalın halinin komik yansımalarını balık avında görebilmek ne güzel...

Bir taraftan da “-acaba bugün deniz nasıl olacak, rüzgar nereden esecek, poyraz çıkacak mı, çok balık tutabilecek miyiz?” diye şaka ile karışık umutlarımızı ve kaygılarımızı paylaşıyorduk.

Karadeniz güzel bir Ekim sabahına uyanıyordu. Sonbahar bereketinin, olgunluğunun denize yansıması bu olmalı idi. Deniz üzerinde kümelenmiş  balıkçı tekneleri ile kocaman bir tarlaya benziyordu. Güneş doğmak üzere iken sabırsızlıkla beklediğimiz, oltalarımızı bir an önce suya değdirme anına alelacele ulaşmak için motoru çalıştırdık. Sahil arkamızda yavaş yavaş küçülürken, denizin ortasında, diğer teknelerin arasındaki yerimizi alırken, kendimizi bir köy kahvesinin bahçesinde birbirine takılan ihtiyarlar gibi hissediyorduk. Havada uçuşan espriler, güler yüzlü şakalaşmalar birazdan yerini ciddi bir meşgaleye bırakacaktı. Bizden önce oltalarını atanları çaktırmadan, merak ettiğimizi belli etmeden gözümüzün ucuyla çoktandır süzüyorduk. “-Kim ne çekiyor, hangi taraf daha çok balık çekiyor, balıklar nasıl, çinekop var mı acaba?” diye iç geçiriyorduk. Direkt sormak ayıp gibi bir şeydi. Racona tersti.

Ve o büyük an geldi. Hepimiz oltalarımızı denize bıraktık. Günün ilk balığını tekneye kim atacak derken, biri büyük diğeri biraz daha küçük iki balıkla güne başladık. Birazdan balığın, akıntının rotasını diğer tekneler ile birlikte çözmüş olacağız ki, denizin üzerindeki dağınıklık ve karmaşa yerini tekdüze bir harekete bıraktı. Hepimiz aynı hatta girmiştik. Balığın üzerinden uzaklaşan, motoru çalıştırıp akıntıya ters yol alıyor, hemen durup oltaları atıyordu. Taa ki akıntı tekneyi oltaların boş çekildiği yere götürene kadar balık avlanıyordu.

Oltalarımız adına çapari denilen on bir, on üç, on beş iğneli dibinde seksen gram kurşun olan misinalara bağlıydı. İğneler balığın ilgisini çekmek için ördek ve kaz tüyleri ile kırmızı ibrişim ip ile bir sanat eseri gibi hazırlanmış idi. Balıkçılıkta olta yapmak ayrı bir öneme haizdir. Çünkü oltanın ucundaki yem veya kandırmaca objeler balığa cazip gelmelidir. Balık uzaktan fark etmeli ve saldırmalıdır. Nitekim bir çok kez görmüştük. Yanımızdaki adam tespih gibi beşer onar balık çekerken biz hiç balık çekemezdik. İşin sırrı oltada idi. Bazı istavrit avcıları işin ilmini çok derinleştirmişler, çok değişik varyasyonları kullanırlardı. Bir keresinde sarı sarı tüyler görmüştüm. Bu ne tüyü diye sorduğumda övünerek, incirci kuşu demişti. İncirci kuşu incir ağaçlarına dadanan bir kuş türü imiş. Onun tüyü ile balık yakalamak makbul olduğu için cebinde birkaç incirci kuşu kanadı taşıyan şanslı biri idi. Ne ilginç değil mi? Kahveye çıkıyorsunuz ve arkadaşlarınızla sohbet ederken biri cebinden biraz kuş tüyü çıkarıyor ve size dağıtıyor. Siz de çok memnun oluyorsunuz. Bir de şu oltaların tek sayılı olma meselesi var. Neden sekizli, onlu, onikili iğneli olta bağlanmaz ki… O da balıkçılığın batıl inancı… Olta tek sayılı bağlanır.

Bu sabah balık yine çok… Deniz çok bereketli, güneş üzerimize değer değmez ısınmaya başlıyoruz. Ama çok da istemiyoruz güneşin yükselmesini. Çünkü güneş yükseldikçe su ısınır. Su ısındıkça ve ışıklandıkça balıklar sahilden daha açıklara daha derinlere giderler. Derin suda ise balık avlamak neredeyse imkansızdır. Siz balıkçıların sahilde avlanmasını açığa çıkmaktan korkmalarına mı bağlıyorsunuz? Asla… Balıkçı, yeter ki balık çıksın Rusya’ya kadar kıpırdamaz..

Biraz balık yakaladıktan sonra sıra kahvaltı yapmaya geldi. Herkes getirdiği kahvaltılığı küpeşteye bir yere koydu. Termostaki çay o ortamda ne kadar değerli bir bilseniz… Çaylar bardaklara boşaltılıp koparılan ekmeklerin arasına peynir, domates, zeytin sokuşturulduktan sonra bir ısırıklık molanın arkasından dikkatler tekrar oltanın ucunda toplanır. Hem yenir, hem içilir, hem de balık beklenir.

Bir balığın oltaya verdiği ağırlık çok hoş bir duygu. Hele hele ağırlık arttıkça ve misina zıngırdaya zıngırdaya geliyorsa bil ki tespih gibi geliyorlardır… Hele bir de arada bir bonus gibi çinekop da geliyorsa zevkten dört köşe olmamak elde değil.

Mübarek denizden çıkar çıkmaz tavaya atıldığı zaman tadından yenmiyor. Çok yakışıklı balıklardır şu istavrit ve çinekop. Yeşilli, grili, lacivertli, beyazlı parlak derisi, sert kaslı eti, bir duruluk, bir sağlık abidesi gibi…

Ben balığa gidince dış dünya ile tüm ilişkilerimi keserim. O an ödenmesi gereken su, elektrik, kredi kartı borcumu hiç düşünmem. Plan yapmam. Siyaseti hiiiç düşünmem. Evin sorunları, Assubayların sorunları, devletin sorunları, futbol takımımın mağlubiyeti umurumda değil. Kızdırmayın bir daha sahile dönmem. Kalırım valla buralarda… Varsa yoksa İstavrit… Bir de şu sabah elime batan iğnenin ağrısı olmasa…

-Oyyyy Akkhhhhhh…

-Yok canım siz devam edin. Sadece canım yandı, bağırdım.

NORMALLEŞME

Kasım 04, 2013

Son yıllarda İktidar bazı radikal adımlarını, kamuoyuna “normalleşme” olarak sunuyor. Bu öyle bir şey ki, “-eski bildiklerinizi unutun.” Demenin en zeki açıklaması olsa gerek.

Bakın normalleşme adına yapılan düzenlemelere;

Asker, her ülkenin olduğu gibi bu ülkenin en üst dinamiklerinden biridir. Rejimin korunması, caydırıcılık ve manevi gurur bu kurum tarafından halka aşılandığı için güven duyulması gereken bir kurumdur. Ancak statükoya yenilmiş ve kendini yenilemeyi hep bir sonrakine bırakan, her seferinden yeniden sorgulayıp baştan başlayan bu tutum, Kabotaj Bayramlarında yağlı direğe tırmanmaya çalışanların hep aynı yere gelince düşmesine benzemektedir. İşte tüm bu normalleşme çalışmalarının kilidi konumunda olan bu kurumun özeti bu idi. Kıyamete kadar sürmesini planladıkları 28 Şubat kararları maalesef beş yıl sürebilmişti. O ne mağrurluktu allahım. Birkaç ciddi adam dışında, herkes köşe başı tutma peşindeydi. Ülkemizi 28 Şubat’a götüren gerçekler nelerdi? Şimdilerde bunlar hiç irdelenmeden neredeyse darbecilerle beraber 28 Şubat esnasında komuta kademesinde olanları da yargılayacaklar. Ne olmuştu 28 Şubat'tan önce… Elimizi vicdanımıza koyalım ve öyle konuşalım. Hepimiz askerdik o zamanlar. Özellikle 12 Eylül darbesinden sonra ordu içinde irticai yapılanmalar başlamıştı. İmam hatiplilerin asker ocağına kabulü sonrasında maalesef korkulan oldu. Laik Cumhuriyetimize karşı olanların eline bir fırsat daha geçmişti. İmam Hatip kökenli arkadaşlarımızı ve maalesef çoğu kırsal kesimden gelmiş, mutaassıp, ordunun belkemiği assubayları kullanmaya başladılar. Seksenli yıllarda lojmanlarımızda kırsal kesimden gelmiş başı kapalı kardeşlerimizin yerini, yavaş yavaş türbanlı adını verdiğimiz, bilinçli ve tepkili kapanan bir kesim aldı. Hâttâ bu arkadaşlarımızın sosyal ortamları ile diğer personelin sosyal ortamları ayrışmaya başladı. Başını kapatan bu tepkili kesim birbirleriyle görüşmeyi tercih ettiler. Türban ile mücadele Türk Silahlı Kuvvetlerinde arttıkça maalesef (diyorum çünkü tamamen siyasi amaçlı) türbanlıların sayısı arttı. Hatırlıyorum ki, 1996 yılında bulunduğum lojmanlar kırk hane idi. Başını kapatıp, eşli olarak belli bir birlikte hareket tarzında inançsal direniş yapan arkadaşlarımızın sayısı dörtte bire kadar ulaşmıştı.Hâttâ başları kapalı olanların lojmandan çıkarılacağının söylentileri bile o arkadaşlarımızın lojmandan çıkıp mağdur pozisyonunu yaşamalarına yetmişti. Artık iyice birbirlerine bağlanmışlardı. Lojmanda bunlar olurken dışarıda neler oluyordu? Birazcık eskilere gitmek istiyorum. 1992 yılında samimi bir imam arkadaşımın beni Erbakan’a oy vermeye davet etmesi üzerine kendisine şunu söylemiştim. “-Sen bana anlat, ben de sana anlatayım. Kim öbürünü ikna ederse o öbür tarafın partisine oy versin.” Ancak aldığım cevap o kadar çarpıcı idi ki… “-Biz topluca Kuran’a el bastık. Başka yere oy veremeyiz.” İşte böyle bir olgu ile karşı karşıyaydık. Beni ikna edilmesi gereken kişi değil, işlenmesi gereken ham madde olarak gören bir zihniyet ile karşı karşıyaydım. O zamanlar bekar evlerinde yaptığımız derin sohbetlerde dikkat çekici noktalar maalesef bugün konuştuklarımızdan hiç farklı değildi. Lisede din öğretmenliği yapan bir arkadaş hararetle Abdülhamit’i savunuyor ve Atatürk’ü yerden yere vuruyordu. O tartışmaların alevli bir döneminde arkadaşım bana şöyle bir laf savurmuştu. Biz belki şimdi iktidar olamayacağız. Ama şunu unutma on yıl sonra iktidardayız. Başbakan “Tayyip” olacak. O zaman ilk kez “Tayyip” adını duymuştum. Geçen yıllarda gelişmeler hep onları doğrular nitelikteydi. Bence TSK’de irtica tehdidi ile mücadele çok aptalca idare ediliyordu. Bu esnada siyasi hayatımıza Refahlı belediyelerin girmesi ile yeşil sermaye yapılanmasının hızla yükselmesine şahit olduk. Bu kapsamda İhlas Mağazaları, Yimpaş, Kombassan gibi yapılanmalar gücünü Avrupa’daki cemaatlerden alıyorlardı. Türk Silahlı Kuvvetleri iki binli yıllara gelindiğinde, demode olmuş Demirperde sisteminin çöküşü gibi bir döneme girmişti. Terörle mücadele kahramanlığı “in” , irtica ile mücadele “aut” olmuştu. Bu yeni “ben” akımı esnasında bazı Laik Generallerin durumun vahametine binaen “irticai eylem planları” hazırlamaları kadar doğal bir durum yoktur. Tabii ki her zamanki gibi başarısız, düşüncesiz ve yeteri kadar ciddi olmayan bu tutum tamamen aristokrat bir bakışın kronik rahatsızlığı idi. Çözülmesi gereken ve tekrar kodlanıp yapılanması gereken bu kurum şu an bir hamur misali ustasının elindedir. Mülkiyelilerle başlayan bu değişim rüzgarı, bir kasırga misali TSK’nın duruşunu yerle bir etmiştir.

Milli Eğitim Sisteminin delinmesi ve Diyanet İşleri Başkanlığı ile eşgüdümlü yeni bir Milli Eğitim politikasının adım adım önümüze koyulması; bekarlar, çocuğu büyümüş ve İlköğretim çağını geçmiş insanlar için hâlâ ikinci dereceden önemli bir şehir efsanesi gibi algılanması ne kadar acı…Fen ve Anadolu Liselerinin nitel ve nicel olarak itibarının azaltılması ve İmam Hatiplerin başarılı çocuklar için iyi eğitim verilen cazibe merkezleri haline getirilmesi için geçen yıl bizzat Başbakan tarafından düğmeye basıldı. Ancak Milli Eğitim Bakanları radikal adımları atmakta vicdanî tereddüt yaşasalar da yavaş yavaş Başbakanın dediği noktaya geliyorlar. Fen Liselerinin sınıflarının öğrenci sayısı arttırıldı. Böylece baraj puanları aşağı çekildi. Bir çok düz lise sadece isim değişikliği yapılarak, içeriğinde hiçbir şey değişmeden Anadolu Lisesi haline getirildi. Özellikle ortaöğretimdeki çocuklarımız başarıyı yakalamanın yolunun cemaat yayınlarından geçtiğine kanaat getirdiler. Cemaat dersanelerinin yayınlarının soru tiplerine göre, bu kesimi kayırıcı ve gözetici soru çeşitleri sınavlarda çıkmaya başladı. Milli Eğitime alternatif bir okul sistemi olan Cemaat okulları sadece Türkiye’de değil dünyada yaygınlaştı. Bu okulların öğretmenleri aynı memur gibi tayin ve rotasyona tabi tutulmaktadır. Bu okullarda kızlar sınıfı ve erkekler sınıfı oluşturulmakta, teneffüs zilleri kızlar için ayrı, erkekler için ayrı çalmaktadır. Günlük programlar taaa en başından beri namaz saatlerine uygun yapılmaktadır. Her yerde mescit vardır. Yatılı yurtlarda nöbetçi öğretmenler yatak yatak dolaşıp sabah namazına kaldırmaktadırlar. Ülkemizin en ücra köşesinde bile son derece modern donanımlı Kız ve Erkek Yatılı Kuran Kursları ve dini okullar işletilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı Milli Eğitim Bakanlığı gibi çalışmaktadır. Kuran kursları özellikle maalesef kırsal kesimde halk tarafından büyük oranda desteklenmektedir. Bunda en etkili unsur feodalitedir. Sanki laik Türkiye Cumhuriyeti içinde yeni bir devletin yapısı kurulmuş, işletiliyor gibidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin yıkılıp yeni İslam Cumhuriyetinin kurulmasına bir lahzalık iş kalmıştır. Cumhurbaşkanının Cumhuriyet Bayramında söylediği “Nice Cumhuriyetlere” temennisi içi boş bir temenni değildir. Hele hele bir Cumhurbaşkanı için...

Milli Bayramlar’dan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Gençlik ve Spor Bayramı, Zafer Bayramı yavaş yavaş kaldırılıyor. Önce meydanlarda yapılan kutlamalar kaldırıldı. Sonra okul çocuklarının bazı bayramlara katılması engellendi. Bazılarına da kısıtlı ve Okul bahçesinde bir kutlama programı dayatıldı. Şu anda önlerinde tek bir adım kaldı. Bu günlerin resmî tatil olmaktan çıkarılması… Ama “İzinde” olan vatandaşlarımızın bu resmî tatil işine gerçekten çok bozulacakları kesin…

Bir süreç yaşıyoruz. Adı: “Normalleşme”. Evde yalnızım. Kendi kendime konuşuyor ve yazıyorum. Benim ülkemin insanı bu kadar başarılı organize olabilir mi? Kalbim evet diyor. Ama beynim karşı çıkıyor “Hayır”... Dünya üzerinde kayda değer olarak ana konularda başarısı olmayan bir ülkeyiz. Halkımıza uluslar arası başarı olarak sunduğumuz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğini Suudi Arabistan etkisiz olduğu gerekçesiyle elinin tersiyle itti. Milli bir otomobilimiz yok. Artık insanlar havayolunu yoğun kullanıyorlar. Ancak uçak üretemiyoruz. Füzeyi bile halen “kimden alsak?” diyoruz. Barutumuzu İspanyol teknolojisi ile üretiyoruz. Uydularımızı Fransızlar fırlatıyor. Sporda yerlerdeyiz. Evrensel sanatlarda, edebiyatta, müzikte, sinemada adımızdan söz edilmiyor. Hiçbir ulusal politikada başarılı değiliz. Amerika’dan ihaleyi alan mütahhitlerin idare ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Ülkemizin yaşadığı ve adına “Normalleşme” denilen sisteme nasıl olur da “milli” deriz. Diyemeyiz çünkü başarılı. Maalesef oyunun kurallarını koyanlar, küçük bir değişiklik yaptılar. Adına Ortadoğu projesi dediler. Bunu bize satarken  Müslüman dünyasının yeni lideri olacaksınız derken, elimizden “Laiklik” oyuncağını alıp “Din” oyuncağını verdiler. Bu onlara çok kazandıracak. Çünkü onların sistemlerinin ayakta ve yukarıda durabilmesi için kan lazım. O kadar Müslüman varken, onlarla oynamak varken neden birbirlerini yesinler ki?

Bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı düşünün, komşu bir ülkenin Devlet Başkanı hakkında televizyondan seslenirken, ağzından köpükler saçarak, gözlerini patlatarak “Yezid” diyor. Bir devlet büyüğü ÖSYM başkanına iyidir diyor. Bir başkası MİT müsteşarının vatan severliğine kefilim diyor. İşte onların hukuk anlayışı. Kadı da onlar…

Normalleşmek, bildiğimizi unutmaksa gayet normal…

Normalleştirilecek o kadar çok şey var ki…

  • Önce şarkıları normalleştirmek lazım. Vardar Ovasındaki rakı parasını, ayran parası olarak düzeltmek lazım.
  • Televizyonlardaki dekoltelere müdahale etmek lazım.
  • Bayan sporcuların müsabaka kıyafetlerini değiştirmek lazım. Mümkün olmadığı durumlarda o branşlarda bayanlar kategorisini kaldırmak lazım.
  • İzmir Marşını, Onuncu Yıl Marşını  ve Gençlik Marşını  da kaldırmak lazım. Ama en önemli Atatürk’ün Gençliğe Hitabını  kaldırmak lazım.
  • Atatürk resimli Türk bayraklarının yasaklanması lazım.
  • Medeni kanunun değişmesi lazım. Kadınların miras hukukundaki haklarının yeniden düzenlenmesi lazım.
  • Çok eşli evlilik yasağının kaldırılması lazım.
  • Saltanat lazım
  • Halifelik lazım
  • Anıtkabiri yıkmak, Atatürk heykellerini kaldırmak lazım.
  • ….

Bu listele çok uzun.  Zamanı gelince adım adım yapmaya gerek yok. Toptan normalleşelim yeter. Bir sabah kalkıtığımızda Anadolu İslam Cumhuriyetinde uyanalım. Her şey birden normalleşsin gitsin.

İroni yaparken bile utanıyorum. Keşke birileri “dur” diyebilse… Keşke gerçek normalleşmeyi bu cahil halkın kafasına sokabilse… Keşke doksan yıllık Cumhuriyetin bu halka öğretemediği “ayıp” anlayışının yanlışlığını bu halka anlatabilse. . Keşke demokratikleşme ve özgürleşme konusu halkları ayrıştırarak bedava işlenmese de, çalışma şartları ve bireysel özgürlükler konusunda gelişse. Keşke bu halka birileri gerçek normalleşmeyi anlatabilse… Keşke bu halk oynanan bu oyunu anlayabilse.

Suriye’de iç savaştan on beş gün önce çekilmiş  resimleri seyrettim. Öyle ki, bu resimlere bakınca Suriye’de on beş gün sonra insanların birbirini acımasızca öldürdüğüne inanamayız. Ülkemiz maalesef her an toplu katliamların olabileceği bir ortama sürüklenmektedir. İnançsal dayatı, her ne kadar çıkar odakları ve feodal düşünce tarafından desteklense de buna şiddetle karşı çıkanlar da azımsanmayacak kadardır. Tabii ki başka hesapları olanlar da cabası… Bir trajediye sürükleniyoruz. Ama hiç farkında değilmişcesine çılgın bir farkındalık sessizliği içindeyiz.  Mağdur rolü oynayanların şark kurnazlığı, yaşanabilecek bir trajedide bile sağduyu ile değil mağdur edebiyatıyla sürdürüleceğini gösteriyor. Gezi olaylarında yatıştırması gereken Başbakanın kışkırtıcı tavrı maalesef gerektiği gibi irdelenemiyor. Kazlıçeşme’ye taraftar toplayan, öç almak için planlar  yapan, dini inançları hemen malzeme yapan, yakınlarına saldırıldığı, camide içki içildiği palavralarını atarak taraftarlarını galeyana getirmeye çalışan bir Başbakanı başrollerde izledik. Cumhurbaşkanının, kendi yardımcısının, Gezi olayları sırasındaki açıklamalarını tabiri caiz ise buruşturup atan bir başbakandan söz ediyoruz. Sağlıklı olmayan bir monarşik bir tutumdan söz ediyoruz. Etrafında korku imparatorluğu kurmuş bir şahsiyetten söz ediyoruz. Anormalleşmiş bir durumdan söz ediyoruz.

Saygılarımla…

TRAJEDİ

Temmuz 13, 2013

….Arabamla yolda gidiyorum. Karım ve çocuklarım yanımda. Yolun kenarında arabamı durduruyorum. Bir daha onları hiç göremeyeceğimi bile bile, onları acele ile öpüp koklayıp, bağrıma basıyorum. Göz yaşlarımı içime dışıma, her yerime akıtarak direksiyona biniyorum ve uzaklaşıyorum. Bir daha onları göremeyeceğimi biliyorum. Ama üzüntüm buna değil. Gerçek üzüntüm onlara ne olacak? Ben belki birkaç saat sonra işkence edilerek öldürüleceğim. Ancak çocuklarım?… Karım?…

Bu kabusu hiç gördünüz mü? Hiç terleyerek uyanıp yanınızdaki eşinize ve çocuklarınıza sarıldınız mı?

Yıl 2013…  Daha düne kadar ülkesinde huzur içinde yaşayan, hiçbir etnik sosyal problemi olmayan devletine bağlı Suriyeli memurun bunları  yaşadığını hissetmek çok zor olmasa gerek. Her köşeden kıstırılmış, çocukları için yapabileceği tek şey, onları bir çölün kenarına bırakmak olan bir babanın duygularını ne kadar hafife alabiliriz? O çocuklara kimbilir neler olacak? Kimbilir belki bir Arap ülkesinin sınırında beğenilip seks kölesi yapılırlar. Belki de şefkatli biri onları korur ve saklar.

Peki neden böyle oldu? Neden insan kendi komşularının bir gün gelecekte, onun kanını içeceğine, ciğerini çıkarıp yiyeceğine şahit olur? Tabii ki tek bir sebep var. ABD ve onun taşeronu Türkiye Hükümeti öyle istedi diye. Çok uzun düşünmeye ve ikna etmeye ne zaman var ne de cesaret. Ellerinde bu kadar kan olan insanlar kendi vatandaşlarına da bu kanı sürmezler mi? İş işten geçtikten sonra, tüm dil ifadelerinin ve akli melekelerin önüne bir duygu geçiyor. . “-Öl ! ya da Öldür!

Yıl 2013 Haziran başları… İstanbul Belediye Başkanı, Valisi, İçişleri Bakanı, Hükümet Sözcüsü, Başbakan yardımcısı… Hepsinin açıklamaları  aynı. “Biz yaşanan olaylardan üzerimize düşen mesajı  aldık.” Alınan mesaj belli… İnsanların eylem yapış sebepleri sulandırılacak. Sonra onlar gönüllerde, vicdanlarda mahkum edilecek. Sonra da  toplum terörize edilerek isyan eden eylemcilerin üzerine gidilecek. Böylece bir taşla iki kuş vurulacak. Hem istenildiği gibi bir düzen yaratılacak, hem de daha güçlü olunacak… Yıl 2015… Türkiye… Eline silahını, palasını alan Faşist dikta yanlıları çete bile kurmaya gerek görmeden cadı avına çıkıyor. Ülkede yaşanan hak ve özgürlük eylemlerinden gına gelmiş. Tek kurtuluş, gezicileri, çapulcuları, yuvalandıkları yerlerde bulup yok etmek. Toplumu ateistlerden, islama hakaret edenlerden, dış mihraklara uyarak ülkeyi karıştıranlardan korumak. Devletin medyasının yapacağı ise belli. Her zamanki gibi masum ve haksızlığa uğramış maske takanların reklamı yapılacak. Devlet, cadı avcılarının peşine düşülüp yakalanacağını söyleyecek. Ancak palalı, satırlı bu yandaşlara el altından adresler dağıtılacak. Yıl 2023… Evinde, işyerinde, kütüphanesinde başta Atatürk resmi ve ilgili kitaplar olmak üzere sakıncalı kitap bulunduranlar cezalandırılacak. Herkes devlet tarafından dijital olarak sıkı takip edilecek. İbadet vakitlerini bilerek ve isteyerek kaçırdığı tespit edilenler, toplumu kötü yönlendirdikleri gerekçesi ile cezalandırılacak. Kırbaç, recm, ve kısas uygulanacak.

Yıl 1989… Iraklı bir profesör. Bir bilim adamı. Bağdat’ın saygın üniversitelerinden birinin başında çalışıyor. Varlıklı bir adam. Ülkesinde bir şeyler ters gidiyor ancak cesaret edip söyleyemiyor. Çünkü rejim çok katı. Yıl 2007… Bu adam her şeyini savaşta kaybetmek üzere. İşine gidiyor ama öylesine... Umudunu yitirmiş ama kimseye hiçbir şey söylemiyor. Susuyor… Susuyor… Sonra günün birinde yanında bir patlama oluyor. Gözlerini kaybediyor. Eşi de sakat kalıyor o patlamada… Türkiye’ye gelip yerleşiyorlar. Akşamları bir parkın köşesine çıkıp derin derin bu dünyanın acı nefesini soluyorlar. Yiyemediklerine, göremediklerine, yaşayamadıklarına üzülemeden. Hayatta kalmanın mutluluğu olsa olsa bu kadar acı olabilir.

Alacakaranlık kuşağı gibi… Ey Cumhuriyetçiler, Atatürkçüler, Aydınlar, Ateistler, Sosyalistler, İşçi Partililer, Komünistler, Laikler, farklı mezhepler, her akşam çocuklarınıza ve eşinize sarılıp vedalaşın. Çünkü sizlere giydirilmek istenen gömleği giymeyeceğinizi biliyorum. Ancak toplumun çoğunluk ya da başka bir şey denen yüzde altmışına bu gömlek giydirildi.

Saygılarımla…

RUSLAR

Mayıs 31, 2013

Orta yaş üzerindekiler için Rusya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği demektir. Bu yaşlarda olanlar için bu ülke öyle bir çırpıda tanımlanabilecek bir ülke değildir. Çünkü çok büyük bir askeri güçten, çok derin bir edebiyattan, çok geniş bir coğrafyadan, çok zengin doğal kaynaklardan ve hepsinden önemlisi çok ileri bir teknolojiden bahsetmek gerekmektedir.

İşte böyle bir Rusya’yı başlık yaptıktan sonra, Baltacı ile Katerina’nın macerasından, doksanlı yıllarda yapılan bavul ticaretinden veya maalesef “Nataşa” adını verdiğimiz fahişelerden bahsedecek değilim.

Rusya çok büyük bir devlettir. Tarihi acılarla doludur. Vatandaşlarını zaman zaman aç, sefil, çaresiz bırakan bu ülke her zaman önde kalmayı başarabilmiştir. Tüm bunları, müthiş bir değişimci yapısına borçludur. Bu ülkeyi tarih sahnesinde incelediğimizde, gözümüzden kaçan ilginç detaylarla karşılaşırız.

Rusya dünyanın en büyük sömürü üretebilen ülkesidir. Kendi sınırları içinde gösterdiği halkları, Rus halkı lehine sömürürken, bu ülkelerin ellerine her zaman onlara yetebilecek kadar oyuncak bırakmıştır. Halen daha özgürlüğüne kavuştuğu söylenen eski Sovyet Ülkelerinde bile halen bir Rus otoritesi mevcuttur. Nitekim iki binli yılların başında Amerika’nın eski Sovyet ülkelerinde gerçekleştirmek istedikleri renkli devrimler çok kısa sürmüş, bu ülkeler tekrar rus yanlısı politikacıların yönetimine geçmiştir. Aynı şekilde dünyanın bir çok ülkesinde Rusya’nın ağırlığı hissedilebilmektedir. Orta Avrupa ülkelerinde, Afrika ülkelerinde, Ortadoğu ülkelerinde, Uzak Asya Ülkelerinde, Güney Amerika ülkelerinde Rusya’nın etkisi halen devam etmektedir. Rusya bir çok ülkeye silah satmaktadır. Aynı zamanda da teknik servis hizmeti de sağlamaktadır. Çok ilginç bir örnek vermek istiyorum. Ermenistan’ın Türkiye sınırlarını Rus askerleri korumaktadır. Ermenistan’ın tüm hava ve kara kuvvetleri Rus malıdır. Aynı şekilde Ermenistan ile savaş halinde olan Azerbaycan’ın da silahları Rus yapısıdır. Azerbaycan askeri sanayini henüz kuramadığı için her türlü giderini yurtdışından satın alarak karşılamaktadır. Öyle ki Azerbaycan ordusunu Türkiye lojistik olarak desteklese de, bugüne kadar kayda değer bir şekilde Türk veya Amerikan yapımı teçhizat Azerbaycan envanterinde yoktur. Olsa dahi bu teçhizatlar teknik servis pahalılığı nedeniyle bir köşede beklemektedir. Çünkü büyüklerin Pazar savaşında Azerbaycan Rusya’nın etkisi altında kalmak zorundadır. Ülke yöneticilerinin başka pazarlara yönelmesi demek, siyasi tercihlerinde değişmesi olarak algılanacağından, Rusya’yı ürkütmemeye dayalı bir politika eski Sovyet ülkelerinde mevcuttur.

Rus halkı dünyanın en çok seyahat eden halklarındandır. Sıradan bir Rusla sohbet ederseniz, kendi ülkelerinin toprakları çok geniş olmasına rağmen birçok şehirde bulunmuştur. Elli yaşlarındaki sıradan bir rus muhakkak Moskova’yı ve San Peterburg’u görmüştür. Bir çok Cumhuriyette çalışmıştır. Kazan, Novosibirsk veya Omsk’ta yaşayan biri için bin kilometre uzaktaki Moskova uzak bir yer değildir. Ülkede benzin fiyatlarının ucuz olması nedeniyle genel olarak ekonomik araçların tercih edilmesine gerek olmadığı gibi, seyahat ücretleri de bize göre komik denecek kadar azdır. Cebine bin doları koyan biri, bir uçtan bir uca yaklaşık on bin km olan tüm Rusya’yı dolaşabilir. Böylesine iç hareket olanakları yüksek, nüfus hareketleri fazla olan bir ülkenin vatandaşlarının, tatil yapma ve seyahat etme kültürü de yüksektir. Sıradan, aylık geliri 500 dolar olan bir memur bile yurt dışına çıkıp tatil yapar. Tatilinden feragat etmeyi sevmeyen rus halkı önceleri en çok uzak doğu ülkelerini tercih etmişlerdir. Gözde ülkeleri Tayland, Malezya, Hindistan gibi ülkelerdir. Dünyanın bir çok irili ufaklı ülkesinde havacılık sektörü Rusların elindedir. Güney Amerika, Afrika ve Asya’dan sonra Akdeniz ülkelerine yönelen Ruslar başlangıçta Yunanistan, Rum Kesimi, İtalya ve İspanya’yı tercih etseler de Türkiye’nin sunduğu imkanlar karşısında, ülkemize müthiş bir ilgi göstermişlerdir. Özellikle Antalya ve Alanya’da Ruslar önemli ölçüde gayrimenkul almaya başlamışlardır. Ancak turizmi seven Rusların bu defa ki hedefi farklı olmuştur. Ruslar Türkiye’ye kalmak üzere gelmektedirler.

  • Evet… Ruslar ülkemize kalmak üzere gelmektedirler. Peki neden? Neden başka ülkelere turizm için giderler de bize gelince kalmak isterler? Neden Türkiye? Neden başka ülke değil? Neden Rusya’dan kaçıyorlar? Madalyonun başka yüzleri var mıdır? Konjoktürel düşünmeyip, birazda stratejik düşünsek faydaları zararları nelerdir?

Lafı biraz amiyane tabire getirirsek Türkler ve Ruslar tarih boyu hem savaşmış, hem sevişmiş milletlerdir. İki ülkenin de tarihi emelleri olduğunu söylesek de Rusların emelleri daha belirgindir.

Ruslar her zaman Akdenize inme hayallerini korurlar. Çanakkale ve İstanbul boğazı aslında Rusların boğazını sıkan iki adet el gibidir. Montrö deklaresini defalarca delen Ruslara karşı Türklerin aslında yapabileceği pek fazla bir şey yoktur. Tarih boyunca teknolojide ve askeri büyüklükte Türklerden daima çok güçlü olmayı başaran Ruslar için Türkiye mevcut konumuyla çok önemlidir. Ancak bölgesel bir güç olmaktan ileri giderek küresel bir güce dönüşmeye çalışan Türkiye her zaman Rusya için bir rakip ve dolayısıyla tehlikedir. Güçlenen Türkiye bu coğrafya’da Rusların emellerine sekte vuracaktır. Ruslara göre, Türkiye mevcut yapısı ile diğer bölgesel ülkelerden farklı değildir. Sonuçta kendine özgü büyük bir sanayi altyapısı yoktur. Bir çok alanda dış ülkelere bağlıdır. Amerika’nın desteklediği yönetimlerin işbaşına geldiği bir ülkedir. Ancak süreç gereği ellerinde bulundurdukları ülkeleri kaybetmemek adına Türkiye, Mısır gibi ülkelerden de şimdilik ellerini çekmişlerdir.

Türkler, 1774’de Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım’ı kaybettikten sonra, Rusya içindeki Türklerden kopmuşlardır. Bu kopuş Rusya’nın korkunç bir kitlesel göçe zorlama hareketleri sayesinde olmuştur. Bu göçlerden geri kalanlar, Kafkasların dağınık halkları gibi istenildiği gibi yönetilmiştir. Ancak geçen zaman içinde Türklerin Orta asya ve Kuzey Türkleri ile ilgili emelleri zaman zaman alevlense de, bu halkın bitkin, dağılmış ve ümitsiz halleri Sovyet döneminde milliyetsizleşme çalışmaları nedeniyle sekteye uğramıştır. Türkiye bir taraftan bölgesel, diğer taraftan ekonomik sorunlarla uğraşırken Rusya üzerindeki emellerini NATO vasıtası ile yapmaya kalkışmıştır. Ancak NATO’nun amacı Türkiye’yi savunmak veya Türk ideallerini gerçekleştirmek değil, Sovyet yayılmacılığının önüne geçmekti. Nitekim görevini tamamlayınca da geri çekildi.

Türkler ve Ruslar her ne kadar birbirlerine yakın iseler de bir o kadar da düşmandırlar. Çünkü tarihi ve menfaate dayalı sorunları vardır. Bunun bilincinde olan Ruslar hiçbir zaman gardını bırakmamıştır. Özellikle Amerika’nın bölge ülkeleri üzerinde oynadığı oyunlarda Türkiye’yi taşeron gibi kullanması Rusya’nın tedbirini elden bırakmamasını sağlamaktadır. Ancak Türkiye son yıllarda birbiri ardına ekonomik çıkar adına, Rusya’nın elini güçlendirici adımlar atmaktadır. Bir taraftan Amerika’nın çıkarlarını temsil etmekte, diğer taraftan Rus sermayesine kapılarını sonuna kadar açmaktadır. Böylesi bir ortamda, olası bir iç çekişme halinde tarafların iştahını ve isteğini de arttırmaktadır. Birbiri ardına tek taraflı çıkarılan bir dizi kanunla, Rusların birden fazla ev almaları, toprak almaları, Türkiye’de iş kurmaları, çifte vatandaşlık almaları, uzun süreli oturum izni almaları sağlanmıştır. Rus halkının Türkiye’ye geliş sebebi her ne kadar güneş, deniz ve tatil gibi görünüyorsa da, gerçek sebep, ucuz gayrimenkul, ucuz toprak ve Rusya’ya göre daha sakin ve devlet baskısının hissedilmediği bir hayattır. Türkiye’nin gelecekte yaşayabileceği bir çalkantılı dönemde Rusya’nın kendi nüfusunu bahane ederek bir takım isteklerde bulunması kaçınılmazdır. Kaldı ki, bir çok ülkede bir çok devlet adamı ve asker, uygulamalarından dolayı daha sonra uluslar arası mahkemelerde yargılanmıştır. Bu yargılamalar sonucunda bir ülkenin lideri başka bir ülkede hapis yatmıştır. Özetle uluslar arası hukuğun etki alanı genişlemektedir. Bu kapsamda ekonomik kazanç uğruna yabancılara kapılarını açan Türkiye’yi bir tehlike beklemektedir.

Son zamanlarda rus vatandaşları ile evlilik yapanların sayısında büyük artış vardır. Bu evlilikleri incelediğimizde hemen hemen hepsinde Türk vatandaşı olanlar erkektir. Bu arada evlenenlerin etnik yapısına bakıldığında ise, Ruslarla evlenen erkeklerimizin ezici çoğunluğu Kürt kökenli gençlerimizdir. Evlenme sebeplerine baktığımızda ise, yine büyük bir bölümü sevgiye dayalı değil, bilakis menfaate dayalı evliliklerdir. Rusların amacı Türk vatandaşlığını alabilmektir. Çünkü bir Rus kızı için Türk vatandaşı olabilmek bir nevi kurtuluştur. Kendi ülkesinde değer görmeyen ve ekonomik yoklukla pençeleşen bu kızlar, Türk örf ve ananelerinin kendilerine sağladığı imkanlardan oldukça memnunlar. Rus bayanları bir çok yönüyle Türk bayanlarından çok şanslılardır. Çünkü onlar kendilerini güzel gösterebilmek adına aile baskısı diye bir engel bilmezler. Dinsel baskı yaşamazlar. Ayrıca iş hayatına atıldıklarında Türkiye’de iyi de para kazanırlar. Erkeklerden gördükleri ilgiyi kurnazca değerlendirmeyi bilirler. İş hayatında da bir Türk bayana nazaran daha disiplinli ve daha aktiftirler. Ayrıca arkadaşlık engelleyici törelerden etkilenmedikleri için erkekler gözünde daha makbuldürler. Peki Kürt gençlerimiz neden böylesi evlilikler yapıyorlar?  Birbirini severek evlenenleri tenzih ederim ancak en önemli etkenlerden biri, ailelerinden uzakta, turizmde çalıştıkları ve kendilerini özgür hissettikleri bir ortamda fazladan ilgi görmek hoşlarına gidiyor. Yarını, olabilecekleri, aile yapısını, düşünecek yakınlarından uzak olmaları bu evlilikleri daha kolay kılıyor.

Çocuklar… Çocuklarımız dünyanın hangi milletinden olursa olsun, en masum, en savunmasız ve  en sevimli ırktaşlarımız. Çocukların bu yönüne değinmeden ülke gerçeklerime geçmemi umarım af edersiniz. Şimdilerde Türk Silahlı Kuvvetlerine çifte vatandaş olanların da kabul edilmesi gibi bir kanun yasalaşmak üzere. Maalesef her şeye sessiz kalan toplumumuz bir zahmet edip bunu da tartışmadı. Kendi kendime soruyorum. Başbakanımız “ Alkollü içecekler kanununun İki sarhoşun bir araya gelerek çıkardığı bir kanun olduğunu söyledi.” Sonra da bu lafın kimseyi hedef almadığı, öylesine söylendiği açıklandı. Acaba ben de şimdi şu çifte vatandaşlık kanunu çıkarsa, kimseyi hedef almadan, “üç hainin çıkardığı kanun” diyebilecek miyim? Tamamen Rus kültürüne bağlı, ancak Türkçe konuşan bir insanın Türk Silahlı Kuvvetlerinde işe girebilmesi doğru mu? Ya da sözkonusu ülkede böyle benzeri bir uygulama var mı? Tabii ki cevabı net biliyorum. Rusya’da çifte vatandaşlık yasak.

Neyse konumuz Rusya… Dönelim tekrar Rusya’ya… Ülke büyük olunca yazısı da çok uzun oluyor.  Aşırılıklar ülkesidir Rusya… Toprakları bile aşırı geniştir. İnsanın hiç girmediği geniş Tundra Ormanları ile kaplıdır. Açlığın, yoksulluğun, çaresizliğin, tükenmişliğin, kaderine terk edilmişliğin en trajik örneklerinin bulunduğu kocaman bir çöl gibidir bazen. Ancak tüm bunların yanında eğlencenin boyutlarının, sosyal yaşantının, şahşahanın, gösterişin, hesapsız harcamanın, en çarpıcı örnekleri yine bu ülkededir. Karun gibi zenginlerin ve kuru ekmeği olmayanların aynı dönemde yaşayabildiği, sözde komünist öğreti almış bu halkın görgüsüzlüğüne ve cahilliğine bazen şaşmak gerek… Bir tarafta hiç bitmeyen bir Lale devri… Diğer tarafta trajedi… Tüm bu tezatlar arasında bir şeyler üretebilmek, ülkeyi geleceğe taşımak isteyen post modern diktatör Putin… Antidemokratik uygulamaları, adil olmayan seçim politikaları ile Rusya’nın üzerindeki son karabasan gibi… Yüzde doksanların üzerinde oylarla seçilen, muhalefete hiç tahammülü olmayan bu kişi, etrafında onun şerrinden korkanlarla bir arada geziyor. Halkın kendine tepkisini, sempatiye çevirmek isterken, kimi zaman, denizin dibine girip tarihi eser buldu. Kimi zaman da tek motorlu uçakla kazlara uçmayı öğretti. Ancak hiç taviz vermediği tek alan, Rusya’nın dış politikasıdır. Bu politikayı başarıyla yürütmesinin sebebi çok açıktır. Dış politikanın başında dünyanın yakından tanıdığı, çok büyük bir siyaset adamı vardır. Sergey Lavrov…

Rusya çok büyük bir ülkedir. Türkiye’den göründüğünden çok büyük. Bir tarafta nükleer teknoloji, diğer tarafta uzay çalışmaları… Dünyanın her yerinde bir rus görebilirsiniz. Her Alanda mega bir ülkeden söz ediyoruz. Ancak bu ülkeyi bekleyen çok büyük bir tehlike var. Nüfus…

Rusya’nın nüfusu konusunda resmi ve gayri resmi sonuçlara ulaşarak bir takım yorumlar yapabiliriz. Resmi sonuçlara bakarsak gitgide azaldığı için çocuk yapılması teşvik edilmektedir. Böylece sorunları çözülecektir. Ancak gayri resmi sonuçlara bakarsak sorun çok daha büyüktür. Bu gün Rusya’da yaklaşık 150 milyon resmi nüfus görünmektedir. Ancak devlet politikasının şeffaf olmaması nedeniyle rakamların tam açıklanmadığı söylenmektedir. Bir yaklaşıma göre Rusya’nın kağıt üzerinde nüfusu 150 milyon olsa da gerçek nüfus 100 milyon civarındadır. Rakamlarda abartma vardır. Ayrıca son yıllarda Rusya’da Alkol, işsizlik ve boşanma sebeplerinden bir çok çocuk kaderine terk edilmektedir. Yetimhanelerin durumu iyi değildir. Ülkede mafya yapılanması olduğundan, organ mafyasının çocukları yurtdışına kaçırdığı düşünülmektedir. Kayıp çocuk rakamları çoktan milyonları geçmiştir. Çocukların sahipsizliği nedeniyle suç oranları oldukça yüksektir. Ülkenin sosyo kültür yapısı çökmek üzeredir.

Sosyal sorunların ülkenin ekonomik yapısına da etkileri artmaktadır. Özellikle iyi eğitim görmüş Ruslar yabancı ülkelere göçmektedirler. Özellikle devlet daireleri artık iyice eğitimsiz kişilere bırakılmıştır. Yaklaşık on milyondan fazla varlıklı ve iyi eğitim görmüş Rus ailesi Rusya’dan kaçmıştır. Tüm bu sorunlar karşısında Rusya’nın çizdiği güçlü devlet modeli etkisini eskisi kadar gösterememekte, bölgesel konularda denge unsuru olma özelliğini kaybetmektedir. Hal böyle olunca da özellikle Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde tek taraflı girişimlerin önü açılmakta ve Rusya’ya rağmen yeni bir düzen kurulmaktadır.

Tabii ki Rusya için her şey bitmiş değildir. Rusya çok dinamik bir ülkedir. Bu ülke sadece İkinci Dünya Savaşında 40 milyon insan kaybetmiştir. Ancak daha sonra Varşova Paktı’nı kurarak 35-40 yıl önderliğini yapmıştır. Rusya’nın en büyük şanssızlığı hoyratça hareket eden bir lider olan Putin’dir. Atalarımız, “Bir kötünün bin yere zararı olur.” derler. Putin Rusların sadece zamanını alıyor. Genlerini değiştiremez. Rusya Putin gibileri çok gördü. Ama hiç ihtişamını kaybetmedi.

İşte benden bir kaya daha… Artık bu kayayı siz nereye dayarsanız dayayın. İsterseniz bir hikaye de siz yazın. Başlığı “Türkler” olsun. Bence aynı yazının benzeri olur.

Bu kez konum emekli assubaylar değil. Belki ilgi çekici bilgilendirme yazısı olur diye hazırladım. Okuduğunuz için şimdiden teşekkür ederim…

Paka paka…

genclige-hitabe

Son Yorumlar

Son Eklenen Mesajlar

SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN Her şeyin gönlünüzce gerçekleşeceği; sağlık, başarı ve mutluluk dolu nice yıllar diliyoruz. SİTE VE ASSUBAY GÜÇ BİRLİĞİ YÖNETİMİ
Pazar, 31 Aralık 2023
SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
Baş öğretmenimiz ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi şahsında tüm öğretmenlerimizin ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN... Demokrasinin, adaletin, huzurun ve refahın hakim olduğu nice öğretmenler günü kutlamak dileklerimizle sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz.
Cuma, 24 Kasım 2023
SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
BAĞIMSIZLIK SAVAŞIMIZIN KAHRAMANI, LAİK, DEMOKRATİK CUMHURİYETİMİZİN KURUCUSU, EBEDİ ÖNDERİMİZ VE BAȘKOMUTANIMIZ BÜYÜK DEVRİMCİ GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü BEDENEN ARAMIZDAN AYRILIȘININ 85. YILINDA SAYGI, ÖZLEM VE ŞÜKRANLA ANIYORUZ... RUHU ŞAD, MEKANI CENNET OLSUN. 10 KASIM 1938 ! Bir devre damgasını vurmuş, dünyanın gidişatını değiştirmiş, yalnızca ya...
Cuma, 10 Kasım 2023

Son Eklenenler

Copyright © 2006 Emekli Assubaylar. Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım İhsan GÜNEŞ