dashok

11 Nisan 2002 tarihi assubaylar için önemli bir tarih. Yıllarca çekirdekten asker yetiştiren Assubay Hazırlama Okulları ile ilgili büyük bir değişim kararı  verildi o gün. Hazırlama Okulları kapatılacak ve Sınıf Okulları  da Meslek Yüksek Okulu olarak statü değiştirecekti. Kararın uygulama süreci 2004 yılına kadar devam etti. 2004 yılı bir devrin kapandığı, yepyeni bir başlangıcın yaşandığı yıl olarak kaldı akıllarda.

Osmanlı’nın son dönemlerinde, 1890 tarihinde Gedikli Zabit Mektepleri ile başlamıştı süreç. Hatta Türk tarihinde ilk assubay eğitimi 1734 yılına, Humbaracı Ahmet Paşa’ya kadar uzanıyordu. Türk mühendisliğinin, üniversitelerin ve harp okullarının temeli bu tarihte kurulan Hendesehane ve Humbaracı Ocağı’na dayanıyordu. Bu dönemde verilen eğitim mesleki ve teknik eğitim olduğundan bugünkü anlamıyla Assubay Sınıf Okulu türündendi. Oysa 1890 yılında çekirdekten asker yetiştirme dönemine geçilmişti. Daha çocuk denecek yaşta öğrenciler alınıyor, teknik ve taktik beceri ile donatılıyor ve ordusunun saflarında hizmete gönderiliyordu. Üstelik bu şekilde yapılan uygulama o dönemler için son derece başarılıydı. Verim alınıyor, ordunun belkemiğini oluşturan orta kademe subaylar bilgi ve birikimini kışlasında, gemisinde, atölyesinde ve cephede son derece başarılı bir şekilde kullanıyordu. Fakat devir savaşlar devri idi. Öğrencileri yıllarca eğitecek zaman yoktu. Savaşın biri bitiyor, ötekisi başlıyordu. En sonunda da Birinci Dünya Savaşı çıkmış ve Osmanlı’nın gözünü karartıp atıldığı bu macera ne yazık ki, hüsranla noktalanmıştı.

Bu savaşlar döneminde Gedikli Zabit ve Küçük Zabit Okullarında sürekli bir eğitim vermek mümkün olmadı. İstiklal Mücadelesi sonrasında cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte bu okullarda da düzenli ve kesintisiz eğitime geçildi. Askeri okul sisteminde taşlar yerine oturdu.

Assubay okulları, dönemler itibarıyla pek çok isim değişikliğine uğradı. Başlangıçta Gedikli Zabit ve Küçük Zabit Mektebiydi. Kimi zaman Çırak Mektebi, kimi zaman Amele Mektebi oldu. Gençler Mektebi de denildi. Küçük Zabit Mektebi de. Cumhuriyetle birlikte bakış açısı yine değişti. Almanya ve İngiltere ile olan askeri bağlar, orduya, bizim kültürümüzde olmayan diktacı oluşumu getirdi. Emir komutanın katılığına önem verildi. Assubaylara Gedikli Erbaş, bu okullara da Gedikli Erbaş Okulları denilmeye başlandı. 1950’li yıllarda Amerikan sisteminin etkisiyle Assubay tanımlamasına geçildi. Tanımlamada her ne kadar “assubay” deyişi hâkim kılınsa da, ordumuzun üst kademelerinde yer alan komutanlar, İkinci Dünya Savaşı öncesinin “Gedikli Erbaş” saplantısından bir türlü kurtulamadı. Assubayları kendilerinin bir uzantısı ve ordusunun belkemiği olarak kabul etmek yerine, başka bir sınıfmış, farklı bir ırkmış gibi gördü. Tepeden tırnağa bütün uygulamaları farklılıklar üzerine oturttu.

Assubay Hazırlama Okulları başlangıçta ilköğretim sonrası, ortaokul düzeyinde eğitim veriyordu. Zaman değiştikçe, bilim ve teknoloji geliştikçe ve Türkiye farklılaştıkça bu anlayış da değişti. Hazırlama Okulları lise seviyesine yükseltildi.

2000’li yıllarda ise insanoğlu tam anlamıyla aydınlanma çağına geçti. Bir bin yıl sona ermiş  ve yeni bir bin yıla merhaba denilmişti. Her şey makineleşmiş, robotlaşmıştı. Silah sanayisi ve teknolojisi gelişmiş, nerdeyse tüm silahlar akıllı hale gelmişti. Bu nedenle Assubaylık mesleğinin eğitiminin de yüksek okul seviyesinde verilmesi bir zorunluluk haline gelmişti. Her bir meslek dalı ayrı bir bilim halindeydi çünkü. Hepsi birer uzmanlık gerektiriyordu. Her silahın, her teknolojinin ve her dalın püf noktasını öğrenecek, akıl ve zekâsıyla kullanacak, iyi yetişmiş, nitelikli orta sınıf subaylara her zamankinden daha çok ihtiyaç vardı çünkü…

Öte yandan bir farklı bakış açısı daha vardı bu lise düzeyindeki okulların kapatılmasına. Küçücük yaşta, daha çocukluktan çıkmadan, daha kuşları öğrenmeden, bulutları öğrenmeden, daha aşkı öğrenmeden, ekmeği ve emeği öğrenmeden nasıl olur da insanlara savaş öğretilirdi ki?

Sisteme militan yetiştirmeyi amaçlayan, halkı ile bütünleşmeyi engelleyip araya mesafeler koymayı üreten,  sistemin yazılımını çocukların genç dimağlarına programlayan, halkı ile ordusu arasına soğuk duvarlar örmeyi önceleyen okullardı askeri okulların hepsi. Milletin bir askeri nizam ve intizam içinde yaşamasını savunan soğuk suratlı adamların hükmü geçiyordu bu okullarda. Cumhuriyetin askeri bir rejim olmadığını, halkın kendi kendisini yönetmesi olduğunu bilmeyen soğuk suratlı adamlar.

Halkını ve cumhuriyetini bir arada tutup kaynaştırmayı beceremeyen o soğuk suratlı adamların çağını tekmelemeliydi yeni bin yıl!  İlk hamleyi assubay hazırlama okulları ile yaptı. Umuyoruz, subay yetiştiren askeri liseler de bu değişimden payını yakın zamanda alır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti, Atasının hedef olarak koyduğu muasır medeniyet menziline varmak için bir büyük adımı daha atmış olur.

İNTİHARIN PARASIZ YATILI KÜÇÜK ZABİT OKULLARI

eceayhanŞiir okur musunuz? Ya da Türk Şiirini takip eder misiniz? Cevabınızın ne olduğunu bilemiyorum ama bir dönemin eğitim politikasını eleştirmek amacıyla, Türk Şiirinde “Küçük Zabit Mektepleri” imgesinin kullanıldığını belki de duymuşsunuzdur. İkinci Yeni akımının en tanıdık şairi Ece Ayhan, “Meçhul Öğrenci Anıtı” isimli şiirinde Küçük Zabit Mekteplerini ve Maveraünnehir’i kullanarak Türkiye’nin eğitim sistemini öyle bir eleştirir ki, öğrencilerin değil de devletin sınıfta kaldığını pat diye anlarsınız.

MEÇHUL ÖĞRENCİ  ANITI

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının  kalbine!dir.
Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı  mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları  olduğuna inandırmıştım
O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları  zakkumlarla örmüşlerdir şu  şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı  küçük zabit okullarında

Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.

Ece Ayhan

Bu şiirde Ece Ayhan, eğitim sisteminin ağırlığına, resmi tarih yüklemeleriyle dolu oluşuna, daha çocukluğunu yaşamamış öğrencilerin bunaltılmasına ve zoraki seçimlere yönlendirilmesine kesin bir şekilde karşı çıkmış ve tavrını  koymuştur. Özellikle şiirin ikinci bölümü en dikkat çekici yeridir. Devletin ve tabiatın çatışması sebebiyle geleceğin halk çocukları ayaklanması (cumhuriyete katacakları başarılar) şimdiden öldürülmektedir. Devlet tabiata aykırı yüklemelerle öğrenciyi resmi tarih ve ideolojiye yönlendirmekte, bir tür “tek tip vatandaş örneği” oluşturmaya çalışmaktadır. Tabiat ise o öğrencinin henüz çocuk olduğunu, çocukluğunu yaşaması gerektiğini savunmaktadır. Doğası gereği çocukluğunu yaşamak isteyen öğrenci, derslerin baskısı altında başarısızlığa uğramaktadır. Başarısız öğrenciler ya okuldan alınıp bir yerlere çırak olarak verilmekte ya da eve kapatılmaktadır. Başarılı olanlar ise bir oyuncakları olduğuna inandırılanlardır. Onlar devletin parasız yatılı okullarına gidecekler, kısa yoldan ekmek sahibi olacaklardır. Fakir ya da orta halli ailelerine yük olmayacaklar, hatta onların geçim sıkıntısına çare olacaklardır. Oysa cumhuriyet bu akıllı ve zeki gençlerden çok şey beklemektedir. Aydınlık ve mutlu günlerin anahtarı onlardır. Cumhuriyetin geleceği, çağdaş ve modern Türkiye’nin yarınları onlardır. Sonu baştan belli bir kaderi kabul ederek, geleceğin yaratıcılığı öldürülmüştür. Akranları arasından en zeki çocuklar seçilmiş ve düz memur olacak, assubay-subay olacak diye çekilip alınmıştır. Peki, bu çocukların beyni otomatiğe bağlanıp, bürokrasi çarkına sokulacaksa; devletin tornasında robotlaşacaksa, toplumu kim ileriye taşıyacaktır?

Bu sorunun cevabı da daha ilk bölümde verilmektedir.

Şiirin son bölümü ise çocuğa çok ağır yükler yüklendiğini ve bu yüzden olgun insan gibi davranmaya zorlandığını, erken yaşta sorumluluk almaya itildiğini söyler. Son dize ise çocukluğunu doyasıya yaşayamamış bireylerin yüreğindeki bu yarayla yaşamını sürdüreceğini ve nerede bir çocuk görse aklına kendi yaşanmamış çağlarının geleceğini imgeleyen  “çocuk bayramında zarfsız kuşlar” ile biter.

İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında” dizesi şiirdeki en vurucu yerdir. Burada devlet parasız yatılı okulları ve askeri ortaokullar, liseler;  “Küçük Zabit Okulları” olarak tanımlanmış, bireyin yaratıcı yanının daha çocukken intihara sürüklendiği açık ve çarpıcı bir şekilde ortaya konmuştur. Onlar geleceğin bilim adamları olamayacaklardır, onlar geleceğin sanatçısı, şairi, edebiyatçısı olamayacaklardır. Yaratıcı özellikleri bir ömür boyu hapse mahkûm edilmiştir. Günlük yaşamı kurtarmak ve geleceği garanti altına almak adına fakir ve orta halli ailelerin çocukları sistemin çarpık düzenine kurban edilmişlerdir.

İşte intihar buradadır!

İntiharın parasız yatılı  çocukları olarak büyüdük. Sıradan bireyler olmayı seçerek, cumhuriyetimiz için en büyük fedakârlığı yaptık. Kendimizden verdik. Çocukluğumuzdan verdik. Bir kereliğine geldiğimiz şu dünyada, şartların bize dayattığı seçimleri yapmak zorunda bırakıldık. Kendimizi avutmak için vatanımızı, bayrağımızı ve milletimizi ne çok sevdiğimizi söyleyip durduk. Oysa bizi intihara sürükleyenler çok başka türlü seviyorlardı vatanı. Geç fark ettik!

İktisadi teori değerlendirmesi yapmayı denesek, bu işin fırsat maliyetini nasıl hesaplayacağız? Yani askeri okullara gidenlere ya da parasız yatılı okullara gidenlere bu devlet tam anlamıyla bir fırsat eşitliği sağlayabilseydi, o çocuklar acaba hangi meslekleri seçerlerdi? Hangi yeteneklerini geliştirirlerdi? Nerelerde olurlardı? Akranları arasından en iyilerin seçilmesi ve bürokrasi cenderesinde kaybolmaya mahkûm edilmesi; cumhuriyetin büyük bir aydınlanma kaybı değil midir? İşte bu sebepledir ki, “intiharın parasız yatılı çocuklarının” fırsat maliyetini hiç bir iktisatçı tam olarak hesaplayamaz. Ne dersiniz, sizce mümkün müdür acaba bunun hesabını kitabını yapmak?

ASSUBAY HAZIRLAMA OKULLARI ANILARDA YAŞATILACAK

dashok-1Lumbarağzı dediğimiz askeri kışla kapısından içeriye girmeyi seçtiğinizde yaşamınızda artık büyük bir değişim olacaktır. Katı bir askeri disiplin sizi beklemektedir. Her şeyin bir kuralı olduğunu yaşaya yaşaya öğreneceksinizdir.

Ödeviniz ya da sınavınız olsun olmasın etüt (ders çalışma) saatleri olacaktır. Sabah kalkışınız, akşam yatışınız bando borusuyla olacaktır. Gece taburları (içtimalar) olacak, her akşam marşlar okunacaktır. Üst sınıflar size askerliği öğretmek ve sistemin katı disiplinini kabul ettirmek üzere canla başla çalışacaktır. Sıra arkalarında dolaşacaklar ve sizi akşam cezalarına çağıracaklardır. Bir şeyi eksik ya da yanlış yaptığınızda ceza talimleri yapılacaktır. Hafta sonları için sık sık biletiniz kesilecektir. Derslere girişler sivil liselerden farklı olacaktır. Öğretmenlere hitap şekliniz de öyle!

Günlük yaşam çizelgeniz sizin adınıza başkaları tarafından an be an planlanmıştır. Dakika dakika nerede olacağınız ve nerede olamayacağınız belirlenmiştir. Üstelik denetleme denilen yeni bir kavramla da karşılaşmışsınızdır. Daha o çocuk yaşlarda el muayenesi, ayak muayenesi, etek tıraşı muayenesi gibi ilginç uygulamalarla korku ve heyecan yüklenmiştir genlerinize. Donunuza kadar her şeyinize öğrenci numaraları dikilmiştir. Özgürlüğünüzle aranızda şimdilik demir parmaklıklar vardır. Zaman geçtikçe anlayacaksınızdır ki, parmaklıklardan çok daha fazlası vardır.

Yılları eskittikçe toplumun sağlam düşünceli bir bireyi olmaktan öte, mutlak itaate yönlendirilmiş  bir robota dönüşmekte olduğunuzu göreceksinizdir. Kendinize özgü düşünceleriniz azalmaya yüz tutmuştur. Doğrularınızı sistem, üstleriniz ve amirleriniz belirlemeye başlamıştır. İşte o anlar kişisel yeteneklerinizi, özgür düşüncenizi ve hatta bir birey olarak kişiliğinizi yitirdiğiniz, sisteme kurban ettiğiniz muhteşem anlardır. Direnciniz kadar ayakta kalmanız olasıdır ancak!

Evet, bütün bunları yaşadık ve biliyoruz. Hayatımızı kurtarmak için bir seçim yaptık. Kimimiz askerliği sevdiği için bu seçimi yaptı. Kimimiz karşısındaki en iyi seçenek bu olduğu için. Kimimiz ailesinin fakirliğine çare olmak için yaptı seçimini, kimimiz kardeşlerini okutabilmek için. Kimimiz üniformaya heveslendi, kimimiz maaşına. Nihayetinde o kapıdan girildi ve hayatın akışı değişti.

Yine de insanoğlu okul günlerini acısıyla değil tatlısıyla hatırlıyor. Cezaları, katı uygulamaları  unutabiliyor. Hatta bazen kendisini bu dönemlerde daha iyi keşfedebiliyor. En iyi dostluklarını bu dönemde kurabiliyor. Üstelik bu dostluklar bir meslek yaşamı boyunca sürüyor. Hatta emeklilik sonrasında bile bağlar kopmuyor ve ölünceye değin devam ediyor. “Bir ömür dostluk” her mesleğe özgü değildir. O yüzden ayrıcalıklı olduğumuzu düşünebiliriz yani.

Şöyle bir hatırlıyorum da Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nda geçen günlerim o kadar da acı yüklü değilmiş gibi duruyor. Oysa yaşarken ne kadar da zorluydu. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Ya şimdi? Ne kadar uzakta durduğunu görüyorum artık o günlerin. Hayatın belki de en kötü tarafı bu, bir dakika öncesine geri dönmek bile imkânsız. Hatta imkânsız ötesi!

Uzun tatillere gitmeden önce yatakhanelerde yapılan o ilginç şakalar geliyor aklıma mesela. Uykusu derin olanların yüzlerini ayakkabı boyalarıyla siyaha boyardık. Sabah uyanıp aynaya baktığında öcü gibi görürdü kendisini. Bizler de gülmekten kırılırdık. Bir diğer şakamız da yatağa  işetme seanslarıydı. İki bardağı alır ve suyu birinden diğerine boşaltırdık. Uyuyan arkadaşımızın yatağının başucunda yapardık bunu. Suyun sesi ile hareketlenen işeme güdüsü kısa zamanda sonuç verir ve arkadaşımız yatağını ıslatırdı. Kahkahalarımızla uyanan arkadaşımız utanç içinde kıpkırmızı olurdu ve bundan delice bir zevk alırdık.

Üsküdar semtinde öğrenci bütçesine uygun lokantalar bulur, kuru fasulye ve pilav ziyafetleri çekerdik kendimize. Bu küçük ama bir o kadar güzel lokantalara “fakirhane” ismini takardık. Buralar aynı zamanda buluşma mekânlarıydı.

Bazı arkadaşlarımız spor salonunun bulunduğu yerden ilerleyerek, bitişikteki mezarlıktan tel örgüleri aralar ve Kuzguncuk’a inerdi. Kısa süreli bir kaçıştı bu. Askeri ortamdan bir süreliğine teneffüse çıkmak gibi bir şey! Elbette yakalananların akıbeti kötü olurdu.

Kandilli Kız Lisesi ve Zeynep Kamil Sağlık Meslek Lisesi kardeş okullarımızdı. Sevgiyle, aşkla yaklaştığımız nadide okullardı. Bu okulların kız öğrencileri nedeniyle, Kuleli Lisesi’yle aramızda derin bir husumet vardı. Kızlar karacıların o iç karartıcı üniformalarına ilgi göstermez, denizcilerin beyaz üniformaları için deli olurlardı. Kendilerini daha o günlerde bir teğmen gibi gören bu çocuklar, bizi de daha şimdiden astları olarak belirlemişlerdi. Bu yüzden de karşılarında sükseli subay adayı öğrenciler varken, kızların bu ast üniformalı denizcilere gitmelerini hazmedemezlerdi. Zaman zaman mahalle kavgalarını andıran küçük kavgalar çıkardı.

Sınavların hepsi bir ya da bir buçuk hafta içinde olurdu. Günde iki ya da üç sınav birden yapılırdı. Farklı öğretmenler sınav gözlemcisi olarak yer alırdı  sınıflarda. Kopya çekme fırsatı hocasına göre değişirdi. Kimi fırıldak adamlar, bir yolunu bulur, sınav sorularını  çalarlardı. Sonra da çalışkan öğrencilere bu soruları çözdürürler ve hazır cevap şıklarıyla girerlerdi sınavlara. Hatırlıyorum, bir keresinde böyle bir Fizik Sınavı yaşamıştım. Meğer herkes soruların cevap şıklarını almış ezberliyormuş. Bakıyorum “abcabdab..” diyerek mırıldanıyor cümle alem. “Olmaz öyle şey!” demiştim içimden. Koskoca bir devre soruların cevaplarını alacak ha? Aklıma yatmamıştı. Nihayetinde iki yüz yirmi kişilik devre içinde biri ben olmak üzere iki kişi zayıf not almıştı. Lakin herkes aynı soruda basınca, öğretmen taifesi uyanmış, işin içinde bit yeniği aramıştı. Kısa sürede failler bulunmuştu. Fizik Hocası sınıfa gelmiş ve benim o sene fizik dersinden sınıfta kalmayacağımı şu sözleriyle beyan etmişti:

  • Bu arkadaşınız kırık not aldı ama bu notu namusuyla, şerefiyle aldı. Soruyu çalan ve suç ortaklığı yapan tüm öğrencilere inat, bu dürüst iki öğrenci, bundan sonraki sınavlarda ne alırlarsa alsınlar, ödül olarak Fizik dersinden geçeceklerdir. Bu dürüstlüğün, yalana dolana meyletmeyişin ödülüdür. Kendilerine teşekkür ediyorum

Okul yemekhanesindeki yemek düzenleri de unutulmayacak türdendi. Üst sınıfların seçkin öğrencileri ast sınıflara masa başı olurlar ve masada düzeni sağlarlardı. Tabi ki, masada oturan ekip, sevmediği masa başını yemek konusunda kızağa çekerdi. Adaletin temsilcisi olan masa başı, gururuna yediremediği için, sesini çıkaramaz ve kendisine verilen o az yemekle yarı aç bir şekilde masadan kalkardı. Elbette bu yemek sisteminin anlatılamayacak hikâyeleri de var. Kuru soğan araklama hikâyeleri gibi. Yani gerisini de yaşayan arkadaşlar getireceklerdir zihinlerinde…

Sabahları saray tarafındaki tünelden demir parmaklıklara kadar gelen simitçi amcaları da unutmamak lazım! Çılgın bir yarıştı açma, simit almak. Nöbetçi ekip görmeden işi bitirmek gerekiyordu. Kısa süre içinde Nöbetçi Amiri durumu fark edip, simitçi amcayı kovalayacaktı  çünkü!

Ya ders kaynatma taktikleri? Her öğretmenin bir zaafını bulup bundan yararlanmak ve dersi gümbürtüye getirmek? Örneğin Edebiyat Hocamız tam anlamıyla tertemiz bir Atatürkçüydü. Kurtuluş Savaşımızdan, Atatürk Devrimleri’nden bahsettik miydi, sözün sonu gelmezdi. Ders arada kaynardı. Kim bilir, belki de o an işlediğimiz aslında olması gereken gerçek dersti. Samimi ve içten anlatış vardı çünkü orada. Psikoloji Hocamız ise narsistti. Şöyle büyük adamsınız, böyle büyük adamsınız dedik miydi, coşar dalgalanırdı. İnkılâp Tarihi Hocamız iyi bir basketbol hakemiydi. Ona da basketbol konusunu açtığımızda dayanamazdı. Bir diğer özelliği de “Hayatta en çok sevdiği şeylerin Atatürk ve Kuru Fasulye” olmasıydı. Bize çok şey öğreten, aşılayan mümtaz bir isimdi.

Bu okullarda okuyan herkesin benzer anıları olduğuna inanıyorum. Üç aşağı beş yukarı  hepsi birbirine benzer. Bu yüzden, bu anılarla biraz sizleri maziye döndürmek ve o günleri şöyle bir ufuk turuyla yeniden yaşatmak istedim. Nihayetinde bu okullar artık kapandı ve bir daha o günler geri gelmeyecek. Her şey anılarda kalacak. Bizler yaşadıkça yaşayacak sadece…

TARİHE VURULAN DAMGA: DENİZ ASSUBAY HAZIRLAMA OKULU

DAMYOOrduya eğitimli assubaylar yetiştirmek üzere açılan ilk hazırlama okulu Deniz Assubay Hazırlama Okulu’dur. İlerleyen süreçte daha pek çok hazırlama okulu açılmıştır. Kabaca söylemeye çalışırsak, Kara, Hava, Jandarma, Elektronik, Veteriner, Bando, Sağlık ve Teknik Assubay Hazırlama Okullarını sayabiliriz. Bunların kimisi işlerliğini yitirdiğinden erkenden kapanmış, kimisi “Çok Programlı Assubay Hazırlama Okulu” olarak yeni bir kimlik kazanmıştır. Ve tarihler 11 Nisan 2002’yi gösterdiğinde, hazırlama okulları tümden kapatılmıştır. Böylece artık lise seviyesinde eğitim dönemi sona ermiş, onun yerine daha akilâne bir seçim olan Meslek Yüksek Okulları yapısında eğitim kurumları teşkil edilmiştir.

Kuşkusuz assubay hazırlama okulları içinde en aşina olunanı, son olarak tarihi Beylerbeyi Sarayı’nın bitişiğinde yer alan Deniz Assubay Hazırlama Okulu’dur. Bu okul aynı zamanda kuruluşu itibarıyla da en eski oluşuyla dikkat çeker. Her yıl 17 Kasım tarihinde kuruluş yıldönümü çeşitli etkinliklerle kutlanır. Artık hazırlama okulları kapatıldığından, bu kutlama etkinlikleri Deniz Assubay Meslek Yüksek Okulu tarafından gerçekleştirilmekte.

iclaliye-muinizaferBildiğiniz gibi, çekirdekten yetişme, eğitimli assubaylara ilk olarak Donanma’da ihtiyaç duyuldu. Bu sebeple 1890 yılında ilk Gedikli Mektebi kuruldu. Bir süre sonra çeşitli sebeplerden dolayı kapatıldı. 1915 yılında Gedikli Sınıfının yeniden kurulmasına karar verilmiş ve Makine Gedikli Okulu’nun Tir-i Müjgan Gemisinde, Güverte Gedikli Okulu’nun ise İclaliye Gemisi ile Muin-i Zafer Gemisi’nde eğitimlere başlaması aşamasına geçilmiştir.

Gedikli Mektebi’nin kuruluşuna tanıklık eden ve bu kurumsallaşmada etkin olarak görev alan isimlerden birisi de Bahriye Kolağası Çiftçioğlu Mehmed Nail Bey’dir. Nail Bey, günümüzün tanınmış yazar, şair ve gazetecisi Yağmur Atsız’ın dedesi, Türk milliyetçiliğinin öncü isimlerinden H. Nihal Atsız’ın ise babasıdır. Yağmur Atsız’ın çeşitli zamanlarda yazılarında belirttiğine göre; dedesi Kolağası Nail Bey (1877-1944), Kasımpaşa ve Heybeliada’da Bahriye Gedikli Mektebi’nin kuruluşunda bizzat görev almıştır.

1924 yılında okulun adı “Gemici Gençler Mektebi” olarak değiştirilmiştir. Eğitimler Kasımpaşa’da bulunan Havuzlar Kapısı’ndaki binada devam etmiştir. 1927 yılında okul bir kez daha isim değiştirmiş ve bu kez “Deniz Gedikli Zabit Namzet Mektebi” adını almıştır. Hemen bir yıl sonra, 1928-1929 eğitim yılı sürecinde “Deniz Gedikli Küçük Zabit İhzari Mektebi” ismini almış ve Kasımpaşa’da şimdi Deniz Hastanesi’nin bulunduğu binada eğitimler sürdürülmüştür. 1 Haziran 1929 tarihinde okul, Deniz Mektepler ve Kurslar Müdürlüğü’ne bağlanmıştır. 5 Ağustos 1930 tarihinde ise Turgutreis Gemisi’ne taşınmıştır. Haliç’te bulunan gemi, lüzum üzerine Gölcük’e götürülmüş ve bu gemide eğitim 1933 yılına değin sürdürülmüştür.

11 Haziran 1934 tarihinde kabul edilen 2505 sayılı “Gedikli Küçük Zabit Menbalarına Dair Kanun” un 1. Maddesi’nin (a) fıkrası gereğince yeniden isim değişikliğine gidilmiş ve okulun adı “Deniz Gedikli Küçük Zabit Hazırlama Mektebi” olmuştur. 1933-34 eğitim yılından itibaren ortaokul seviyesinde eğitim verildiği kanaati hâkimdir. Başarılı öğrencilerin doğrudan Deniz Lisesi’ne kabul edilmesinden dolayı bu kanaat kesin gibidir. Çünkü Deniz Lisesi, Lise düzeyinde eğitim veren bir kurumdur. Yine de Milli Eğitim Bakanlığı bu işleyişi resmi olarak 5 Temmuz 1955 tarihinde kabul etmiştir. Bakanlığın 117 sayılı kararına göre 1939-40 yılından itibaren Gedikli Okullarından mezun olanların ortaokul mezunu sayılması ve liselere kabul edilmesi tam anlamıyla geçerlik kazanmıştır.

27 Mayıs 1941 tarihinde okul, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle Mersin’e nakledilmiş ve beş  yıl orada kalmıştır. 30 Eylül 1946 tarihinde tekrar eski binasına, İstanbul’a taşınmış ve eğitimini 1 Ekim 1952 yılına değin sürdürmüştür. Her gün biraz daha gelişen okul, bulunduğu binaya sığmaz hale gelince başka bir yere taşınması planlanmıştır. Beylerbeyi Sarayı’nın yanındaki saraya ait binalar tadil edilmiş, ek binalar yapılmış ve eğitim verilebilir şekilde düzenlendikten sonra, okula tahsis edilmiştir. Bu binada eğitimlere 1 Ekim 1952 tarihinde başlanmıştır. Bu dönemde yine kanunlarda değişiklikler yapılmış, 2 Temmuz 1951 gün ve 5802 sayılı kanunla “Gedikli” tabiri “Assubay”  olarak değiştirildiğinden, “Deniz Gedikli Erbaş Ortaokulu” olan okulun adı da “Deniz Assubay Hazırlama Ortaokulu” olmuştur.

1964-65 ders yılında okulun adı  “Deniz Assubay Sınıf Hazırlama Okulu” olarak bir kez daha değişime uğramıştır. Yine bu yıldan itibaren okula ortaokul mezunları alınmaya başlanmıştır. Daha önce iki yıl olan eğitim süresi de üç yıla çıkarılmış ve lise seviyesine yükseltilmiştir. 1968 yılında okulun adı “Deniz Assubay Okulu Komutanlığı” olarak kullanılmaya başlanmış ve bu kullanım 9 Ağustos 1972 tarihine kadar sürmüştür. Bu tarihte okulun adı “Deniz Assubay Hazırlama Okulu Komutanlığı” olmuştur. Okul, lise dengi kabul edilmiş, öğrenim süresi 3 yıl olarak belirlenmiştir.

Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nun ana amacı assubay adayı öğrencileri denizcilik mesleğine hazırlamaktı. Bu okuldan mezun olan öğrenciler, Altınova’da ve Derince’de bulunan Deniz Assubay Sınıf Okulları’nda bir yıllık eğitim görür ve sonrasında “Assubay Çavuş” rütbesiyle Donanma’ya katılırlardı. Okulda liselerin fen kolu müfredatı uygulanırdı. İngilizce ağırlıklı dersti. Bu yönüyle ve eğitiminin kalitesiyle bugünün Anadolu Liseleri düzeyinde eğitim veren nadide bir eğitim ocağıydı. Bazı durumlarda denizciliğe yönelik eğitim veren bir meslek lisesi olduğu yönünde de değerlendirmeler yapılmıştır. Nihai değerlendirmede kalitesi yüksek bir eğitim sürecinin işlediğini kesin bir dille söylememiz mümkündür.

11 Nisan 2002 tarihinde Assubay Hazırlama Okullarının kapatılmasını ve Assubay Sınıf Okullarının Meslek Yüksek Okulu olarak, 2 yıl üzerinden ve ön lisans seviyesinde yapılanmasını teşkil eden kanun yayınlanarak, yürürlüğe girdiğinden yeni öğrenci alımı durdurulmuştur. Okul son öğrencilerini 2004 yılında mezun etmiştir.

Böylece çok uzun yıllar Türk Donanması’na nitelikli deniz assubayları yetiştiren bu eğitim ocağı tarihe damgasını vurarak, eğitim hayatını tamamlamıştır.

YAŞLI BİR DENİZKURDU’NUN ANLATIMIYLA BEYLERBEYİ’NE TAŞINMA

Okulun tarihsel gelişimine baktığımızda nasıl bir zorlu süreçten geçtiğini anlamamız olası. Bugünün deniz assubaylarının da bu süreci iyi tahlil etmesi, yaşananlardan ders çıkarması ve deniz assubaylığının kalıcı değerlerini koruması bu yüzden çok önemli.  Geçmiş nesillerin yaşadığı, yaşamak zorunda kaldığı ya da bırakıldığı  zor şartlar; her zaman bizi daha dirençli, daha çalışkan ve başarılı olmaya yönlendirmelidir. İşte bu yüzden, okulun Beylerbeyi’ne taşınma sürecini yaşamış olan bir yaşlı deniz kurdu büyüğümüzün dünü, bugünü ve geleceği kendi sözcükleriyle anlatımını dikkatle okumamız gerekmektedir. Okuldan 1953 yılında mezun olan Emekli Deniz Assubayı İlhami Kemal Atayolu’nun hikâyesi ile baş başa bırakıyorum sizleri:

cezayirli-hasapasa1950 senesinde Kasımpaşa’daki esas“Taş Mektep”e (1954 yılında Kuzey Deniz Saha Komutanlığı olan, halen tamiratı devam eden, geçmişte Cezayirli Hasan Paşa’ya konak olarak yapılan bina) kayıt oldum. Okulun o zamanki ismi “Deniz Gedikli Erbaş Hazırlama Okulu” idi. Birinci Sınıfın dördüncü kısmındaydım. Böylece yaşamıma yön verecek seçimi yapmış ve denizciliğe ilk adımımı atmıştım.

O zamanlar okul mevcudu 500 kişiyi geçiyordu. Okul talebelere kâfi gelmediği için Kasımpaşa Subay Orduevi’nin önünde hurdaya ayrılmış ve kıçtankara bağlanmış durumda bulunan meşhur Hamidiye Gemisi (yalnızca yatmak üzere) okulun üçüncü sınıfına tahsis edilmişti. Yemekhanemiz uzun bir baraka idi. Yemek tabaklarımız, su ve çay içecek  bardaklarımız kalaylı bakır kaplardı. Bir masada karşılıklı olarak on dört kişi otururduk. Çoğu zaman masanın sonunda olanlara çay veya süt kalmazdı.

ilhami-atayoluHer sene Temmuz ayında Pendik’teki  (hâlen) boş olan zeytinlik alana (yıkılan Yunus Çimento Fabrikasının yanındaki) çadırlar kurulur ve bir ay süresince çeşitli eğitimler yapılırdı. Bu eğitimler; talim, terbiye, gemicilik, filikalarla yelken donanımı ve kullanma, kürek talimi, yüzme dersleri ve benzeri etkinliklerdi. Çarşamba ve Cumartesi akşamları eğlence programları uygulanırdı. Kamp sonunda da Ağustos ayına münhasır bir aylık sıla iznine giderdik.

Bu arada 1951 senesinin Temmuz ayının tahminen 12’sinde (kampta idik) mesleğimizin ismi kanunen değişerek, Deniz Astsubaylığı oldu. Okulumuzun ismi de yine bu kanun gereğince Deniz Astsubay Hazırlama Ortaokulu olarak güncellendi. Bu meyanda da okuldan, ortaokul mezunu sayılarak mezun olmaya başladık. Kasımpaşa’daki okulumuz epey harabeleşmiş ve içinde yaşamak tehlikeli bir hâl almıştı. Bu yüzden Beylerbeyi ’nde yan yana olan iki bina satın alınıp modernleştirilmiş ve bizlere de sıla iznimizden sonra, 1952-1953 öğretim yılı için, Beylerbeyi ‘ndeki okula gelmemiz emredilmişti.

Okul, her şeyi ile yepyeni idi. Yemek masaları karşılıklı altışar kişilikti. Tabaklar porselen, bardaklar cam, sürahiler cam… İşte şimdi gerçek anlamda “astsubay talebesi” olmaya başlamıştık. Bu yenileşmeye elbiselerimizin de dâhil olmasını arzuluyorduk. Kıyafetimizin bir an önce er görünümünden çıkartılmasını ve astsubay olduğumuzu gösterecek tarzda bir üniforma düzenlemesi yapılmasını istiyorduk. Bunu sıkça dile getiriyorduk.

1953 senesinin 30 Ağustos’unda okuldan mezun olarak, Deniz Er Eğitim Alayı’na gönderildik. Deniz Er Eğitim Alayı, Kasımpaşa’daki Cezayirli Hasan Paşa Kışlası idi ve piyadecilik eğitimi için buraya sevkimiz yapılmıştı. Burada üç ay süresince tüfekli eğitim yaptık. Bu dönemde, 29 Ekim 1953 günü Ankara’da Cumhuriyet Bayramı etkinlikleri kapsamında yapılacak olan resmigeçitte yer almak üzere görevlendirildik. Merasimde yer alacak boru trampet takımına tefrik edilmiştik. Cumhuriyet Bayramı törenlerinden hemen sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün naşının Anıtkabir’e nakledilmesi merasiminde de yer aldık. 10 Kasım 1953’te Deniz Alayı olarak, bu kutsal vazifeyi ifa ettik. Ben; Deniz Alayı, Merasim Kıtası Boru Trampet Takımı’nın tambur majörü ve solo borucusu olarak görev yaptım.

Ankara’dan dönüşte piyade eğitimimizi tamamladık. Sonrasında TCG Yavuz’da üç ay denizcilik eğitimi gördük. Denizcilik eğitiminin hitamında meslek test imtihanına tabi tutulduk. Bu test imtihanı neticesinde herkesin ana mesleği belli oldu. Bu kez mesleğimize göre altı aylığına çeşitli yerlere ameli olarak öğretime devam ettik. Önümüzde Astsubay Çavuş olmak için bir senemiz kalmıştı.

Bu bir sene süresince bazı Makine Branşları ile Elektrik ve Elektronikçiler; Heybeliada’da, geriye kalan Makineciler ile bir kısım Güverteciler; Yassıada’da, geriye kalan Güverteciler ile İkmalcilerin bir kısmı ve Kâtipler; Kasımpaşa’da, geriye kalan İkmalciler ile Porsunlar; Derince’de (Porsun Sınıf Okullarında) ameli ve nazari eğitimler gördü. Bu eğitimler sonrasında 30 Ağustos 1955 tarihinde “Deniz Astsubay Çavuş” rütbesi ile Donanmaya katıldık ve Deniz Kuvvetleri’nin muhtelif birliklerine asaleten tayin olup görevimize başladık.

Genç neslin geçmişten bugüne nelerin değiştiğini bilmesi gerektiğini düşünmekteyim. Nelerin değiştiğini bilmek, gelecekte de nelerin değişebileceğini öngörmek ve ufka umutlu bir şekilde bakmak demektir. Sevgili cumhuriyetimiz geliştikçe assubayların da hak ettiği ilgi ve değeri göreceği inancındayım.”

ASSUBAY HAZIRLAMA OKULLARININ BİLİNMEYEN YÖNLERİ

Özellikle Enver Paşa döneminde askeri eğitime ve okullaşmaya aşırı bir önem verilmiştir. Hatta Enver Paşa’nın en güvendiği kişileri Küçük Zabit Mektepleri’nin başına getirdiği çeşitli kaynaklarda yer almaktadır. Dr. Hüseyin Yaltırık tarafından kaleme alınan “Âşık Ali Tanburacı ve Kırklareli Halk Müziği” isimli eserde bu konuda çarpıcı bilgiler bulunmaktadır.

Bu tarihlerde askere alınan halk ozanları,  âşıklar ve mahalli sanatçılar doğrudan Küçük Zabit Alaylarına gönderilir ve burada geniş çaplı bir eğitime tabi tutulurlardı. Âşık Ali Tanburacı da bu sanatçılardan birisiydi. Hatta adı bu Küçük Zabit Mektepleriyle bir anıldığından, kimi yerde biyografisinde assubay olduğu dahi yazılmıştır. Oysa o sadece askerlik yükümlülüğünü yerine getirirken, (Piyade) Küçük Zabit Mektebi bandosunda hem eğitim görmüş hem de görev ifa etmiştir. Âşık Ali Tanburacı, çoğumuzun iyi bildiği “Kırmızı gülün alı var/…/Ah bu gönül arzular seni seni yar seni” türküsünün derleyicisidir. Daha pek çok halk türküsüne can vermiş etkin ve üretken bir sanatçıdır. Kırklareli’nin unutulmaz isimleri arasında yer almaktadır.

Enver Paşa dönemi bir milat olmuş  ve cumhuriyetin başlangıç dönemlerinde de Küçük Zabit Mektepleri, halk sanatçılarının ve âşıkların yetiştirilmesi amacıyla kutsal bir ocak olarak görev yapmıştır. Pek çok sanatçının bu şekilde yetiştiğini görmek için bir nebze araştırma yapmak gerekmektedir.

Askerlik görevini yapmak üzere gelen âşıklar, mahalli sanatçılar ve halk ozanları; Gedikli Okulları’nda eğitilmiş, kendilerini geliştirmeleri sağlanmış ve özellikle Türk Halk Müziği’ne daha etkin şekilde hizmet verecek, daha olgun ve yaratıcı eserler üretecek, araştırmalar ve derlemeler yaparak muhteşem katkılar sunacak müzik altyapısına kavuşturulmuştur.

DENİZ ASSUBAY HAZIRLAMA OKULU’NUN KURULUŞ YILDÖNÜMÜ

dzasbokl5Deniz Assubay Okulu’nun kuruluş yıldönümü, her yıl çeşitli etkinliklerle 17 Kasım tarihinde kutlanmaktadır. Gazete arşivlerinde yaptığım araştırmalar sonucu, kutlamalarla ilgili ilk ilanın, 1979 yılında basında yer aldığını gördüm. Bu konuda araştırma yapan ve çeşitli yazışmalarda bulunan Emekli Deniz Assubayı Halil Ergenli de, yazışmalar neticesinde kendisine ulaşan bilgiyi şu şekilde belirtmektedir:

  1. Deniz Kuvvetleri, bu kutlamaların nasıl başladığına ilişkin yazılı bir kayıt ya da belgeye ulaşamamış ve bu nedenle emekli deniz assubaylarının bilgisine başvurarak araştırma yapmış,
  2. Bu araştırma neticesinde, kutlamaların 1975 yılında, 8’inci Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Hilmi Fırat’ın direktifi ile başladığı bilgisine ulaşılmış,
  3. Kutlamaların 17 Kasım’da icra edilmesinin nedeninin, “18 Kasım Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesinin Kuruluş Yıldönümü” ile aynı haftada yapılması suretiyle, Deniz Kuvvetlerine muharip subay ve astsubay yetiştiren okulların bütünlüğünü göstermek olabileceği,

Değerlendirilmiştir.

Bilindiği gibi Deniz Assubay Okulu’nun gerçek kuruluş tarihi 15 Haziran 1890’dır. Yani bir kutlama yapılacaksa, bu tarih kesinlikle 15 Haziran olmalıdır. Buna karşın yaklaşık 36 yıldır gelenekselleşmiş bir 17 Kasım kutlaması vardır ve bu tarih öyle ya da böyle deniz assubayları camiası tarafından benimsenmiş ve kabul görmüştür. Dolayısıyla, kişisel görüşüm; okulun gerçek kuruluş tarihinin 15 Haziran olduğunun bilinmesinden ama gelenekselliği nedeniyle kutlamaların 17 Kasım tarihi üzerinden sürdürülmesinden yana.

Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nun kuruluş tarihi ile ilgili olarak, araştırmacı yazar Ergun Hiçyılmaz’ın da belirtmiş olduğu ayrı bir tarih söz konusudur. Ergun Hiçyılmaz’ın “Türk Denizciliğinde İlkler” başlığı altındaki yazısında belirttiğine göre ilk Deniz Assubay Sınıf Hazırlama Okulu’nun kuruluşu 1875 yılına denk gelmektedir. İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda kendisi ile bu konuyu görüşme fırsatım oldu. Lakin kendisi pek çok konuda engin bilgi sahibi olduğundan, bu konu pek aklında kalmamış. Yine de o tarihte ısrarlı ve hatırlayamasa da dayanağının sağlam olduğunu belirtmekte. Benim kişisel kanaatim ise 1875 yılında herhangi bir Gedikli Mektebinin açılmadığı. 1875 yılında bildiğim kadarıyla, deniz subaylarının çocuklarının eğitimi için bir rüştiye mektebi açılmıştı. Bir de askeri memur yetiştirme amaçlı bir okul. Belki de üstad, bu okullardan birisini kastetmektedir.

DENİZ ASSUBAY OKULLARI MÜZESİ

17 Kasım 2004 tarihinde Altınova/Yalova’da Deniz Astsubay Okulları Müzesi açılarak hizmete girdi. Tarihi 1890 yılına değin uzanan Deniz Assubaylığı eğitimine ilişkin pek çok tarihi bilgi ve belgeyi bünyesinde barındırmayı amaçlayan müzenin resmi açılışı, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek tarafından yapıldı.

Müze kuruluşuna ilişkin ilk çalışmalara Beylerbeyi’ndeki Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nda başlanmıştı. Burada okulla ilgili fotoğraf, belge ve anı objeleri yer almaktaydı. Okul kapatılınca, müze fikri geliştirilmiş ve daha geniş çaplı düşünülerek, Deniz Assubay Meslek Yüksek Okulu (DAMYO) bünyesinde yeniden kurgulanmıştı.

Müze halen Deniz Assubay Meslek Yüksek Okulu kuruluşunda yer almakta ve kendisini geliştirme çabasını sürdürmektedir. Deniz Assubaylığı’nın tarihi ile ilgili böyle bir müzenin kurulması gerçekten de gurur vericidir. Umuyorum ki, müze kurulduğu şekliyle kalmaz, koyduğu hedefleri yakalar ve kısa süre içinde, deniz assubaylarının eğitim tarihine ışık tutacak seviyeye ulaşır.

DENİZ ASSUBAY HAZIRLAMA OKULU MARŞI

kemaltahirHepimizin iyi bir roman yazarı  olarak tanıdığı Kemal Tahir, aslında edebiyata şiirle başlamıştı. Fakat zamanla düzyazı yeteneği daha ağır basmış ve kendisini bu alanda geliştirerek, Türk edebiyatına eşsiz eserler vermiştir. Nazım Hikmet’in acımasızca yargılandığı Donanma Davası  sanıklarından birisi de Kemal Tahir’dir. Ayrıca Kemal Tahir’in kardeşi Nuri Tahir de bu davanın baş sanıkları arasında yer alır. Nuri Tahir, Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nda okumuş ve mezuniyet sonrasında Yavuz Gemisi’nde görev yapmıştır. Okul Marşı, Nuri Tahir’in Deniz Assubay Hazırlama Okulu yıllarında yazılmış olsa gerektir. Yazar Kemal Tahir sık sık okula kardeşini ziyarete gelmekte ve bu süreçte okul yetkilileri ile de muhtemelen görüşmektedir. Nuri Tahir’in ve okul idaresinin talebi ile Halit Recep Arman ve Kemal Tahir arasında bağlantı kurulduğuna ve sonuçta böyle bir marşın ortaya çıktığına inanmaktayım. Marşın sözleri Kemal Tahir’e, bestesi ise H. Recep Arman’a aittir.

hreceparmanHalit Recep Arman özellikle marş  besteleri konusunda usta bir isimdir. Bahriye ve Türk muzika geleneği içerisinde çok saygın bir yeri olan muhteşem bir insandır.

İki usta ismin bir araya gelmesiyle ortaya gerçekten güzel bir marş çıkmıştır. Müziği ile ritmi ile ve sözleri ile Deniz Gediklilerine yakışır bir eserdir bu marş. Deniz Assubaylarının yüreğindeki vatan sevgisinin düşmana karşı nasıl çelikleştiğini çok güzel vurgular. Hiçbir karşılık beklemeksizin, mevki, makam ve imtiyaz talep etmeksizin, ömrünü fedakârca vatanına bahşeden yiğit Anadolu çocuklarının duygusal sağanağını abartısız yansıtır. Nasıl bir özveriyle ve ne kadar cesurca görev yaptıklarını ve yaptıkları görevden dolayı ne kadar gururlu olduklarını çarpıcı bir dille anlatır mısralar:

Çelikten kalbimizde vatanın sevgisi var
Gözlerimiz enginde düşmandan bir iz arar
Düşmanların kalbinde korku olur eseriz
Biz ömrünü vatana veren denizcileriz

Alnımız göğe çarpar yurdun denizlerinde
Zafer bayrağımızı gezdirir izlerinde
Gelen ölüm de olsa titremeyiz güleriz
Biz ömrünü vatana veren dinç  denizcileriz

DENİZ ASSUBAY HAZIRLAMA OKULU’NUN UNUTULMAZ ÖĞRETMENLERİ

Donanmaya nitelikli, cesur, gözü  pek, aynı zamanda bilgi ve kültür donanımlı assubaylar kazandıran bir okulun öğretmenlerinden de söz edilmesi düşüncesindeyim. Nihayetinde hepimiz bir parça onların eserleriyiz. Notalarımızı, ritmimizi, ezgimizi onlar yüklediler bize.

Özellikle benim öğrenci olduğum dönemde gerçekten de adından söz edilmeye değer öğretmenlerimiz vardı. Mesela asıl işi Fizik öğretmenliği olan ama bir o kadar ustaca Türk Sanat Müziğiyle uğraşan Mustafa Kazezyılmaz’dan söz etmeliyim. Nasıl unuturum, o hem örnek bir insandı hem de öğrencilere müziği sevdirmesini bilen değerli bir sanatseverdi.

Keza A.Kadir Çelik öğretmen, assubaylıktan subaylığa geçmiş, İnkılâp Tarihi öğretmenliğini severek ve isteyerek yapan, Atatürkçü düşünceyi samimiyetle özümsemiş nadide bir isimdi. Hatırlıyorum da onun aynı zamanda iyi bir basketbol hakemi olduğunu öğrendiğimizde ne kadar şaşırmıştık. Adeta on parmağında on marifet vardı.

Altı dil bilen bir İngilizce öğretmenimiz vardı, ismi Aşkın Akoba. Bunca bilgi donanımına karşın, ne kadar mütevazı ve ne kadar cana yakındı. Oysa biz albay rütbesini taşıyanların somurtuk yüzlerine alışmıştık. O üstün kişiliğiyle alışageldik kalıpları nasıl da kırıp geçiyordu…

Bunlar benim isimsiz kahramanlarım. Bir de öyle ya da böyle Türkiye çapında ismi bilinen, herkesin aşina olduğu bazı öğretmenler gelip geçti bu okulun öğretmenler odasından. İçlerinden çoğu öyle lezzetli tatlar bıraktı  ki yüreğimizde…

nihalatszHatırlayacaksınız, yazımızın bir yerinde bahsetmiştik: Gedikli Mektebi’nin 1915 yılında ikinci kez hayata geçirilişinde Mehmed Nail Bey’in kurucu olarak görev aldığını söylemiştik. İşte Nihal Atsız, bu bahse konu Mehmed Nail Bey’in oğludur aynı zamanda. Baba ve oğlun ikisinin de deniz assubayları üzerinde emekleri vardır anlayacağınız. Sanırım bir gün bir şekilde torun Yağmur Atsız da yolunu assubaylarla kesiştirecek. Onun gibi bir usta ismin de assubayların onur mücadelesine katkı vermesi mutlaka çok şey kazandıracaktır bizlere.

bstkerdoganBekir Sıtkı Erdoğan ismini bilir misiniz? Hani şu Ellinci Yıl Marşı’nın şairi. “Karagözlüm efkârlanma gül gayrı” diyen adam. Dilimizden düşürmediğimiz “Gurbetten gelmişim yorgunum hancı” şiirinin şairi. Peki, o türkü kıvamındaki eşsiz şiirleriyle tanıdığımız adamın, Deniz Assubay Okulu’nda Edebiyat dersleri verdiğini biliyor musunuz? Ne büyük bir şans değil mi?

Türkçülük ve Turancılık denilince akla gelen ilk isim Nihal Atsız değil mi? Yazar, şair, tarihçi ve ideolog olarak tanınır üstat. Türk milliyetçiliğinin saygın ismi olan bu adamın 1934-1938 yılları arasında Kasımpaşa’daki Gedikli Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yaptığını biliyor musunuz?

iskenderpalaYa İskender Pala? Divan Edebiyatı  araştırmacısı olarak en etkin isim. Bize eşsiz tatlar sunan nice kitapların yazarı. Ayrıca Deniz Kuvvetleri’ndeki görevi süresince tarihi araştırmalara da imza atan çalışkan ve üretken bir isim. Onun da orduda görev yaptığı son dönemlerde, Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nda Edebiyat öğretmenliği yaptığını belirtebilir ve bununla gurur duyabiliriz.

sadikugurtaySadık Uğurtay, okula çok uzun süre emek veren öğretmenlerden birisi. İngilizceyi öğrencilerine sevdiren ve dersin de ötesinde öğrencilerin hayata bakış açısını da olumlu etkileyen müstesna bir isim. Kitap çevirileriyle Türkçeye yeni eserler kazandırmaya çalışan bir yazar olarak görüyoruz kendisini.

erolmtercimlerDeniz tarihi çalışmalarıyla tanınan ve bu konuda pek çok esere imza atmış olan Dr. Erol Mütercimler de Deniz Assubay Hazırlama Okulu’na öğretmen olarak emek veren isimlerden bir tanesi. Açıkçası öğrencilerini kitap okumaya yönlendiren, araştırmaya ve düşünmeye zorlayan bir adam. Gelin görün ki, tavır ve konuşmalarıyla, hatta bakışlarıyla size “sıradanın ötesinde, birinci sınıf bir adam” olduğunu ispatlamaya çalışıyor izlenimi verme çabasındadır. Yazdığı eserlerde de genelde bulunduğu sınıfın destanını yazma gayreti içinde olduğunu, hatta işin içindeki kahramanlar assubaylar ve sıradan insanlar olsa dahi bunu bir şekilde subay sınıfına mal etme emeli taşıdığını söyleyebilirim. Dolayısıyla her ne kadar derin bilgi sahibi bir insan olsa da yaptığı araştırmalarda assubayların gerçek değerini ortaya koyacağına dair olumlu bir fikre sahip değilim. Ne acıdır ki, tarih biliminin olaylara nesnel bakacak araştırmalara ve araştırmacılara ihtiyacı var. Gerçekleri bir şekilde evirip çevirip kendince resmi tarih görüşüne yamayacak taraflı insanlara değil. Yine de kendisinden umutlu olduğumu söylemeliyim.

VEEE UNUTULMAZ ÖĞRENCİLERİMİZ!

Ece Ayhan’ın şiirini yorumlarken çok karamsar bir tablo çizmiştik. Çocuk denecek yaşta askerlik mesleğini seçenlerin gündelik hayattan, bilimden ve sanattan koptuğunu anlatmaya çalışmıştık. Açıkça belirtmemiz gerekir ki, assubayların yaşamının özünde nasıl vatan sevgisi ve gözü peklik varsa, bir o kadar da umut, direnç ve kendini yenileyebilme güdüsü vardır. Assubaylar hayatlarının hiçbir anında kadere teslim olmazlar. Yenilgiyi asla kabul etmezler. Uygun an geldiğinde, bir yenilgi özelliği taşıyan olaylardan umulmadık zaferlerle çıkarlar. Hangi şart altında olursa olsun, bireysel özgürlüklerinden ve kişisel onurlarından ödün vermezler. Yaratıcı beyinlerinin ölmesine asla müsaade etmezler. Tıpkı efsanevi Zümrüd-ü Anka kuşu gibi hiç umulmadık anlarda yeniden doğuşu başarırlar. Belki de tüm hayatları boyunca cesur ve atak olmalarının, bulundukları her yaşta hayata umutla ve sıkıca tutunmalarının yegâne sebebi içlerinde yeşertip büyüttükleri umut ağaçlarıdır. Ast olmalarına rağmen her zaman düşmanca tutum, davranış ve tavırlara maruz kalmalarını da, onların bu özelliklerine duyulan gıpta ile açıklayabiliriz.

Dünyanın en zengini, en yüksek rütbelisi ve hatta en güçlüsü olabilirsiniz ama asla bir assubayın gönül zenginliğine sahip olamazsınız.

Aşağıda sizlere kısaca tanıtacağım isimler belirttiğimiz özellikleri taşıyan isimlerdir. Onlar Deniz Assubay Hazırlama Okulu’ndan mezun oldular. Hatta uzun süre Türk Donanması’nda assubay olarak görev yaptılar. Fakat hayatlarının hiçbir anında kadere teslim olmadılar. Yüreklerinin sesini dinleyip umutsuzlukları umuda çevirdiler. “İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında” okudular ama Zümrüd-ü Anka kuşu gibi küllerinden doğmayı ve hatta defalarca doğmayı başardılar. Hayata karşı kendinizi çaresiz ve umutsuz hissettiğiniz anlarda lütfen bu sıra dışı adamların hikâyesini araştırın ve zalimlerin yarattığı olumsuzluklara karşı nasıl umutlu ve dik durulacağını, her seferinde nasıl yeniden doğulacağını onlardan öğrenmeye çalışın.

cemildemirelCemil Demirel, 1912 yılında İstanbul’da doğdu. Deniz Assubayı olarak uzun yıllar görev yaptı. 1947 yılında emekli olduğunda, Türk Sinemasına farklı bir karakter oyuncusu olarak adım attı. 1978 yılına değin pek çok filmde rol aldı. Oynadığı başlıca filmler; Kore’de Türk Süngüsü, Kahraman Mehmet, Kore’de Türk kahramanları, Şimal Yıldızı, Lale Devri, Tek Kollu Canavar, Ateşten Gömlek.  Özellikle Kore’de Türk Süngüsü filmine dikkatinizi çekmek istiyorum. Çünkü bu filme Atatürk’ün İzmir’e girişini gösteren belgesel özellikli sahneler eklendi.

hulusikentmen1Hulusi Kentmen’i yani sevgili Hulusi Babamızı zaten ayrıca bir yazımda detaylı bir şekilde anlatmıştım. Onun bir tesadüf eseri tiyatro ve sinemaya başladığını ve daha meslekteyken bu sevdasının peşine düşüp aşkına tutkuyla bağlandığını ve yüzlerce filmde babacan roller oynayarak Türk halkının gönlünde koca bir taht kurduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. O nesiller boyunca örnek alınacak gerçek bir yaşam karakteridir. Hem de her yönüyle.

ML19840816001100811Zati Sungur, okulun ilk mezunlarındandır. Bir kurs için Almanya’ya gider ve orada hayatının akışı değişir. Yaşanan dünya savaşı ve bazı tesadüfi olaylar onu dünyanın bir ucuna illüzyonist olarak götürür. Yüreğinin sesini dinleyerek gönül verdiği sihirbazlıkta büyük aşamalar kaydeder. Atatürk’ün huzurunda dahi gösterisini yapma onuruna nail olur. Atatürk'ün huzurunda da pek çok gösteri yapan Zati Sungur'un bir defasında herkes kendisini merakla beklerken "altı ayrı insana dönüşüp Çankaya Köşkü'nün bütün kapılarından aynı anda içeri girmek" gibi akıl ve mantık sınırlarını zorlayan bir numaraya imza attığı anlatılır. Nihayetinde Dünya Sihirbazlar Kralı unvanını bileğinin ve yüreğinin hakkıyla alır. Bugünkü David Copperfield gösterilerinin temelinde onun dâhiyane buluşları vardır. Ayrıca, David Copperfield kendisiyle yapılan bir söyleşide ABD'deki müze-evinde Zati Sungur'un gösterilerine ilişkin pek çok tarihî poster, afiş ve araç-gereç bulunduğunu özellikle belirtmiştir.

Seyfi Tekdilek, Donanma davası sanıklarındandır. Yavuz Gemisinin Gediklisi olarak görev yapmaktayken tutuklanır. Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı üzerine kurulan acı senaryo nedeniyle uzun süre hapis yatar. Komünizmi merak etmiş, Nazım Hikmet’in şiirlerini okumuş ve bu süreçte assubaylara yapılan haksızlıkların farkına varmıştır. Hiçbir fiili suçu bulunmamasına, hatta okuduğu kitapların dahi kanunen yasak olmamasına rağmen kolayca harcanmıştır. Olay sonrasında komünist damgası yemiş, ailesinden ve çocuğundan dahi uzaklaşmak zorunda kalmıştır. Hayatının geri kalanında derbeder bir yaşam sürmesine rağmen hayalini kurduğu şiir kitabını yayınlamayı başarmıştır. Gemide Denize Hasret isimli şiir kitabı, Nazım Hikmet’e öykünen iddiasız şiirlerden oluşur. Fakat bir insanın hayalinin gerçekleşmesi adına çok ama çok önemli bir adımdır.

salimdndarSalim Dündar, 1954 mezunudur. Okulun 1750 numaralı ve “Kobra Salim” lakaplı öğrencisidir. Okulda bando eğitimi aldı. Kısa bir süre assubay olarak görev yaptı. Müzik tutkusu nedeniyle mesleğini erken bıraktı. Assubaylık sonrasında Hafif Batı Müziği sanatçısı olarak tanındı. Herkes onu “İspanya’yı memleketimize getiren sanatçı” olarak nitelendirdi. Aynalar, Sen Mevsimler Gibisin, İspanyol Meyhanesi ve Bir Dost Bulamadım en bilindik şarkıları arasında yer almaktadır.

yalnate1Yalçın Ateş, 1954 yılı (kesin değil)mezunlarındandır. 1938 doğumludur. Okul numarası 1894, lakabı ise “Kolyos”tur. Türk Caz Müziğinin unutulmaz isimleri arasında yer alır. Yalçın Ateş Altılısı denilince akan sular durur. Bir dönemin pek çok önemli müzik çalışmasında yer almış, onlarca plak kaydına Alto Saksafonu ile renk vermiş, kendi adını taşıyan Yalçın Ateş Orkestrası, Yalçın Ateş 5’lisi, Yalçın Ateş 6´lısı topluluklarını kurmuştur.

kamuran_yarknKamuran Yarkın; çok yakından tanıdığımız Türk Pop müziği sanatçısı Ferda Anıl Yarkın’ın babasıdır. Klasik Türk Müziği bestekârı ve yorumcusudur. Aynı zamanda tanburidir. 1938 doğumludur. Daha bebekken babasını kaybetmiş ve annesi tarafından yetiştirilmiştir. Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne uzun süre devam etmiştir. 1951 nasıplı bir deniz assubayıdır. “Sen Kimseyi Sevemezsin” adlı şarkının bestekârıdır. “ Ayrılık Rüzgarı” isimli şarkının hem bestecisi hem söz yazarıdır. Daha pek çok şarkıda imzası vardır. Eserleri, Zeki Müren ve Yıldırım Gürses gibi pek çok ünlü sanatçı tarafından seslendirilmiştir.

tarkkipTarık Kip, 1927 yılında Samsun’da doğdu. Deniz Gedikli Mektebi’nde okudu ve 1947 yılında Donanma’ya Sıhhiye Assubayı olarak katıldı. 1956 yılında mecburi hizmetini tamamladı ve Bahriye’den ayrıldı. Müzik alanında kendisini geliştirirken bir taraftan da üniversiteye devam etmesi hayli ilginçtir. Önce Gece Lisesini, ardından da Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin "Kütüphanecilik" bölümünü bitirdi. 1956 yılından 1993'e kadar viyolonsel ile Türk Mûsikîsi yayınlarına saz sanatkârı olarak katılan Tarık Kip, bu süre içinde stajyerlere öğretmenlik de yaptı. 1993 yılında emekli oldu. Türk Mûsikîsi repertuarına ikisi sözlü olmak üzere peşrev, semai, medhal ve oyun havası türünde yirmiye yakın eser kazandırmıştır.

zcanzgrÖzcan Özgür, 1936 doğumludur. Türk sinemasının eski oyuncularından birisidir. Aynı zamanda tiyatro sanatçılığı da yapmıştır. Deniz Assubayı olarak donanmada görev yapmış ve bir kaza sonrasında malulen emekli olmuştur. Tanınmasını sağlayan filmleri; Kardeşim Benim, Köşeyi Dönen Adam, Beş Parasız Adam, Üç Halka Yirmi Beş ve Kapıcılar Kralı’dır. Erotik Komedi filmlerinde de roller almıştır. Yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle 1995 yılında vefat etmiştir.

namkekinNamık Ekin; 1942 doğumludur. 1961 mezunu deniz assubayıdır. 1963 yılına kadar donanma gemilerinde Güverte Assubayı olarak görev yaptı. 1963 yılında SAT Komandosu ve Kurbağa Adam Kursuna katıldı. SAT Komandosu olarak özellikle ABD’de çeşitli kurslar ve eğitimler gördü. Judo’da dereceler aldı. Jimnastik, Güreş, Halter ve Vücut çalıştı. Karate ve Yakın Dövüş konusunda da eğitimler aldı. Türk halkı onu daha çok sualtı rekor denemeleri ile tanımaktadır. Aslında çeşitli spor dallarında rekorları ve başarıları vardır. SAT Komandoluğunu ve Deniz Assubaylığını halkımıza tanıtan ve sevdiren en önemli isimdir. Fakat daha çok komandoluğunu ön planda tutmaktadır. Hani ailemizin SAT Komandosu desek yeridir. Halen azim ve inançla rekor denemelerine devam etmektedir.

yaaratankazanr1Yaşar Atankazanır; 1929, İstanbul doğumludur. Deniz Gedikli Mektebinden mezun olur ve denizaltıcı bir assubay olarak donanmada göreve başlar. İki yıl sonra görevi bırakır. Mersin İdmanyurdu’nda Mersinli Ahmet’in himayesinde güreşe başlar. Daha sonra bir taraftan nakliyecilik işi yaparken bir taraftan da halter yapmayı dener. Halter’de 267,5 kilo kaldırmak suretiyle Balkan halter rekorunu kırar. 1955’te İstanbul’a gelir ve Kasımpaşa Güreş Kulübüne devam eder. Üç kez milli takıma seçilir. Tam hayatı spor üzerine sürerken, 1960 İhtilalı sonrasında girdiği bir iddia sonucu fotoğraf çekmeye başlar. Oysa hayatında bir kez bile eline makine almamıştır. Fotoğrafçılık onda bir tutku haline gelir. İşi öğrenmek için bir fotoğrafçının yanında iki yıl bedava çalışır. İstanbul’da Taç Fotoğraf Stüdyosunu kurar. Artık fotoğrafçılığı bir sanat olarak görmeye başlar ve kendisini daha da geliştirmek için yurt dışına açılır. Amerika’da mesleğinin okulu olan “School of Modern Photography”e devam ederek, oradan mezun olur. Ününü kısa zamanda Avrupa ve Amerika fotoğraf camiasına duyurur. Atankazanır, fotoğrafçılığa tesadüfen başlayan ama onu Türkiye’de bir sanat haline getiren, Türk Fotoğraf Sanatının duayen ismidir. Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf Bölümü kurucularından olan Yaşar Atankazanır, 16 yıl öğretim görevlisi olarak burada görev yaptı. İlerlemiş yaşına rağmen halen bağımsız olarak fotoğraf çalışmalarını sürdürmektedir.

Saydığımız bu isimler bir şekilde kendisini başarılarıyla Türk halkına tanıtmış isimlerdir. Aslında biliyoruz ki, daha pek çok meslektaşımız meslek sonrası ikinci yaşamında yüreğinin sesini dinlemekte ve yepyeni başlangıçlara ve bu başlangıçlarda mütevazı başarılara imza atmaktadır. Örneğin karikatürist Özgün Uysal, Roman yazarı Ünver Kardeşler (Mehmet ve İsmail Ünver) aklımıza gelen ilk isimlerdir.

Genç meslektaşlarımızın asla unutmamaları gereken şey, hayatın zorlu ve çetin bir mücadele olduğudur. Fakat bilsinler ki; en umutsuz anlar, şafağın en yakın olduğu zamanlardır. İşte bu yüzden, tüm yaşamları boyunca hangi zorlukla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, asla pes etmesinler. Yüreklerindeki ışığı hiçbir zaman söndürmesinler. Çünkü karanlığı aydınlığa çevirecek en büyük güç, yüreğimizde taşıdığımız direncimiz, yarınlara ertelediğimiz umutlarımızdır.

Umudun türküsünü kaybetmeyenlere ne mutlu!

Aydın Kulak

(Kaynak gösterilerek ve yazar adı  belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.)

NOT: Emekli Deniz Assubayı İlhami Kemal Atayolu’nun hikâyesi üzerinde, metine uyacak şekilde ama özüne sadık kalınarak, küçük düzeltmeler yapılmıştır.
KAYNAKÇA
  1. Kendi yazılarım ve yazılardaki kaynaklarım, Kişisel Yorumlarım/ Aydın Kulak
  2. www.emekliassubaylar.org /Gurur Duyduklarımız
  3. Ece Ayhan/Meçhul Öğrenci Anıtı Şiiri
  4. Ece Ayhan’ın Şiirinde Çocuk ve Eğitim Teması ve Felsefi Temelleri/Hulusi Geçgel
  5. http://anarrest.blogcu.com/ece-ayhan-siirinde-oznenin-halleri/3125883
  6. 1983 Mezunları Okul Yıllığı
  7. Okul Tarihçesine Ait Kendi Kişisel Notlarım/Aydın Kulak
  8. Emekli Deniz Assubayı İlhami Kemal Atayolu’nun Anıları
  9. Tarih Araştırmacısı Ergun Hiçyılmaz’ın bilgi ve görüşleri
  10. Aşık Ali Tanburacı ve Kırklareli Halk Müziği/Dr. Hüseyin Yaltırık/TRT İzmir
  11. Dr. Hüseyin Yaltırık’ın Açıklama ve Notları
  12. Yazar Yağmur Atsız’ın Yazıları
  13. Emekli Deniz Assubayı Halil Ergenli’nin Bilgi ve Yazışmaları
  14. www.damyo.edu.tr /Deniz Astsubay Meslek Yüksek Okulu İnternet Sitesi
  15. http://45devir.com/yalcin-ates / Yalçın Ateş Hakkında
  16. http://yenisafak.com.tr/arsiv/2003/mayis/31/g10.htmlAli Murat Güven /Haber (Zati Sungur)
  17. http://www.fotoforum.org.tr/index.php?p=etkinlik&id=43 /Y. Atankazanır Hakkında
  18. Fotoğraflarla geçen yarım yüzyıl/ Özer Kanburoğlu ( Y. Atankazanır Hakkında)
  19. Sinema Bilgi Siteleri
  20. www.milliyet.com.tr Gazete Arşivi
  21. www.dunya.com /haber (Salim Dündar)
  22. http://www.posta.com.tr/yasam/HaberDetay/Donanmanin_seyir_defteri.htm?ArticleID=35535 /Ergun Hiçyılmaz’ın Yazısı
  23. http://www.haberpan.com/haber/enver-pasa--e2-80-98askerlik-kisaltilsin /Enver Paşa Hakkında
  24. Çıpa Dergisi Özel Sayısı/Aralık 2003
  25. Kişiler Hakkında Çeşitli Sitelerden İnternet Araştırmaları

humbaraci

Osmanlı’nın son dönemleri genelde Duraklama, Gerileme ve Dağılma dönemi olarak adlandırılır. Oysa bu, Osmanlı’nın kurgusunun savaş ve ganimet olduğu düşüncesiyle yapılan bir tanımlamadır. Aslında kaybedilen savaşların ötesine varıldığında, bu dönemlerde Osmanlı Devleti’nin yoğun bir şekilde modernleşme çabası içine girdiği ve en nihayetinde bunu da aydınlık Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla başardığı söylenebilir. Yani aslında bu karışık dönemler her ne kadar koskoca cihan imparatorluğunun dağılmasıyla noktalansa da, Osmanlı’nın bir aydınlanma çağına girdiği gerçeğini değiştirmez.

Osmanlı’nın modernleşme çabalarının başlangıcında ise Humbaracı Ahmed Paşa’nın kurduğu Humbarahane ve Hendesehane yer alır. Osmanlı’da Batılı anlamda kurulan ilk eğitim kurumu olan bu yapılar, aydınlanmanın, üniversitelerin ve harp okullarının başlangıcıdır aynı zamanda. İlginç olan ise resmi tarihin detaylarında saklanan gerçektir. Humbaracı Ahmed Paşa’nın; Sadrazam Topal Osman Paşa’nın himayesi ile kurmuş olduğu bu naçizane askeri teknik eğitim kurumları aslında bugünkü anlamıyla bir nevi Assubay Sınıf Okulu’dur.

Buradan diyeceğimiz şudur ki, Osmanlı’nın Batılılaşması anlamında atılan ilk adım bir Assubay Sınıf Okulu türü eğitim ocağı kurulmasıdır. Bu askeri eğitim kurumu zamanla değişime uğramış, askeri mühendisliğe, oradan da üniversitelere ve harp okullarına dönüşmüştür. Dilerseniz gelin tarihin bu ilginç dönemine bir de bu pencereden bakalım ve neler yaşanmış, ne sonuçlar çıkmış; birlikte değerlendirelim:

KEŞİF VE İCATLAR OSMANLI’NIN KADERİNİ  DEĞİŞTİRİYOR

Takvimler 1700’lü yılları gösterirken Cihan İmparatorluğu Osmanlı’da bir şeylerin ters gittiği konuşulmaya başlanmıştı. Artık zaferler eskisi kadar kolay kazanılmıyordu. Düşman orduların taktikleri, düzenleri, silahları ve teknolojileri değişmişti. Öyle anlar oluyordu ki, savaş meydanlarında düşmanın ateşli silah kullandığını gören Osmanlı askeri bazen telaşa kapılıp emir verilmeksizin kendiliğinden ricat dahi edebiliyordu. Fark edilmeye başlanmıştı ki, Osmanlı; yaşamını savaşa ve ganimetlere bağlamasına rağmen, öncelediği askerlik sanatında artık geriye düşmüş, çağdan kopmuştu.

Avrupa Devletleri keşif ve icatlarla hem toplumsal yaşamı değiştirmiş hem de ordularını yeni teknolojilerle donatmıştı. Bunların bir yansıması olarak ordu yapı ve düzeni de değişmişti. Geçmişi 1400’lü yıllara kadar uzanan ve orduların orta direği olarak tabir edilen bir assubaylık yapılanması da işlerlik kazanmıştı. Ordular artık iki sınıftan oluşuyordu; birincisi büyük çapta taktiksel bilgiyle ve yeterince de teknik bilgiyle donatılmış bir subay sınıfı, ikincisi ise daha çok teknik ve mesleki edinimlerini savaş sanatında ustaca kullanan mahir bir assubay sınıfı. Aslında bunları biri taktik diğeri teknik ağırlıklı subaylar olarak nitelendirmek daha doğruydu ama savaş alanında liderlik ve komuta etme yetkisi Taktik Subaylara düştüğünden dolayı, hiyerarşik üstünlük de onlardaydı. Onlar savaş sahasının taktik resminin bütününe hakim olacak şekilde yetiştiriliyor ve teknik silahların nerede ve ne zaman kullanılacağına ilişkin yeterli bilgi ve beceriyi yeni tesis edilen askeri okullarda senelerce alıyorlardı. Teknik subay sınıfı ise dallara ayrılarak eğitiliyor ve sadece bir ya da birkaç dalda kendisine bilgi ve beceri kazandırılıyordu. Liderlik vasfı genelde ikinci plana atılıyordu. Onlardan istenen ve beklenen, eğitimini gördüğü alanda teknik ve taktik bilgisini geliştirmesi ve bunu savaş meydanlarında uygulamasıydı. Bu yüzden de üst rütbelere yükselmesi genelde sorun oluyordu. Terfileri sorun olan bu teknik subaylar kadrosu artık yavaş yavaş ordu içinde yeni bir sınıf olarak ayrışmaya başlıyordu.

Bu yeni gelişmeler doğrultusunda yüzyıllarca korktukları ve sahadan hep yenik ayrıldıkları  Osmanlı’ya karşı artık dik durabiliyor ve zaferler kazanabiliyorlardı.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ise zaman zaman kazanılan zaferler modernleşme fikrini hep ötelemeye yarıyordu. Osmanlı Ordusunun Batı Ordularından geri olduğu düşüncesine karşı çıkan Tarihçi Ahmet Vasıf Efendi, bu fikrini şöyle savunuyordu:

Avrupa Orduları silah ve teçhizat bakımından daha önceleri de Osmanlı’dan kuvvetliydi ama Osmanlılar daima Avrupa Ordularından daha üstün olmayı başardı.

BATI İLE ARAMIZDAKİ FARK SORGULANIYOR

Yine de orduyu modernleştirmek adına bazı çalışmalar için uğraş veriliyordu. Örneğin Fransız subayı Rocherfort, orduda yeni bir eğitim formasyonu hazırlamış ve savaşlardaki mağlubiyetin harp sanayindeki geri kalmışlıktan kaynaklandığını vurgulamıştı. David isimli bir başka Fransız ise İstanbul’da tulumba teşkilatını kurmayı başarmıştı.

Rocherfort, “Bab-ı Ali Hizmetinde Bir Fen Kıtası Kurulması Üzerine Tasarı” olarak bir sunum hazırlamış ve bu proje devrin sadrazamı olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya 1716 yılında takdim edilmiştir. İşte bu sunumda; Osmanlı’nın askeri alanda niçin geri kaldığı, hayali kişilikler olan bir Hristiyan ile bir Müslüman arasında geçen konuşmalarla izaha çalışılmıştır. Artık savaşların sadece güç, kuvvet ve moralle kazanılamayacağı, teknik üstünlüğün çok önemli olduğu belirtilmiştir. Avrupa’da teknolojinin silah sanayine uygulanması ile eski kahramanlık hikayelerinin bittiği, teknolojik olarak üstün olanın sayıca üstün olandan daha şanslı olduğu konuşmalar arasında özellikle vurgulanmıştır. Osmanlı’nın bundan dolayı bir an önce teknoloji transferi yapması ve askerin talim ve terbiyesini de yeniden bu şartlara göre düzenlemesi gerekliliği çözüm olarak sunulmuştur. Tüm bunların kısa sürede gerçekleştirilebilmesi için de Avrupa’dan mühendis ve subayların getirilmesi ve askeri talimlerin bunlar tarafından yaptırılması tavsiye edilmiştir.

Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından Paris’e gönderilmiş olan Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet Efendi, Ekim 1720’de gözlem ve yorumlarından oluşan bir “Sefaretname” hazırlamış ve bu “Sefaretname”, Osmanlı’nın Batılılaşma sürecinde bir dönüm noktası olarak kabul görmüştür. Daha çok o günkü Fransa’nın günlük yaşamını gözlemlerine dayalı olarak anlatan Çelebi, özellikle Fransa’da yeniliklere bakış açısını ve sahalarda uygulanışını vurgulamıştır.

İbrahim Müteferrika, Yirmi Sekiz Çelebizade Said Mehmed Efendi ile birlikte matbaasını kurduktan sonra yayınladığı “Usûl-ül-hikem fî nizâm-il-ümem” (Toplum Düzeni İçin Erdemli Yöntemler) isimli eserini, Patrona Halil İsyanı’ndan hemen sonra yazmış ve Padişah I.Mahmut’a sunmuştur. Bu eserde Osmanlı Ordusunun bozulmasının ve Avrupa Devletleri’nin gelişmesinin sebepleri anlatılmakta, aradaki farkı kapatmak için neler yapılması gerektiği belirtilmektedir. Osmanlı’nın nasıl ve neden zayıf düştüğü vurgulanmakta ve çözüm olarak Avrupa’dan ilim ve tekniğin alınması gerektiği açıkça söylenmektedir.

Geri kalmışlığın kabulü  ve yenileşmenin gerekliliğinin anlaşılması üzerine hemen bazı uygulamalar yapılmaya başlanmıştır. Özellikle Sultan I.Mahmut, tahta geçtiğinde teknik donanıma sahip bir subay kıtası kurmak fikrine sıcak bakmıştır. Sultan’a bu konuda yardımcı olan iki isim vardır. Sadrazamı Topal Osman Paşa ve Fransız Topçu Subayı Comte De Bonneval. Burada özellikle Fransız Subayı Comte De Bonneval üzerinde duracağız ve biyografisine bir göz atacağız.

BONNEVAL AHMED PAŞA

bonneval1Claude-Alexsandre Comte de Bonneval, Fransa’nın Limousin şehrinde 14 Temmuz 1675’te doğmuştur. Önce bir Cizvit okuluna devam etmiş, babası öldükten sonra, akrabası olan Mareşal Tourvill tarafından daha on iki yaşındayken Fransız Donanması’na nefer olarak verilmiş, 1688 tarihinde deniz teğmenliğine terfi etmeyi başarmıştır. Daha sonra Mareşal Tourvill kumandasındaki Fransız filosunda, Dieppe, de la Hogue ve Cadix savaşlarına katılmış, bu savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar şöhretinin artmasına sebep olmuştur. Bir şeref meselesinden dolayı Donanma’dan ayrılmış ve 1698’de Karacı olmuştur. 1701’de Piyade Alay Kumandanı olarak Mareşal Catinat’nın maiyetinde İtalya Savaşlarına katılmıştır. 1706’da Fransa Ordusu’ndan ayrılarak, önce Venedik ve daha sonra İtalya’ya sığınmıştır. Fransa’ya karşı savaşmak amacıyla Avusturya Ordusu’na geçmiş ve Prens Eugene’nin idaresi altında bulunan orduda görev almıştır. Provence ve Dauphmu savaşlarında Fransızlara karşı dövüşmüştür. Kuzey İtalya (1709) ve Flandre (1710-12) savaşlarında bulunmuştur. İmparator VI. Charles, başarılarından dolayı kendisini Genelkurmay Heyeti’nde görevlendirmiştir. 5 Ağustos 1716’da Varadin Muharebesinde Avusturya kuvvetlerinden bir kısmının kumandanı olarak Osmanlılara karşı savaşmış ve bu savaş sonrasında rütbesi Mareşalliğe yükseltilmiştir. Fakat daha sonra Prens Eugene ile arası açıldığı için bütün rütbeleri geri alınmış ve beş yıl da hapse mahkum edilmiştir. Affa uğradıktan sonra tekrar Venedik’e geçmiş, burada bir yıl kadar kaldıktan sonra 1729 yılında mülteci olarak Osmanlı Devleti’ne sığınmıştır. Bonneval, Osmanlı’ya iltica ettikten sonra önce Bosna’da, daha sonra da Gümülcine’de ikamet ettirilmiş ve bu süreçte İslamiyet’i kabul ederek, Ahmed ismini almıştır. Bonneval Ahmed, Gümülcine’de iken Sultan I. Mahmut’a mektup yazarak durumunu anlatmış ve Osmanlı Devleti’ne hizmet etme arzusunu bildirmiştir. 1731 yılında Topal Osman Paşa, sadrazam olunca, Batı tarzı ıslahatlar için kendisini İstanbul’a davet etmiştir.

Bundan sonrasında Bonneval Ahmed, Osmanlı Ordusu için Batı tarzı yenilikleri uygulamaya başlamış ve 16 yıl boyunca Osmanlı için görev yapmıştır. Özellikle 1734 yılında uygulamaya koyduğu, Üsküdar’da Topbaşı’nda “Humbarahane” ve “Hendeshane”; Batı teknik ve bilgilerinin ülkeye girişinde bir dönüm noktası olmuştur. Bu “Humbarahane ve Hendeshane”; önce ilk assubay sınıf okulu uygulaması olarak başlamış ve ardından askeri mühendislik yönüne kaymıştır. Humbarahane ve Hendesehane ile Osmanlı’da ve Türkiye’de modernleşmenin ilk nüvesi de atılmıştır.

Bugün harp okullarının ve üniversitelerin başlangıcını oluşturan yapı işte bu yapıdır. İlerleyen dönemde bu “Hendesehane” yeni açılımlara sebep olacak ve buradan İstanbul Teknik Üniversitesi ile Harp Okulları doğacaktır.

Humbaracı Ahmed Paşa olarak tarihimize not düşülen bu Fransız Subayı, ilerleyen zaman içinde Beylerbeyi rütbesine haiz oldu. Paşa oldu. Hatta Osmanlı’nın dış siyasetinde bile çok etkili oldu. Nihayetinde, Sadrazam Topal Osman Paşa’nın görevden alınması sebebiyle o da gözden düştü ve 1738 yılında Kastamonu’ya sürüldü. Bir yıl sonra geri döndü. Görevine devam etti. 1747’de İstanbul’da ölen Humbaracı Ahmet Paşa’nın ardından kurmuş olduğu Hendeshane, yeniçerilerin muhalefeti nedeniyle bir süre kapatıldı. Humbaracı Paşa’nın naşı, İstanbul’da Galata Mevlevihanesi Mezarlığı’na defnedildi.

Humbaracı Ahmed Paşa’nın pek sık ülke değiştirdiğini ve hatta kendi ülkesi Fransa’ya karşı savaştığını gördüğünüzde şaşırmış olabilirsiniz. Fakat tarihin bu dönemlerinde bu tip olaylara pek sık rastlanmaktaydı. Bu yüzdendir ki, ilerleyen dönemlerde pek çok yabancı subay Osmanlı Devleti tarafından modernleşme çabaları için sıkça kullanılacaktı.

Humbaracı Ahmed Paşa, bazı özellikleri nedeniyle pek sevilmeyen bir kişiliğe sahiptir. Dilerseniz bunları da şöylece belirtelim:

Humbaracı Ahmed Paşa, Müslümanlığı ve Osmanlılığı kabul etmesine rağmen Türkçe öğrenmemiştir. Ayrıca, evinde bir Fransız gibi giyinmiş, alışkanlıklarından vazgeçmemiştir. Özellikle de ömrünün sonlarına doğru, Fransa’ya geri dönmek için uğraş vermiş, geri dönmeyi çok istemiştir. Sünnet olup olmadığı konusunda da tereddütler vardır. Kendi anılarında sünnet olmaktan kurtulamadığını belirtmektedir ama o dönemde İstanbul’da görüştüğü Casanova’nın hatıratlarında, sünnetle ilgili olarak Şeyhülislam’dan izin istediği belirtilmektedir.

Onunla ilgili en önemli iddia ise Türkiye’de masonlaşmayı başlatan adam olduğu yönündedir.

Ayrıca yine söylememiz gerekir ki, Humbaracı Ahmed Paşa yalnız bir Islahatçı olarak anılmaz. Aynı zamanda özellikle 1734 yılından ölümüne değin Osmanlı ile Avrupa Devletlerinin dış politikalarını da perde arkasından idare eden şahıstır.

OSMANLI MODERNLEŞMESİNİN BAŞLANGIÇ  NOKTASI: HUMBARAHANE VE HENDESHANE

humbarahaneklas-halcoluHumbaracı Ahmet Paşa tarafından kurulan Humbarahane’de geometri bilen humbaracılar yetiştirmek amacıyla, pratik talimlerin yanı sıra geometri, trigonometri, balistik ve teknik resim gibi teorik dersler de gösterilmiştir. Başlangıçta sırf humbaracıları modern tekniklerle yetiştirmek amacını  güden bu askeri eğitim kurumu, zamanla kendini geliştirmiş  ve askeri mühendisliğe doğru yol almıştır. Böylece Humbarahane ve Hendeshane, günümüz bilgileri ile değerlendirildiğinde küçük ve orta rütbedeki subayları yetiştiren bir tür assubay sınıf okulu işlevinden yola çıkarak, askeri mühendislik yönüne doğru akmıştır.

1734 yılında eğitime başlayan okul, yeniçeri korkusuyla 1736 yılında tatil edilir. Araştırmacı Mustafa Kaçar’ın anlatımına göre ise 1738’de Humbaracı Ocağı’nın nizamının bozulması ve yoklamada bulunmadıklarından dolayı çok sayıda humbaracının maaşlarının kesilmesiyle, ocakta kargaşa çıkmış ve Bonneval Ahmed Paşa bu yüzden gözden düşmüş, Kastamonu’ya sürgün edilmiştir. Bir yıl sonra tekrar geri dönmüş ve aynı göreve devam etmiştir. Yani Humbarahane ve Hendeshane kesintiye uğramamış ama sönükleşmiştir. Ta ki 1747’de Bonneval Ahmed Paşa’nın ölümüne değin.

1759 yılında Sadrazam Ragıp Paşa tarafından eski öğrencileriyle ve onların çocuklarıyla, okul, yeniden açılır. Bu kez okulun eğitim verdiği yer Haliç-Karaağaç’tır. Okul, III. Selim dönemine kadar eğitimine devam eder fakat eskisi kadar etkin değildir. 1790 yılında III. Selim tarafından okul kışlası büyütülüp genişletilir. 1792’de ise Halıcıoğlu’na bir kışla yaptırır ve Lağımcılar (İstihkamcılar) ile Humbaracıların eğitimini buraya alır. 1795 yılında ise okul lağvedilir ve öğrenciler Mühendishane’ye nakledilir.

Bilimlerin kuramsal olarak öğretildiği, silah ve cihazların ise ameli olarak kullanımının gösterildiği Humbarahane ve Hendeshane ile birlikte, medrese eğitiminden farklı olarak yeni bir eğitim ve yeni bir kurumlaşma ortaya çıkar. Genel amacı askeri teknik eğitim görmüş subaylar yetiştirmek olan bu yeni eğitim anlayışı 1775 yılında yeni meyvesini verir.

29 Nisan 1775 tarihinde (bazılarına göre bu tarih 1776) Tersane-i Amire bünyesinde askeri mühendisliğe yönelik eğitim amacıyla yeni bir Hendeshane kurulur. Bu kurumun başına da yine bir Fransız olan Baron de Tott getirilir. 1776 tarihinde Hendesehane’nin Batı kaynaklarına uygun yeni kuram ve yöntemlerle matematik ve istihkamcılık eğitimi veren bir Osmanlı Eğitim Kurumu olduğunu belirleyen nizamname hazırlanır. Hendesehane, 1781 yılından itibaren Mühendishane olarak anılmaya başlar.1806 yılında "Mühendishâne-i Bahrî-i Hümayun" (İmparatorluk Deniz Mühendishanesi) adını alır.

Bunun öncesinde ise Deniz Harp Okulu’nun kuruluş tarihi başlangıcı olarak kabul edilen 1773 yılı  vardır ki, burada söz konusu edilen eğitim, bir nevi gemi kaptanı yetiştiren kurs niteliğindedir ve Kasımpaşa’daki bir kalyonda açılmıştır.

1793 yılında ise Nizam-ı Cedit kapsamında “Mühendishane-i Cedide” adıyla yeni bir mühendishane daha kurulur ve bu mühendishanede Humbaracıların, Lağımcıların ve Topçuların eğitimi verilir. Eğitimler 1794 yılında başlatılır. İlk kurulan Hendesehane ve Humbarahane öğrencileri de 1795 yılında buraya nakil alınır.

1806 yılında Mühendishane-i Cedide adı, "Mühendishâne-i Berrî-i Hümayun" (İmparatorluk Kara Mühendishanesi) olarak değiştirilir. Böylece Humbarahane ve Hendeshane ile çıkılan yolda iki yeni ve özgün mühendishane oluşur: "Mühendishâne-i Berrî-i Hümayun" ve "Mühendishâne-i Bahrî-i Hümayun”!

Mühendishane-i Bahr-i Hümayun, daha sonra 1845 yılında Heybeliada’ya taşınacak ve “Bahriye Mektebi” adını alacaktır.

Türkiye’de batı tarzı  ilk üniversitenin açılışı ile ilgili farklı tarihler ve görüşler ileri sürülmektedir. Bu görüşlerden bir tanesi, İstanbul Teknik Üniversitesini ilk kabul ederken, bir diğer görüş ilk üniversitenin Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) olduğunu savunur. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ilk olduğunu kabul edenlere göre ilk üniversitemiz; Çeşme yenilgisinden sonra, 1773 yılında kurulan ve kısa bir süre sonra faaliyete geçen Mühendishane-i Berr-i Hümayun ile günümüzdeki İTÜ’nün kökenini oluşturan Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’dur.

Yukarda yazdığımız hususları şöyle bir değerlendirirsek, Hendesehane ve Humbarahane ile başlayan ve günümüz koşullarında “Assubay Sınıf Okulu” eğitimi diyebileceğimiz koşullarda yeşeren eğitim ortamının üniversitelere ve mühendislik eğitimine doğru sıçrama yaptığını görürüz. Bugün tekniker ve operatör düzeyindeki insanlara tepeden bakıp burun kıvıranların bu geçmişi özellikle hatırlamasını ve nerden geldiklerini, yola nasıl çıktıklarını bir tarafa not etmelerini içtenlikle dileriz. Kaldı ki, o günün koşullarında bu mühendishaneler tam olarak birer üniversite değildi. Yine askeri teknik eğitim veriyorlardı ve Meslek Yüksek Okulu ile fakülte arasında bir konumları vardı. Buraya devam edenler askeri personeldi ve genelde küçük ve orta rütbeli zabitlerdi.

HUMBARAHANE VE HENDESEHANE EĞİTİMİ

humbaraclarHumbara, el bombasına benzer küçük el toplarıydı ve tüfekle atılanı da vardı. O zamanlarda, kılıç ve tüfeğe karşı Avrupa ordularında etkin olarak kullanılıyordu. Önceleri topçu ve cebeci ocaklarının bâzı bölükleri humbaracı idiler. On altıncı asırda ayrı bir ocak hâline getirildiler. İstanbul’daki ulûfeli humbaracılardan başka, taşrada tımarlı humbaracılar vardı. Her ikisinin âmiri İstanbul’daki humbaracıbaşı idi. Kışla ve fabrikaları Üsküdar Ayazma’da idi. Mevcudu 18. Yüzyılın ilk yarısında altı yüz civarında olan ocak; oda denilen ve her biri yüz kişiden meydana gelen altı bölüğe ayrılmıştı. Bunların üçü ulûfeli, üçü de tımarlı idi. Her ulûfeli odaya iki yüz akçe ile bir odabaşı ve doksanar akçe ile iki tane ellibaşı ve elli akçe yevmiye ile üç tane otuzbaşı ve otuzar akçe yevmiye ile on tane onbaşı, vekilharç, çavuş, imam, cerrah, yazıcı, davulcu tâyin edildi. Neferlerin yevmiyesi on sekiz; Alaybaşı denilen humbaracıbaşının yevmiyesi ise üç yüz altmış akçe idi.

Bonneval Ahmed Paşa, Humbaracı Ocağı’nda, emri altında bulunan üç Fransız subay ile birlikte Üsküdar, Doğancılar semtindeki Ayazma Sarayı’nda yeniden inşa edilen bir kışlada (bir imalathane ve bir kışla), hem kuramsal hem de uygulamalı olarak savaş hazırlık eğitimi vermeye başlar. Bu şekilde, teknik donanıma sahip personelin yetişmesinde ilk adım atılır. Çalışmaları biraz ilerleyince de Humbarahane ve Hendesehane adlı askeri okulda, yetenekli ve seçkin gençlerin eğitimine başlar. Projesini daha da ilerletir ve aynı kapsamda askeri mühendislik tanımına girecek eğitimlere de yönelir. Böylece Osmanlı Ordusu’nda ilk defa bir Avrupalı uzman idaresinde oluşturulan bir askeri ekip, Avrupa savaş taktikleri eğitimi ve cihaz tekniği ile mühendisliğini görmeye başlar.

Humbarahane ve Hendesehane; gerek askerî açıdan gerekse idarî yönden Osmanlı askerî teşkilatındaki benzer ocaklardan farklı bir şekilde düzenlenmiştir. Bu ocakta, geometri bilen humbaracılar yetiştirmek amacıyla, pratik talimlerin yanında geometri, trigonometri, balistik ve teknik resim gibi teorik dersler de gösterilmiştir. Ayrıca bilimsel temelli olarak kale ve tabya inşası, top ve humbara tabyalarının yapımı gibi dersler de söz konusudur.

Tarihi kaynaklarda Hendesehane'nin ilk hocasının Yenişehir Müftüsü Hacı Mehmed Efendizade Said Efendi olduğu ve hendese (ölçme tekniği)  öğrettiğini belirtmektedir. Mühendislikte kullanılan çeşitli aletler onun sayesinde burada yapıldı ve öğrencilere faydalı oldu. Said Efendi,Humbarahanedeki hendese hocalığı zamanında top atışlarında mesafe ölçmeye yarayan ve Avrupalılar tarafından icad edilmiş bazı aletlerin kullanılması ve özellikleri hakkında; humbaracıların atış sırasında mesafe tayinleri için icad edilmiş bir alet olan ''dürbünlü rubu' müceyyebi zü'l-kasveyn''in kullanılmasından bahseden Rubu Müceyyeb Zü'l-kasveyn Aleti ve İstimali Risalesi adlı Türkçe bir eseri n de sahibidir.

ESKİ  YAPIYA YENİ BİNA BENZETMESİ

1.mahmutI.Mahmut devrine denk gelen bu ıslahat hareketleri aslında genel anlamıyla “eski yapının içinde yeni teşkilatlar” şeklinde olmuştur. Yani Batı’daki gibi eski defteri kapatıp geniş anlamıyla büyük çaplı değişiklikler yapılmamış, yenilik eski yapıya yamanmaya çalışılmıştır. Zaten bu durum Yeniçeriliğin kaldırılışına kadar böylece devam etmiştir. Humbaracı Ahmed Paşa “Artık cesaret ve kahramanlığın bu çağda yetmediğini, çağdaş askerlik mesleğinde teknik bilginin, disiplin ve eğitimin, asker maaşlarının düzenli ödenmesinin önemli olduğunu, bu esasların ise Osmanlı ordusunda olmadığı” fikrinden hareketle, daha önce görev yaptığı Fransa ve Avusturya ordularında olduğu gibi reformlar planlamıştır. Özellikle aylıkların ve emekli maaşlarının verilmesinde düzen sağlanmasını ve böylece askerliğin gerçek anlamda bir meslek haline gelmesini istemiştir. Yeniçeri birliklerinde de bir takım düzenlemeler yapmaya çalışmıştı. Fakat yeniden düzenlediği birliklerin başına kendi ekibinden yabancı subayları getirmesi rahatsız edici bulunmuştu. Bu yüzden de genelde vaktini Topçu birliklerine ayırdı ve yeniliklerine orada devam etti. Hendesehane ve Hummbarahane ile birlikte Top dökümhanesi, Baruthane ve Tüfek Fabrikası da kurmayı başardı.

Yaptığı yenileşme çalışmaları  sürecinde Türk askerini tanıma fırsatını da bulan Humbaracı  Ahmed Paşa, Türk askerinin üstün nitelikleri ile farklı olduğunu görmüş, eğitimler sonrasında oluşturduğu birliğinin Fransız ve Almanların gıpta edecekleri düzeye çıktığını vurgulamıştır. İşte bundan sonradır ki şöyle bir söz etme gereği duymuştur:

“Mahir bir general, bu askerlerle dünyayı bir baştan bir başa katedebilir!”

İlerleyen dönemlerde yapılan çalışmalarda da (özellikle Baron de Tott) hem assubay eğitimlerini hem de mühendislik eğitimlerini çağrıştıran okullaşmalar ve ıslahatlar söz konusudur. Osmanlı’nın son dönemleri hala keşfedilmeyi bekleyen pek çok sır ve detaylarla doludur. Dönem, gerek savaşların çokluğundan gerekse pek çok ıslahatın kısa dönemlere sığdırılmaya çalışılmasından dolayı karmaşık bir yapıdadır.

SER ÇAVUŞU SELİM

Serçavuşu Selim, Humbaracı Ocağı’nda 240 Akçe yevmiye ile çalışan ve aynı zamanda harp sanayi fennini ve ilmini öğreten muallim sıfatına yani “Muallim-i İlm ve Fenn-i Sanayi-i Ateşbazı” ünvanına sahiptir. Muhtemelen Fransız asıllı olduğu düşünülen Mühendis Selim’in “Cenk Mimarbaşılık” ünvanı da söz konusudur. Mühendis Selim, 1735 yılında Humbaracı Ahmed Paşa’nın maiyetinde Ulufeli Humbaracılar Kışlası Birinci Odası’na Başçavuş olarak tayin edilmiş ve küçük yaşından itibaren harp sanatı ve mühendisliği eğitimi görmüştür. Serçavuşu ve Mühendis Selim; 1738 yılında kendisine “Cenk Mimarbaşılık” beratı ihsanı için vermiş olduğu istidasında “gerek müceddeden hendese üzere kale inşası, gerek hendese üzere meteris aldırıp top ve humbara tabyaları tertip etmek ve sair cenk mimarlığına müteallik olan ressamlık hususlarına dahi mahareti olduğunu” belirtmiştir. Beyanından ve eldeki kayıtlardan, Avrupa’da da konusunda eğitim aldığı anlaşılan Serçavuş Selim’in 1740 senesinde ulufesinin kesildiği, 1741 yılında ise Belgrat taraflarına görevli olarak gönderildiği anlaşılmaktadır. Hayat öyküsü hakkında pek fazla şey bilmediğimiz Serçavuş ve Mühendis Selim’in 1735-1741 yılları arasında Humbarahane’de eğitim faaliyetlerinde bizzat bulunduğunu ve Osmanlı Ordusu’nda Avrupa askeri tekniklerinin eğitim ve öğretiminde rol aldığını söyleyebiliriz.

NEDEN ASSUBAY SINIF OKULU?

astsbmyokaraHepimiz az çok biliriz ki, Osmanlı’da askeri yapılanma ve terfi şartları bugünkünden çok farklı  durumdaydı. Askeri okullar açılana değin belirli bir sınıflandırma yoktu. Anlattığımız bu dönemde de ayrıca subay yetiştiren bir okul bulunmuyordu. Ocakta ve savaşlarda istidâd ve kabiliyetli kimseler gösterdikleri başarılara göre yükselmek suretiyle yayabaşı, bölükbaşı, baş karakollukçu, baştüfekçi, tüfenkcibaşı, avcıbaşı, tâlimhânecibaşı, zenberekçibaşı, baş bölükbaşı, peykbaşı, asesbaşı, başyayabaşı, muhzırbaşı, başçavuş, başhaseki, solakbaşı, zağarcıbaşı, samsoncu başı, turnacı başı, yeniçeri kâtibi, sekbanbaşı ve nihayet yeniçeri ağası olurlardı. Bugünkü generale kadar rütbe karşılıkları olan bu görevlerde bulunanlar, ancak başarıları karşılığında yükselebilirlerdi. Yeniçeri ağası ise pâdişâh tarafından seçilirdi. Âmiri sadrâzamdı. Sadrâzamla yeniçeri ağası arasında başka bir kumanda kademesi yoktu.

Dolayısıyla bugünden bakıp o günkü  şart ve koşullarda kimlerin assubay kategorisinde değerlendirileceğini belirlemek çok zordur. Her çağ kendi değer ve dinamikleri ile değerlendirilebilir. Bu yüzden de benim gibi amatör olarak tarihle ilgilenen ve profesyonel tarihçilerin yaptıkları çalışmalardan derlemeler yaparak ve yorumlar üreterek çalışan birisinin böyle bir saptamada bulunabilmesi tarihi zorlamak olur. Sizler zaten bilmektesiniz ki, Osmanlı tarihine ait pek çok resmin altında açıklayıcı veya tamamlayıcı bilgiler yer alır. Örneğin o dönemin gayet düzgün bir kıyafetle ve hatta kılıçla donatılmış başçavuş’unun resim altında hemen şöyle bir ibare yer alır: “Başçavuş (Subay)”! Yani hemen sorgusuz sualsiz, tarihçilere ve bilimselliğe dayanmaksızın tek yönlü olarak tarih biçimlendirilmiş ve sükseli kuvvetlerin forsu zedelenmekten kurtarılmıştır.

İlk harp Okulu olarak tarihe not düşülen Deniz Harp Okulu, tarihini nedense bu Humbarahane ve Hendesehane’ye değil de, ne olduğu tam olarak anlaşılamayan bir Kaptanlık Kursu’ndan başlatır. Oradan da yeni Hendesehane’ye ve Bahr-i Hümayun’a geçer. Böylece ne olduğu tam anlaşılamayan ve ilerde “meğerse Harp Okulu’nun başlangıcında assubay eğitimi denecek bir model çalışma varmış” gibi bir takım başağrılarından kurtulmayı dener. Oysa nasıl bir resmi tarih düzerlerse düzsünler, her geçen gün o humbarahane ve hendesehane çok daha iyi anlaşılacak ve gerekli not; tarihe, tarafsız bilim adamlarınca mutlaka düşülecektir. Fiyakalı tarih yazmak adına görmezden gelinenleri söyleyecek gerçek aydın ve gerçek cesuryürekler bir gün mutlaka sözlerini söyleyeceklerdir. Tıpkı biraz sonra belirteceğimiz gibi…

i-tuİstanbul Üniversitesi ile İstanbul Teknik Üniversitesi arasında tatlı bir rekabet vardır. İkisi de Batılı anlamda ilk üniversite olduklarını tarihe not düşerler. İstanbul Üniversitesi, kendi tarihinin başlangıcı olarak İstanbul’un fetih tarihini alır ve hatta biraz daha ileriye gider ve Osmanlı ile Bizans tarihinin birlikte incelenebileceği görüşünü savunanların desteğiyle, kuruluş yılını Bizans dönemi olan 1 Mart 1321 yılına değin götürür. İstanbul Teknik Üniversitesi ise daha alçakgönüllüdür ve tarihinin başlangıç noktası olarak, Deniz Harp Okulu ile aynı kuruluş tarihini paylaşır. Yani bir kalyonda başlatılan ve aksakallı ihtiyar kaptanların da katıldığı bir Kaptanlık Kursunu! Fakat İTÜ’nün tarihi hakkında yazılan makaleleri okuduğunuzda, aslında başlangıcın bu makalede anlattığımız Humbarahane ve Hendesehane’ye değin uzadığını mutlaka yazarlar. Nedense, bu Hendesehane ve Humbarahane’yi farklı şekilde yorumlamayı seçerler. Askeri mühendisliğin başlangıcı saymayı yeğlerler ve bu şekilde onlar da fiyakalı tarihlerinin geçmişinde “assubay sınıf okulu” türü bir teknik eğitim yuvasının olduğunu görmezlikten gelirler.

Oysa Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bünyesinde bulunan Topçu ve Füze Okulu, başlangıç tarihini, 1734 yılında kurulan Humbarahane ve Hendesehane’ye dayandırarak, foyaları meydana çıkarır. Daha da önemlisi, bir tarihçinin tarihe düştüğü not apaçık gerçeği ortaya koyar:

“1730 İhtilali’nin sarsıntılarını atlatan devlet, faydalanmaktan artık bir çekinme duymadığı yabancı danışmanların da yardımıyla Topçu Sınıfı’nın teknik bilgi ile yetişmiş Astsubay kadrosu için, 27.12.1734’de, Üsküdar’da, Toptaşı’nda ‘Hendesehane’ adı altında bir okul açmıştır ki bu müessese memleketimizde asker ve sivil mühendis okullarının çekirdeğini ve müsbet bilimler öğreten ilk meslek eğitim kurumumuzu teşkil etmektedir.”

Kim söylüyor diye merak ettiyseniz hemen belirteyim: Tarih Araştırmacısı ve bir eğitim savaşçısı olan merhum Faik Reşit Unat. İsmi Cumhuriyetin eğitim tarihine altın harflerle yazılmış bir bilim insanı olan Faik Reşit Unat.

Kaderin cilvesine bakın ki Faik Hocamız bir Topçu Albayı’nın oğludur. Gerçek bir aydın olmanın sorumluluğu ile kimsenin söyleyemediğini söylemiş ve tarihe notunu açıkça düşmüştür. Yine belirtmemiz gerekir ki sevgili Hocamızın Harp Okullarının kuruluş tarihini belirleme çalışmaları  da söz konusudur. Kim bilir, belki de burada gerçekleri söylemiştir ama çok bilen ulema kısmı tarihini yine işine geldiği gibi okumuştur.

Bugün değerli çalışmalarıyla eğitim camiasında adı hep zikredilen, tarihçi yönüyle hep saygıyla yad edilen bu değerli bilim insanının adı; isminin verildiği okullarda yaşatılmaktadır. Oysa onun için söylenecek sözü, vakt-ı zamanında eğitimci Rauf İnan söylemiştir bile:

“Bilim ve Kültür onda üzerine giydiği güzel bir elbise değil, karakterinde ve kişiliğinde her zaman açılan bir aydınlıktı!”

Ben de 1964 yılında hakkın rahmetine kavuşmuş olan bu istisna bilim adamının bu naçizane pasını  alıyor ve süslü adamların süslü tarihine golümü  atıyorum. Artık, tarihi kahramanlıklarla ve destanlarla dolu Türk Assubaylarının kronolojisine işleyeceğim eşsiz bir bilgiye daha sahibim!

Aydın Kulak

(Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur. Bu yazıda aşağıda belirtilen kaynakçalardan faydalanılarak bir derleme ve yorumlama çalışması yapılmıştır.)
Kaynakça
  1. Türk Modernleşmesinin Osmanlı Kökenleri: Sultan II. Abdülhamit Dönemi Eğitim Konuları/Ömer Faruk Yelkenci/Yeditepe Üni. S.B.E./İstanbul-2008
  2. Osmanlı Devletinde Islahat Hareketleri ve Batı Medeniyetine Giriş Gayretleri (1700-1839)/ Dr. Mehmet Karagöz/İnönü Üni. S.B.E.
  3. Sultanın İsimsiz Kahramanları/Doç. Dr. Mustafa Kaçar/Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi/ 12 Aralık 2007
  4. Türkiye’de Üniversitelerin Gelişim Süreci ve Bölgesel Dağılımı/Doç. Dr. Sevil Sargın/Süleyman Demirel Üni. S.B.E. Dergisi/Sayı: 5, 2007, 133-150
  5. Modern Eğitim Kurumlarının Batılılaşma Dönemindeki Gelişimi (1700-1900)/Okutman Yakup Göktaş/A.Ü. K.K. Eğitim Fakültesi Güzel sanatlar Eğitimi Bölümü
  6. Mühendishane’den İstanbul Teknik Üniversitesi’ne Kısa Mühendislik Tarihimiz/ Mustafa Kaçar-Atilla Bir/ İTÜ Mustafa İnan Kütüphanesi- Sayı: 1639/2008
  7. Osmanlı İmparatorluğu’nda Bilim ve Eğitim Hayatında değişmeler ve Mühendishanelerin Kuruluşu (1808’e kadar)/Mustafa Kaçar/ www.bilimtarihi.org
  8. İstanbul teknik Üniversitesi’nin Kısa Tarihçesi/Prof. Dr. Kazım Çeçen/İTÜ Bilim ve Teknoloji Tarihi Araştırma Merkezi Yayın No: 7/ http://www.arsiv.itu.edu.tr/tarihce/index.htm
  9. The Beginning of The Military Renovation in The Ottoman Empire/ Mustafa Kaçar/ www.bilimtarihi.org
  10. http://www.dataci.net/osmanlida-bilim-ve-teknoloji.html
  11. Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi/İlhan Apak Yönetiminde Heyet Yayını/ İhlas Matbaacılık ve Gazetecilik
  12. Türkiye Tarihi-3/Sina Akşin Yönetiminde Heyet yayını/ Cem Yayınevi
  13. İstanbul Üniversitesi, İTÜ ve Dz. Harp Okulu internet Siteleri
  14. Tarihçi Faik Reşit Unat’ın Milli Eğitime ve Tarih Eğitimine Katkıları/Yrd. Doç. Dr. Bahri Ata/Gazi Eğt. Fak./Türk Yurdu, Sayı: 260, Nisan 2009 
kolaj

Osmanlıda da görülen ve ortaçağ dönemindeki toprağa ve soyluluğa dayalı sistem artık çökmekte,  yeni keşif ve icatlar ile ekonomik oluşumlara göre yeni bir yapılanma ortaya çıkmaktadır. Maaşlı ordu, ulusal ordu, işini bilen ve teknik donanıma sahip profesyonel ordu kavramları her geçen gün gerekliliğini hissettirmekte ve bu konuda uygulamaya geçenler ile geç kalanlar arasındaki fark savaş meydanlarında net bir biçimde ortaya çıkmaktadır.

Modernleşme çabaları kapsamında, Osmanlı'da ilk askeri hazırlık okulu II. Mahmut Döneminde açılmıştır.  Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunun kuruluş aşamasında yaşları on beşin altında olan çocukların da askere alınmış olması neticesinde, bu çocukların eğitimi için Sehzadebası’ndaki eski Acemi Oğlan Kışlası adı “Talimhane” olarak değiştirilmiştir. Bu çocukların eğitimi ile ilgili olarak; Padişah II. Mahmut, Nazır Hacı İbrahim Saib Efendi tarafından yazılan takrir ve Serasker Ağa Hüseyin Paşa’nın telhisi “Nizâm-ı Talimhânei Sıbyân-ı Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adıyla 9 Zilhicce 1241/15 Temmuz 1826’da kanun haline getirmiştir. Talimhanede on beş yaşına girenler yüzbaşının tavsiyesi uyarınca Asâkir-i Mansûre birliklerine piyade neferi veya tüfekçisi, nalbant, marangoz veya katip olarak tayin edilmekteydiler. Bunlar arasında tüfekçi bölüklerine kaydedilenler onbaşı rütbesiyle yeni görevlerine başlamaktaydılar. Askerî Hazırlık Okulu diyebileceğimiz Talimhane’nin ömrü kısa sürmüştür. Talimhane’nin öğrenci kalmayışı sebebiyle ne zaman kapatıldığına ilişkin elimizde bilgi bulunmamaktadır. Çocuk neferlerin yaş durumunu dikkate alarak; talimhanenin, kuvvetle muhtemel, 1829 yılında kapanmış olabileceğini söyleyebiliriz.

Osmanlı Ordusunda rütbe terfisi başarıya, eğitim ve disipline dayalıydı. Nefer olarak başladığınız bu sistemde başarılarınıza paralel olarak çok yüksek rütbelere ulaşmanız mümkündü. Yani katı bir sınıfsal yapılanma söz konusu değildi. Harp Okullarının ve Küçük Zabit okullarının açılmasıyla birlikte mektepli ve alaylı çatışması da başlamış ve zaman zaman istenmeyen türden olaylar ortaya çıkmıştır. Özellikle Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında Türk Ordusunda başarıya endeksli terfi azalmış ve sınıflaşma oluşmuştur.

Osmanlı'da; Nizam-ı Cedit, Sekban-ı Cedit ve Eşkinci Ocağı gibi modernleşme çabaları sonucunda, Yeniçeri Ocağı 15 Haziran 1826 tarihinde kaldırılmış ve Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusu kurulmuştur. Nizam-ı Cedit yapılanmasına benzeyen bu yeni ordu, günümüz modern Türk ordusunun da başlangıcı sayılmaktadır.

"Asakir-i Mansûre-i Muhammediye" adıyla kurulan yeni orduda "Nizamiye" adlı muvazzaf kuvvetlerle "Redif" ve "Müstehfaz" adlı ihtiyat kuvvetleri vardı. Böylece kuruluşundan beri çeşitli türde askerlerden yararlanma yoluna giden Osmanlı Devleti’nin, savaşta ve barışta tek bir ordusu bulunuyordu.

Sultan II. Mahmut, 7 Temmuz 1826 tarihinde "Asakir-i Mansûre-i Muhammediye"'ye ait bir de kanunname yapmıştır. Kanunnameye göre önceleri 1200 kişilik olması düşünülen bu teşkilat, 1500'er kişiden meydana gelen ve tertip adı verilen 8 birliğe ayrılmış, Her tertip sağ ve sol olmak üzere iki kola ayrılmış, her kolun başına ağa-yı yemin (sağ kolağası) ve ağa-yı yesar (sol kolağası) unvanı ile birer subay getirilmiştir. Her kol 100 kişiden olmak üzere "Saf" adı ile 6 kısma bölünmüş, her safın başına bir yüzbaşı atanmıştı. Yüzbaşının emri altında bulunan her on erin biri onbaşı rütbesinde idi. Bundan başka her kolun içinde kol mülazımı, yüzbaşı mülazımları, sancaktar, çavuş, topçu ustası, topçu kalfası (halife), topçu araba, cebehane ve mızıka mürettebatı, saka, bir de nefer katibi vardı. Sekiz tertibin başına Serasker Paşa ile Nazır tarafından seçilen ve Kapıcıbaşı derecesinde başbinbaşı adı ile yüksek rütbeli bir subay getirilmiş ve Masraf-ı Şehriyari Katipliği ile Süvari Mukabeleciliği arasında bulunan bir de katip atanmıştır.

II. Mahmut tarafından oluşturulan bu yapılanmada, Osmanlıdaki geleneksel çavuşluk sistemi kaldırılmış, er ile subay arasındaki küçük rütbelere “çavuşluk” sanı verilmiştir. Böylece Türk’ün geleneksel yapısı terkedilerek, batının normları kullanılmaya başlanmıştır. Uzun yüzyıllar boyunca askeri konularda çağın gelişimine uyum sağlamakta geciken Osmanlı, kendi askeri sistemini yapılandırmak yerine, geç kalmanın bir bedeli olarak, örnek alınan değil, örnek almak zorunda kalan konumuna düşmüştür. Zaten bundan sonraki süreçlerde de Türkün kendi askeri değerleri hiç yenilenemeyecek, hep batının norm, statü ve kuralları benimsenmeye devam edilecektir.

Artık bu andan itibaren dünya sathında Subay ve Assubay tanımlamaları ayrışmaya başlar. Dünya ordu anlayışında sanayileşme, coğrafi keşifler, bilimsel icatlar, ulusal ordu kavramı, zorunlu askerlik kavramı ve sanayileşmenin getirdiği sınıflaşma nedenleriyle değişmeler yaşanmaktadır. Subayların hem askeri hem de politik görevleri üstlenecek şekilde yetiştirilmesinin gerektiği, assubayların ise asıl konusunun askerlik ve seçmiş oldukları meslekleri olduğu genel kabul görür. Daha sonraki süreçlerde ayrışma iyice derinleşecek, assubaylar ordunun belkemiğini ve orta sınıfını temsil eder hale gelirken, subaylar; belirli bir rütbeyi aştıklarında tamamen aristokrat bir sınıf olma özelliğine kavuşacaktır.

1828 yılında Asakir-i Mansure-i Muhammediye terimlerinde esaslı değişiklikler yapılmış, tertip yerine "alay" , kol yerine "tabur", saf yerine de "bölük" kelimeleri kullanılmıştır. Yeni değişikliklere göre, her alay 500 mevcutlu üç taburdan meydana gelecekti. Başbinbaşılık da kaldırılarak, her alay "miralay" adında yüksek rütbeli bir subaya, her tabur da bir binbaşının emrine verilmiştir.
Bundan başka, her alaya bir "kaymakam", bir "alay emiri", her tabura da sağ ve sol ağaları adlı iki "kolağası", biri "sancaktar" ve bir "tabur katibi", yüzbaşıların komutasında kalan bölüklere de iki "mülazım", bir "başçavuş", dört "çavuş", bir de "bölük emini" verilmişti.

Yukarda belirtildiği gibi, Osmanlılarda modern ordu kavramı esasına göre ilk Assubay yapılanması diyebileceğimiz bu yapılanma, Küçük Zabitler ismi altında; Bölük Emini, Çavuş ve Başçavuş olarak, 1828 yılında uygulanmaya başlanmıştır.

Bu dönemde; orduda ihtiyacı olan assubaylarımız sürekli olarak aynı görevi yapan ve bu nedenle bilgi ve becerisi ile sivrilmiş erbaşların “Gedikli” unvanı ile muvazzaf hizmete alınmaları yoluyla sağlanmıştır. Gedikli erbaşlar kıtalarda gösterdikleri başarı ve yeteneklerine göre onbaşı (Bölük Emîri), çavuş ve başçavuşluğa kadar yükselebiliyorlardı. Bu gedikli küçük zabitan ve erbaşlar aynı zamanda alaylı subaylar için de bir kaynak oluşturuyorlardı.

1826 yılından itibaren Osmanlı Devletinde de subaylar ve küçük rütbeli subaylar arasında ayrım başlar. Modernleşme hamlelerine ordudan başlayan Osmanlı, yaşadığı iç ve dış olaylar nedeniyle tam anlamıyla bir reformu hayata geçiremez. Subayları için Harp Okulları ve akademiler açarken, assubaylarını (küçük rütbeli subaylar) hala kışladan yetiştirmeye devam eder. Bunlar alaylı subaylar olarak yükselmeye devam ettiklerinde ise orduda mektepli ve alaylı subay çatışması başlar. Nihayetinde eski ile yeninin çatışması, biraz da o günlerin siyasetine bulanır ve “31 Mart Vakası” olarak karşımıza çıkar.

Modern ordu demek, top, tüfek gibi yeni silahlar, bunların mühimmatı ve teçhizatı yani bunları üretecek fabrikalar, yeni savaş gemileri yapacak tersaneler demekti. Ama bu yeni silahları, savaş araç gerecini kullanabilmek, üretebilmek, bunların eğitimini verebilmek, bu modern silahlara uygun yeni savaş düzenini uygulayabilmek için özel olarak yetişmiş kadrolara da ihtiyaç vardı. Dolayısıyla modern ordu demek bu anlamda askeri ve teknik okullar, yeni bir eğitim sistemi de demekti. Osmanlı padişahlarının reform hareketleri esas olarak bu amaca yani güçlü modern, merkezi bir ordu yaratmak için bu kurumları açmaya yönelmişlerdir.

Her yenilgiden sonra modernleşme çabaları adeta bir çırpınışa dönüyor, çoğu zaman ayaklanmalar ve isyanlarla tökezliyordu. Yenilgilere ve toprak kayıplarına rağmen asıl sorunun sebebi bulunamıyor ya da görmezden geliniyordu. Ordudaki ıslahat hareketleri ithal subaylara havale edilmişti. Donanmada İngiliz ve Amerikan subaylar, Kara Ordusunda Almanlar söz sahibiydi. Çağı okuyacak, ihtiyacı tespit edecek kimseler ortalarda görünmüyordu. Silahlar, gemiler, toplar ve cihazlar alınıyor mühendisler ve bilgili subaylar yetiştiriliyordu ama işler yine de iyi gitmiyordu.

Özellikle deniz kuvvetlerinde sorun apaçık belliydi; personeldi. Gerekli yetenekte ve gerekli sayıda subay, assubay ve deniz eri olmadıkça denizcilikte problem çözülemezdi. Bu kapsamda, 1890'lı yıllara gelindiğinde, artık Gedikli Sınıfı diye tanımlanan assubaylar için de bir okul açılması ihtiyacı doğmuştur. Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa'nın 5 Şubat 1890 tarihinde Ceride-i Bahriye Gazetesinde de yayımlanan "Gedikli Sınıfı"nın açılması emri  ve “Şura-ı Bahriye”nin 3 Nisan 1890 tarih ve 21 sayılı nizamnamesi ile topçu, işaretçi, serdümen ve porsun, sanayi ve makine sınıflarında görev yapmak üzere Deniz Gedikli Subay  sınıfının kurulması için bir nizamname çıkarılmıştır. Bu nizamname, modern anlamda assubaylığın resmi olarak Osmanlı ve Türk bahriyesinde ve ordusunda ilk kez bir mesleki sınıf adıyla yer alışı açısından önemlidir.

Bu nizamname ile birlikte, gemilere sivil personel alınmaması, yalnız İstanbul çocuklarından olmak üzere gedikli temin edilmesi kararlaştırılmıştır. 15 Haziran 1890 tarihinde Selimiye Gemisi'nde ilk Deniz Gedikli Sınıfı eğitim ve öğretime başlamıştır. Fakat kısa bir süre sonra uygulamada karşılaşılan sorunlar nedeniyle bu sınıf kapatılmıştır.

Burada Gedik kelimesinin anlamı üzerinde de duracağız. Gedik; İmtiyaz ve tekel anlamına gelmektedir. Resmen 1727 yılında kullanılmasına rağmen, çok daha önceleri de yaygın olarak kullanılagelmiştir. Esnaflıkta kullanılan bir terim olan Gedik, 1727 yılında İstanbul'da mal ve hizmet gereksinimlerinin karşılanmasında oluşan arz-talep dengesizliğini gidermek amacıyla belirli bir zenaat ya da ticareti yapabilmek için devletçe verilen ayrıcalık anlamına geliyordu. 1727 yılında Osmanlı'da esnafın sayısı “ustalık” adıyla sınırlandırılmış ve buna gedik denmiştir. Askerlikte gedik ve gedikli teriminin kullanılması da assubaylığı yani neferden (er ve erbaş) farklılığı ve mesleğinde ustalığı ve o mesleğin daimi elemanı (müdavimi) oluş anlamlarını vurgulamak açısından tercih edilmiş olsa gerektir. Belki şöyle de söylenebilir: Orduda da bir tür askeri lonca yapılanması düşünülmüş ve bu yapılanmanın hiyerarşik rütbe esasından ziyade bir tür ustalık, kalfalık ve çıraklık şeklinde olması hesap edilmiş ve sırf orduda yer alacakları için rütbe ihdas edilmiş, rütbeler arası hiyerarşiye fazla özen gösterilmemiştir.

Gedikli Zabit kavramı ayrıştırmanın başlangıcıdır aslında. Bu kavram, o dönem model alınan İngiliz Ordusundan kopya edilmiştir. Zaten Osmanlı’nın son dönemlerinde Kara ordusu Alman subaylara, Deniz ordusu ise Amerikalı ve İngiliz Subaylara teslim edilmiştir.

Batıdaki Gedikli Zabit yapılanması ise 13.yy’da İngiliz Kraliyet Donanmasında oluşmaya başlamıştır. O dönemde askeri deneyimleri nedeniyle Deniz Kuvvetlerinin komutası soyluların elindeydi. Bu soylular, o dönem teğmen ve yüzbaşı rütbelerini taşıyorlardı. Soyluluk ünvanı taşıyan bu subaylar bir gemide yaşamın nasıl olacağını, gemi idamesini, gemi silahlarının nasıl kullanılacağını ve bir geminin tek başına nasıl seyir yapacağını bilmezlerdi. Onlar, genellikle kıdemli denizcilerin ve gemi kaptanlarının işbirliğine ve teknik uzmanlığına bel bağlayıp güvenmişlerdi. Bu usta denizciler ve kaptanlar, gemilerin kullanımı ile ilgili teknik detaylara ve silahların çalıştırılmasına dair tüm bilgilere sahip oldukları gibi kullanmaya da yatkındılar.

Böylece, assubayların “küçük zabit” olarak başlayan ayrışması “gedikli küçük zabit” olarak devam eder. Yabancılara teslim edilen ordularımızda artık milli bir yapılanma değil, uydurabildiğin gibi uygula dönemi başlamıştır. Küçük rütbeli zabitler artık zabit değil, gedikli zabit olmuşlar ve zabit sınıfından temelli kopmuşlardır. Bundan sonraki süreçte de bir darbe daha alacaklar ve gedikli erbaş olarak (3 Mart 1924 ve 10 Haziran 1935)tanımlanacaklardır. Böylece tarihsel yapılarından epeyce uzaklaştırılmış olacaklardır. Fakat bu azimli sınıf, kendisini bilgiyle donatarak hem dünyada hem de ülkemizde çağın gelişimine ayak uydurmuş, özellikle ülkemizde, uzun soluklu mücadeleler sonrasında “assubay” olarak ayrı ve özgün bir yapıya kavuşmuştur.
(Yakın tarihimize ilişkin diğer olay ve ayrıntılar Assubaylarla ilgili Kronoloji çalışmasında yer almaktadır. Burada bazı önemli konulara değinilerek, bir sonuca ulaşılmaya çalışılacaktır.)

3 Mart 1924 yılında kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türk eğitim sistemi yeniden düzenlenmiş, bu çerçevede değişik zamanlarda on adet “Gedikli Erbaş Hazırlama Ortaokulu” açılmıştır. Bu çerçevede daha önce Gedikli Küçük Zabit, Çıraklar ya da Gençler Mektebi adını alan assubay okulları “Gedikli Erbaş Hazırlama Ortaokulu” olmuştur. Bununla eş zamanlı olarak, ordudaki hiyerarşide de assubayların konumları gayri resmi olarak (ya da yarı resmi)erbaş statüsüne indirilmiştir. (Çoğu yerde hala Gedikli Küçük Zabit olarak geçmesine rağmen Gedikli Erbaş tanımı kullanılmaya başlanmış ve bu konuda ortada bir kafa karışıklığı yaşandığı gözlemlenmiştir.)

1929 yılında Gedikli Zabit statüsü kaldırılır. Takiben 10 Haziran 1935 tarihinde İngiliz sistemi örnek alınarak yeni bir yapılanmaya gidilir. 2771 sayılı “Ordu Dahili Hizmet Kanunu” ile yeni rütbe ve kategori tanımlamaları yapılmıştır. Rütbe kategorisi olarak; şu gruplar belirtilmiştir. Erbaşlar: Onbaşı, Çavuş, Üstçavuş, Başçavuş, Başgedikli/Asubaylar: Yarsubay, Asteğmen, Teğmen, Yüzbaşı, Binbaşı / Üstsubaylar: Yarbay, Albay, Generaller ve Mareşal.

Assubaylara karşı yapılan haksızlıkta sınıra ulaşılmıştır. Statüleri erbaştır artık.

Assubayların kendilerinin farkında olma sürecine ilişkin ilk göze batan ışıltıya Nazım Hikmet’in Donanma Davası’nda (1938)rastlanmaktadır. Burada bir avuç deniz assubayı ( o zaman gedikli erbaş konumunda) kitaplar okuyarak, kendilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Kitap temin ettikleri kaynaklardan bazıları Nazım Hikmet ile dolaylı ya da doğrudan bağlantılıdır. İşin ucu Nazım Hikmet’e kadar ulaşınca, yapılan operasyonlar neticesinde askeri mahkemede yargılanmışlardır. O dönemlerde ülkemizde yoğun bir Komünizm korkusu olduğundan, bu assubaylar ve davada yer alan siviller çok ağır cezalara çarptırılmışlar, yüzer-gezer mahkemelerde yargılanmışlardır. Çok ağır cezalandırılan bu aydınlanma girişimi sonrasında, Menderes döneminde bazı faaliyetler gözlenmekle birlikte; assubayların haksızlığa uğradıklarının farkına varıp sokaklara taştığı dönem olarak 1970 ve 1975 yılları ayrı bir öneme sahiptir. Halen assubaylar bu döneme ilişkin hikayeleri, efsaneleşmiş eylemleri ve bu eylemler sonucu acılar çeken kuşakları saygı ve sevgiyle yad etmektedir. Hatta bugünkü kazanımların pek çoğunun o onurlu eylemler sayesinde elde edildiği herkesçe kabul görmektedir. 1938 yılında başlayan uyanış, 1970’li yıllarda zirve yapmış ve assubayların hak arayışları 9 Ekim 2010 Ankara Mitingine değin onurla sürdürülmüştür.

2 Temmuz 1951 tarihinde assubaylar Adnan Menderes’in başbakanlığındaki Demokrat Parti iktidarı döneminde nihai statüsü olan “Assubaylık” statüsüne kavuşmuş, çok uzun yıllar sonra, 2002 yılında yapılan düzenleme ile de Askeri Ceza Kanunu’nda aynı statüye ulaşmıştır.

1951 tarihli düzenlemenin eğitime yansıması gecikmeli olmuş ve 1964 yılında assubay yetiştirme sisteminde de yeni bir düzenleme yapılmıştır. Ortaokul düzeyindeki Gedikli Erbaş Okulları kapatılarak, lise düzeyinde eğitim veren “ Astsubay Hazırlama Okullar” açılmış ve ordumuzun teknik sınıflar dışındaki muharip ve yardımcı sınıf assubay gereksiniminin önemli bir kısmını bu kaynaktan karşılamıştır. Gerektiğinde ihtiyaca göre yeni okullar açılarak, bu yapı 2002 yılına kadar sürdürülmüştür.
Yaşadığımız bu yeni yüzyılda ise teknolojide yaşanan hızlı değişme ve gelişmeler, küreselleşme olgusunun etkinliğini artırması, bilgi alışverişi ve ulaşımın kolaylaşması ülkelerin ulusal ekonomilerini etkilemiş ve ekonomiyi ön plana çıkarmıştır. Bu durum, ürettikleri çok çeşitli mal ve hizmetleri, zamanında ve kaliteli olarak teslim etmek konusunda işletmelerin daha duyarlı olmalarını sağlamıştır. Ayrıca, teknolojiyi anlayan, yorumlayan, uygulayabilen,  verimli ve kaliteli mal ve hizmet üretebilen yüksek nitelikli iş gücünü daha etkin duruma getirmiştir. Dünya böyle hızlı bir değişimi yaşarken, ülkemiz de bilgi çağını yakalama konusunda önemli adımlar atmıştır.

Türk Silahlı Kuvvetleri de gelişen teknolojiye ve çağın yeniliklerine kendi bünyesi içerisinde ayak uydurma çabası içindedir. Günümüzde kaliteyi yakalamanın ancak alanında eğitim alan ve aldığı eğitimi uygulayabilen yetişmiş teknik elemanlarla mümkün olacağı kabul edilen bir gerçektir. Bu anlayış ve değişimlerin ışığı altında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin eğitim alanındaki ihtiyaçlarını karşılamak için, nitelikli insan gücü yetiştirilmesine yönelik olarak çeşitli çalışmalar her zaman yapılmaktadır.

  • İşte tüm bunların gereği olarak, 11.04.2002 tarihinde çıkarılan kanunla birlikte 2002-2003 ve 2003-2004 eğitim-öğretim yıllarından itibaren lise düzeyindeki “Astsubay Hazırlama Okulları” kapatılarak, “Astsubay Meslek Yüksek Okulları”na geçiş başlatılmıştır.

Bir nevi Anadolu Liseleri, Meslek liseleri ve Askeri Liselerin karışımı olarak eğitim veren bu okullar son mezunlarını vermeleri ile birlikte tarihe karışmış, yerini akademik bir yapısı olan ve bulunduğu kuvvet komutanlığına bağlı olmakla birlikte, Yüksek Öğretim Kurumu ile de idari bağı olan Astsubay Meslek Yüksek Okullarına bırakmıştır.

2002 yılından itibaren Türk Silahlı Kuvvetlerinde sözleşmeli bayan assubaylar da görev yapmaya başlamıştır. İlk uygulama, 2002 yılında, Jandarma Genel Komutanlığı ile başlatılmış, 2006 yılında ise Kara Kuvvetleri Komutanlığı da bayan assubay alımını uygulamaya koymuştur. İlk mezunlarını 2003 yılında veren bayan assubaylar, kahraman ve cefakar Türk ve Anadolu kadınının örnek bir timsali olarak halen ordumuz saflarında görev yapmaktadır.

Halen Astsubay Meslek Yüksek Okulları olarak eğitimine devam eden eğitim kurumlarımızın lisans seviyesine yükseltilmesi çağın bir gereği olarak kaçınılmazdır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetici kademesi için bu karar çok zor bir karar olacaktır. Çünkü daha önceki deneyimler göstermektedir ki, söz konusu olan assubayların modernleşmesi ise hemen bir bağnaz yapı ortaya çıkmakta ve modern atılımları engellemeyi başarı saymaktadır.

Bugün kışlaya gelen erlerimizin çoğu yüksekokul mezunudur, dolayısıyla onlarla ilk teması sağlayacak ve emir komuta edecek assubayların da en az onlar kadar eğitimli olması kaçınılmazdır.

Burada belirtemeden geçemeyeceğimiz husus; her zaman modern adımları atmakta en öncü kurum olan Türk Silahlı Kuvvetlerimizin; bu yapısını kaybetmeye başladığı, özellikle de Assubay Meslek Yüksek Okullarının açılması kararında oldukça geç kalmış olduğudur. “Harp Okulları beyaz iskarpin giysin, Assubay okulları mezuniyete kadar siyah iskarpin giysin” (Deniz Kuvvetlerinde ama her kuvvette benzerleri var) zihniyetini taşıyanlar Türk Ordusunun gelişmesine, çağın ordusu olmasına ayak bağı olanlardır. Onlar hala ayakkabı renginde, uçuş brövelerinin tam mı yarım mı çeyrek mi olacağında takılı kalmış, şekilciliğin gazoz ağacından amuda kalkık bir vaziyette meyve toplamaya uğraşmaktadırlar.

SONUÇ VE YORUM Assubaylık mesleğinin tarihsel gelişimi ile ilgili olarak çıkartabileceğimiz sonuçlar:

1- Ulusal ordular ortaya çıkıncaya kadar assubay kavramından hiç söz edilmemektedir. Onbaşıdan itibaren general/mareşale kadar tüm rütbeler subay tanımı içinde yer almaktadır.

2-Ulusal Ordu kavramı ile birlikte ayrışmalar da başlamış ve assubaylar, “küçük rütbeli subaylar” olarak anılır olmuştur. (Osmanlı daha ileriye gitmiş, gedikli zabit kapsamına alarak, gedikli küçük zabit adını vermiş ve sınıf farkını derinleştirmiştir.)

3-Yirminci Yüzyılın başından itibaren assubaylar, tenzil-i rütbeye uğramış ve konumları, “erbaş” ve “diğer rütbeliler” durumuna indirilmiştir. Bugün tanımında dahi subay eki olmasına rağmen (NCO), subay kategorisinde gösterilmemektedir. (Bizde ise 1935-1951 yılları arasında erbaş statüsü uygulanmış, 1951 yılından itibaren şimdiki özel konumuna ulaşarak, daha çok subay yardımcısı olarak değerlendirilmesi sağlanmıştır.)

4- Günümüz bağlamında assubaylık mesleğini ele aldığımızda, dünya ordularının birbirleriyle olan ilişkilerine, kendi tarihsel yorumlamalarına ve kültürel yapılarına göre bir konumlandırma içinde olduklarını görürüz. Bu konuyu biraz açmamız gerekiyor. Amerika gibi sonradan ortaya çıkmış devletlerde, rütbelerin belli bir derinliği yoktur. Belirttiğimiz gibi, onlar zaten bu rütbeleri ve hiyerarşiyi başka ülkelerden alıp kendilerine uygun hale getirmişlerdir. Türkiye gibi adı askerlikle anılan ve tarih boyunca nice askeri zaferlere imza atmış devletlerde ise rütbelerin bir gelenekselliği, tarihsel derinliği vardır. Bugün, Türk tarihinden gelen “Geleneksel Çavuşluk Teşkilatı” yapısı assubaylık mesleği üzerinden sürdürülmekte ve özel bir konumda bulunmaktadır.

Bu nedenle de ülkeler arasında uygulama farklılığı vardır. Pek çok ülke zorunlu askerlik hizmetini kaldırmış ve gönüllü/maaşlı askerlik sistemine geçmiştir. Bu sistem gereği, Amerika benzeri ülkelerde assubaylar, yetkilendirilmemiş/atanmamış ya da yetki belgesiz subaylar (Non-Commissioned Officer) olarak tanımlanmakta ve bir takım emir komuta yetkileri kısıtlanmış ya da kısıtlanmış gibi durmaktadır. Uygulamalarda bu kısıtlamaların söylendiği kadar etkili olmadığını biliyoruz. Fakat kağıt üstündeki tanımlamaları değiştirmenin kolay olmadığını da.

İşi konum ve statü bağlamında ele aldığımızda Türkiye Cumhuriyeti Assubaylarının diğer ülkelere nazaran kendilerine özel yasalarıyla ayrıcalıklı olduğunu görürüz. Fakat işi haklar bağlamında ele almaya çalıştığımızda ise, durumun tam tersine döndüğüne şahit oluruz.Türk Silahlı Kuvvetlerinde assubayların kanunlarla belirlenmiş özel bir konumları vardır. Diğer ülke assubayları gibi “erbaş ve diğer rütbeli” statüsünde değillerdir ama onlar gibi çağdaş haklara da sahip değildirler. Türk Silahlı Kuvvetlerinin egemen sınıfı olan generallerimiz ve üstsubaylarımız tarafından, assubaylara; özlük hakları, kariyer ve subaylığa terfi, üniforma sembolleri, sosyal olanaklar ve emeklilik uygulamaları (özellikle emekli maaşları) gibi pek çok durumda, çağdaş olmayan, ortaçağ zihniyeti taşıyan kast tipi uygulamalar reva görülmektedir.

5- Tarih boyunca emir komuta halkasında subay olarak yer alan assubaylar, geçen zaman dilimi içinde hak ettikleri konuma ulaşmak için yoğun mücadele ve emek sarf etmişler ve uygulama alanlarındaki başarıları ile vazgeçilmezliklerini kanıtlamışlardır. Bugün uluslararası belgelerde hala “erbaş” ya da “diğer rütbeliler” konumunda gözükseler dahi; işlevleri, bilgi ve becerileri ve tahsilleri itibarıyla subay tanımı içine yerleşmiş durumdadırlar. Geriye sadece bunu yazılı belgelere işlemek kalmıştır ki, çok uzun bir süredir kendilerini ülkesinin aristokrat sınıfı olarak tanımlama çabasındaki subayların (özellikle üstsubay ve generallerin) bu durumu kabullenmesi çok zor olacaktır.

Bugün artık assubaylar, hem emek hem beyin gücü ile çalışarak modern orduların vazgeçilmez unsuru ve bir nevi belkemiği durumuna gelmişlerdir. Bu yüzden, üstün ve modern olmak isteyen her ordu; eğitim seviyeleri, mesleki gelişmeleri, bilgi ve tecrübeleri ve disiplinli hizmet anlayışları ile parıldayan assubaylarına gereken ilgiyi ve özeni göstermek zorunluluğundadır. Emekçi assubayların alınterini görmezden gelmekle ve özellikle, 12 Eylül 1980’den bu yana sürdürülen çağdışı uygulamalarla; subayların kendi rütbe ve konumlarına sağlamaya çalıştıkları ayrıcalıklar, astlarını hakir görme boyutunu çoktan aşmış, sadece ve sadece Türk Silahlı Kuvvetleri içine nifak tohumları ekilmesi-hem de komuta katınca- aşamasına gelmiştir. Zaten bu anlayış Türk Silahlı Kuvvetlerinin geleneksel yapısına da ihanet anlamına gelmektedir. Türk Ordusunun tarihinde ayrımcılık, sınıfçılık ve kast yapısı asla yer almamıştır. Ordu yapısında hak edenlerin daha üst rütbelere yükselmesine her daim izin verilmiş, özlük haklarına ve hukukuna özen gösterilmiş, kapalı bir yapıya asla müsamaha gösterilmemiştir.

Türk Silahlı Kuvvetlerine ait tüm görev ve sorumluluklarda en ön planda olan assubaylar; iş hak ve hukuka geldiğinde, bir anda en arka sıralara itilmekte ve “mahallenin yetim çocuğu”   muamelesi görmektedir. Oysa kanun açıktır: Komutan; astlarının da hak ve hukukunu gözetmek zorunluluğundadır.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin başlangıcını oluşturan “alp yiğitlerinin silah arkadaşlığı ve kan kardeşliği yemini”, uzun süredir görmezlikten gelinmekte ve her geçen gün assubaylara yapılan vefasızlık katlanarak sürmektedir. Alp yiğitliğinin ruh ve temeline ihanet edilmekte ve silah arkadaşları üzerine tahakkümler kurulmaktadır.

Konumuzu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözü ile bitirelim ki, belki bizi anlamayanlar, Atamızı daha kolay anlarlar:

Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin ordusu, istilalar yapmak veya saltanatlar yıkmak veya saltanatlar kurmak için şunun bunun elinde aleti ihtiras olmaktan münezzehtir. İnsanca ve müstakil yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin, aynı mefkure ile mütehassis ve yalnız onun emrine tâbi ve sadık öz evlatlarından mürekkep muhterem ve kıymetli bir heyettir. (Nisan 1922)

Aydın Kulak

(Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.)

.Kaynak
  1. http://www.nethaber.com/Haber/27172/Turk-Kara-Kuvvetleri-2005te-KURULUS/  Ötüken, 1973, Sayı: 4
  2. Eski Türk Ordusunun Genel Mahiyeti/ Prof. Dr. Saadettin Gömeç/ A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi
  3. http://www.biyografi.info/kisi/nihal-atsiz
  4. Yahya kemal Beyatlı/Akıncılar Şiiri
  5. Dede Korkut Kitabı/Prof. Dr. Muharrem Ergin/www.hisargazetesi.com/2003
  6. Modernleşme Sürecinde Ordu/Özge Gürsoy/Kocaeli Üni. İ.İ.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü/
  7. Selçuklu’dan 27 Mayıs’a Ordunun Tarihi Dönüşümü/ Sinan TAVUKCU, Araştırmacı-Yazar
  8. Türk Kültür Tarihinde Spor/Balıkesir Üni. Çalışması/ http://www.kultur.gov.tr/portal/turizm_tr.asp?belgeno=32117
  9. XVI. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Çavuşluk Teşkilatı/Fırat Üni. Sosyal Bilimler Dergisi Cilt-12, sayı-2, Sayfa:395-420 Elazığ-2002/Ümit KOÇ/Fırat Üni. Fen Edb. Fak. Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi
  10. İslamiyet Öncesi Türk Destanlarının Tarihi Açıdan Değerlendirilmesi/ Gülşen İnci Yılmaz/Yüksek Lisans Tezi/Ankara Üni. S.B.E. Tarih A.B.D./ Ankara-2006
  11. Türklere Özgü İlk Kaynaklarda “İnsan” Görüşünün Temelleri/ Dr. Nusrettin Yılmaz/A.Ü. Türkiyat Araştırmalar Ens. Dergisi/ Sayı:25 / Erzurum-2004
  12. 12- Alp Arslan Zamanı Selçuklu Askeri Teşkilatı/ Mehmet Altay Köymen
  13. Osmanlı Ordusunda Çocuk Askerler Meselesi/Yrd. Doç. Dr. Ahmet Yaramış/ Afyon Kocatepe Üni. Fen Edb. Fak. Tarih Böl.
  14. İlhanlı (İran Moğolları) Ordusunda Hiyerarşi: Askeri Yetkililer ve Nitelikleri/ Mustafa Uyar/ Ankara Üni. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi-49,1 (2009) 33-47
  15. Türk Siyasal Kültüründe Devlet Anlayışı/Adnan Güney/S. Demirel Üni. S. B. E. Kamu Yönetimi A. B. D.
  16. Türk Ordusunun Tarihsel Kaynakları/Mevlüt Bozdemir/Ankara Üni.S.B.F. Yayını/Ankara-1982
  17. Kutadgu Bilig’e Göre Türk Savaş Sanatı/Dr. Erkan Göksu/Kırıkkale Üni. Fen Edb. Fak. Tarih Böl.
  18. Avrupa’daki Çocuklarımız İçin Türk Tarihi/Birinci Kitap/Hamza Eravşar/Yumak Eğt. Ve Kültür
  19. Astsubaylığın Tarihçesi/Ayhan YILDIRIM/
  20. http://www.jandarma.tsk.tr/birlikler/bando/bandoic.htm (Bayan Asb. Alımı)
  21. Çıraklık Eğitiminin “Osmanlı Dönemi” Durumu/Yrd. Doç. Dr. Ali ŞHİNKESEN/Ankara Üni. Öğretim Görevlisi/
  22. Şanlı Bahriye/ Nejat Gülen/Kastaş yayınları/03-2001
  23. İkinci Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri/Prof.Dr. Mustafa Ergün/ Ocak 1996-Ankara
  24. Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi/Enver Ören/İhlas Matb. A.Ş.
  25. DAMYO İnternet Sitesi
  26. http://www.milliyet.com.tr/2001/01/18/yazar/pulur.html  (Nazım Hikmet ve Donanma Davası)
  27. TSK siteleri/Kuvvet Komutanlıkları siteler
  28. Assubaylığın Kronolojisi/Aydın Kulak/www.emekliassubaylar.org
  29. Milliyet Gazetesi Arşivleri
  30. Hürriyet Gazetesi Arşivleri
  31. İsmail ONARLI/ Toplumsal Barış Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 5, Eylül 2004, s.16-18/ www.emekliassubaylar.org
  32. Astsubay Hazırlama Okulları İncelemesi/Öğr. Alb. Mehmet Sırrı Bekişli (Çok Progr. Astsb. Hzl. Ok. K.lığı )
  33. Deniz Astsubay Hazırlama Okulu 1981-82 Yıllığı
  34. Emret Komutanım/M.Ali BİRAND/Milliyet Yayınları/Ekim 1986-Kasım 1986
  35. ABD ve İngiliz NCO siteleri (Warrant Officer)
  36. Bazı Çingiz Yasalarının Tarihi ve Sosyal Dayanakları/Prof. Dr. Saadettin Gömeç/A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fak. Öğr. Üyesi
  37. Modern Eğitim Kurumlarının Batılılaşma Dönemindeki Gelişimi/Okutman Yakup Göktaş/A. Ü. K.K. Eğt. Fak.
  38. Sultan Abdülaziz’den Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlı Donanması/Dr. Mehmet Beşirli/Gaziosmanpaşa Üni. Öğr. Üyesi/ 2004/A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi
  39. Osmanlı Bahriye Teşkilatında Reform Çabaları/Levent Düzcü/Gazi Üni. S.B.E. Tarih ABD./Akademik Bakış-2009
  40. Osmanlı Devletinde Islahat Hareketleri ve Batı Medeniyetine Giriş Gayretleri/Dr. Mehmet Karagöz/İnönü Üni. Öğr. Gör.
  41. İptidai’den Darülfünun’a Mektep Hayatı/Necdet Sakaoğlu/Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi/
  42. Türkiye Tarihi-III/IV/Cem Yayınevi/
  43. Tanzimat Dönemi Osmanlı Eğitim Sistemi ve Kurumları/Yrd.Doç.Dr. Fatma Ürekli/Kırgızistan Türkiye Manas Üni.Öğr.Üye.

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik 
Haykırdı ak tolgalı beylerbeyi 'ilerle'
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle 

Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan 
Bir gün yine doludizgin atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla 

Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de
Hala o kızıl hatıra gitmez gözümüzde
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik

Ltarihte-assubayise dönemindeki edebiyat derslerinden herkes hatırlıyordur bu güzel “Akıncılar” şiirini. Akıncıların yiğitliğini, cesaretini, mertliğini ve kahramanlığını en güzel anlatan şiirimizdir bu şiir. Yahya Kemal üstadımızın ruhu şad olsun.

Türk tarihinde assubayların yerini anlatacaksak, “Akıncılarla ne işimiz var?” diye bir soru gelebilir aklımıza. İyi de “Akıncılar” olmadan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarihini yazabilir miyiz? Onların vatanı, milleti ve sancağı uğruna sınır boylarında kılıç sallayıp ok attığını, şehadet şerbetini “bal karıştırılmış süt” tadıyla severek içtiğini yadsıyabilir miyiz? Tarihteki tüm Türk devletlerinin akıncılarına çok şey borçlu olduklarını görmezden gelebilir miyiz? Belki de tarihler boyunca yaşamış tüm Türk devletlerinin uzun süreli hükümranlığının temelinde onlar yatmaktadır. Daha fazlasını söylemek için yeterli bilgimiz olmayabilir ama Türk Milletinin onlara çok şey borçlu olduğunu kabullenmemiz kaçınılmaz bir gerçektir.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarihini yazarken M.Ö. 209 yılından başlatırız hikayeyi. Aslında daha önce bu başlangıç, 1363 tarihine, Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşuna dayandırılmıştı ki, tarihsel bulgular ve bilimsel tartışmalar işin doğrusunun Metehan dönemi olduğunu kabul etmeyi zorunlu kıldı.

İsterseniz, Türk Milliyetçiliğinin önemli isimlerinden birisi olan ve bir dönem Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nda da görev yapan Nihal Atsız’ın bu tartışmaları etkileyen eleştirilerine göz atalım:

Bir müddetten beri, Türk Kara Kuvvetleri'nin, yani daha gerçek anlamı ile Türk Ordusu'nun kuruluş tarihinin 1363 olduğu kabul edilerek, belirli günlerde, bu yıl başlangıç sayılmak suretiyle, törenler yapılmaktadır. Türk Ordusunun kuruluş tarihi 1363 olarak kabul edildiği takdirde, önce şu sorunun karşılığını bulmak gerekmektedir:

Türk Ordusu o tarihte kuruldu ise, ondan önceki büyük savaşlar, çok büyük stratejik hareketler ve taktik vuruşmalar kimin tarafından yapılmıştı? Bu hareketleri yapanlar ve büyük imha savaşlarını kazananlar Türk orduları  değil mi idi? Meselâ; 1071 Malazgirt Savaşı'nı Türk Ordusu değil de, çeteler mi yapıp kazanmıştı? Yahut bu ordu Türk Devleti tarafından para ile tutulmuş yabancı askerler tarafından mı kurulmuştu? Bunun gibi, 1040'ta Dendanekan Savaşı'nı, 1048 Pasinler Savaşı'nı; I. Kılıç Arslan, I. Mesud, II. Kılıç Arslan'ın Haçlılarla yaptığı büyük meydan savaşlarını yapanlar Türk Orduları değil mi idi?

Milâttan önce 220'den beri tarihî  belgelerle bilinen ve tarihte birinci sınıf asker diye tanınan bir millet, 16 yüzyıl ordusu olmadan yaşayacak, sonra ancak 1363'te aklına gelerek bir kara ordusu kuracak, bu ordu da yeryüzünde Türk kalmamış gibi, hep yabancılardan meydana getirilecek.

Doğrusu söylenecek söz bulamıyorum.

Bugünkü tarih bilgimize göre, ilk teşkilatlı Türk Ordusu, Milâttan Önce 209'da Tanrıkut Mete tarafından kurulmuş, verilen buyruğa kayıtsız-şartsız itaat esas kabul edilmiştir. Ordu 10, 100, 1000 kişilik birliklere ayrılmıştır.

Bundan sonraki bütün ordularımız  Tanrıkut Ordusunun devamıdır. Zaman zaman değişiklikler ve düzeltmeler yapılmış, fakat ruh ve temel aynı kalmıştır.

Lütfen Nihal Atsız’ın son cümlelerini hafızalarınıza kaydedin. Çünkü burada geçen “ruh ve temel” kavramı yazımızın sonuna doğru bazı vurgulamaları yapmak amacıyla kullanılacaktır.

Şimdi biz de benzer sorularla konumuza devam edelim. Metehan, Tanrıkut Ordusunu yoktan mı var etmiştir? Olmayan bir şeyi mi yapmıştır, yoksa zaten var olan bir yapıda bilimsel ve akılcı bir devrim mi gerçekleştirmiştir?

Bugün eski Türk destan ve söylencelerinden, tarihi yazıtlardan ve bulunan mezar kalıntılarından ulaşılan bilgiler doğrultusunda Türk Tarihi’nin bilinenin çok ötelerine uzandığı  kabul edilmektedir. Öyle ki, Türk Milleti’nin başlangıcı Nuh Peygamber’in oğlu Yafes’e kadar gitmektedir.

Bilinen tarihimiz ise yaklaşık M.Ö. 1000 yıllarından başlamakta, fakat bulgular değerlendirildiğinde M.Ö. 3000 yıllarında da Türklerin kendi kültürlerini oluşturdukları  değerlendirilmektedir.

Tarihi bu kadar eskilere dayanan, destanlar, efsaneler ve mitler yaratan ve kendisine özgü bir kültür oluşturan bir milletin çok daha önceden askeri bir yapılanma gerçekleştirmiş  olması –hele ki asker bir millet olan Türkler söz konusuysa- hiç de şaşırtıcı değildir ve zaten araştırmalardan elde edilen bulgularla da doğrulanmaktadır. Öyleyse, şimdi “Metehan öncesinde Türklerde nasıl bir askeri yapı vardı?” konusunu incelememizin zamanı gelmiş demektir.

Bu soruyu sorduğumuzda karşımıza iki yapılanma çıkıyor. Birincisi en eski Türk devletlerinden itibaren uygulanmaya başlanan çavuşluk sistemidir ki, bu teşkilatlanma daha sonraki Türk devletlerinde de gelişerek, günümüze değin uzanmış ve bugünkü assubaylık mesleğinin de işlevsel bir parçası olarak halen sürdürülmektedir.

Çavuş kelimesi, İslamiyet’ten önceki dönemlerden başlayarak, muhtelif Türk devletlerinde sarayda çeşitli hizmetlerde bulunan bir sınıf memurlara verilen ve orduda küçük bir askeri rütbeyi ifade eden ve bu manada hala kullanılan eski bir terimdir. Çavuş kelimesinin eski ve yeni birçok Türk lehçesinde varlığı bilinen çav kökünden geldiğine dair Vambery’nin ortaya koyduğu görüş büyük oranda kabul görmüştür; F.W.K. Müller, eski Uygur metinlerinde çabış şeklinde tesadüf edilen kelimenin Osmanlı devrindeki çavuş kelimesinin eski şekli olması ihtimalini ileri sürmektedir. Aynı ihtimali kabul eden P. Pelliot’ta, 735 ve 737 yıllarında Çin sarayına, T’u-kiü’ler tarafından, sefir sıfatıyla gönderilen bir adamın taşıdığı çöpişe unvanının da bundan başka bir şey olmadığın belirtmektedir. J. Nemeth ise bu kelimeye Peçenek ve Kuman lehçelerinde çavuş şeklinde tesadüf ediğini vurgulayarak, Macarca’ya girerken çös şeklini aldığını ifade etmektedir. XI. Asırda yaşamış olan Kaşgarlı Mahmut ise, çavuş kelimesini, savaşta safları düzelten, savaş olmadığı zamanda da askere talim etmeyi bırakmayan kimse olarak tanımlamaktadır.

Bu dönemlere ilişkin “Çavuşluk” rütbesinin ne derece etkin bir rütbe olduğunu Prof. Dr. Saadettin Gömeç’in “Eski Türk Ordusunun Genel Mahiyeti” isimli çalışmasından çıkartabiliriz. Burada Sn. Kaynak, “Sü-başıdan sonra orduda en büyük rütbe, bizim kanaatimize göre Çabışlıktır.” diyor ve “Zamanını belirleyemediğimiz Yula Beğ adına dikilen Kemçik-Çirgak Yazıtında ise bir Bas Çabış ile karşılaşıyoruz.” diyerek incelemesine devam ediyor.

İkinci yapılanma ise Alplik kavramıdır. Türklerde ordu ve askerlik bu anlayış ve inanış üzerine kurulmuştur. Devletin kuruluşu, devamı ile yükselişi de, yine bu anlayışa dayanırdı. Türk devletlerinin dayandığı tek güç, ordu ile alplık ve yiğitlik örgütlenmesiydi.

Alplık, mertliğin, cesaretin, yiğitliğin ve iyiliğin sembolüdür. Son derece akıllı ve usta savaşçılar olan Alpler, insanüstü varlıklar olan "Egemenleri", yani dev düşmanlarını yalnızca usta savaşçı yetenekleriyle değil, aynı zamanda keskin zekâlarıyla alt etmektedirler. Alp, hayat boyunca insan gücünü aşan kahramanlıklar göstermekle görevliydi. Böylece alp, insanlık boyutunun üstüne çıkıyordu. Ölümden sonra da, gökyüzünde göksel tanrılar arasında yer alıyordu. Bu anlamda, dinsel bir kökene de dayanan, "alp" ve "alplık" kavramları, coğrafyanın, ekonomik üretimin ve en önemlisi büyük imparatorluklara komşu olmanın sonucu olarak doğmuş, Türk toplulukları ile Türk devletlerinde, çok büyük bir yer tutmuştur. Ancak Hunlar ile Göktürk devletinden beri, alplığa bir de bilgelik özü ve karakteri katılmıştır. Yani bu yeni olgu ile bir bilgi birikimi ve onun sistematik düşünce kurgusu kastedilmiştir.

Erken dönem Türk kültürü  çevresindeki fiziksel becerilerde belirginleşen bireylerin sosyal statülerinin farklılığı dikkati çekmektedir. Nitekim alplar toplumun ideal insan tipini çizmekteydiler ve kuvvet, beceri, zekâ gibi özellikler şahıslarında sembolleştirmişlerdi. Cesurluk, gayretli olmak, çok iyi ata binmek, kuvvetli olmak (ruhî ve fizikî), hem öne hem de arkaya at üzerinde ok atabilmek, güzel kılıç kullanmak, güreşmek, dostu ve arkadaşı çok olmak ve özel bir giysi giymek gibi erdemleri de taşımak zorunda olan alpların tarih sahnesine çıkışları, Eurasya bozkırlarında M.Ö. bin yılından itibaren görülmeye başlayan ferdiyetçi eğilimli boylara denk düşmektedir. Alplık ve onunla ilgili örgütün kökeninin, Türklerde, tarihin erken döneminden de öncesi, karanlık zamanlara kadar indiğini göstermektedir. Bu nedenle, Pruşek M.Ö. 645’te alplık teşkilâtının var olduğuna dikkat çekmektedir.

Alp olan kişi yalnızca bir savaş  makinası değil; gelişmiş ve olgunlaşmış bir ruha da sahip olan, bir kişi demektir. Bunun için Göktürk yazıtları  büyük Türk kağanlarından söz açarken "Alp Kağan imiş! Bilge Kağan imiş!" diye bu iki özü, yan yana tutuyorlardı.

Alp tipinin ilk şeklinin hayvan avcılığı  ile geçinen ve hayvan sürüleri besleyen bir toplumla ilgili olduğu sanılmaktadır. İlk kahraman, hayvana üstün gelen insan olmuş, daha sonra başka insanlarla mücadele onun şahsiyetini geliştirmiştir. Alpın ilk kahramanlığı bir hayvanı yenmesi ile başlar, daha sonra insanlarla mücadele onun kişiliğini geliştirir. Dede Korkut Destanında, küçükken bir arslan tarafından beslenmiş olan Basat da, halka eziyet eden ve gençleri öldüren Tepegöz'ü öldürerek, büyük bir üne ulaşır. Yine Oğuz Kağan Destanına benzer bir Türk masalında, Altun Han'ın oğlu, yedi katlı göğün ötesindeki canavarı yedi yıl savaştan sonra yener ve üne ulaşır. Kısacası mücadele ruhunun sembolü alplıktı. Bir alp güçlü ve kuvvetlidir, aynı zamanda bu gücünü yerinde ve zamanında gereği gibi kullanacak beceriye sahiptir. İlk atışta düşmanı vurur ve yenilmez. Oğuz Kağan ve Er Manas savaşta kimseye yenilmeyen birer dünya kahramanlarıdır. Bütün uluslarla savaşmış, Çinlileri, Hintlileri, İranlıları yenmişlerdir. Savaşta savaşarak, barışta sportif uğraşılarda (ok atma, güreş gibi) üstün gelmiş ve zaferler kazanmışlardır.

Animistik Türk dininin egemen olduğu erken dönemde, ölüm sonrasında, gökte yüce bir hayat sürebilmek için "alp" olmak şarttı. Buradan da anlaşıldığı gibi eski Türk dinî ve terbiyesi kahramanlığa özel bir değer veriyor, bu niteliği her erdemden üstün tutuyordu.

Bozkırlarda ve düzlüklerde oturup, kışın ve yazın konup göçen Türkler, oluşan doğal ve siyasi şartlar gereği, insanların en kahramanları ve savaşta en çok direnç gösterenleri olmak zorundaydı. Kahramanlığa bu derece değer verilmesi, belki de bir ihtiyacın ifadesiydi ve alplıkta vatanperverlik şarttı. Büyük imparatorlukların komşusu bulunan ve sayıca oldukça az olan Türkler, alp olmazsa, başka uluslar tarafından kolayca yok edilebilirdi. Göçebe ve savaşçı insanlar arasında bu mücadeleye dayanacak gücü olmayanların ise hiç sözü edilmez. Destanlar, mücadelede yılmayacak kahramanların hikâyeleridirler. Sürekli hareket halinde yaşama zorunluluğu ordu-millet olmayı gerektiriyordu. Uğraşıların tümü, fiziksel aktiviteler ve becerilerin geliştirilmesi ve olgunlaştırılması üzerine kurulu idi. Alpların hayatı da aynı aktivite ve motiflerle çevrili idi. Hayat şartları da alpın fizikî uğraşılar ve çevresinde yoğunlaşmasına neden olmaktaydı.

Göçebe halkları arasında da yoksul, zengin veya asil halk ayırımı yapılıyordu. Egemen olmak için yaratıldığına inanan bu toplumlar, halklarını ve imparatorluklarını da tabakalar yaratarak oluşturduklarından, yönetim bakımından da kademelendirdiklerinden, tüm hayatı da giderek yükselen rütbeler hiyerarşisi olarak değerlendiriyorlardı. Aslında asil olmayıp da savaşta dikkat çeken kahramanlar da (Bagatur) olurdu. Eğer bunlar çok büyük bir ün kazanmışlarsa asiller tabakasına dahil edilirlerdi. Yani yükselmek başarıya endeksliydi ve katı bir kast sisteminden bahsedilemezdi.

Alpler arasında çeşitlilik ve kademeleşmeler vardı. Bunlar silah kullanımındaki değişik becerilerden ve başarılan kahramanlıklardan meydana gelen sınıflandırmalardı. Göçebelerin eserlerinde, M.Ö. binyılda yaşamış "er"leri (eski Türkçede kahraman), bunların kemer ve ayna gibi belki rütbe işaretlerini, alplık destanlarını, av sırasında vurulan hayvanın kurban ve ongun niteliği kazandığı sahneleri görmekteyiz.

Alpların bir okulu ya da akademisi olduğunu da görmekteyiz. Pi-yung adı verilen alplar okulunda dans şeklinde ve doğrudan kılıç karşılaşması biçiminde, müzik eşliğinde, alpların ayinsel gösteriler yaptığı Çin kaynakları tarafından aktarılmaktadır. Genç Alplar, özellikle ok atmayı, nara atarak bir vuruşta baş kesmeyi, Türkçe "kağnı" denen iki tekerlekli savaş arabalarını sürmeyi öğrenirlerdi.

Alplar, şölenlerde, düzeylerine göre sıralanıyor ve içki kadehiyle, savaş tanrısı sembolü kılıcı tanık göstererek, büyüklerine bağlılık andı içiyorlardı. Manas destanının kahramanlarına göre antlı dostlar, "göğüslerinde canları, ağızlarında dilleri-sözleri, gemlerde atları, bohçada giyimleri bir, yani ortak olan" kimselerdir. Kırgızlar bu gibi dostlara "antlı adaş" derler ki, eski Türkçe'de "andlığ adaş" anlamındadır. Pruşek'in tahmin ettiği üzere bu şölen Skitler'in, Hunlar'ın ve Türkler'in, gök tanrısı ile savaş tanrısı sembolü "kıngırak"ı (kılıç) tanık göstererek, ant içtikleri şeklinde bir törende, birbirlerine bağlılık yemini ile ilgiliydi. Alpların bağlılık andı içmek ve "kur" denen askerî kemerle, kılıç, kama veya sadak kuşanmak gibi, Türk alp teşkilâtına özgü törenleri, kökeni çok eskiye inen ve inisiasyon (alplığa kabul merasimi) mahiyetinde zorlu sınavların sonucuydu. Ettikleri yemin gereği Alpların aralarında, eskiden beri yardımlaşma teşkilâtı da var idi. Onlarda, ulusal birlik duygusu, ulusal gurur ve ulusal gururun gereği kahramanlık çok erken gelişmiştir. Bütün bunları Göktürk yazıtları çok iyi yansıtır.

Alp, Er, Çeri, Çora, Serdar, Bahadır, Alpagut, Sökmen, Cilasun, Koca, Gazi gibi isimler alan bu yiğitlerin hiyerarşik ve sistemli bir kıdem sırası vardı. Bu anlamda, Dede Korkut'taki Oğuz beylerinin kırk yiğidi Türk mitolojisinin hiç değişmeyen bir motifidir. Her kahraman ve cesur yiğidinin, aralarında rütbe sırası bulunan böyle bir yakın çevresi vardır. Örneğin Manas; kırk Çoranın aile büyüğü gibidir. Çora’larını aştan aç, attan yaya, dondan açık koymamak, bir ganimet alındığında eşit olarak pay etmek ve kendisi evlendiğinde kırk Çora’ya da kırk kız almak zorundaydı.

İlerleyen dönemlerde, Metehan tarafından yapılacak olan askeri devrim ile Erler ve alplar, "alpagut"lar, "bagatur" (bahadır)lar arasında kurulan kademeli bağlar, orduların çekirdeği olacaktı.

Görüldüğü gibi; Metehan öncesinde, Türklerde hem çavuşluk teşkilatı hem de alplık kavramı  vardır ve günümüz assubaylarını bu ikisinin karışımı olarak ele almamız gerekir.

Alplık kavramı Türk assubay ve subayının ana kaynağını teşkil eder. Türk devletlerinin dayandığı tek güç, ordu ile alplık ve yiğitlik örgütlenmesidir. Bu örgütlenmede de yukarda anlattığımız üzere, bir hiyerarşiden söz edilebilir. Metehan ile bu sistem yeni bir organizasyonla düzenli bir orduya dönüştürülmüş, kalan bir kısmı ise sınır boylarında görev yapar olmuştur. Düzenli ordu ile alplik sistemi son bulmamış, Türklerin İslam’ı seçmesi ile ilerleyen dönemlerde akıncılık ve alperenlik olarak yapısını değiştirmiştir.

İşte Yahya Kemal’in bu şiiri geçmişten geleceğe Alpleri, Akıncıları ve Cumhuriyet’in askerlerini, onların kahramanlık ve yiğitliğini anlatmaktadır.

M.Ö.209 yılına gelindiğinde Büyük Hun İmparatorluğu'nun kurucusu Teoman'ın oğlu Mete Han tarafından, bugünkü modern orduların düzenini teşkil eden; onluk, yüzlük sistem de denilen düzenli ordu sistemi kurulmuş ve uygulanmıştır. Bu sistemle onbaşı, ellibaşı, yüzbaşı, binbaşı gibi askeri terimler oluşmuş ve halen günümüzde de orduların temel düzeni olarak kullanılmaya devam etmektedir. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetlerinin (aynı zamanda Kara Kuvvetlerimizin) kuruluş tarihi olarak da, Mete Han'ın tahta geçiş ve düzenli orduyu kuruş yılı olan M.Ö.209 yılı kabul edilmiştir.

Mete Han M.Ö. 209 yılında tahta geçince ilk olarak ordu sisteminde değişiklikler yaptı. Emir-komuta zincirinin daha sağlıklı işlemesini, emirlerin birliklere daha kolay iletilmesini ve ordu üzerinde komuta gücünün artırılmasını  sağlamak amacı ile ordu; on ve katları şeklinde sayılara ayrılarak, birlikler bu şekilde oluşturuldu. Böylece en küçük birlik 10 kişiden oluşacaktı ve bu birliğin başında bir onbaşı olacaktı. Bunun üzerinde ise 50 kişilik birliğe kumanda eden Çavuşlar,100 kişilik birliği yöneten yüzbaşılar, 1000 kişilik birliği yöneten binbaşılar ve 10.000 kişilik birlikleri yöneten tümenbaşılar yer alıyordu. Bu birlikler boylar çerçevesinde gerçekleştirilirdi. Büyük Aile 10, Boy 100, Budun ise 1000 asker sağlamakla yükümlüydü. Bazen bu rakamlar boyların ve budunların durumlarına göre değişmeler gösterebiliyordu. Bu türlü birimler Tanhu’nun, ili 24 changa ayırmasıyla bütünleşebilirdi. Tepede sol ve sağ eligler ve her iki kanatta da on birer askeri şef vardı. Toplam sayıları iki elig ile birlikte 24'tü. Bu 24 şef içinde kağan soyundan gelen prensler ile büyük askeri şeflerin karmaşık bir hiyerarşisi bulunmaktaydı. Şefler derecelerine göre az çok kalabalık bir askeri birliğin komutanı olurlardı. Bu sistem ordu komutanının emirlerinin en küçük birliklere kadar kolayca ulaşmasını sağlıyordu ve böylece komutan ordusunu satranç oynar gibi kontrol edebiliyordu. Bu tam manasıyla profesyonel bir askerlik anlayışıydı.

Düzenli ordu aşamasından sonra da Çavuşluk Teşkilatı sürmüş ve daha etkin bir aşamaya gelmiştir. Daha çok, yönetici kademeye yakın yerlerde görev alan çavuşlar, zaman içinde düzenli ordunun da vazgeçilmez bir parçası haline gelmişlerdir.

En eski Türk devletlerinden Osmanlı’ya varıncaya kadar hemen bütün Türk Devletlerinde mevcut olan çavuşluk sistemi tam anlamıyla günümüz assubaylık kavramı ile örtüşmekte, hatta zaman zaman yetki ve sorumluluklarıyla bu kavramın ötesine de taşmaktadır. Bu çavuşluk sistemi sırf on kişi ile elli kişi arasındaki nefere kumanda eden bir yapılanma olarak değerlendirilemeyecek kadar farklı bir yapılanmadır. Örneğin bu çavuşlar Çin’e elçi olarak gönderilmektedir. Bu nedenle bu sistem ilerleyen dönemlerde iyice yerleşmiş, Selçuklu ve Osmanlılarda çok farklı görevlerde kullanılmış ve en güvenilir askerler olmuşlardır.

Buradan anlaşılacağı üzere, aslında çavuşluk müessesesi bugünkü anlamıyla assubaylık mesleğine denk gelmekte ve hemen hemen ilk kez Türkler tarafından uygulamaya konulduğu görülmektedir. Zaten Avrupa ve Amerika ordularındaki assubay yapılanmaları ile Türklerdeki assubay yapılanmalarının farklılığı da bu “Çavuşluk Teşkilatının” gelenekselliğinden ve görülen başarısından kaynaklanmaktadır. Türklerdeki Assubaylık ya da Çavuşluk yapılanması onbaşıyı kapsamazken, diğer ordularda onbaşı da assubay hiyerarşisi içinde yer almaktadır. (Osmanlının son dönemlerinde yapılan modernizasyonlarda batıdan kopya edilen assubaylık yapılanması (gedikli zabit/küçük zabit) içinde onbaşı rütbesi yer almış fakat ilerleyen dönemlerde (Cumhuriyet) bu rütbe kullanılmamış, assubaylık geleneksel yapısına geri dönüşe başlamıştır.) Ayrıca Türklerdeki assubay ve çavuşluk yapılanması ne kadar zorlanırsa zorlansın bir subay ya da subay yardımcısı yapılanmasından öteye indirgenemez.

İslamiyetten sonra Orta Asya Türk devletleri ve Anadolu Selçuklu Devleti ile Beyliklerin askerî teşkilâtı, Metehan devrinden beri süregelen askerî teşkilâtın aynıdır. Selçuklular bu askerî teşkilâtı aynen kendi bünyelerinde tatbik edip geliştirmişler ve 800 yıla yakın bir zaman İslâm dünyasında askerî ve mülkî idarelerin tanziminde örnek olmuşlardır.

Selçuklulara ait Selçuknâmelerde, serheng veya çavuş tabirlerinden her ikisi de kullanılmaktadır. Bunlar hükümdar ve saray görevlilerinden olup, posta ulaklığı ile muharebe hizmetlerinde bulunur ve daha ziyade hükümdar alaylarında mevkip’in (atlı ya da yaya giden kafile) önünde yürüyerek hizmet ederlerdi ki, Osmanlıların Divan-ı Hümayûn çavuşlarını andırırlar.

Çavuş kelimesi ve teşkilatı Anadolu Selçukluları’nda da mevcuttur. Çavuşların görevleri Büyük Selçuklulardakinin aynıdır. Bizans sarayına, sefir sıfatı ile bazı çavuşların gönderilmesi bu zümrenin ehemmiyetini göstermesi açısından önemlidir.

Büyük Selçuklu Devletinde Serheng adını alan Çavuşluk teşkilatına bir göz atarak konumuza devam edelim:

Selçuklu Ordusunda Serheng (çavuş) rütbesine sâhip bir subay gurubu daha vardır. Görülüyor ki, Serheng'ler, sarayda ve orduda olan vazifeleri dışında, ordu kademelerinde emirlerinde muayyen miktarda asker bulunan subaylık vazifesine de sâhiptirler. Fakat Serheng'lerin rütbe ve derece itibariyle saydığımız ordu kademelerinin neresinde bulunduğu hususunda kati bir neticeye varmak pek mümkün görünmüyor. Serheng'lerin, rütbe ve derece itibariyle otakbaşı’lardan ve hayl başı'lardan üstün oldukları muhakkaktır. (Kaynaklarda haylbaşı, üçtuğ ile yüzbaşılığa denk gelmekte ve uzmanlarca da böyle gösterilmektedir. Böyle olunca Çavuşluk rütbelerinin biraz karışık olsa da binbaşılığa değin uzanan bir rütbe konumunda olduğu ve özel bir statüye sahip görüldüğü değerlendirilmek zorunluluğundadır.)

Zira, büyük serheng (serheng-ı buzurg) ünvanına sâhip subaylar büyük sipah-sâlârlar (sipah-sâlârân-ı buzurg) dan sonra geçmektedir. Fakat Serheng'ler,  Hâcib'lerden üstün müdür? Emirlerinde ne kadar asker vardır? Bu suallere şimdilik kati olarak cevap verecek durumda değiliz.

Çavuşlar, ordudaki subaylık vazifeleri dışında umumiyetle inzibat işleri ile meşgul oluyorlardı: Görüldüğü  üzere, kumandanlarından Erdem'in hizmetine aldığı bir bâtmî'yi bizzat sorguya çeken Alp Arslan, çavuşlara emir vererek, sille-tokat huzurundan attırmıştı.

Suriye Selçuklu Devleti hükümdarı  Tutuş ile Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı Süleyman Şah arasındaki mücadeleye müdahale etmek üzere, Tekrit'ten Musul'a hareket eden Sultan Melikşah'ın huzuruna bir bedevî gelerek, gulâm'larından birinin mızrağını aldığını söyledi. Sultan meselenin tahkikini çavuşluk makamı (şâvuşiyye)’na havale etti. Çavuşlar gulâm'ı ve mızrağı getirdiler. Sultan gulâm'ın elinin kesilmesini emretti. Bu misâlleri daha da çoğaltmak mümkündür.

İslam devletlerinde kölelerden oluşan ve hükümdarı korumakla görevli olan Gulamlardan da Serhengliğe yükselenler vardır. Meselâ Tuğrul Bey'in gulamlarından olup, daha bu hükümdar zamanında olduğu kadar Alp Arslan ve Melikşah zamanlarında da büyük roller oynadığını gördüğümüz Sâv-Tekin, kaynaklarda Tuğrul Bey zamanında "hâdimü'l-hâşş"  ve "serheng", Melikşah zamanında ise bâzan "serheng", bâzan da “hâcib” ünvanıyla geçer (Serheng Sâv-Tekin elhâcib). Buna mukabil, aynı Sâv-Tekin bir kaynağımızda Alp Arslan zamanından itibaren emir ünvanıyla zikredilir. Verilen bu bilgiden Sâv-Tekin'in derece derece ne rütbeleri aldığını tesbit etmek mümkün oluyor:

Has Hâdim olarak saraya intisab eden Sâv-Tekin, daha Tuğrul Bey zamanında serheng'liğe, Alp Arslan zamanında hâcib'lige, daha sonra emîr'liğe yükselmişse de, Melikşah zamanında serheng ve bâzan da hâcib olarak zikredilmekte devam etmiştir. Böylece, bir emîrin menşeini tespit etmeye çalışırken, aynı zamanda gulâm'lıktan itibaren hangi rütbelerden geçerek, emirlik mevkiine yükseldiğini tespit etmiş olduk.

Serhengliğin önemini gösteren bir başka olay da kayıtlarda şu şekilde yer almaktadır: Melikşah zamanında Bağdat'a gelen meşhur Sav-Tekin (kaynakta Serheng Sav-Tekin)’i Halife'nin veziri karşıladı. Ayrıca Halife onu kabul etti. Sav-Tekin Halife'nin hilat'ına ve ihsanına nail oldu (Nisan 1084/ Zülhicce476)

Selçuklu ordusunda, bünyesi icabı, rütbe ve derece sayısı pek fazla değildi ve meselâ şimdi olduğu gibi, yüzbaşı, binbaşı, yarbay, albay, v.s. gibi, gittikçe yükselen rütbe ve derece adları pek yoktu. Gerçekten, galiba, tıpkı Sâmânoğulları devrinde olduğu gibi, Selçuklu devrinde de, rütbeler aşağıdan yukarıya doğru şöyle sıralanıyordu: Otakbaşı, veya vişakbaşı, haylbaşı (hayl: çadır)veya ser-hayl, hacib  ve nihayet emir. Otak ve başı gibi kelimelerin Türkçe oluşu, bu rütbelerin hangi menşeden olduğunu açıkça göstermektedir. Bu saydığımız rütbelerdeki kumandanlar kaçar kişinin başıydılar? Otakbaşı'ların ve haylbaşı'ların kaçar kişiye kumanda ettiklerine dair kesin bilgi yoktur. Fakat otakbaşı terkibinden anlaşıldığına göre, bu rütbede olan bir subay, bir çadır dolusu askerin, yani 8-10 kişinin, aşağı yukarı bugünkü bir manganın başı idi ve orduda ilk rütbeyi teşkil ediyordu. Çağrı Bey zamanında hacib'in kumandası altında ise, umumiyetle 50 gulam bulunuyordu. Haylbaşı, 50 kişi ile 10 kişi arasındaki bir kuvvetin kumandanı idi. Bu miktar 20 kişi de, 25 kişi de olabilir. Haylbaşı'lar, subay olarak orduda gördükleri vazifeler dışında başka vazifelerde de kullanılıyorlardı. Bazen karşımıza fetihname götüren bir ulak vazifesi ile çıkmaktadır. Kumandanlık denilecek kademe ise haciblikten başlıyordu.

Çavuş kelimesi ve teşkilatı, Selçuklulardan sonra Atabeyler ve Eyyubiler vasıtasıyla, Mısır-Suriye Memluk İmparatorluğuna geçmiştir. İmameddin İsfahani’de gördüğümüz bu kelime, Memluk devri kaynaklarında çaviş, saviş şekillerinde daima zikredilmekte ve muhtelif devirlere ait kayıtlardan onların vazifeleri hakkında yeterli bilgi edinmek mümkün olmaktadır. Ebu’l-Mahâsin’in bir kaydına göre maiyetinde çavuşlar bulundurmak hükümdarlık alametlerinden biri idi. Kahire’de sultanların, Suriye’de de sultan naiblerinin maiyetinde çavuşlar bulunurdu

Osmanlı ordusunda da Selçuklulardan devralınan yapı korunmuş ve geliştirilerek uygulanmıştır. Eski Türk Devletlerinden Osmanlı Devletine varıncaya kadar hemen bütün Türk devletlerinde mevcut olan Çavuşluk Teşkilatı, Osmanlı Devleti’nde tam anlamıyla kurumlaşarak en mükemmel şeklini almıştır. Durumu daha iyi anlayabilmek için çavuşluk teşkilatı hakkında açıklamalarda bulunmamız kaçınılmazdır.

Osmanlı Devleti’ne gelindiğinde ise kuruluşundan itibaren Çavuş kelimesi ve müessesesinin, bir Selçuklu mirası olarak mevcut olduğunu görmekteyiz. Osman Gazi’nin silah arkadaşlarından Samsa ve Samsama Çavuş’un bu ünvanı daha evvelki devirlere ait olmakla beraber, Orhan ve I. Murat devirlerinde saray ve ordu teşkilatı vücuda getirilirken, bütün Anadolu beyliklerinde mevcut olan çavuşluk müessesesi de yeni devlet düzeninde yerini almıştır.

Selçuklulardan kalan ve Osmanlı  Devleti bünyesinde varlığını devam ettiren her müessese gibi çavuşluk müessesesinin de Osmanlı Devleti’nde gelişerek ve önemini arttırarak devam ettiğini görmekteyiz. Osmanlı  öncesi Selçuklu ve diğer İslam devletlerinde sadece saray teşkilatında görme imkanı bulabildiğimiz çavuşluk müessesesini Osmanlı Devleti’nde üç ana başlık altında incelememiz mümkün olmaktadır: Divan-ı Hümayûn Çavuşları, Kapıkulu Ocağı’nda görevli Çavuşlar ve Eyalet ve Sancak Çavuşları

Divan-ı Hümayûn’da görevli çavuşlar daha ziyade divan günleri teşrifatçılık yapar ve devlet protokolünün uygulanmasına yardımcı olurlardı. Divan-ı Hümayûn çavuşlarının tecrübelileri olan gedikli çavuşlar ise devlet için önemli işlerin takibi ve uygulanması için taşraya gönderilirlerdi.

Kapıkulu Ocakları’nda işlerin belli bir düzen içerisinde yürütülmesi Çavuşbaşı ve onun mahiyetindeki diğer çavuşlar vasıtasıyla olurdu. Bu çavuşlar savaş zamanı orduda emir komuta zincirinin sağlanmasında önemli görevler üstlenirdi.

Eyalet ve sancaklarda istihdam edilen çavuşların görevleri Divan-ı Hümayûn’da görevli çavuşlarınkine benzer. Bunlar sancak divanlarında teşrifatçılık yapar ve divan dışındaki işlerin tatbikinde beylerbeyi ve sancak beyine yardımcı olurlardı.

Çavuşluk teşkilatının gelişmesi ve buna mukabil görev taksiminin belirginleşmesi ise ancak 18. yüzyılın sonlarında mümkün olmuştur. Avrupa’daki ve özellikle Fransa, Prusya ve İngiltere ordularının modern orduya geçişleriyle birlikte bugünkü anlamda assubaylık kavramı ve rütbeleri yavaş yavaş kullanılmaya başlanmış, çağın diğer devlet orduları da yenileşme çabaları içine girmiştir. Maalesef Osmanlı'da geç başlayan orduda modernleşme çabaları, o dönemlerde pek çok savaşın ve toprağın kaybedilmesine de neden olmuştur. Ayrıca ne zaman orduda yenilik yapılmaya çalışılsa, karşılığında isyan ve başkaldırmalar modernleşme çabalarını hep sekteye uğratmıştır.

Burada bir parantez açalım ve genel bir değerlendirme yapalım:

Tarihsel süreç içerisinde assubay rütbelerinin her daim subay kavramı içinde yer aldığı ve bu rütbeyi taşıyanların saygın görevler ifa ettikleri görülmüştür. Bugünkü rütbelerle kıyaslamak pek sağlıklı olmasa da genel bir fikir yürüttüğümüzde, Türkün tarihsel geleneği içinde assubay rütbelerinin binbaşıdan aşağıdaki tüm rütbeleri kapsadığını söylememiz mümkündür.

Aydın Kulak

(Kaynak gösterilerek ve yazar adı  belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.)
Kaynak

  1. http://www.nethaber.com/Haber/27172/Turk-Kara-Kuvvetleri-2005te-KURULUS/  Ötüken, 1973, Sayı: 4
  2. Eski Türk Ordusunun Genel Mahiyeti/ Prof. Dr. Saadettin Gömeç/ A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi
  3. http://www.biyografi.info/kisi/nihal-atsiz
  4. Yahya kemal Beyatlı/Akıncılar Şiiri
  5. Dede Korkut Kitabı/Prof. Dr. Muharrem Ergin/www.hisargazetesi.com/2003
  6. Modernleşme Sürecinde Ordu/Özge Gürsoy/Kocaeli Üni. İ.İ.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü/
  7. Selçuklu’dan 27 Mayıs’a Ordunun Tarihi Dönüşümü/ Sinan TAVUKCU, Araştırmacı-Yazar
  8. Türk Kültür Tarihinde Spor/Balıkesir Üni. Çalışması/ http://www.kultur.gov.tr/portal/turizm_tr.asp?belgeno=32117
  9. XVI. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Çavuşluk Teşkilatı/Fırat Üni. Sosyal Bilimler Dergisi Cilt-12, sayı-2, Sayfa:395-420 Elazığ-2002/Ümit KOÇ/Fırat Üni. Fen Edb. Fak. Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi
  10. İslamiyet Öncesi Türk Destanlarının Tarihi Açıdan Değerlendirilmesi/ Gülşen İnci Yılmaz/Yüksek Lisans Tezi/ Ankara Üni. S.B.E. Tarih A.B.D./ Ankara-2006
  11. Türklere Özgü İlk Kaynaklarda “İnsan” Görüşünün Temelleri/ Dr. Nusrettin Yılmaz/A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Ens. Dergisi/ Sayı:25 / Erzurum-2004
  12. Alp Arslan Zamanı Selçuklu Askeri Teşkilatı/ Mehmet Altay Köymen
  13. Osmanlı Ordusunda Çocuk Askerler Meselesi/Yrd. Doç. Dr. Ahmet Yaramış/ Afyon Kocatepe Üni. Fen Edb. Fak. Tarih Böl.
  14. İlhanlı (İran Moğolları) Ordusunda Hiyerarşi: Askeri Yetkililer ve Nitelikleri/ Mustafa Uyar/ Ankara Üni. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi-49,1 (2009) 33-47
  15. Türk Siyasal Kültüründe Devlet Anlayışı/Adnan Güney/S. Demirel Üni. S. B. E. Kamu Yönetimi A. B. D.
  16. Türk Ordusunun Tarihsel Kaynakları/Mevlüt Bozdemir/Ankara Üni.S.B.F. Yayını/Ankara-1982
  17. Kutadgu Bilig’e Göre Türk Savaş  Sanatı/Dr. Erkan Göksu/Kırıkkale Üni. Fen Edb. Fak. Tarih Böl.
  18. Avrupa’daki Çocuklarımız  İçin Türk Tarihi/Birinci Kitap/Hamza Eravşar/Yumak Eğt. Ve Kültür
  19. Astsubaylığın Tarihçesi/Ayhan YILDIRIM/
  20. http://www.jandarma.tsk.tr/birlikler/bando/bandoic.htm (Bayan Asb. Alımı)
  21. Çıraklık Eğitiminin “Osmanlı Dönemi” Durumu/Yrd. Doç. Dr. Ali ŞHİNKESEN/Ankara Üni. Öğretim Görevlisi/
  22. Şanlı Bahriye/ Nejat Gülen/Kastaş yayınları/03-2001
  23. İkinci Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri/Prof.Dr. Mustafa Ergün/ Ocak 1996-Ankara
  24. Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi/Enver Ören/İhlas Matb. A.Ş.
  25. DAMYO İnternet Sitesi
  26. http://www.milliyet.com.tr/2001/01/18/yazar/pulur.html (Nazım Hikmet ve Donanma Davası)
  27. TSK siteleri/Kuvvet Komutanlıkları siteler
  28. Assubaylığın Kronolojisi/Aydın Kulak/www.emekliassubaylar.org
  29. Milliyet Gazetesi Arşivleri
  30. Hürriyet Gazetesi Arşivleri
  31. İsmail ONARLI/ Toplumsal Barış Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 5, Eylül 2004, s.16-18/ www.emekliassubaylar.org
  32. Astsubay Hazırlama Okulları İncelemesi/Öğr. Alb. Mehmet Sırrı Bekişli (Çok Progr. Astsb. Hzl. Ok. K.lığı )
  33. Deniz Astsubay Hazırlama Okulu 1981-82 Yıllığı
  34. Emret Komutanım/M.Ali BİRAND/Milliyet Yayınları/Ekim 1986-Kasım 1986
  35. ABD ve İngiliz NCO siteleri (Warrant Officer)
  36. Bazı Çingiz Yasalarının Tarihi ve Sosyal Dayanakları/Prof. Dr. Saadettin Gömeç/A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fak. Öğr. Üyesi
  37. Modern Eğitim Kurumlarının Batılılaşma Dönemindeki Gelişimi/Okutman Yakup Göktaş/A. Ü. K.K. Eğt. Fak.
  38. Sultan Abdülaziz’den Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlı Donanması/Dr. Mehmet Beşirli/Gaziosmanpaşa  Üni. Öğr. Üyesi/2004/A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi
  39. Osmanlı Bahriye Teşkilatında Reform Çabaları/Levent Düzcü/Gazi Üni. S.B.E. Tarih ABD./Akademik Bakış-2009
  40. Osmanlı Devletinde Islahat Hareketleri ve Batı Medeniyetine Giriş Gayretleri/Dr. Mehmet Karagöz/İnönü Üni. Öğr. Gör.
  41. İptidai’den Darülfünun’a Mektep Hayatı/Necdet Sakaoğlu/Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi/
  42. Türkiye Tarihi-III/IV/Cem Yayınevi/
  43. Tanzimat Dönemi Osmanlı  Eğitim Sistemi ve Kurumları/Yrd.Doç.Dr. Fatma Ürekli/Kırgızistan Türkiye Manas Üni.Öğr.Üye.
Sayfa 2 / 2
genclige-hitabe

Son Yorumlar

Son Eklenen Mesajlar

SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN Her şeyin gönlünüzce gerçekleşeceği; sağlık, başarı ve mutluluk dolu nice yıllar diliyoruz. SİTE VE ASSUBAY GÜÇ BİRLİĞİ YÖNETİMİ
Pazar, 31 Aralık 2023
SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
Baş öğretmenimiz ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi şahsında tüm öğretmenlerimizin ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN... Demokrasinin, adaletin, huzurun ve refahın hakim olduğu nice öğretmenler günü kutlamak dileklerimizle sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz.
Cuma, 24 Kasım 2023
SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
BAĞIMSIZLIK SAVAŞIMIZIN KAHRAMANI, LAİK, DEMOKRATİK CUMHURİYETİMİZİN KURUCUSU, EBEDİ ÖNDERİMİZ VE BAȘKOMUTANIMIZ BÜYÜK DEVRİMCİ GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü BEDENEN ARAMIZDAN AYRILIȘININ 85. YILINDA SAYGI, ÖZLEM VE ŞÜKRANLA ANIYORUZ... RUHU ŞAD, MEKANI CENNET OLSUN. 10 KASIM 1938 ! Bir devre damgasını vurmuş, dünyanın gidişatını değiştirmiş, yalnızca ya...
Cuma, 10 Kasım 2023

Son Eklenenler

Copyright © 2006 Emekli Assubaylar. Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım İhsan GÜNEŞ