Asubay Tefrikası 6-2 Aldatanlar Ülkesinin Aldatılmaya Doymayan Askeri; Asubaylar
Asubay Tefrikası -6-‘nın birinci kısmını teşkil eden makâlemiz ile; Türkiye’nin en çok aldatılan insanlarının kimler olduğuna dâir Epeyi bilgi edinmiş idiniz. Lâkin, Kırmızı buğday niyetine tarladan değil fakat Dağarımızdan binbir emek ile derleyip de İrili ufaklı binlerce kelimeyi sabır değirmeninde şevk ile un eyleyerek Bunca zamândan beri sinemde biriken ter ile yoğurdukdan sonra Ekşi mayalı, mis kokulu çıtır ekmekler pişirip Agaya beleş! düsturu ile kapınıza kadar bilâ ücret ulaşdırsak da Varın, siz o makâlemizdeki kelimelerin hiçbirisine kulak asmayın! Asubay Tefrikası -6-‘nın ikinci kısmını terkip eyleyen işbu makâlemizde, Aslında bugün sâdece bir tek bilgi öğreneceksiniz, inşallah! * * * * *
Asubaylığın teşkil edilmesindeki sinsi maksadı fâş eylemek, bu makâlemizin elbetde yegâne hedefi değildir! Özü itibârı ile bugünkü mevzuâtımıza göre “astsubay” olarak tesmiye etdiğimiz askerlerin, Memleketimizin en çok aldatılan vatandaşları olduğunu belgeleri ile gözler önüne sermek sûreti ile Asubayların aldatılmasının perde arkasını tam olarak görmek Ve dahi “Gedikli” isimi verilen asker sınıfının donanmamızda teşkil edilmesindeki gizli maksadı ortaya çıkartmak için yazdığımız bu makâlemiz aynı zamânda; “Astsubay” denilen asker sınıfının ordumuzda teşkil edilmesine karşı duran dar kapsamlı bir “reddiye”’dir.
* * * * *
Ellerini açıp başını göğe doğru çeviren Oğuz Kağan İkibinikiyüzyirmibeş sene evvelinden şöyle duâ etdi;
Ulu Tengri! Gök Tengri! Gözel Tengri; Türk toprağında hürler yaşasın! Ȃdâlet hüküm sürsün sâdece! Türk yurdunda yoksulluk o kadar azalsın ki Fakirlik suç sayılsın!
Türk atası Oğuz Kağan;
Gök Tengri’ye işde, böyle yalvardı!
|
* * * * *
Kendisini ziyârete gelen Romanya Dış Bakanı Vicktor Antonesko ve hanımı şerefine yemek vermek için 16 Mart 1937 Salı akşamı Ankara Park Otele giden Birinci Cumhurbaşkanı ATATÜRK, Yemekler yenir iken sohbetin koyu bir deminde Romanya’lı misâfirlerine şöyle dedi.
|
* * * * *
Ve dahi
Peki,
Bizim devletimizin kimi adamları ve zâbitânı, “Astsubay” dedikleri uyduruk askerlere geçen asırlarda;
Ve daha da mühimi
Bu suâllerin cevâbı da işbu makâlemizin “ast” başlıkları olacak, inşallah!
Asubay Tefrikas -6-‘nın ikinci kısmını terkip eden konumuza sayfalar dar geldi.
Bu sebepden dolayı ikinci kısmı üç “ast” başlık altında neşredeceğiz.
Bunlar;
Eski Tüfek’den bugünlerde, buralarda öğreneceğiniz bilgiler karşısında
Şaşırmakdan da öte,
Afallayacaksınız!..
* * * * *
Asubay dedikleri asker sınıfının ihtiyâçlar silsilesindeki yerini anlamak için
İltifât buyurursanız şâyet
Evvelâ Deniz Asubaylığının ordumuzdaki târihine doğru ve kısaca bir nazâr eyleyelim.
Genelkurmay Başkanlığı MSB diyor ki; Berrî (Kara) Ordumuzu, M.Ö. 209 senesinde teşkil etdik.
Bahrî (Deniz) Ordumuzu, 1081 senesinde teşkil etdik. |
Deniz Harp Okuluna menşe teşkil eden “Hendesehâne” isimli mektebi, 1776 senesinde teşkil etdik. Kara Harp Okuluna menşe teşkil eden “Mekteb-i Ulûm-i Harbiye”’yi de 1834 senesinde teşkil etdik. |
Harp Okullarımız hizmete açılmadan evvel Osmanlı Ordularımızda iki sınıf asker mevcut idi;
1. Nefer (Gönüllü/Kur’alı) 2. Zâbit (Alaylı)
|
Aynı cümleden olmak üzere gene bu târihlere kadar komutanlarımızın hemen hepsi “alaylı” idi.
Erlikden terfili başkomutanlarımızın sevk ve idâre etdiği kara ve deniz ordularımız,
Asırlar boyunca zaferden zaferlere koşdu...
Üç kıtayı yurt, denizleri göl eyleyen devletimizin yüzölçümü, 21 milyon kilometre kareye kadar genişledi.
Fakat, şu tuhaflığa bakınız ki;
Avrupa devletlerinden örnek aldığımız “harp okullarının” memleketimizde açılması ile birlikde,
Berrî ve bahrî ordularımız, muharebelerde düşmân karşısında peşpeşe mağlub edilmeye başladı.
Ve bu sözde ve şâibeli “garblılaşma” neticesinde bir şey daha oldu;
Ordumuzda çok tehlikeli bir “sınıflaşma” ve “kastlaşma” başladı...
Açdığımız her yeni asker mektebi, kendine özgü yeni ve ayrı asker sınıfları doğurdu!
“Er ve zâbit”’den müteşekkil Osmanlı Devletinin iki sınıflı kavi ordu yapısını
İlk defâ teşkil etdiğimiz “gedikli” sınıfı ile 1890 senesinde, Bahrî ordumuzda bozduk!
İlk defâ teşkil etdiğimiz “küçük zâbit” sınıfı ile de 1909 senesinde, Berrî ordumuzda bozduk!
Peki,
Ordularımızın iki sınıflı sağlam bünyesini bozmak bahâsına icâd etdiğimiz bu “ara sınıf” askerleri,
Paslı bıçak gibi ordumuzun döşüne saplayan beyaz zâbitân heyetimizin,
Bu “ara sınıfları” peydahlamasındaki gizli maksadı ne idi?
* * * * *
Gülgûn şarap, gül kokulu güzeller, yeşil çimen, bir somun da ekmek dedin hep;
Ey Hayyâm! Sana ayyaş diyenler utansın! Sen, güzel adammışsın be!
Sen sofusun, hep dinden dem vurursun;
Bana sapık, dinsiz der durursun.
Peki, ben ne görünüyorsam O’yum:
Ya sen? Ne görünüyorsan O musun?
* * * * *
Ordularımızdaki bu tehlikeli “kastlaşmanın” sebebini anlamak için
Evvelâ ordularımızdaki “sınıflaşmayı” ve bu sınıflaşmanın getirdiği “bölünmeyi” anlamalıyız!
Bölünmeyi iyi olarak anlar isek şâyet bölünmenin sebebi de kendiliğinden zuhûr eyleyecek, inşallah!
Ordumuzun kaşar dilimi gibi ince ince ve “sistemli” olarak sınıflara bölünmesini fâş eylemeye
Benim de eski bir mensûbu olduğum Donanmamız (Deniz Kuvvetleri) ile başlayalım...
* * * * *
A. Donanmada “Gedikli”, “Gedikli Zâbit” ve “Küçük Zâbit” Sınıflarının Teşkil Edilmesinin Sebebi;
Donanmamıza “kastlaşma” ve “bölünme” getiren ilk tâbirât da târih sırasına göre şunlar;
Bu tâbirâtı donanma ıslâhımıza dâhil eden Nizâm/Kânunnâmeler de gene târih sırasına göre şunlar;
1. 1701 Donanma Kânunnâmesi,
2. 1792 Donanma Kânunnâmesi,
3. 1890 Gedikli sınıfı Nizâmnâmesi,
4. 1913 Efrâd, Küçük Zâbit ve Gedik Zâbit Nizâmnâmesi.
* * * * *
İsimlerini yukarıda zikretdiğimz Donanma Nizâmnâmelerini târih sırasına göre şöyle bir görelim hele!..
1701 Donanma Kânunnâmesi;
Bahriyemize özgü olan “gedik” tâbirine ben ilk kez, donanmamızın ilk kânunu olan 1701 Donanma Kânunnâmesinde rastladım. Bu kânunnâmede “nefer”, “aga”, “reis”, “ümerâ”, “zâbit”, “gedik” ve “donanma gedikli zâbitliği” tâbirâtı var. Bu dönemde donanmamızda mektep henüz yok idi. Mekteb olmadığı için gemi tayfasının handiyse tamâmı okuma-yazma dahi bilmiyor idi. Gemicilik mesleği “usda-çırak” esâsına göre ezbere öğreniliyor idi. 1701 Kânunnâmesinden de anlaşılacağı üzere “gedikli” ve “gedikli zâbit” tâbirâtının donanmamız ıstılâhına 1701 senesinde girdiğini görüyoruz. Bu kânunda ”gedik”lerin ne olduğu ve bu “gedik”lerde hangi “zâbit”’lerin görev yapacağı açıklanmış. Fakat o dönemde donanmamız tayfası arasında henüz belirgin bir “sınıflaşma” yok! Bir başka ifâde ile “gedik”lerde görev yapan “zâbit” tayfasının tamamı, tek sınıf olarak teşkil edildi.
Bu dönemlerde donanma gemilerimizde en düşük rütbe ile göreve başlayan bir tayfa,
Kâbiliyetine ve celâdetine koşut olarak o gemiye “reis” olabiliyor idi.
Buna en güzel örnek ise “palabıyık” lakablı Cezâyirli Gâzi Hasan Paşa’dır.
Tekirdağlı bir tüccarın âzâd etdiği bir köle olan
Ve dahi
Cezâyir’deki korsan gemilerinde tayfalık yapdıkdan sonra
1761 senesinde Osmanlı donanmasında “kalyon kaptanı” olarak gemiciliğe başlayan Hasan,
Kaptan-ı Deryâ (Deniz Kuvvetleri Komutanı)’lığa kadar terfi edebilmiş idi.
* * * * *
“Gedik” ve “gedikli” kelimelerinin anlamını öğrenmek için de sözlüğe bakdık!
TDK, ilk Türkce sözlüğünü 1944 senesinde neşretdi. Bu sözlüğümüze göre “gedik” ve “gedikli” ne demek imiş, buyurun görelim;
Hazır, TDK’ya gitmiş iken bir de “asubay” kelimesine bakalım dedik!
Çift “s” ile yazıldığına bakmayın siz!
Cumhuriyetimizi;
"Asubay" kelimesini 1944 senesinde TDK sözlüğüne böyle çift “s” ile yazan gerzeklerin;
Ve dahi
|
* * * * *
Gedikliler ve Ȃdem SERT isimli makâlemizde 17 Şubat 2017 Cumâ günü fâş eylemiş idik!
Bu hakikâti bugün burada bir kez daha tekrâr edelim. Gerek 1701, gerekse aşağıdaki bölümde bahsedeceğimiz 1792 Donanma Nizâmnâmelerinden ortaya çıkan çarpıcı hakikât şudur;
Bugün “çavuş” ve “başçavuş” olarak bildiğimiz ve "astsubay" sınıfına özgü olan “rütbe isimleri”, bu kânunnâmelerde “gedikli zâbit” sınıfına dâhil olan tayfaları temsil ediyor idi. Bir başka ifâde ile Deniz Kuvvetlerimizde bugün “subay ve asubay” olarak bildiğimiz asker sınıflarının her ikisi de 1701 ve 1792 kânunlarına göre “gedikli zâbit” idi.
Bugünkü mevzuâtımızda “astsubay” dediğimiz biz askerlere “gedikli” diyerek tahkir ve tezyif etmeye yeltenen târih câhili, yalancı, bölücü ve şerefsiz subaylarımız bu hakikâti öğrensinler!
|
* * * * *
1792 Donanma Kânunnâmesi;
Osmanlı Donanmasına çeki düzen veren ikinci kânunnâme ise 1792 kânunnâmesidir. “Gedikli” kelimesine de ilk defâ bu kânunnâmede rastladım. 11 Temmuz 1792 târihinde meriyyete konulan bu kânunnâme ile donanmamızda ilk kez bir sınıflaşma başladı. Bunun sebebi de 1776 senesinde “hendesehâne” ismi ile ilk bahriye mektebinin teşkil edilmesi ile birlikde donanmamızda “mektebli zâbit” döneminin başlamasıdır. “Hendesehâne”den mezûn olan zâbitânın gemilerde göreve başlaması ile birlikde, donanmadaki tayfa sınıflarından birisi bu kez “zâbit” ya da “gedikli” olarak tesmiye edildi. Buradaki “gedikli” kelimesinin anlamı ise bugünkü “muvazzaf” kelimesinin ta kendisidir. 1792 Donanma Kânunnâmesi ile tayfalar, aşağıda görülen dört sınıfda tasnif edildi;
Yukarıda söz etdiğimiz donanma tayfalarından;
Birinci sınıfa dâhil olanlar “gedikli (dâimî)” bugünkü anlamı ile “muvazzaf” tayfa,
Diğer üç sınıf ise “muvakkat (geçici/mevsimlik)” bugünkü anlamı ile “sözleşmeli” tayfa idi.
“Gedik” ve “zâbit” kelimelerinin 1792 senesinden sonra meriyyete konulan nizâmnâmelerde “zâbit gediği” ve “gedikli zâbit” şekline tebdil olunarak bugünkü “gedikli zâbit” tâbirine evrildiğini görüyoruz.
* * * * *
Yeri gelmiş iken târih uğrusu zâbitânımızın yapdığı bir târih sahtekârlığını burada teşhir edelim. Bugün bildiğimiz “subay” sınıfının bir zamânlar “gedikli zâbit” olduğunu beyaz subaylarımız hep inkâr ederler. Bakınız, aşağıda iki kitabdan sayfalar var. Donanma gedikli zâbitliğinden bahseden soldaki kitab, bir doktora tezi olarak yazılmış. Bu bilim adamı, kaynak olarak aldığı makâlede ne gördü ise aynısını kitabına almış.
Fakat sağ tarafda gördüğünüz kitabı Genelkurmay Başkanlığımız, Naci ÇAKIN ve Nafiz ORHON isimli emekli iki zâbitine yazdırmış.
Şöyle bir mukâyese ediniz, bakalım!
Her iki kitabı yazan şahıslar; bu sayfalardaki bilgiyi, kendisi emekli bir bahriye zâbiti olan Safvet’in 1913 senesinde neşretdiği “1205’de Donanmamız” isimli makâlesinden almış.
Fakat beyaz zâbitân heyetimiz, nasıl da âdice bir “târih uğruluğu” yapmış, yukarıda siz kendiniz görünüz!
Ordumuzun “Gedikli Erbaş” isimli asker sınıfı hakkında Genelkurmay Başkanlığımızın çevirdiği tezgâhı
Gedikli Erbaş Sahtekârlığı isimli iki bölümlü makâlemiz ile 09 Ocak 2015 Cuma günü fâş eylemiş idik!
“Gedikli zâbit” ve “gedikli subay” tâbirâtının Türkce söz dağarımızdan silinmesi konusunda Türk Dil Kurumu ve Genelkurmay Başkanlığımızın çevirdiği çok sinsi bir kumpas var ki,
Bu tezgâhı çevirenlerin etinden et kopartacağımızı da bilsinler!
* * * * *
Çavuş Mustafa Kemâl! isimli makâlemizde 09 Mart 2016 Çarşamba günü ile fâş eyledik! Kara Harp Okulu talebelerine “sınıf çavuşu” ve “sınıf başçavuşu” gibi rütbeler veriliyor idi. 1889 senesinde Pangaltı’daki Harbiye Mektebine kayıt olduğu gün Mustafa Kemâl efendi de sınıfının “çavuşu” oldu.
Aynı durum Bahriye Mektebi (Deniz Harp Okulu)’nde de mevcut idi. 1897 senesinde yapılan bir düzenleme ile günlük faaliyetin müfredâta uygun olarak tatbik edilmesine yardımcı olması için her sınıfın kâbiliyetli talebeleri arasından birer “sınıf onbaşısı” ve “sınıf çavuşu” tefrik edilir idi. Beyaz subaylarımızın tertiplediği Deniz Harp Okulunun “resmî ve fakat düzmece” târihcelerinde bunlardan tek kelime bahsetmezler.
Yukarıda gördüğünüz bilginin kaynağı da Şakir BATMAZ’ın 2002 senesinde hazırladığı şu doktora tezidir.
* * * * *
Donanmamızın başına tüneyen soyu bozuk beyaz zâbitânımız;
Zamâna yayarak sinsice çıkardıkları elvân çeşit kânun ile
Donanma ordumuzu “sistemli” bir şekilde, birbirini anlamayan, sevmeyen ve güvenmeyen sınıflara böldüler.
Vatan hâini ve garbperest beyâz zâbitân heyetimizin sokduğu bu fitne ve irticâdan sonra
Osmanlı Donanması denizlerde bir daha gâlibiyet yüzü görmedi...
Donanmamızın şanlı târihindeki o ihtişâmlı günlerine tekrâr dönmesinin biricik şart vardır; Yekpâre ve sınıfsız orduyu esâs alan 1701 Donanma Kânunnâmesini ihyâ etmek! |
Donanma Gediklisine dâir olarak bu bilgiyi ben,
Kendisi de bir donanma zâbiti olan Safvet’in 1913 senesinde neşretiği “1205’de Donanmamız” isimli makâlesinden iktibâs eden kitaplardan aldım.
Donanma târihimiz hakkında çok kıymetli bilgiler ihtivâ eden ve eski türkce yazılmış 8 sayfalık bu makâleyi,
Bugüne kadar 105 sene geçmesine rağmen Deniz Kuvvetleri Komutanlığımız bugüne kadar hâlâ Türkceye tercüme etmedi.
* * * * *
Donanmamızın zâbit hâricindeki asker sınıflarını doğru ve tam olarak anlayabilmek için
Konuya girmeden evvel üç hususda doğru bilgileri fâş eyleyelim. Bu konularımızın başlıkları şunlar;
1. “Gedikli” sınıfının teşkil edilmesi ve donanmamız askerî silsilesindeki yeri.
2. “Gedikli zâbit” sınıfının teşkil edilmesi ve donanmamız askerî silsilesindeki yeri.
3. “Küçük zâbit” sınıfının teşkil edilmesi ve donanmamız askerî silsilesindeki yeri.
* * * * *
1. “Gedikli” sınıfının teşkil edilmesi ve Donanmamız askerî silsilesindeki yeri;
1792 kânunnâmesini hâriç tutar isek şâyet donanmamızda “gedikli” isimli asker sınıfı, ilk kez 1890 senesinde ihdâs edildi. 1792 kânunnâmesi ile teşkil edilen “dört sınıflı” teşkilâtın yerini, 1850’lerde “iki sınıflı” bir teşkilâta bırakdığını görüyoruz. Bunun sebebi de Osmanlı Bahrî ve Berrî ordularında kur’a esâsına dayalı “mükellef” askerliğin başlamasıdır.
Osmanlı donanmasında 1792 kânunnâmesi ile teşkil edilen “dört sınıflı” teşkilâtın yerini, "mükellef" askerliğin ihdâs edilmesi ile birlikde 1846 senesinde “iki sınıflı” bir teşkilâta bırakdığını görüyoruz. İşde, bu sebepden dolayı 1890 senesine kadar Bahrî ordumuzda aşağıda gördüğünüz şu iki sınıf bahriye askeri mevcut idi;
1. Mükellef Er
2. Muvazzaf (Alaylı/Mektebli) Zâbit
Bu iki sınıf askerin bugünkü sınıflarını, biliyoruz; “Zâbit ve Er." 1890 senesinde meriyyete konulan nizamnâme ile,
Donanmamızda “zâbit ve efrâd arasında” olmak üzere “gedikli” ismi ile “orta kademe” yeni ve "üçüncü" bir asker sınıfı ihdâs edildi.
1890 Nizamnâmesinin irâde buyurulması ile birlikde, bu seneye kadar donanmanın (dâimî, muvazzaf) askerlerini târif eden “gedikli” kelimesi yeni bir anlam kazandı. Beyaz zâbitân heyeti, “gedikli” kavramından “zâbit” rütbelerini ayırdı. Ve böylece zâbitân heyetimiz, “gedikli” olarak anılmakdan kurtuldu! “Gedikli” unvânını; tıpkı zâbit gibi muvazzaf olarak çalışan, zâbitin yapdığı her işi yapan hattâ yapmadığı işleri de yapan ve “çavuş, başçavuş” gibi rütbeleri de kapsayan bu yeni sınıf donanma askerlerinin sırtına yükledi. 1890 senesinde bu “gedikli” sınıfı, bugünkü anlamı ile “asubay” dediğimiz asker sınıfının ta kendisidir. Bu sınıfın akibetini, makâlemizin aşağıdaki bölümlerinde anlatacağız.
* * * * *
1890 Nizamnâmesinde çok sayıda “gedikli” kelimesi var. Ve fakat “gedikli zâbit” tâbiri hiç yok! Bu nizamnâmeyi hazırlayan donanma zâbitân heyeti nuh demiş, peygamber dememiş. Ve “gedikli” kelimesi ile “zâbit” kelimesini bir kez bile olsun yanyana kullanmamışlar! Gerek 1701, gerekse 1792 Donanma nizamnâmelerinde Osmanlı Donanma gemilerininin “dâimî/muvazzaf” tayfasını târif etmek için “zâbit” kelimesi ile aynı anlamda kullanılan “gedikli” tâbirinin, 1890 nizamnâmesi ile sinsice bir “ameliyata” tâbi tutulduğunu ve “zâbit” tanımından dışlandığını görüyoruz.
1890 Gedikli Nizamnâmesinin bir özelliği daha var; “zâbit” anlamına gelen “gedikli” tâbiri ile “zâbit” tâbiri arasındaki anlam bağını kopartdılar! Osmanlı Donanmasında kullanılmaya başlandığı senelerden beri gemilerin devâmlı çalışan tayfasını târif etmek için hem “gedikli” hem de “zâbit” sözcükleri kullanılır idi.
Fakat 1890 Gedikli Nizamnâmesi ile;
1890 Gedikli Nizamnâmesi ile böylece;
Donanmamıza özgü tâbirât olan “gedikli” ve “zâbit” kelimeleri üzerinde yapılan “ameliyatı” şöyle özetlemek mümkün.
1701 senesinden beri donanmamızda anlamdâş olarak yek diğerinin yerine ya da birlikde kullanılan bu iki tâbiri donanma zâbitânımız, tam 190 sene sonra birbirinden ayırmış;
Ve dahi
Lâkin,
Hakikâtin er ya da geç, kendini teşhir etmek tıyneti vardır, değil mi?
Şahsen ben, hakikâtin kendisi olmasam da
O hakikâtin "sesi" olarak fâş eylemeye mecburum!
İşde,
Zamân, şimdi teşhir zamânıdır!
Kânunnâmemize girdiği 1701 senesinden beri Donanmamızda tam 190 sene birlikde yaşayan “gedikli zâbit” zencirini Vatan hâini ve bölücü beyaz zâbitân heyetimiz, 1890 senesinde kırdılar. |
Kırdıkları “Gedikli Zâbit” zencirinden de ortaya aslında; “tek gövdeli ve fakat iki başlı” şöyle iki sınıf asker çıkartdılar! |
Donanmamızın beyaz zâbitân heyeti, derenin guşunu, o derenin daşı ile vurmuşlar! Helâl olsun vallahi!..
1890 Gedikli sınıfı nizamnâmesi ile donanmamıza kazandırılan(!) bir tâbir daha var; “sergedikli” ya da “başgedikli.” Gediklilerden fevkalâde hizmet edenlerin “sergedikli/başgedikli” rütbesine terfi ettirileceği, bu sayının da 10’u geçemeyeceği yazıyor. Bir başka ifâde ile “sergedikli/başgedikli” rütbesi, donanma “gedikli” sınıfına dâhil olan muvazzaf askerlerin en yüksek rütbesi idi.
* * * * *
2. “Gedikli Zâbit” sınıfının teşkil edilmesi ve Donanmamız askerî silsilesindeki yeri;
Donanmamız “gedikli zâbit” sınıfı hakkında 1913 ve 1914 senelerinde olmak üzere iki kânun tertip edildi.
a. 1913 senesinde teşkil edilen Gedikli Zâbitlik;
Deniz Kuvvetlerimizde bugün “astsubay” unvânı ile bildiğimiz asker sınıfının, “resmî ve düzmece” târihcelerde 1890 senesinde teşkil edildiği söylenir. Bize de böyle yutdurmaya çalışırlar. Fakat asubaylığa nüve teşkil ilk mektebin târihini biraz daha gerilere götürmek mümkün. Deniz Kuvvetlerimizin “târih uğrusu” beyaz subayları bu hakikâti çok iyi bildikleri hâlde deniz asubaylığının târihini 1890 senesinden başlatırlar. Konuyu uzatmamak için ve “şimdilik” şerhi ile bu meseleyi bir kenara bırakalım. Ve Deniz Kuvvetlerimizin “resmî ve fakat uydurması” 1890 senesi ile yolumuza devâm edelim.
1890 senesinde teşkil edilen ilk “gedikli” sınıfının 1900’lü senelerde iflâs etmesinden sonra 1913 senesinde meriyyete konulan muvakkat (geçici) bir kânun ile “gedikli” sınıfı ikinci kez teşkil edildi.
1913 nizamnâmesi ile teşkil edilen “gedikli” sınıfı, “zâbit” sınıfına dâhil idi. Coni ordusunda “warrant officer” denilen asker sınıfının ta kendisi idi.
Bir senelik tecrübeden sonra, 1915 senesinde tatbikata konuldu. 1429 sayılı sayılı kânun ile de bu “gedikli zâbit” sınıfı 1929 senesinde lağv edildi.
Sebebi mi? Gâyet basit!
Beyaz zâbitân heyetimiz, gedikli zâbitânı kendileri için çetin bir rakip gördü de ondan...
İşde, belgesi...
İslâmiyeti kabul etdikden sonra bir gün Hz. Ömer (ra) şöyle der; ''Cahiliye döneminde yaptığım iki şey vardır ki hatırladığımda birisi beni güldürür, diğeri ise ağlatır!
|
|
Bilge bir subay olan ve deniz târihimiz hakkında kıymetli kitaplar yazan emekli Tümamiral Afif BÜYÜKTUĞRUL;
Ve dahi
|
Bugüne kadar yazdığı târihce kitaplarında kimi târihci asubay meslekdaşlarımızın bizlere;
“Astsubay”, “Küçük zâbit” Ya da “Gedikli küçük zâbit”
Diye yutdurmaya tevessül etdiği soldaki resimde gördüğünüz "ispaletli" ve "kılıçlı" bahriye askeri aslında, Sayın BÜYÜKTUĞRUL’un 1967 senesinde yazdığı kitabın yukarıda gördüğünüz 52’nci sayfasında bahsetdiği "Zâbit" sınıfına dâhil olan Ve dahi 1492 sayılı kânun mucibince 1929 senesinde tasfiye edilen “bahriye gedikli zâbitliğinin” son temsilcisidir. |
Bahriye gedikli zâbitlik konusunda bizim beyaz zâbitân heyetimizin yapdığı bu alicengiz oyununa bakınca,
Benim de aklıma şimdi, Hz. Ömer (ra)'in yukarıda okuduğunuz şu hazin kıssası geliverdi...
İngiliz Bahriyesi’nden aşırdıkları “Gedikli Zâbitliği” bizim beyaz zâbitân heyetimiz, İyi taraflarını guşa çevirdikden sonra kendi bahriyemizde teşkil etdiler.
Fakat kendi elleri ile yapdıkları bu asker sınıfını beyaz zâbitânımız; Sırf kendilerine rakip olarak gördükleri için gene kendi elleri ile yediler.
Sadr-ı âzam daşşağından düşme bizim bahriye zâbitânımız;
Ve dahi
İşde bu sebepdendir ki bahriye zâbitân heyetimiz; Dikensiz gül bahçesine çevirdikleri Deniz Kuvvetlerimizde 1929 senesinden beri tam anlamı ile tatlı bir saltanât sürüyorlar...
|
b. 1914 senesinde teşkil edilen "Küçük Zâbitlik" ve "Gedikli Zâbitlik";
1914 senesinde meriyyete konulan muvakkat (geçici) bir kânun ile Osmanlı Donanmasında;
“Küçük zâbit” ve “gedikli zâbit” sınıfının her ikisi de ikinci kez teşkil edildi.
Bir senelik tatbikatdan sonra 1915 senesinde meriyyete konulan yeni bir kânun ile 1914 nizamnâmesi tasdikan kabul edildi ve meriyül icraya konuldu.
Böylece hem “küçük zâbit" sınıfı hem de “gedikli zâbit” sınıfı, “muvazzaf” birer asker sınıfı hâline getirildi. “Gedikli zâbit” sınıfı, aynı nizamnâme ile teşkil edilen “küçük zâbit” ve “mühendis” (teğmen)’in mafevki ve fakat “zâbit” sınıfının ise mâdûnu idi. Bir başka ifâde ile 1914 senesinde teşkil edilip 1915 senesinde “muvazzaf” (dâimî) hâle getirilen “gedikli zâbit”, “zâbit” ile “küçük zâbit” arasında yer alıyor idi. Ve İngiliz Bahriyesindeki “warrant officer” denilen asker sınıfının aynısı idi. Çünkü Bahriyemiz, İngiliz Bahriyesinin kendi Deniz Harp Okulunda 1905 senesinde tatbik etmeye başladığı eğitim/öğretim müfredâtını 1909 senesinde aynen tatbik etmeye başladı. Ve hattâ Bahriye Mekteblerimize İngiliz hocalar ve müdürler tayin etdi. Deniz Asubaylığının 125’inci kuruluş sene-i devriyyesi vesilesi ile Deniz Kuvvetleri Komutanlığının 2015 senesinde neşretdiği aşağıda gördünüz târihce’de bile bu önemli meseleyi doğru anlatamamışlar. “Gedikli zâbit”liğin, “küçük zâbit” (astsubay) olduğunu yazmış gerzekler.
1914 nizamnâmesi ile muvakkat (geçici) olarak teşkil edilip 1915 nizamnâmesi ile “muvazzaf” yapılan ve “zâbit” sınıfına dâhil olan “gedikli zâbit” sınıfı, donanmamızdaki mevcudiyetini 1929 senesine kadar devâm etdirdi.
Bu sene içinde kabul edilen yeni bir kânun ile;
Ve
1927 senesinde meriyyete konulan bu kânun ile donanmamızda bu kez de “gedikli küçük zâbit” ismi ile ve gene “zâbit ile efrâd” arasında “ortada sandık” vazife yapmak üzere bugünkü “asubaylığın” aynısı olan yeni ve uyduruk bir asker sınıfı teşkil edildi.
Bugünkü mevzuâtımıza göre “astsubay” olarak bildiğimiz asker sınıfı üzerinde oynanan ihânet oyunları bunlardan ibâret değil elbet. Kendilerinin hamallık olarak addetdiği ve yapmaya tenezzül etmediği işleri yapacak yeni asker sınıfları tertiplemekde zâbitân heyetimiz, hiç vakit kaybetmedi. 1927 senesinden sonra da başka isimler ile fakat gene aynı kokuşuk zâbit zihniyeti ile “ortada sandık” ve kendi görevlerini yapdıracak yeni ve uyduruk asker sınıfları peydahladılar.
Dedelerimizin Umûmî Harb dediği Birinci Cihân Harbi'ne iştirâk eden donanma “gedikli” ve “küçük zâbit”lerden düşmân eline düşenler, kendi zâbitânlardan ayrıldı ve esir kamplarında efrâd (er) muamelesi yapıldı. Er ile birlikde aynı koğuşlarda kaldılar. Er maaşı ve er tayını aldılar. Birinci Cihân Harbi esnâsında taraf olduğumuz 1906 Cenevre ve 1907 La Haye Sözleşmesine göre “zâbit” hâricindeki askerlerin hepsine “er” muamelesi yapılıyor idi. Donanma “gedikli”, “küçük zâbit” ve “gedikli zâbit”lerimizden düşmân eline esir düşen var mı, ne hazindir ki bilemiyoruz.
Fakat “muvazzaf” olup da düşmân kampında “mükellef er” muamelesi gören Berrî (Kara) küçük zâbitânımız, yaşadıkları acı hâtırâları yazdılar. Rusya’ya esir düşen askerlerimize de imkânları daha iyi olan binâlarda esir tutulan kendi subaylarımıza “hizmet erliği” yapdırıldığını yazan kitaplar da var. Yeri gelmiş iken bu konu ilgili bir hâtıradan kısaca bahsedelim. Muhabere küçük zâbit olan Hamit ERCAN, Başçavuş rütbesindeyken hasta olduğundan dolayı yürüyemez. 1916 senesinde İngilizlere esir düşer ve Mısır’daki Belbis esir kampına kapatılır. Gönüllü olarak çalışmak isdediğini söyler. İngilizler Hamit ERCAN’ı, tamir için zâbitânımızın hapsedildiği Seydibeşir esir kampına gönderir.
Küçük zâbit Hamit ERCAN, Seydibeşir zâbit kampında esir zâbitânımız için;
Ve dahi
Buraya kadar yudumladığımız sözün özü şudur;
Akıllı değil fakat kurnaz olan zâbitân heyetimiz, “semer vuracak eşşekleri” her devirde aradılar ve buldular.
* * * * *
Seccâde niyetine üsdüne secde edip de
Güzellerin gül kokulu göğsünde namaz kılan, sen, Hayyâm!
Farkında mısın?
Eşi, dosdu verdik birer birer toprağa;
Kiminden bir taş bile kalmadı ortada.
Sen, yorgun eşşek, hâlâ bu kalleş çöldesin:
Sırtında bunca yük, yürü bakalım hâlâ!..
* * * * *
Asubaylık târihi konusunda kalem oynatan meslekdaşlarımızın hepsi, donanmamızdaki bu “gedikli zâbit” sınıfını, “asubay” sınıfı olarak kabul etmek hatâsına düşüyorlar. Böyle yapmak ile de; akıllarını dinleyerek doğruyu arayıp doğruyu anlamak ve yazmak yerine o azıcık akıllarını da beyaz zâbitânımıza ödünç veriyor ve beyaz zâbitânımızın yazdığı ezberleme ve kuru sıkı târihin papağanı oluyorlar.
2. “Küçük Zâbit” sınıfının teşkili ve donanmamız askerî silsilesindeki yeri;
Donanma ordumuzda 1890 senesinde teşkil edilen “gedikli” sınıfı, nizamnâmesinde sarahâtle ifâde edildiği üzere, “zâbit” değil idi. Bu “gedikli” sınıfı, bugün “asubay” dediğimiz asker sınıfının ta kendisidir. 1890 senesinde ilk kez teşkil edien “gedikli” sınıfının 1900’lü senelerde iflâs etmesinden sonra 1914 senesinde çıkartılan muvakkat (geçici) bir kânun ile, efrâd ve zâbit sınıflarına ilâve olarak iki yeni sınıf asker teşkil edildi;
1. Küçük zâbit
2. Gedikli zâbit
Bu kânun ile tertip edilen “gedikli zâbit” sınıfını yukarıda bölümde izâh etdik. Gene aynı kânun ile teşkil edilen “küçük zâbit” sınıfı, “asubay” muâdili olarak donanmamızda ikinci kez ihdâs edildi. Bir senelik bir denemeden sonra 1915 senesinde muvazzaf (dâimî) hâle getirilen bu kânuna istinâden “küçük zâbit” sınıfı askerler, “gedikli zâbit” ile “efrâd” arasında görev yapacak idi. Bu “küçük zâbit” sınıfı da bugün “asubay” olarak bildiğimiz asker sınıfının ta kendisi idi.
* * * * *
Donanmamızda bir zamânlar canı bahâsına vatan hizmeti görmüş; zâbitân heyetimizin yapmaya tenezzül etmediği sağlığa zararlı ve çok tehlikeli ileri yapmış “gedikli”, “gedikli zâbit” ve “küçük zâbit” sınıfları hakkında bu kısa, doğru ve son derece önemli bilgleri fâş eyledikden sonra;
İmdi dönelim, bu üç sınıf bahriye askerinin ihdâs edilmesinin esbâb-ı mucibesine...
Buraya kadar verdiğimiz bilgiler ile bu ara sınıfların niçin teşkil edildiği konusunda belli bir fikriniz teessüs etmişdir, herhâlde.
Bildiğiniz üzere buhar makinesini İngilizler keşfetdi. İcâd etdikleri buhar makinesini İngilizler, 1850’lerden itibâren kendi donanma gemilerinde kullanmaya başladı. Bu vakde kadar yelken ile hareket ettirilen ahşap gövdeli gemiler, deniz harblerinde nal toplar oldu. Buhar teknolojisindeki bu başdöndürücü gelişmelerden dolayı; dönemin büyük devletleri, yelkenli ve ahşap gövdeli gemilerini buharlı gemiler ile değişdirmek için müthiş bir yarışa girmeye mecbur kaldı. Buhar makinesini ilk icâd eden millet, İngilizler olmuş idi. Buhar makinesini harb gemisine ilk tatbik eden millet de gene İngilizler oldu.
Buhar demek o vakitlerde kömür demek! Kömür demek; cehennem ateşi demek, insanın ciğerini çürüten toz demek, zehirli duman demek! Dünyânın buharlı ilk harb gemisi olan HMS Agamemnon’u İngilizler, 1852 senesinde hizmete aldılar ve sâdece 10 sene kullandılar. Bu gemiyi işletmek için çoğu elektrikci, motorcu, çarkcı, kazancı ve ateşci olmak üzere 860 “zâbit ve er”, geminin kazan dâiresinde hep birlikde ter döküyorlar idi.
Donanmamızda, bugün hâlâ “muhabere” sınıfı subay yokdur.
Kara ve Hava Kuvvetlerimizde muhabere subaylarımızın yapdığı işin aynısını, Deniz Kuvvetlerimizde, telsizci asubaylarımız yaparlar.
Okuduğunuz şu kelimeleri sizlere üfüren Eski Tüfek Şükrü IRBIK da
Telsizciliği tam 30 sene icrâ eden bir donanma “gediklisi” idi.
İşde, İstanbul / Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulu'ndan 1981 senesinde mezun olan Ve dahi 1979-1980 senesi II-C sınıfı arkadaşlarım ve ben Şükrü IRBIK...
İlk resimdeki isimsiz öğrenci, bir üst devreden bizim sınıfa gelen İzmitli arkadaşım Tunay AKIN'dır. |
|
İşde,
Deniz Astsubay Güverte Sınıf Okulundan 1982 senesinde mezun olan 92’nci dönem Deniz Astsubay Adayları...
Lâkin;
Cumhuriyetimizin ilk senelerinde; telsiz, mayın, motor, elektrik, torpido vs. meslekleri zâbitân heyetimiz icrâ ediyor idi.
Fakat bu işleri kendilerine yakışdıramayann sadr-ı âzâm daşşağından düşme beyaz zâbitân heyetimiz,
Bu meslekleri zamân içinde “gediklilerin” döşüne yüklediler!
|
İşde belgesi...
Yukarıda kapak resimini gördüğünüz Deniz Asubaylığı târihcesinin 54 ve 55’inci sayfalarında neşredilen makâlenin sahibi Abidin DAVER’dir. İstanbul Soğukçeşme (Kara) Askerî Rüşdiyesi mezunu olan DAVER, denizciliği seven ve "sivil amiral" olarak tanınan bir kişi idi. Bu sebepden dolayı bu makâlesinde dönemin donanma gedikli zâbitliği hakkında verdiği bilgiler bilen bir kişinin kaleminden dökülmüş gerçeklerdir.
Osmanlı saltanâtının Sadr-ı âzam daşşağından düşme bahriyeli beyaz zâbitân heyetimizin;
Kendileri gibi zâbit sınıfına dâhil olan gedikli zâbit dedikleri askerler hakkındaki gerçek düşünceleri
1918 senesinde işde, aynen aşağıda gördüğünüz gibi idi...
Kendi yapdıkları bütün işleri sübyan gediklilerin döşüne yükleyen bahriyeli beyaz zâbitânımız artık bundan sonra;
Sonracığıma;
Fakat
|
İstanbul / Beylerbeyi’ndeki Deniz Astsubay Hazırlama Okulu’na kayıt yapdırdığım 1978 senesi Eylül ayında
Eski Tüfek ben Şükrü IRBIK da 15 yaşında, Bahriyeli sübyan bir talebe idim.
Ayaklarının altını öpdüğüm anam Şahinde IRBIK, yeğenim Ali Osman ŞAHİN ve ben Şükrü IRBIK.
Fakat bizim 1982 devremizde 13 yaşında olan arkadaşlarım da var idi.
* * * * *
Muzaffer bir donanmaya mâlik olmak için teknolojinin dayatdığı tekâmülü inkâr etmenin artık imkânı yok idi. Osmanlı Devleti de maddî imkânlarını iyice zorlamak bahâsına bu yarışa girdi Buhar makineli ilk harb gemilerimizi, İngiltere’den satın almaya başladı. Dünyâda denizcilik konusunda yaşanan bu hızlı dönüşüm ve acımasız rekâbet, buharlı gemilerdeki yeni makineleri çalışdırabilecek uzman bir iş gücüne sahip olmayı dayatdı. 19. yüzyıl ortalarına doğru Osmanlı Donanmasındaki bu teknoloji devrimini yapacak “uzman emek gücü” mevcut değil idi. Çünkü buhar makinası imâl etmeyen ülkenin bu makinaları işletecek uzmanı da olamaz idi! Hâlihazırda donanmamızdaki gemilerde ona buna emir vermekden başka bir işe yaramayan mektepli bahriye zâbitân heyetimiz; donanmamıza yeni alınan buharlı gemilerin kömür ile çalışan makine dâiresine inmek isdemedi. Yağlı, isli, tozlu, dumanlı, gayri sıhhî ve bu çok tehlikeli işlerde çalışmaya tenezzül etmedi. Bahriye zâbitân heyetimizin yapmak isdemediği bu ağır ve tehlikeli işleri yapacak, “uzman”, “ucuz” ve fakat “ara sınıf” emekci askerlere şiddetli bir ihtiyâç zuhûr etdi.
Batının icâd etdiği teknolojinin getirdiği yeni işleri yapmak isdemeyen bizim beyaz zâbitân heyetimiz,
Tezgahladığı yeni ve ara sınıfı askere olan ihtiyâcı, bakınız kendi sözleri ile nasıl da mâsum ve mâkul gösdermeye tevessül etdi.
Deniz Asubay Okulunun yukarıda gördüğünüz târihcesinde; “Subaylar ile erbaş ve erler arasında görev yapacak “astsubay” sınıfına ihtiyâç duyulmuş!” diyorlar.
Bu ihtiyâcı “duyan” şerefsizler kimler idi? Böyle bir ihtiyâc olduğuna kim, ne zamân, nerede karâr verdi? Buhar makinesini icâd eden İngiltere’de ve Amerikan ordusunda, 1890 senesinde sâdece iki sınıf asker var iken sen, üçüncü bir sınıf askere olan ihtiyâcı, nerenden uydurdun be şerefsiz?
Yukarıda gördüğünüz târihi yazan subaylarımız diyorlar ki; 1890 senesinde donanmamızda “erbaş” ve “astsubay” isminde asker sınıfları var imiş! Târih yazıyoruz diye üfürün bakalım dübürünüzden, üfürebildiğiniz kadar, nâmussuzlar!
Bu cümleyi yazan avanak subaylarımız;
1890 senesinde Türkce söz dağarımızda “erbaş” ve “astsubay” kelimelerinin mevcut olmadığının farkında bile değil!
Töre konuşunca han sükût eder! “Târih uğrusu ve târih câhili” bu subaylarımız bilmez ki “erbaş” dedikleri tâbiri ATATÜRK’ün kendisi türetdi. Hem de 1890 senesinden tam 45 sene sonra, 2771 sayılı kânun ile taa 1935 senesinde...
Ayrıca
Haşmetli Kraliçenin donanmasında bugün bile hâlâ iki sınıf asker var;
1. Er
2. Zâbit
Sen, Donanmandaki üçüncü asker sınıfı olarak “astsubaylığı” 1890 senesinde nerenden uydurdun, be şerefsiz?
Ananızın çakır gözlü çocukları sizlersiniz öyle mi?..
* * * * *
Tomi’lerin kıyâfetleri, işde bugün böyle!
Bizim her boku bilen bahriye zâbitânımız bir baksın hele!..
"Asubay" dedikleri "ortada sandık" bir asker sınıfı Tomi’lerde var mı imiş?
|
Yukarıda gördüğünüz resimlerde bir şeye daha dikkat buyurunuz; Bizim zottirik subayların “astsubay” dediği askere, bakınız, İngiliz Tomi’si ne diyor! |
* * * * *
14 Haziran 1935 Cuma günü Reisicumhur K. ATATÜRK;
Cümhuriyet Ordusunu sâdece iki sınıf askerden teşkil etdi;
1. Erât
2. Subay
|
Siz, ATATÜRK’ün askeri olduğunu söyleyen, bugünün zübük subayları;
Cümhuriyet Ordusuna;
Sınıf askerleri sokuşdurmak hakkını kimden aldınız?
|
* * * * *
İngiltere’nin buhar makinesini icâd etdiği senelerde bizim donanma neferimiz okuma-yazma dahi bilmiyor idi. İşde, sırf bu “uzman” “ucuz” ve “ara sınıf” emek gücünü temin etmek üzere Donanma-yu Hümâyûn, 1890 senesinde; “zâbit” ile “efrâd” arasında “ortada sandık” misâli görev yapacak “gedikli” isimli yeni bir asker sınıfı tertip etdi. Nizamnâmesini ise dört deveyi havutu ile bir lokmada yutması ile meşhur olan “yeyici” lakaplı Bozcaadalı Mürteşi Müşir Hasan Hüsnü Paşa hazırladı ve padişaha arz eyledi.
Bahriye Mektebi ismi ile eğitim veren Deniz Harp Okulunda bu senelerde eğitim süresi sâdece 3 sene iken,
Gedikli sınıfının eğitim süresi tam 5 sene idi.
Donanma Gedikli Sınıfı;
Talebe olarak gemide geçirilen beş senelik tâlim taallümden sonra gediklilerimiz;
Vay, anam babam, vay!.. Donanmamıza asker değil de sanki kendilerine köle alıyorlar be!
Ve böylece;
Gedikli mektebine evvela İstanbullu çocuklarımızı aldılar. Fakat İstanbulun gün görmüş cin göz çocukları, bu yemsiz zokayı yutmadı! Gemide eğitim veren mektebe talebe bulamayınca Donanma-yu Hümâyûnumuz, bu kez de taşradan fakir fukara çocuklarını devşirmeye başladı. Gedikli onbaşı oldukdan sonra içine düşdükleri tuzağı anladıklarında, babasının evinde yiyecek ekmeği bile olmayan köylü ve fakat cin göz çocuklarımız da Gedikli sınıfına rağbet etmediler.
1890 Nizâmnâmesine göre “Gedikli” sınıfının, “zâbit” sınıfına nakil ve tahvilleri kati’yyen câiz değil idi.
Beş senelik mükemmel bir tâlim taallümden sonra donanmamızda göreve başlayan
Ve dahi
Zâbitân heyetimizin yapmak isdemediği
Ve fakat
Bahriye erlerimizin de yapamadığı ağır, tehlikeli ve karmaşık işleri yapan Gedikliler aslında;
* * * * *
Bugün itibârı ile şöyle bir düşünsek! Ordularımızda bugün subaylarımızın yapdığı hangi işleri, asubaylar yapamazlar? Ya da Meseleye mefhumu muhâlifinden bakalım ve şöyle bir suâl soralım! Asubaylarımızın bugün yapdığı işlerden hangilerini subaylarımız yapamazlar? Bu suâllerin bugün cevâbı ne ise, yüz sene evvel de aynen öyle idi... |
* * * * *
1890 Nizamâmesinin son maddesi şöyle diyor idi; “Madde 29 — İleride icâbı hâle göre işbu nizamnâmenin “tevsi” veya “tâdili” zımnında lüzumu tahakkuk eden mevâddın derç ve ilâvesi câizdir.” Eldeki mevcut Nizamnâme, günün şartlarına göre değişiklik yapmaya cevâz verdiği hâlde bahriyeli zâbitân heyetimiz bu maddeyi, günün icâbına göre ne “tevsi” etdi ne de “tâdil”. Kendinden başkasına hayât hakkı tanımayan şerefsiz zâbitânımızın bu fesat tavrı yüzünden donanma gedikli sınıfı ölüme mahkûm edildi. Yirminci asırın başına geldiğimizde, donanmamızda mevcudu yedi yüz civârında olan gedikliler tamâmı, padişah irâdesi ile zâbit sınıfına nakledildi. Mektep gemilerine de yeni gedikli talebesi kayıt edilmedi.
Zâbit ile erat arasında “ortada sandık” misâli görev yapacak bu yeni sınıf askerler, bugünkü anlamda “asubaylığın” aynısıdır. 1890 senesinde tâlim taâllüme başlayan Donanma Gedikli mektebi; bir senesi limandaki gemide, dört senesi de denizde gezen gemideki işinin başında olmak üzere toplam beş senelik mükemmel bir eğitimden sonra ilk mezûnlarını, gedikli onbaşı rütbesi ile 1895 senesinde verdi.
Zâbit kadar eğitimli ve donanımlı olduğu hâlde; Zâbitin aldığı maaşın nısfını dahi alamadığından Ve dahi Zâbit olamadığından dolayı, Bahriye Gedikli sınıfına talep daha ilk senelerde birden dibe vurdu... |
O an mevcut olan 700 civârındaki Donanma Gediklisinin tamâmı, padişah irâdesi ile zâbitliğe nakledildi. Ve akabinde, Donanma sefinesinde talim taallüm veren “Gedikli mektebi” kepenk indirdi. 1900 senesinin başlarında da Donanmanın ilk “gedikli” sınıfı tamâmen iflâs etdi.
Ve böylece Donanmamızda “zâbit ile nefer arasında” ortada sandık” misâli görev yapmak üzere ilk kez teşkil edilen “gedikli” sınıfı, şimdilik böylece iflâs etdi.
01 Nisan 1890 Salı günü meriyyete giren nizamnâmesinin ilgâ edildiğine dâir hiçbir belge bulamadım. Daha da hazini, gedikli sınıfı Nizamnâmesinin akıbetini, bugün Deniz Kuvvetleri Komutanlığımız dahi bilmiyor!..
* * * * *
1890 senesinde ilk kez teşkil edilen “gedikli” sınıfından farklı olarak,
Muvakkat (geçici) bir kânun ile “gedikli zâbitân” sınıfı 1913 senesinde ilk kez teşkil edildi. Bu “gedikli zâbitân” sınıfı, zâbit sınıfına dâhil idi. Fakat, kendi sınıfına dâhil olan “gedikli zâbitânı” bu kez de mektepli bahriye zâbitânı kendisine çetin bir rakip olarak gördü. Bu maya da tutmadı! Ve 1915 senesinde kabul edilen bir kânun ile, zâbit sınıfına dâhil olan bu “gedikli zâbit” sınıfı da lağv edildi.
Gelişen teknolojinin dayatdığı âlet, makina ve silâhları kullanmaya, bahriye zâbitânımız hâlâ istekli değil idi. Zâbitânın yapmayı hamallık addetdiği ve fakat efrada da yapdıramadığı işleri yapacak “orta kademe” bir asker sınıfına olan şiddetli ihtiyâç azalmak şöyle dursun iyice artmış idi. İngiltere’den satın aldığımız buharlı gemileri işletecek bahriyeli askerimiz yok idi. Bembeyaz bahriye elbesesini çıkartıp, yağlı tulumu giymek isdemeyen bahriyeli kurnaz zâbitânımız, kendilerinin yapması gereken işi yapacak “ortada sandık” bir asker sınıfını ikinci kez peydahlamakda gecikmedi. Bu şiddetli ihtiyâcı tedârik etmek üzere bu kez de 1914 senesinde muvakkat bir kânun tertip etdiler. Bu muvakkat kânun ile o târihde mevcut olan zâbit ve efrâda ilâve olarak iki yeni muvazzaf asker sınıfı birden teşkil edildi;
1. Küçük zâbit,
2. Gedikli zâbit.
Bir senelik bir sınamadan sonra 1915 senesinde tasdikân (aynen) kabul edilip meriyyet-ül icrâya konulan bu kânun ile ihdâs edilen donanma “küçük zâbitliği”, bugün bildiğimiz “asubay” sınıfının ta kendisi idi. “gedikli zâbit” denilen asker sınıfı ise zâbitin mâdûnu, fakat küçük zâbitin mafevki idi. Zâbit hâricindeki bütün askerlerin içine tıkışdırıldığı bu yeni kânun ile Bahriyemizde bir anda 4 sınıf asker peydâ oldu...
Bahriye zâbitân heyetimizin beceriksizliği, işbilmezliği ve en çok da hâinliklerinden dolayı donanmamız, batılı donanmalar karşısında mağlubiyetler aldıkca bahriyemizi çağın gereklerine göre tanzim etmeye çalışdık. Donanmamızı ıslah ederken de gidip düşmânımız olan devletlerden yardım devşirdik, iyi mi! Küffar deyip cihâd ilan etdiğimiz bu devletlerin aklı ile sıçmaya gidip kendi donanmamızı tanzim etmeye çalışdık.
Türk donanmasının rûhuna uymayan bu iki sınıfdan birisi olan “gedikli zâbit” sınıfını, subaylarımız kendilerine çetin bir rakip gördüğü için kısa sürede lağv etdiler.
Fakat bahriyemizin beyaz zâbitân heyeti, kendi yapması gereken işleri sırtına yıkdığı “küçük zâbitliğe”, denize düşeninin yılana sarıldığı gibi sarıldı ve canı bahâsına idâme etdirdi. Menfaatperest zâbitânımızın bu tek taraflı tutumu yüzünden bugün yüzlerce sıkıntısı ile karşımızda duran onbinlerce “deniz asubayı” var.
Neticeten;
İstiklâl ve Çanakkale Harplerinde, birbirinden tamâmen farklı tam 4 sınıf bahriye askeri harb etdi;
1. Mükellef Efrâd (Er)
2. Muvazzaf Küçük Zâbit
3. Muvazzaf Gedikli Zâbit
4. Muvazzaf Zâbit
Kendilerinin yazdığı ya da kendi şakşakcılarına yazdırdığı kahramanlıklar ile süslü menkıbelerinde bahriye zâbitân heyetimiz; şan, şöhret ve şeref pâyelerini sâdece kendi hânelerine ganimet kayıt eder iken
Zâbit hâricinde kalan “muvazzaf küçük zâbit” ve “muvazzaf gedikli zâbiti” ise
Nefer (er) hânesine yazdılar ve bu donanma askerlerinin adından bile bahsetmediler.
Nereden mi biliyorum?
Çünkü sordum,
Bugüne kadar İstiklâl Madalyası tevdi edilen; a. Subay, b. Astsubay, c. Erbaş ve Er Sayısı ayrı ayrı olmak üzere nedir? 17.12.2013. 943 890 başvuru numarası ile mesajınız başarı ile iletilmiştir.Göstermiş olduğunuz ilgiye teşekkür ederiz. |
Ve dahi
Muttali oldum!
MÜS.YRD. : 32984417-1640- 980 -13/ASAL D.Loj.ve İd.Ş. 02 Aralık 2013
(Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.) İLGİ : 26 Kasım 2013 tarihli elektronik postalarınız incelenmiştir.
1. İlgi elektronik posta incelenmiştir. 2. 4982 sayılı bilgi edinme hakkı kanunu ve kanuna ilişkin yönetmelik esasları gereği tarafınızca istenilen bilgiler aşağıya çıkarılmıştır. Bu kapsamda; a. Subay (Askerî memurlar dâhil) 16.647, b. Astsubay/Erbaş ve er 120.869 olmak üzere toplam 137.516 kişi İstiklal Madalyası ile taltif edilmiştir. Rica ederim. İMZALIDIR Nihat ÇAĞAN Personel Albay ASAL D.Bşk.Yrd.
|
İşde,
Yukarıda görüyorsunuz!
* * * * *
1890 nizamnâmesinin “esbâb-ı mucibesi” yok!
Dönemin Bahriye Nâzırı Hasan Hüsnü Paşa güyâ kerem eyleyip bir emir buyurmuş!
Ve düşünüp tartışmadan donanmamızda “gedikli” isminde üçüncü bir asker sınıfını tertip etmişler.
“Yeyici, yutucu” Hasan Hüsnü Paşa’nın emir buyurup hazırlatdığı o nizamnâmenin son satırına bakıyoruz
Ve dahi
Orada şu şerhi görüyoruz;
Devletin padişahı dururken, Sadr-ı Ȃzamı dururken, Seraskeri dururken; Bahriye Nâzırı bir zâbitin emir buyurup yeni bir asker sınıfı tertiplediğini söyleyen “târih câhili” zâbitân gürûhumuz, Altı yüz seneden fazla yedi düvele nizâm veren Osmanlıyı, kabile devleti zannediyor zahir!..
Donanma Gedikli sınıfının teşkil edilmesi için Bahriye Nâzırı’nın emir verdiğini söyleyen târih soytarısı subaylarımız, Demek ki nizamnâmesini görmedikleri Donanma “gedikli” sınıfı hakkında târih yazmaya tevessül etmişler! Yazıklar olsun sizlere!.. Eski Tüfek de gemici tayfası idi, bilir bu işleri! Senin Bahriye Nâzırı dediğin Mürteşi Müşir Hasan Hüsnü Paşa, Sultan II. Abdülhamid’den izin almadan değil yeni bir asker sınıfı tertiplemek, Kumandanı olduğu sefinedeki helâya sıçmaya bile gidemez idi...
İşde isbatı; Osmanlı Devletinin İlk Anakânunu olan Kânun-i Esâsî, 24 Aralık 1876 târihinde meriyyete konuldu.
“Donanma Gedikli” sınıfının teşkil edildiği 1890 senesinde meriyyetde olan işbu Kânun-i Esâsi’nin Yedinci Maddesi şöyle der;
|
* * * * *
1915 Nizamnâmesi meclisde müzâkere edilmiş. Fakat maddeler üzerinde hiçbir tartışma yapılmamış. “Gedikli zâbit ve küçük zâbit” sınıfı donanmamızda niye teşkil edilmiş, belli değil! Maddeler okunmuş, mebuslar dinlemiş! Maddeler reye sunulmuş, mebuslar ellerini havaya kaldırmış! Hiçbir mebus, bir tek dahi olsa fikir beyân etmeden bu kânunu kabul etmişler!
* * * * *
“Resmî(!)” târihcesine bakdığımızda bahriyeli subaylarımız, Deniz Kuvvetlerimizi 1081 senesinde teşkil etdiğimizi söylüyolar. Kurulduğu ilk günlerde donanmamızın doğru dürüst bir nizâmı olmadığını ve gemilerimizi “usda-çırak” esâsına göre idâre etdiğimizi de gene aynı subaylarımız söylüyor. Donanmamıza dâir ilk kânunnâmemizi, 1701 senesinde yazmışız. Bu kânunnâmede, gemideki işlerin kısmen de olsa bir düzene göre yapıldığını ve fakat tayfa arasında hâlâ bir “sınıflaşma” olmadığını görüyoruz. 1792 Kânunnâmesi ile gemi tayfası dört sınıfa tefrik edilmiş. Bu Kânunnâmenin tatbik edilmesi ile donanmamız tayfası arasında ilk kez “sınıflaşma” başlamış.
Teşkil edildiği ve “sınıfsız” olarak hizmet verdiği 1081 senesinden, gemi tayfasını ilk kez “sınıflara” böldüğümüz 1792 senesine kadar geçen 711 sene içinde Osmanlı Donanmasının en parlak ve muhteşem dönemlerini yaşadığını görüyoruz.
Donanmamızı utanç denizinde boğan donanma mağlubiyetlerinin başlangıç döneminin ise
Donanma tayfası arasındaki bu “sınıflaşma” ile başladığını bugüne kadar görebilen bir subayımız var mı acap?
|
Deniz mağlubiyetlerimizden aklıma ilk gelenler...
Bütün bu deniz mağlubiyetlerini biz, bugün Deniz Harp Okulu isimi ile bildiğimiz mektebi açdıkdan sonra yaşadık!
Donanmamızda “mektebli ilk sınıflaşma” 1890 senesinde oldu! Deniz Asubay Okulunun târihcesine bakdığımızda, Bahriye Nâzırı denen “yeyici ve yutucu” bir zâbitin emir verdiğini ve “mektebli gedikli” sınıfının ilk kez olmak üzere teşkil edildiğini görüyoruz. Nizamnâmesinde, “gedikli” sınıfı adını verdikleri askerlerin görev tanımları var. Fakat bu sınıfın teşkil edilmesinin “esbâb-ı mucibesi” (gerekcesi) yok! Çok tuhaf bir durum! Esbâb-ı mucibesi (gerekcesi) olmayan kânun, gayri meşru demekdir!..
Deniz zaferlerimizden söz etmeye gelince; Övüngen, böbürgen, sömürgen, semirgen ve kemirgen bahriye zâbitân heyetimiz kahramanlığı kimselere bırakmazlar! Fakat bu deniz zaferlerini kazanan tayfanın eğitimlerinin ne olduğuna ise hep kör bakarlar. O muzaffer denizcilerimizin “okuma-yazma” dahi bilmediğini, Ve dahi Hemen hepsinin; “Alaylı”, “Gönüllü”, “Sokakdan toplama”
Ya da
“Köle” olduğunu ağızlarına dahi almazlar.
|
Deniz mağlubiyetlerimizden bahsederken de gene o aynı üfürükcü bahriye zâbitânımız; Donanmamızı o harblerde sevk ve idâre eden zâbitân heyetimizin “mektebli” olduğundan tek kelime söz etmezler! |
Beyaz zâbitân heyetimizin bizzat yazdığı
Veya
Devletin parası ile ısmarlama yazdırdığı sahte ve düzmece resmî târihimiz de
İşde, böyle zırvalar ile doludur.
* * * * *
Tam 10 sene devâm eden Birinci Cihân Hârbi, millet harbidir. Bu harbin gerçek kahramanı da Türk milletidir.
Ayrıca;
Deniz Harp Okuluna menşe teşkil eden “Hendesehâne” isimli mektebi açdığımız 1776 senesinden beri
Ve dahi
Kara Harp Okuluna menşe teşkil eden “Mekteb-i Ulûm-i Harbiyye”’yi hizmete açdığımız 1834 senesinden beri
Deniz ve Kara Ordularımız gâlibiyet yüzü görmedi...
* * * * *
15 Temmuz darbesinde bugün Coni’nin ayak izlerini arayanlar,
Gene ordumuzun içindeki subaylarımıza baksınlar!
Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan siz Coniperestiş Rüşdü’ler, zottirik Kenan’lar, etekli Doğan’lar, kıvrık Hüseyin'ler, molla İ. Hakkı’lar, kambur Yaşar’lar, köstebek Hilmi’ler, sucukcu Necdet’ler;
Kendi subayına taa 1952 senesinden beri Coni hurması yedirir ise şâyet
O hurmalar Harp Okullarımızda semirir, semirir, semirir,
2016 senesinin bir 15 Temmuz akşamı çıkar gelir
Ve dahi
Senin gıçını tırmalar!
* * * * *
Elde tesbih, dilde Allah, biteviye besmele çekiyorsun;
Ve fakat gene sen!
Kul hakkı yerken de besmele çekiyorsun ya! Yuf olsun senin soyuna!..
İçin temiz olmadıkdan sonra
Hacı, hoca olmuşsun, kaç para!
Hırka, tesbih, post, seccâde gözel;
Lâkin, Allah kanar mı, bunlara?
* * * * *
Sen, adam olmadıkdan sonra
Sen, adam gibi denizci yetişdirmedikden sonra
Zâbit olmuş, erbaş olmuş
Alaylı olmuş, mektebli olmuş
Demeki ki hiçbirisinin kıymeti harbiyesi yok!
Deniz Kuvvetlerimizde “zâbit ile efrâd” arasına üçüncü bir asker sınıfı olarak paslı kama gibi sokulan “gedikli” ya da bugünkü ismi ile “astsubay” dediğimiz asker sınıfının teşkil edilmesinin gizli maksadı meğerki ne imiş? Donanmamız beyaz zâbitân heyetinin kendi saltanâtını devâm etdirmesi için; Harb sanatının kendilerine tahmil etdiği ağır ve çok tehlikeli görevleri “Zâbit” olmayan ve “ortada sandık” bir asker sınıfının "döşüne" yüklemek! |
(Devâm edecek)
* * * * *
Eski Tüfek’den Açıklama; 07 Temmuz 2023, Cuma
emekliassubaylar.org sitesinde 11 Ekim 2017 Çarşamba günü yayınladığım Asubay Tefrikası 6-2 ve 02 Şubat 2020 Pazar günü yayınladığım Asubay Tefrikası-8 isimli makâlelerimizi;
Ve
(Ankara 51. Asliye Cezâ Mahkemesi, Dosya Nu.:2022/120E.)
İlgili mahkeme; ifâdesini almak üzere mezkûr yeğâne vâris müştekiyi hâkim huzûruna dâvet etdi.
Fakat bu yeğâne vâris müşteki, duruşmaya gitmedi.
Akabinde aynı mahkeme, bu şahısın bu kez de mahkeme huzûruna zorla getirilmesine karâr verdi.
Mahkemenin bu karârı üzerine yeğâne vâris müştekinin avukatı;
03 Temmuz 2023 târihindeki duruşmada, hakkımdaki şikâyetinden ferâgat etdiğini mahkemeye bildirdi.
Bu karârı yeğâne vâris müştekinin kendisine hayırlı olsun…
Bu şikâyet, evvel Allah, bizim için de hayırlara vesile oldu…
Asubay Tefrikası 6-2 ve Asubay Tefrikası-8 isimli makâlelerimiz bu şikâyet vesilesi ile ibrâ edildi.
Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti adına bu karâr Türk kamuoyuna da hayırlı olsun.
Eski Tüfek
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
Evvelki bölümleri ve kısımları okumak için resimleri tıklayınız
|
Subaylarımız; Karârnâme’den Tasdiknâme’ye...
Bir Var İmiş, Bir Yok İmiş!
Doğru demişsin, be ERENİYE!..
Hakikâten de öyle oldu!
Şâir dediğin O’dur ki dünden bugünü, feleğin çemberinden görebile! Görmüşsün be ERENİYE!..
Tam 85 sene sonra tahakkuk etse de
Güneş doğmuş da batmış gibi
Bir var idi, bir yok oldu!..
1929 senesinden beri zâbitân heyetimiz
Cumhurbaşkanından aldıkları karârnâme” ile “berâtlı” ve “muvazzaf” olarak göreve başlıyorlar idi...
Fakat bu kadim ve mutlak imtiyâzlarını 2014 senesinde kaybetdiler.
Artık subaylarımız da tıpkı biz asubaylar gibi “tasdiknâmeli”...
* * * * *
Karârnâme Ne?, Tasdiknâme Ne?
Evvelâ bu iki kavramın ne olduğunu bir tahattur edelim şöyle...
Tasdiknâme, bakanın harcı... Bakan kim?
Cumhurbaşkanı
Ve Başbakan’dan sonra gelen partici... Yürütme sacayağının üçüncüsü. Yasama ve Yargıdan sonra üçüncü erk olan Yürütmenin çömezi. Ankara’nın sokaklarındaki ağaçdan daha fazla Bakan var meclisde.
Lâkin karârnâme öyle mi ya!..
Karârnâme dediğin o kağıt parçasının altına, devletin başı ve başkomutan olan cumhurbaşkanı imzâ atıyor. Cumhurbaşkanı kim dersen! Cumhuriyetimiz 94 yaşında. Cumhurbaşkanlığı makâmına bugüne kadar sâdece 12 vatandaş oturmuş. İşde, karârnâme dediğin şeyi, meclisdeki bütün bakanlar imzâlasa, başbakan da imzâlasa, mektub kağıdından öte kıymeti yok.
Fakat o aynı kağıdın altına Cumhurbaşkanı denen şahıs bir imzâ çakdı mı, oluyor sana kapı gibi kânûn.
* * * * *
İşde, size aşağıda; Bakan, Başbakan ve Cumhurbaşkan imzâlı 3’lü bir karârnâme...
Bir vatandaş;
Cumhurbaşkanının bugün imzâladığı bir karârnâmeyi
Ömrü vefâ eder ise
Hele bir de o karârnâmenin tasnif işlemi tamamlanıp da erişime açıldı ise şâyet
Ancak 30 sene sonra görebiliyor bu memleketde.
Birinci Cumhurbaşkanımızın 1930’lu senelerde imzâladığı karârnâmelerden
Bugün dahi, hâlâ tasnif edilmemiş ve erişime açılmamış karârnâmeler olduğunu duyarsanız, şaşırmayın!
Devletimizin arşiv yönergesi böyle diyor çünkü...
Bu sebepden dolayı, kaçıncı Cumhurbaşkanı olduğunu bilmediğim Zottirik Kenan’ın imzâladığı aşağıda gördüğünüz şu karârnâmeyi görme bahtiyarlığına erişmenizin dört sebebi var;
Karârnâme’den Tasdiknâme’ye Subaylarımız...
Harb okullarından mezûn edilen talebelerimiz için 2014 senesinden itibâren artık “karârnâme” yok!
Harb okullarından mezûn edilen efendiler için, Yukarıda bahsetdiğimiz subaylığa nasıp karârnâmesinin;
|
Ordumuzun iki aslî(!) unsurundan birisi olan “ortada sandık” asubaylarını suâl eyler iseniz şâyet
1951 senesinde kurnaz kurmay subaylarımızın icâd etdiği asubay sınıfı zâten hep “tasdiknâmeli” idi.
Fakat yukarıda özünü anlatdığımız olay neticesinde
Tıpkı biz asubayların olduğu gibi subaylarımız da artık “tasdiknâmeli” oldu.
Böylece
Ordumuzun iki aslî unsuru olan subay ve asubaylar;
Göreve başlaması için aldığı “yetki derecesinde” eşitlendiler.
Hulâsa;
Hem subaylarımız hem de asubaylarımız bundan kelli ordumuzda “tasdiknâme” ile işe başlayacaklar.
Asubaylar ezelden beri “tasdiknâmeli” idi de...
Asubayları karârnâmeye bindirmeye râzı olmayan subaylarımızın kendileri de “tasdiknâmeye” indiler.
Subaylarımızın “karârnâme”den inip “tasdiknâme”ye binişinin acıklı hikâyesini
Zamân, mekân ve olay teslisi içinde Kayıtcı Eski Tüfek anlatsın sizlere...
* * * * *
Peki, bu karârnâme ne işe yarar?
Nasıl ki cumhurbaşkanı imzâlamayınca bir kağıt parçası kânûn olamıyorsa.
Başkomutanı olan Cumhurbaşkanı da karârnâmesini imzâlamayınca,
Mezûn olduğu gün o harbiyeli talebe de subay olamıyor...
İşde sırf bu sebepden dolayı Harbiye tahsilini muvaffakiyetle ikmâl eden efendilerin zâbit olabilmesi için;
|
Bugünkü devlet erkânının “üçlü karârnâme” dediği şey, işde, tam da bu oluyor.
“Üçlü karârnâme” ile terfi almak da her memurun harcı değil hani...
Bu “üçlü” imzâ faslından sonra;
Harbiye tahsilini muvaffakiyetle ikmal eden efendiler, resmen zâbit olurlar
Ve dahi
Devletin başı ve ordunun Başkomutanı olan Reisicumhur’un imzâladığı karârnâme ile;
Hem T.C. devletini temsil etmek hakkını ihrâz eder
Hem de emrindeki askerlere emir ve komuta etme “berâtını” alır idi...
İşde, harbiyeden çıkan 317 efendinin terfisi için;
Millî Müdafaa Vekili Mustafa Abdülhalik RENDA
Başvekil ismet İNÖNÜ
Ve dahi
Birinci Cumhurbaşkanı Gâzi M. Kemal’in 1929 senesinde imzâladığı türkce ilk terfi karârnâmesi...
İşde sırf bu sebepden dolayı Başkomutan olan Cumhurbaşkanları, iki elleri kanda bile olsa
Nasıp karârnâmesini imzâladığı harb okulları talebesinin diploma törenini teşrif ediyor
Ve dahi
Cumhuriyet târihimizde ilk defâ olmak üzere Birinci Cumhurbaşkanımızın verdiği bu “berât” ile
Zâbitânımız “muvazzaf/commissioned” olarak ordumuza hizmet ediyorlar idi...
Genelkurmay Başkanlığımızın neşretdiği aşağıdaki şu sözlüğün sayfasında gördüğünüz üzere
Zâbitân heyetimize biz de haklı olarak;
İngilizcesi ile “commissioned officer” demek olan “Cumhurbaşkanından berâtlı zâbit” diyor idik!
Lâkin bugün artık böyle değil! Tekrâr söylüyorum; bugün artık böyle değil!
Subaylarımızın “berâtı”nı ellerinden aldılar... Hem de 15 Temmuz’dan bir hayli zamân evvel...
Daha basit kelâm ile yazalım;
Zâbitân heyetimiz;
İngilizcesi “commissioned” olan ve cumhurbaşkanından aldıkları “muvvazzaflık berâtını” AKP’ye kapdırdı.
Ve bundan kelli subaylarımızın hepsi artık ingilizcesi “officer” demek olan sâde “zâbit.”
Nasıl mı?
Gözlerimizin önünde cereyân eden ve fakat sâdece bakdığımız bu canlı folimi
Şâyet iltifât buyurursanız, şöyle resmedelim sizler için...
* * * * *
Yönetmelik ile eğitilip teğmenliğe nasbedilen subaylarımız,
Kendileri gibi “muhdes ve mutlak harbiyeli” olan Başkomutan ve Cumhurbaşkanlarının elinden
3’lü karârnâme ile subaylık “berâtını” (commission) alır iken
Kânûna göre eğitilip asubay çavuşluğa nasbedilen asubaylarımız,
Bakanlarının elinden 1’li “tasdiknâme” (non-commission) alıyor idi.
Görevbaşı yapma hususunda asubaylar için kelimenin anlamı ile “üçün biri” söz konusu idi...
* * * * *
Harbiye’den mezûn olup da
Kendisi gibi “harbiyeli” cumhurbaşkanlarının elinden diplomasını aldığı gün
Her subayımız,
Elinden diploma aldığı cumhurbaşkanı gibi, kendisini “müstâkbel cumhurbaşkanı” telâkki eder idi... Hakikâten de biricik istisnâsı olsa da 1989 senesine kadar bu saltanât böyle deverân eyledi.
Harbiyeli cumhurbaşkanlarının son temsilcisi, 12 Eylül’cü darbecibaşı Zottirik Kenan oldu...
Lavantalar süründükden sonra Küçüksu’da küçük turgut’u(!) pazar gezmesine götüren büyük Turgut,
Bu fasit dâireye, 9 Kasım 1989 Perşembe günü bir fiske vurdu ve yer ile yeksân etdi.
Bu filfilli fiskesi ile de Büyük Turgut,
“Harbiyeli” cumhurbaşkanı Zottirik Kenan’ın koltuğuna köskelmiş
Ve dahi
“Harbiyesiz” cumhurbaşkanlarının birincisi olma unvânını çokdan hak etmiş idi...
* * * * *
Gördünüz! Karârnâme sûretini yukarıdaki sayfalardan birisinde verdik.
1929 senesinde Birinci Cumhurbaşkanı Gâzi M. Kemal’in başlatdığı devlet geleneği ile
Harbiyeden çıkan efendilere,
Cumhurbaşkanı, kendi imzâladığı karârnâme ile orduda görev veriyor idi.
Çünkü Devletin başı olan cumhurbaşkanları aynı zamânda ordunun başkomutanı idi...
Kâzım SEVÜKTEKİN isimli şerefsiz bir mirlivâ’nın yapdığı sahtekârlık neticesinde
Gedikli zâbitlikden gedikli erbaşlığa tenzil edilen askerler de tıpkı zâbitân heyetimiz gibi
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde karârnâme ile terfi ettiriliyorlar idi.
İşde, 1944 senesinde Gedikli Erbaşların terfisine dâir Cumhurbaşkanlığı karârnâmesi...
* * * * *
1951 senesi,
Türkiye’nin NATO’ya üye olması için gizli tezgâhların tertiplendiği ve çalışmaların başladığı senedir.
Başbakan Şemsettin GÜNALTAY ile başlayan Coni’nin kucağına oturma sevdâsı,
Bir sene sonra Başbakan olan Adnan MENDERES ile geri dönülmez bir yola girdi...
NATO maskesi ile Bâb-ı Ȃli’nin kapısına dayanan Coni,
Türkiye’yi Küçük Amerika yapmak isdeyen zübük siyâsileri devletin başına,
Coniperest subayları da ordumuzun başına oturtdu.
Coni’nin ilk yapması gereken iş de
Mustafa Kemal’in askerlerini evvelâ gemlemek, akabinde de kafeslemek idi.
Çünkü, Mustafa Kemal’in çarıklı askerleri,
Dedelerimizin Harb-i Umûmi-î dediği savaşlarda garbın tek dişi kalmış tekmil canavarlarının
O biricik dişini de kerpeten ile kanırta kanırta sökmüş idi.
İşde, sırf bu sebepden dolayı bu canavarlar,
Türk askerinin savaşkan rûhunu törpülemek için yanıp tutuşuyorlar idi. Bunun için de subaylarımıza süslü püslü elbiseler giydirip kadınlar gibi süslemek
Ve daha da önemlisi,
O vakde kadar subay ve er olmak üzere iki sınıflı olan Türk askerini çeşitli sınıflara bölmek isdediler.
Coniden beslemeli ve feslemeli garb perestiş subaylarımız,
“Astsubay” dedikleri “ortada sandık” cinsinden yeni ve köle bir asker sınıfını 1951 senesinde peydahladılar.
“Subay yardımcısı” dedikleri Astsubayların yetiştirme usûlleri
Bakanlıkların peydahlayacağı “Yönetmelik” ile tesbit edilecek,
Yükselmeleri de Bakanlık onayı ile yapılacak idi...
Bakanlık onayı, “tasdiknâme” demek. Bir başka ifâde ile “çalışma izni” demek.
İlgili Bakanlarımız diyor ki;
“Ey, çavuş! Ben sana, orduda sâdece “çalışma” izini veriyorum. Emir verme yetkin yok, komutan olmazsın!.
* * * * *
27 Mayıs subay darbesi ile kudret zehirlenmesine uğrayan sömürgen subaylarımız;
Yeni bir kânûn daha peydahladılar! İsmine de TSK Personel Kânûnu dediler. Ve birbirine hiç benzemeyen subay ve asubayları aynı torbanın içine tıkışdırdılar.
Bu kânûn ile subaylarımız, 1951 senesinde tertipledikleri 5802 sayılı Astsubay Kânûnunu “ilgâ” etdiler.
Fakat bu kânûnun sâdece bir maddesine dokunamadılar; birinci maddesini “ipkâ “etdiler.
Çünkü
Sırtını dayayacakları, kendi işlerini sırtına yıkacakları,
Maçaları sıkışdığında da kendi suçlarını üzerine atacakları bu “ortada sandık” askerden vazgeçemediler.
1951 senesinde peydahladıkları ve “subay yardımcısı” dedikleri astsubayları
Personel Kânûnunun aşağıdaki şu parantezin içine “korka korka ve küçük harfler ile” sakladılar.
|
Bu subaylarımızın sırtını kim yere getirebilir idi şu dünyâda?
Fakat!
Öyle değil midir?
Her saadetin sonu felâket değil midir?
* * * * *
27 Mayıs’ın darbeci subaylarının tertiplediği TSK Personel Kânûnu,
Tamâmen subayların saadetini tahakkuk etdirmek üzerine tezgâhlandı.
“Subay yardımcısı” dedikleri astsubayı da kerem eyleyip
“Bölük anası” ya da “tampon” olarak kullanmak maksadı ile bu kânûna sokuşdurdular.
926 sayılı işbu TSK Personel Kânûnuna göre subaylarımızın yetiştirilmesi,
Özel Kânûnuna göre yürütülecek idi.
Yukarıdaki maddeye bakmayın siz. Bu kânûn, 1967 senesinde kabul edildi. Fakat bu târihde harp okullarının kânûnu hâlâ yok idi. 926 sayılı TSK Personel Kânûnu meriyyete konuldukdan sonra 4 sene boyunca daha harp okulları, “Yönetmelik” ile idâre edildi. Çünkü işlerine öyle gelmiş idi. Asubaylar için 1951 senesinde kânûn tertipleyen Genelkurmay Başkanlığımız için bir kânûn da subaylar için tertip etmek zor değil ki...
* * * * *
Gene aşağıda gördüğünüz Kânûna göre
Taa 1929 senesinden beri mûtâd olduğu üzere
Zâbitân heyetimiz, gene Cumhurbaşkanı karârnâmesi ile subay nasbedilecek idi.
Subaylarımızı özel kânûnlarına göre yetiştirip
Cumhurbaşkanı karârnâmesi ile işbaşı yapdıran 926 TSK Personel Kânûnu
Asubay dedikleri askerlere gelince suyu yokuşa akıtdı.
Subay yardımcısı olan asubaylar;
Bakanlarımızın çala kalem tertip etdiği “Yönetmelik” ile yetişdirilecek idi...
Subay yardımcısı olan asubaylar;
Bakanlarımızın ayak üsdü imzâ etdiği “tasdiknâme” ile ordumuzda görevbaşı yapacaklar idi.
* * * * *
Harbiyeli Efendilere Kelime Ayârı!
2013 senesi dâhil olmak üzere harbiyeli subaylarımızın teğmenliğe nasıpları,
Cumhurbaşkanının imzâladığı karârname ile yapılır idi.
11 Şubat 2014 târihinde bir kânûn ile bu “karârnâme” kelimesine bir ayâr verdiler ve “onay” yapdılar.
Subaylarımızın 1929 senesinde başlayan “Cumhurbaşkanlığından berâtlı muvazzaflık” saltanâtı
Tam 85 sene sonra mutlak zevâl buldu!..
Birinci Cumhurbaşkanı Gâzi M. Kemal’in 1929 senesinde başlatdığı bir devlet geleneğini;
|
İşde, o kânûn tasarısını imzâlayan vekiller.
6519 sayılı kânûn ile 11 Şubat 2014 târihinde
926 sayılı TSK Personel Kânûnunun 34’üncü maddesinde birkaç “kelime ayarı” yapdılar ve
Subaylarımızın teğmenliğe nasıpları için şart olan cumhurbaşkanı karârnâmesini “iptâl” etdiler.
Yerine de Bakanların “onayı” şartını ikâme etdiler.
Komisyon Raporunun madde gerekcesinde şöyle yazdılar;
Subaylığa nasıp işlemlerinde “karârnâme” esâsının kaldırılması ve yerine “onay” sisteminin getirilmesi...
* * * * *
2014 senesinde 6519 sayılı kânûn ile yapılan “kelime ayârını” yeterli bulmayan AKP hükûmeti,
15 Temmuz’culara abdestsiz yakalanınca korkudan epeyi ecel terleri dökmüş olmalı ki
2017 senesinde tertiplediği 681 sayılı KHK ile “çift dikiş” yapdı...
İşde, 681 sayılı KHK’yi imzâlayan siyâsiler...
* * * * *
Karârnâmesi yok! Fakat Cumhurbaşkanı var!
R. Tayyip ERDOĞAN,
Harp okulu öğrencilerinin subaylığa nasıp karârnâmesini imzâlama geleneğine Başbakan sıfatı ile 11 Şubat 2014 târihinde son verdi.
Fakat karârnâme vermediği teğmenlere, bu kez Cumhurbaşkanı sıfatı ile diploma vermeye gitdi...
Birisi dese ki; Cumhurbaşkanım; sen, o teğmenlere hangi hakla diploma veriyorsun? Diyelim ki protokol denen şeyde bir yanlışlık oldu... Fakat bu işi yapanlar iyi bilir; protokolde yüzde 99 başarı bile başarı sayılmaz. Olacak iş değil fakat ben şaşırmıyorum! Çünkü R. Tayyip ERDOĞAN’ın tarzı bu. Anayasaya Mahkemesinin aldığı karârı bile tanımayan O değil miydi? Kural, kânûn, karârnâme kendi işine nasıl gelirse öyle tatbik ediyor.
Subaylığa nasıp için karârnâme imzâlamaya 2014 senesinde son verildi. Haydi, bir alışkanlıkdır, belki de bir yanlışlık olmuşdur diyelim 2014 senesinde...
Fakat Cumhurbaşkanı R. Tayyip ERDOĞAN, 2015 senesinde de aynı şeyi yapdı. Harp okullarına gitdi ve mezûn edilen teğmenlere diplomasını verdi... Peki, verdiğin o diplomaların karârnâmesini imzâladın mı, Cumhurbaşkanım?
Cumhurbaşkanı olarak sen, hem karârnâme imzâlamaya son ver.
Hem de karârnâmesini imzâlamadığın teğmenlere diploma ver!..
Türk tipi Anayasa,
Türk tipi başbakan
Türk tipi başkanlıkdan sonra
Bu da herhâlde Türk tipi diploma vermek oluyor!..
* * * * *
Komutanlık Vasfının Dayanılmaz Ayrıcalığı!..
Burada şu tesbiti yapmalıyız!
Mevcudu ne olursa olsun! Bir askerî birliğe "komuta etmek"; askerlik sanatının bir askere tahmil etdiği en yüce yetki ve en büyük ayrıcalıkdır.
Komuta etmek demek; tıpkı Atatürk’ün yapdığı gibi, emrindeki askerlere “ölmeyi ve öldürmeyi” emretmek hak ve yetkisine sahip olmak demekdir.
Gemi Komutanından, Karakol Komutanına kadar,
Bizim ordumuzda da “komutanlık yapan” çok sayıda Asubayımız var.
Fakat
Ve dahi
Bizim Asubaylarımız, bizim ordumuzda “subay” sınıfına dâhil edilmezler. |
Şu koca dünyâda sâdece T.C. Ordusuna has olan;
Şu koca dünyâda “insanım” diyen hiç kimse izâh edemez!
* * * * *
Gitdi Karârnâme, Geldi Tasdiknâme...
Cumhurbaşkanına özgü bir imtiyâz olan subay nasıp onay yetkisi,
Hem 2014 senesinde hem de 2017 senesinde kabul edilen her iki mevzuât ile Millî Savunma Bakanına verildi.
Harb okulu mezûnu subaylar, ingilizcesi “commission” olan türkcesi “berât” demek olan “imtiyaz” hakkını, işde, böyle kaybetdiler. Bu değişiklik yapılasıya kadar Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden ve başkomutan olan cumhurbaşkanın imzâladığı karârnâme ile Türkiye Cumhuriyetini temsil etmek üzere “berat” verilen subaylarımız, böylece Türkiye Cumhuriyeti Devletini temsil etme hak ve imtiyâzını kaybetdiler. Bugün artık harb okulundan neşet eden subayların nasıplarını Millî Savunma Bakanı “tasdik” ediyor.
Subaylarımız bir şey daha kaybetdiler;
Başkomutan sıfatı ile cumhurbaşkanının verdiği “emir verme ve komuta etme yetkisini”
Meriyyete konulan bu yeni uygulama ile;
Yetki ve imtiyâz bakımından subaylar, yüksek bir irtifâ kaybetdiler ve asubaylar ile eşit düzeye indiler.
Bir başka ifâde ile üst’lerde uçan subaylarımız, kendilerini bir anda ast’ların yanında buluverdiler.
1929-2014= Tam 85 sene ediyor.
Birinci Cumhurbaşkanımız Gâzi M. Kemal’in,
1929 senesinde meslekdaşı subaylara, başkomutan sıfatı ile armağan etdiği karârnâmeli “berât”ı
Onbirinci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 2014 senesinde
Sonuncu Cumhurbaşkanı R. Tayyip ERDOĞAN da 2017 senesinde subaylarımızın elinden geri aldı.
2014 senesinden itibâren subaylarımızın artık;
|
Merhabâ Memur isimli makâlemizde 15 Kasım 2014 Cumartesi günü söylemiş idik!
Sucukcu Necdet’in başlatdığı irtifâ kayıbını, Seri Paşa Hulusi, sıfır noktasına getirdi.
211 ve 926 sayılı kânûnlara tâbi olsalar da
1967 senesinden beri asubayların olduğu gibi
2014 senesinden buyana subaylarımız da
Millî Savunma Bakanından “tasdiknâmeli” devlet memurudur artık!
Çünkü, Anayasamıza göre sâdece Cumhurbaşkanı karârnâme imzâlayabilir.
İngilizcesi “commissioned” olan (cumhurbaşkanından berâtlı) sıfatı, bu târihden sonra mutlak zâil oldu.
Subaylarımızın diploma tevdi törenlerine Cumhurbaşkanının gitmesi için artık hiçbir sebep kalmadı.
Bu da şu demek oluyor ki;
Şu târihden sonra yapılacak subay ve asubay diploma törenlerinde artık sâdece ilgili Bakanları göreceğiz.
Subaylarımız, Cumhurbaşkanın elinden diploma ve karârnâme berâtı alma imtiyâzını da kaybetdiler.
Diploma töreni konusunda da subaylarımız,
Şöyle bir “tebdil-i vâsıta” eylediler ve
Küheylân atdan inip, karakaçan eşşeğe bindiler...
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
Yukarıdaki resimde
Konuşma baloncuğunun içinde gördüğünüz o selâmlaşma sözü, gerçek değil!
Şimdilik sâdece bir şakadan ibâret!
Sizler kolayca okuyasınız diye
Şu anda açdığınız bu sayfaları makyajlayan
Sitemizin İdârecisi Semih KOÇ
Lâtife etmek gâyesiyle eklemiş oraya!..
Fakat
Önümüzdeki dönemlerde
Resimin size göre sol tarafındaki er kişinin
Teftiş etdiği askerleri “Merhabâ, Memur!” diye selâmladığını duyarsanız
Sakın şaşırmayın!
Niçin şaşırmayalım diyorsanız şâyet
Eski Tüfek bu sualinizden kendisine vazife çıkartır
Ve sebebini
Telgrafın tellerine havâle edip
Küçüklerine bol bol sevgi
Ve dahi
Öğür ve büyüklerine de hörmetlerini ilâve etdikden sonra
Size göndermeyi kendisine görev bilir.
Ordumuzun tepesine tünemiş iki Orgeneral karnından fısladı; üfürdü, geçdi.
Boyalı basın; yazdı, çizdi, çığırdı, geçdi.
Emekli askerlerimiz umursamadı; göz süzdü, burun kıvırdı, dudak bükdü geçdi.
TEMAD, TAS-SEN ve TESUD sâdece bakdı; anlamadı, susdu, geçdi...
Muvazzaf cenâh derseniz; tayin, terfi, telâş, teftiş, takdim, tâlim, tatbikât, tâciz, tekme, tokat... Olmuş ekserisi dilsiz uşak!..
Fakat
Eski Tüfek
Terbiyeli üç maymunu âzad etdi; gözündeki perdeyi kaldırdı, ağzındaki bağı çözdü, kulağındaki tıpayı çıkartdı...
Kalem, kağıt, mürekkep, mum, vakit
Ve dahi uykuya hasret gözlerine
Ucu gırmızı mumla mühürlü bir seferberlik fermânı yollayıp
Hepsini görev başına celp eyledi...
Kimi gomutanlarımızı
Merhabâ, Asker! nidâsından
Merhabâ, Memur! seslenişine götüren yılankavi kıvırmaların
Esbâb-ı mucibesine muttali olmak isteyen can dostlarımıza
Anlatalım!
Buyurun...
T.B.M.M.’nin kabul etdiği bir kânun var.
Biraz mürekkep yalamış herkes bilir.
Devlet memurlarının hizmet şartları, nitelikleri, özlük işleri ve saire hukûkî esaslarını tanzim eden
657 sayılı Devlet Memurları Kânun’u.
Aşağıda gördüğünüz işbu kânunun birinci maddesi
Tâ 1965 senesinden beri şöyle avâz ediyor;
“Subay ve Astsubaylar, memur değildir!”...
Siyâsi cenâhın askere bakış açısı yukarıda gördüğünüz minvâl üzere. Bunu böyle bilelim.
Peki
Asker cenâhında vaziyet nedir?
Bugün itibârıyla
Türk Ordusunda görev yapan takribî 650.000 asker hangi kânunlara tâbi?
Görevlerini hangi kânunlara göre ifâ ediyor dersiniz?
Buyurun, birlikde sayalım;
Asker dediğimiz şahısların tâbi oldukları kânunlar yukarıda gördükleriniz ile mahdûd değil elbetde. Daha onlarcası var.
Biz, konumuz ile alâkalı olan sâdece temel kânunları yazdık buraya.
* * *
Yarım asır önce meriyyete konulan
Ve bugün dahi hâlâ meriyyetde olan işbu kânunlardan gözlerimizi
Bugünlere çevirelim.
Taraf gazetesindeki “derin düşünce” isimli köşesinde
2008 senesinin
Ortagüz ayının dokuzuncu gününde neşretdiği makâlesinde
Rasim Ozan isimli tufeylî
Kendince bir takım cılk bahâneler yumurtaladıkdan sonra
“... Askere gitmeyeceğim! Bu devlete itaat etmeyeceğim!” dedi. (¹)
Tarih, 2010 senesinin dördüncü ayı.
Adı mühim değil,
Günlerden, herhangi bir gün.
Başı gıçı ne tarafa oynadığı belli olmayan Rasim Ozan sıfatlı
Ve
Gazeteci kisveli bu mamacı
İktidar fırkasının çanağından yağlı bir kemik daha aparmak umuduyla
Yal yediği gazeteye çıkıp
Hasbiden ürdü.
Gıçından salyalar saçarak konuşan asker kaçağı bu mamacı gazeteci
Genelkurmay Başkanımız Orgeneral İlker BAŞBUĞ’a
“Sen, devlet memurusun!” dedi. (²)
Fakat
Bu tuzak iftiranın tehlikesini hemen fark eden Orgeneral BAŞBUĞ
Memur sıfatını şiddetle reddetdi...
Sebebini açıkladık!
Asker, niye memur olamaz?
Ya da
Daha doğru bir ifâde ile
Memur, niçin asker olamaz diye!..
Devlet memurluğunu hakir gördüğümüz zehâbına kapılan muhteremler varsa şâyet
Önce
Hemen şu iki satır yukarıdaki cümlemize ilişdirdiğimiz makâlemizi okusunlar
Sonra
Fikirlerini serdetsinler...
Makâlemizin ilk sayfalarında gördüğünüz 657 sayılı Devlet Memurları Kânun’unun
Birinci maddesini delil gösteren Sayın BAŞBUĞ
“Ben, memur değilim! Ben, Türk Milletinin emrinde bir askerim!” dedi.
Sonra da
Memur sıfatını kendisi için “tahkir ve tezyif” telâkki edip
Bu çanak yalayıcı mahlûk hakkında peş peşe tam on dört dava birden açdı.
Diplomat nâmıyla maruf Genelkurmay Başkanımız Orgeneral BAŞBUĞ’un bu şerefli duruşu
Ve dahi
Askerce davranışı ortada dururken
Sınıf arkadaşı
Ve
Silah arkadaşlarını haksız yere hapse atan vatan haini siyâsetci güruhuna tavır koymak için
Makâm ve ikbâl uğruna “memur” olmayı şiddetle reddedip
Genelkurmay Başkanlığı makâmından feragât eden
Orgeneral Erdal CEYLANOĞLU’nun vücudunun üsdüne basarak
Zilli zembille gökden yere indirilen
Ve dahi
Aynı goltuğa gıçını goyan Sucukcu Necdet Bey
Görevinde daha iki seneyi bile ikmâl etmeden
Zihniyet dumuruna düçâr olup
Sayın BAŞBUĞ’un tükürdüğünü yaladı...
Harbiyeye girdiği günden beri
Tam 49 senedir zihin tahtasında yazılı duran “asker” sıfatını
İki elinin on parmağıyla birden siliveren Necdet Bey
“Hayır! Ben, asker değilim!
Ben, devlet memuruyum!” diye fâş eyleyiverdi...
Zihin tahtası orası
Yaz, boz, sil!..
Sil, boz, gene yaz...
Keçe silgi, ak tebeşir, kara tahta yokdur orada nasılsa...
Öyle mi?..
* * *
Deli olduğuna inandırmak için
Sıradan bir adama dahi en az kırk kere deli demek icap eder.
Fakat
Belden kırma fırıldak Rasim’in sâdece bir kerecik “Devlet memurusunuz!” demesiyle
Kendinden pilli Başkanımız Necdet Bey
Şûh bir rakkâse gibi kıvırdı
Ve kendisinin “Devlet memuru” olduğuna inanıverdi...
Peki
Senin emrindeki bir asker,
Senin bu sözünü ciddiye alsa
Ve
Silâhını elinden,
Palaskasını, kütüklüğünü belinden,
Nöbetci kolluğunu kolundan çıkartıp sana verse
Ve dahi
“Mâdem ki sen memursun! Öyleyse ben de memurum! Mesaim bitdi, al şunları, ben eve gidiyorum!” dese?..
Der mi?
Der!..
Verecek cevâbınız var mı muhteremler?
İmam osdurursa
Cemaat ...
* * *
Başkomutan ATATÜRK,
Harb meydanlarında sırtını yasladığı silah arkadaşlarını yanına alıp
Göğsünü gere gere askerlerini selâmlarken
O yeşil gözleri
İftihar, kıvanç ve şefkâtle çakmak çakmak parıldar
Ve
Gözümüzün bebeği Mehmetciklerimize
“Merhabâ, Asker!” der idi.
Çok değil, şunun şurasında,
Başkomutan’ın bu sözleri tarihe yazmasının üzerinden bir asır geçdi, geçmedi...
Askerin
Devlet memuru olmadığı en az yedibin seneden beridir pişmiş çebiş kellesi gibi orta yerde sırıtıp dururken
T.C. Ordusunun tepesinde oturan bu eyyâmcı Bey, Efendi ve Aga tayfası
Yirmibirinci asırın ikinci on senesinde hemencecik irşâd oldular
Ve
Aynı makâmdan şakıyan besleme bağ bülbülleri misâli
“Bizler; asker değiliz, memuruz!” dediler.
Ağızlarından yumurtaladıkları bu cılk kelâm ile
Yedi bin senelik asker,
Yumurtadan cücük çıkartır gibi
Bir günde
Oluverdi Devlet memuru...
Omuzunda dört yıldızlı apolet ile ortalıkda dolaşan bu Bey, Efendi, Aga takımı
En az üç bin senelik şanlı bir tarihin sancağını dalgalandıran Türk Ordusunun komutanı olduklarını unutup
Son birkaç seneden beridir dünya kamuyou önünde
“Ekmek, musaf çarpsın ki bizler asker değiliz, memuruz!” diye gıçlarını yırtıyorlar...
Pekiyi
ATATÜRK,
Tâ 1926 senesinde
T.C. Devletinin Cumhurbaşkanı sıfatıyla
Kendini memur zanneden siz Orgenerallere
Şöyle emretdi;
“Ben, ordu ile küçük rütbelerden beri içten temâsı olan bir askerim!”
ATATÜRK’ün bu emrinden
Haberiniz var mı sayın Beyler, Efendiler, Agalar?..
Şanlı Türk Ordusu’nun tepesini işğal eden siz Orgenerallerin bugün yapdığı bu kıvırganlığı görse idi şâyet
Başkomutan ATATÜRK
Hepinizin yüzüne tükürmez miydi?
* * *
Genelkurmay Başkanı, İkinci Başkan ve Kuvvet Komutanı ağız birliği ederek diyorlar ki “Bizler, Devlet memuruyuz!”.
Peki
Mevzuatımız ne diyor devlet memurları hakkında?
İşde Kânun;
Asker kıyâfeti giyerek “Devlet memuruyum!” diye basının karşısına çıkan siz eyyâm agaları
Yellenerek abdest bozar gibi suskunluğunuzu bozuyorsunuz
Ve dahi
Çok konuşulacak açıklamalar yapıyorsunuz da...
Söyleyin bakalım;
Mâdem ki devlet memurusunuz, konuşmak için Millî Savunma Bakanı’ndan izin aldınız mı?
İsmet Bey’den izin almadıysanız şâyet
Siz devlet memurları
Yukarıdaki Kânun maddesini ihlâl etdiniz... Suç işlediniz!
Devlet memuru olduğunu söyleyen Necdet Bey, Yaşar Efendi, ve dahi Hulusi Aga
Devlet Memurları Kânun’u madde 15 hilâfına davrandılar.
Vicdanlı bir Cumhuriyet Savcısı varsa bu memleketde şâyet
Buradan suç ihbâr ediyorum. Hemen idârî soruşdurma başlatsınlar.
Gelelim meselenin ikinci vechesine
Herhâlde biliyorsunuzdur
Genelkurmay Başkanı, hiçbir Bakana bağlı değil. Doğrudan Başbakana bağlı.
İşde Kânun. Hem de Kânunların Ana’sı.
Şimdi de Anayasa’ya sırtınızı dayayıp
“Genelkurmay Başkanı, Başbakana bağlıdır. Bak, işde Anakânun!
Basına demeç vermek için Bakan’dan izin almak zorunda değildir” diyorsanız şâyet
Hangi sebeple “Bizler, asker değiliz: Hepimiz devlet memuruyuz!” diye yırtınıyorsunuz agalar?..
* * *
Daha ötesi yok!
Mareşâl olacak çapda değil üçü de...
Bir subay için
Orgenerallik en yüksek rütbe,
Kuvvet Komutanlığı, İkinci Başkanlık, Genelkurmay Başkanlığı en yüksek makâm...
Kurt, kocayınca köpeğin maskarası olur! der ebemdedem.
Bizim memur kılıklı Orgenerallerimiz Necdet Bey, Yaşar Efendi ve dahi Hulusi Aga,
Ağızlarından yumurtaladıkları densiz, seviyesiz, ucuz ve hoyrat sözleriyle
Mesleklerinin şâhikasında milletin maskarası oldular!..
Asubay hak arama mücâdelesine tâze bir nefes vermek üzere
Çıkdığımız dönülmez yolculukda
Yazdığımız ilk makâlemizin ismi “Adam Arıyorum, Adam!” idi.
emekliassubaylar.org mecrâsında 10 Temmuz 2012 senesinde neşretmişiz.
Ve dahi
Şu nidâ ile son noktayı koymuşuz makâlemize; “Elimde kandil, gözümde umut; gün ışığında adam arıyorum, adam!”
Yukarıdaki sözünde Emekli Korgeneral Engin ALAN da bizim dediğimizi haykırıyor. Adam mısınız? diye soruyor!
Demek ki o makâmlarda henüz adam yok!
Yazık!..
Şanlı Türk Ordusu adına hicâb edilecek, hakikâten çok elem verici bir vaziyet...
Subay yetişdirmek için seçdiğimiz çocuklarımızın sâdece akıllı olması yeterli değil demek ki!..
Aynı zamanda
Haysiyetli, izzet-i nefsi yüksek, faziletli, vefâ duygusu gelişmiş, mâneviyyâtı sağlam olması gerekiyormuş meğerse...
Askerlik tarihimizin hiçbir döneminde Genelkurmay Başkanı
Kendi sınıf arkadaşları, subayları, asubayları, komutanları tarafından bu kadar tenkit edilmedi...
Sözünün Er’i olması beklenen Orgeneral Necdet ÖZEL’i
Tarih,
Kendi sözünün maskarası olan
Ve dahi
Devlet memuru Necdet Bey olarak tahattur edecek ebediyyen...
* * *
Genelkurmay Başkanlığı makâmındaki minderi kendinden yaylı goltuğunda oturan Necdet Bey
T.B.M.M.’nin emrine karşı geliyor
Ve dahi diyor ki
“Ben; asker değilim, devlet memuruyum!”
Devletin kânunları
“Askerler, özel kânunları hükümlerine tabidir” deyip dururken
Bu Bey, Efendi ve Aga takımının
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kânunlarına ayak direyip
“Hayır! Biz; asker değiliz, devlet memuruyuz! (²)" demekde ısrar etmesini askerlik, haysiyet, gomutanlık, akıl
Ve dahi
Devlet adamlığı ile izah etmenin imkânı yok.
Ömrü boyunca silah arkadaşım dediği askerlere
Kafasına çölmekden saksı düşmüş adam gibi
Durduk yerde memur demek sağlıklı bir ruh hâline işâret etmiyor.
Yalan, dolan, hile, hurda. Farketmez!
İçtimaiyyât kâidesidir.
İnsanlar, ilk duyduğuna inanır. İnandığından da vazgeçirmek kolay değildir.
En az yedi bin seneden beri yüzlerce devlet teşekkül edip askerlik tarihine altın mühürünü vuran
Ve dahi
Dünyanın en büyük, en kuvvetli, en tertipli ve en muzaffer ordularını bağrında büyüten Yüce Türk Milleti
Askerin, Devlet memuru olduğunu da ilk defâ Necdet Bey - Hulusi Aga tayfasından işitdi 2013 senesinde...
Orgeneral rütbesinde iki densizin ağzından dökülen “Asker; Devlet memurudur!” zırvasını
Bakalım akıllı kaç Orgeneral dimağlardan silebilecek.
* * *
Şimdi,
Askerin, asker olduğunu
Devletin bunca kânunu bas bas bağırırken
Nasıl oluyor da Bey, Efendi, Aga taifesi çıkıp ortaya
“Valla billa biz hepimiz Devlet memuruyuz!” diye cıvık cıvık üfürüyorlar?
Bilmemeleri kâbil değil. Öyleyse dertleri nedir Orgeneral rütbesindeki bu subayların?
Acaba bunlardan bâzıları “çiğ yediler” de karnı mı ağrıyor?
Ateş olmayan yerde duman tütmez!
Bakınız, Nisan 2014 tarihinde zamânın Başbakanı R. Tayyip ERDOĞAN ne dedi?
“Genelkurmay Başkanı’nın kaseti var!”
Bildiğim kadarıyla Necdet Bey bu haberi tekzip etmedi. Ya da ben işitmedim.
Tekzip etdiyse şâyet göndersin bize. Sayın Ersen GÜRPINAR hayır demez herhâlde! Bu sayfaya ekleyelim.
Sayın ERDOĞAN’ın bu iddiasının doğru olup olmadığını en iyi Necdet Bey bilir.
Fakat bu iddia hakkında dâva açmadığına göre
Ya da
Hiç olmazsa en azından tekzip etmediğine göre
Acaba Necdet Bey zamânın bir yerlerinde “çiğ” mi yedi?
Necdet Beyin kaseti gerçekden var mı?
Bu kasetle yapılan şantajın neticesi olarak mı “Ben, memurum!” diye avâz avâz bağırıyor?
Yoksa
Birileri kasedi ortaya sürmek tehdidi karşısında Necdet Bey ile asker-memur takası mı etdi?
Kendine özgü;
Nasıl olur da
Garga guşunun bokunu bellediği gibi hep bir ağızdan “Bizler asker değil, memuruz!” diyebilir Allah’ım?
Her geminin sığınacak bir limanı,
Her guşun tüneyecek bir yuvası,
Ve dahi
Her memurun emir alacağı bir âmiri olsa gerekdir.
Orgeneral rütbeli siz askerler mâdem memursunuz da?
Size emir veren âmiriniz kim?..
Bu hakikâti bilenler bugün demeye cesâret edemese de
Tarih bunu bize bir gün elbetde söyleyecek.
* * *
Kaşarlanmış dört yıldızlı Generallerin bu rakkâse kıvırganlığını
İşin sahibi ruhiyatcılara bıralım tetkik, tahlil ve teşhis etsinler...
Biz gelelim kendi konumuza...
Tavırlı, tutarlı, haysiyetli ve kararlı olmak iyidir.
Üsdelik bu hasletlerin hepsi en çok da askerimize yakışır.
Bir fikir serdediyorsa adam şâyet
Diline dolayıp cümle âleme fâş eylediği bu fikrinin
Sefâsını sürer
Ya da
Ceremesini çeker.
Mâdem ki asker kisvesinin içinde ve Orgeneral rütbesindeyken devlet memurluğuna teşne oldular
Öyleyse bundan böyle memur gibi davranırlar herhâlde...
Teftiş etdikleri merâsim kıt’asını selâmlar iken komutanlarımız
Bugüne kadar “Merhabâ, Asker!” diyorlar idi.
Askerin memur olduğunu bu komutanlarımız kendi ağızlarından yumurtaladıklarına göre
Merâsim kıt’asını selâmlar iken
Bugünden kelli
Komutanlarımız askerlerine “Merhabâ, memur!” diyecekler.
* * *
Yumurta.... Afedersiniz,
Söz
Ağzından çıkar mı?
Çıkar!
Ve
Söz,
Adamı gölge gibi takip eder mi?
Sen
Karargahda, kışlada, arâzide, hudut boylarında, uçağın içinde, tankın üstünde, geminin güvertesinde
Askerin karşısına geçerek
Başını bu tarafa çevirip “Asker! Kendini rapor et!” diyorsan
“Burası ana kucağı değil, asker ocağıdır!” diyorsan
Sonra
Harâmî siyâsetci güruhuna şirin görünmek için
Bu kez de gıçını o tarafa gıvırıp
“Ben, devlet memuruyum!”
“Biz, askerler hep beraber devlet memuruyuz!” diyorsan
Senin aklından şüphe etmek hakkım vardır benim...
Sen
Kendinin Devlet memuru olduğuna inanıyorsan bu karar sâdece seni alâkadâr eder.
Huzurunda ağdalı bir temannâ çekip
Yerdeki halıyı öpecek raddeye kadar
Önünde başınızı aşağılara eğdiğiniz siyâsetci güruhunun
Kapıkulu memuru bile olabilirsiniz...
Fakat
Türk Devletinin size emânet etdiği vatan evlâdı askerler
Sizin gibi düşünmüyor!
O askerler,
Orgeneral İlker BAŞBUĞ’un dediği gibi
Türk Milletine hizmet eden Türk askerleridir.
O askerler
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün askerleridir.
Bu bir...
İkinci hususa gelince;
Omuzunda dört yıldız taşıyan bir Orgeneral
Akşam yatağa “asker” olarak girip de
Ertesi sabah aynı yatakda “devlet memuru” olarak uyanıyor ise şâyet
Kendini memur gibi hisseden bu çift cinsiyetli asker kılıklı memurlar
Ya da
Memur kılıklı askerler
Vatanı müdafaa etmek uğruna ölmek ve öldürmek için hazır bekleyen emrindeki askerlere
"Asker, sana ölmeyi emrediyorum!" diyebilir mi?
* * *
Mermisi bitdiği için siperini terk eden askerlerin
Conkbayırında önüne geçen Yarbay Mustafa Kemâl,
Tek dişi kalmış gevurun kurşun sağanağına sırtını yiğitce siper ederek
Çanakkale Harbi’nde
25 Nisan 1915 günü
Askerlerine neyi emretmişdi?
Tahattur edelim!
Bir an dahi tereddüt etmeden Başkomutanın emrine tevekkül ve şevk ile itaat eden askerler
Hemen süngüsünü takıp kibirli İngiliz Tomi’sinin üzerine atıldı!
Mehmetciğin süngüsünün ucunda kendi askerlerinin canhırâş feryâdını ve can cekişmesini
Dürbün ile gemiden seyreden cephe komutanı İngiliz Orgeneral Hamilton’un dudaklarından
Şu veciz sözler dökülüverdi, istemeyerek;
“Gebe dağlar, Türk doğurmaya devâm ediyor!”
Başkomutanın bir emriyle
Sel olup
Yıldırım olup
Şimşek olup
Ve dahi
Ecel olup düşman gevurunun üzerine hücum eden askerlerin hepsi
Şehit olacağını biliyordu.
Ve koca bir Alay’dan sağ kalan olmadı.
Bu Mehmetcikler, 57 inci Alay’ın askerleri idi...
Her komutan, taarruzu emredebilir.
Fakat
Gebe dağların doğurduğu Türk askerine
Ölmeyi emredebilmek için
O kişinin
ATATÜRK olması gerekir!..
* * *
Kuzeyde;
Söz dinlemez bir kısrak gibi hırçın, âsi ve gemalamaz
Fakat
Kale gibi sağlam Karadeniz’e sırtımızı yaslamışız yaslamasına da
Sâir üç cihetimizdeki komşumuz olan ülkelerin hiçbirisi hakkımızda iyi emeller beslemiyor.
Doğuda 4,
Batıda 2,
Güneyde 2 olmak üzere
Tam 8 ülkeyle kara hududumuz var.
Sekiz komşusu olup da
On sekiz, yirmi, otuz, kırk ...
Belki de
Elli sekiz düşmanı olan başka bir memleket yokdur şu dünyada!..
Şimdi
Ateş, burnumuzun dibinde...
Şu anda harbde değiliz fakat harbdeymişiz gibi sivilinden askerinden harp zaiyatı veriyoruz.
İnsanlarımız evinin içinde, çocuklarımız devlet okulunun bahçesinde serseri kurşunlara hedef oluyor.
ATATÜRK’ün tapulu tarlasının üsdüne kaçak olarak inşâ etdikleri
1.000 odalı kâşânelerde ikâmet eyleyip
Hükümeti idâre etdiğini zanneden siyâsetci güruhu
“Ey Esed, Ey Esed! Allah senin canını tez zamanda alsın inşallah!” ilenmeleri eşliğinde
Ucuz, ve âdi siyâsi laflar üfürürken
Ve
Şu cennet memleketimin hâl-i pür melâli bu minvâl üzereyken
Hulusi Aga diyor ki; “Her türlü harbe hazır olmalıyız!”
Peki,
Harbe hazır olalım, olmasına da
Hangi Cumhurbaşkanı ile?
Hangi Başbakan ile?
Millî Savunma Bakanını geçiniz... Hukukcuyum diyor; kitabı yok, adâleti yok! Kayıkcıyım diyor; küreği yok!..
Hangi Genelkurmay Başkanı ile ?
Ve dahi
Hudutda düşmana ilk mermiyi sıkması beklenen
Hangi Kara Kuvvetleri Komutanı ile?..
* * *
Tarih, 2014...
Askerinden siyâsetcisinden kutursuz devlet adamlarının
12 seneden beri icrâ etdikleri sığ, samimiyetsiz ve seviyesiz siyâsetin tabii neticesi olarak
Bugün artık ateş çemberinin ortasındayız!..
Sekiz devlet ile sınır komşusuyuz.
Fakat bugün elli sekiz ülkeyle düşman olduk.
Sıfır sorun hedefiyle yola çıkan Ahmet Davut’un Amerikan mahrecli stratejik derinlik üfürüzmaları yüzünden
Stratejik derinlikli bir kuyunun dibine düşdük!
Ve dahi
Sıfır komşuya geldik dayandık, hamd olsun!..
Şimdi
Gözler, ufukda! Hudutda düşman gözetliyor.
Mermi, namluya sürüldü! İşâret parmakları tetikde.
Asker, teyakkuzda! Emir bekliyor.
“Türk Ordusu’nun dünyanın sekizinci en büyük ordusu olduğunu kaydeden” Hulusi Agam,
Dünyanın en büyük ilk yedi ordusunun hepsinin
Memurlardan değil de
Askerlerden müteşekkil olduğunu biliyor mu acap?..
Orgeneral harbe yeşil ışık yakdı
Ve
Her türlü harbe hazır olmalıyız! diye emir buyurdu buyurmasına da
Harbe kiminle hazır olacaksın?
İkisini de misliyle vurun! diye talimat veriyorsun da
Düşmanı kim vuracak Hulusi Agam?
Sen mi vuracaksın?
Yoksa
Memur mu?
Sabah kışlaya gidiyorsun
Oradaki askerlerin karşısına çıkıp “Sizler, memursunuz!” diyorsun!
Akşam, gazetecileri çağırıyorsun ve
Sabah “memur” dediğin adamları göstererek “Askere talimat verdim!” diyorsun!
Bu hercâîliği bırak!
Asker misin?
Memur musun?
Allah aşkına söyle bana!
Sen nesin, Hulusi Agam?
* * *
Sayılı gündür, tez geçer!..
Dokuz otuz günü kaldı şunun şurasında...
Merhabâ, Memur! ismiyle münteşir işbu makâlemizin
emekliassubaylar.org mecrâsında neşredildiği Koç ayının şu son günlerinde
Ana rahmine düşen en kıvrak, en gürbüz, en kuvvetli, en akıllı ve en hızlı atmık
Âşık’ına bir an evvel kavuşmak isteği ile yanıp tutuşan Mâşuk gibi
Şevk, haz, heyacan, azim, tutku ve dayanılmaz arzuyla
Arkasına bakmadan var gücüyle daha derine doğru yüzüp
Orada kendisini bekleyen yumurtaya yapışarak yekvücud olup da
Ve dahi
O yumurta ile
Rahim ve Rahmân olan Allah’ın izniyle
Ve Allah’ın huzurunda nikâhlandıkdan sonra
Ana rahminin duvarına tutunmayı başaran döllenmiş o yumurta
Teşekkül ve tekemmül ederek
Ete kemiğe bürünüp de
Dokuz ay misâfir edildiği ana rahminden dışarı çıkarak
İlk nefeslerini almak için
Hekimin sevecen şamarını gıçına aşketdikden sonra
Dünyaya henüz gözlerini açmadan
İlk çığlıklarını atdıkları günlerde
Necdet Bey’in dört senelik saltanatı hitâm bulacak!
Ve föter şapkayı giyecek.
Başkanlık sırası sana geliyor...
Haa!..
Şimdiden hatırlatalım
Memur,
Sekiz-beş çalışır,
Fazla mesai nedir bilmez,
Akşam saat 5 oldu mu odasını terk edip evine gider.
Silah dayasan alnı çatının ortasına, durduramazsın!
Hattâ
Memur;
Ölmek nedir,
Öldürmek nedir, bilmez...
Değil senin emrinle ölmeyi, öldürmeyi
Sana selâm bile vermez!
Türk Milletinin şerefli bir askeri olan ATATÜRK
Asker gibi düşündü
Ve dahi
Asker gibi davrandı hep.
Sen,
Otel lobisindeki masanın etrafında otururken
Siviller ile birlikte işret eyleyip
Şen kahkahalar atabilirsin!(³)
Fakat
Sen,
Memur gibi düşünüp de
Eski Tüfek’in müseccel bir vecizidir;
“Aptallar, yanılarak öğrenir!”
Bu sözlerimi
Kulağına küpe et Hulusi Agam!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
Haydi gene iyisiniz yiğitler! Kömüş bayıltan sıcakların basdırdığı şu yaz günlerinde, sizlere gıyamadığımdan olsa gerek! Kendimi sizlerin yerine ikâme eyleyip cuvâldûzü önce kendi etime batırdım şöyle derinden derinden. Siz muhterem karileri ne kadar sevdiğimi varın siz tahmin edin gâri!
Sonra, sordum kendi kendime; bir şeyi niçin saklarım diye! Cevabını da sizin yerinize gene bu fakir verdi kendileyin.
Kıymetli ise saklarım! Meselâ, açlık sınırındaki üçaylığımdan guruş guruş artdırıp çıkınıma katmer katmer sardığım kefen paramı! Çünkü başkasının eline geçmesini istemem. Bir pundunu bulup da birisi parsadanlayıverse maazallah cenâzem orta yerde kalabilir!
Bir şeyi aşırmışsam, saklarım! Derler ya! Komşu boncuğunu çalan, gece takınır! Çünkü çaldığım şey bana ait değildir. Sahibi onu gördüğünde benden isteyecekdir. Uçurtma uçurduğum zamanlardan bilirim! Konu komşu, akraba yâren bahcelerinden çocukken aşırdığımız meyvelerin hepsini yeyip öğütesiye kadar orada burada dulda bir yerlere saklanır, kimselere gösdermezdik.
Beni utandıracak ise saklarım! Çünkü başkasının işitmesini, görmesini, bilmesini istemem. Meselâ, avret yerlerimi... Atletim neyse de ut yerlerimi örteni indiriversem aşağıya şimdi şuracıkda, pelit dökmüş Macar meşesi gibi göveriverirsiniz alimallah!..
Onu sakladık, bunu sakladık, şunu da sakladık... Peki, Yüce Rabbim bizi bu dünyaya hep bir şeyleri saklamak için mi gönderdi yârenler? Şöyle göğsümüzü gere gere göstereceğimiz, haykıracağımız bir şeylerimiz yok mu Allahaşkına? Var elbet! Çok şükür, var!
Gurur duyup iftihar edeceğimiz bir şeyi niye saklayalım ki? Misâl, Deniz Muhabere Astsubayı olarak şu Yüce Milletime, Türk Deniz Kuvvetlerinde ve Sahil Güvenlik Komutanlığında otuz senelik fiili hizmetim var. Hem de muvazzaf tarafından! Üstelik bu sürenin yarısına yakınını da gemilerde ifâ etmecesine...
Vatanıma, milletime alnımın teriyle ve şevk ile hizmet etdim. Alnımın akıyla da emeklilik kısmet oldu. Pişman değilim. Şimdi, eski tüfek emekli bir astsubayım. Allah devletime milletime zevâl vermesin. Çalmadım, çırpmadım! Aşırmadım, aparmadım, koparmadım! Horzumlamadım, parsadanlamadım!
Açlık hududundaki tekaüt aylığım ile tencerede pişirip kapağında yiyorum. Ben de bunlarla müftehirim ve bu hakikâti emekliassubaylar.org’dan göğsümü gere gere cümle âleme fâş ediyorum!
Kıraat edenlere para, pul veremiyoruz! Olsa, maalmemnuniye! Tükân sizin yiğitler!
Lâkin bugün bu makâlemizi okuyanlar, torunlarına elvan çeşitli şeker götürmeseler de evlerine eli boş dönmeyecekler. İki yeni ve taze bilgi edinmenin hazzını yaşayacaklar evvel Allah!
Birincisi, son 30 seneden beridir şehir efsanesi hâline gelen; dedi miydi, demedi miydi lakırdısı ile bizleri meşgul eden “Senin başçavuşun benim teğmenimden fazla maaş alamaz!” vecizinin aslını faslını; nereden nasıl neşet etdiğini ve kimin yumurtaladığını öğreneceğiz.
İkincisi de bu makâle dizisinin önceki tefrikalarında sizlere duyurduğmuz “Zottirik” lakabıyla maruf kişinin Nüfus Hüviyet Cüzdanına bir dikiz atacağız!..
İnsan, dilinin altında saklıdır dediydi ebemdedem. Önceki makâlelerimizi dikkatle okuyup da “Bu kelimeyi sen mi uydurdun? Ya da elin garibine sen nasıl Zottirik diye hakâret edersin?” deyip merakla ve biraz da hiddetle kontürlü telefonuna sarılan cevvâl yiğitlerimiz oldu. Bu meraklarından mütevellit hepsine kalbî şükranlarımı gönderiyorum buradan. Kendileri heves edip de işbu makâlemizi sonuna kadar okurlarsa şayet bu merakları bugün zevâl bulacak inşallah!
Vurmak istiyorlarsa, vursunlar! Canları sağolsun! Fakat o yiğitlerden bir tek şey istiyorum! Merak etmek iyidir de! Hele önce zahmet edip okuyup öğrensinler! Hakikâti öğrendikden sonra da vurmak istiyorlarsa işde o zaman şu fukara boynum gıldan incedir!
Türk’ün töresindendir. Gınalı 3 gurban geleneğini bilirsiniz! Gelinlik gız, gurbanlık goç ve askerlik oğul!..
Rahmetli babamın anası merhum Emsâl ebemin isteği üzerine esker yapdılar beni. Müşteki değilim! Hepsinin mekânı cennet olsun.
Sülük lakabıyla maruf dedem Süleyman, göbeğimin düşdüğü gün önce ezân okuyup göbek ismimi kulağıma fısıldamış. Sonra Emsâl ebem şöyle demiş babama;
Biz, yedi göbek öteden beri yurdumuzu bekleyen Türksoyu Türk’üz. Bu Türk yurdu, bize su verdi, içdik; taam verdi, yedik! Harb-i İstiklâlin bedelini, babalarımızın şahâdetiyle ödedik.
Bugün, şu ay yıldızlı albayrağın gölgesinde sûlh-u salâh içindeysek ve başımız gövdemizin üstündeyse şayet bunu, eskerimize borçluyuk.
Oğul, sana vasiyetimizdir! Türk’ün töresidir, uyasın! Bugün yaşadığımız huzur ve hazarın diyeti olarak bu garayağız torun, esker olacak inşâllah!”
Bu sebepden olsa gerek, hepsi de ömürlerinin son demine kadar beni, ismimden çok “Onbaşı” diye çağırdılar. Ne Emsâl ebem ne de Sülük dedem esker olduğumu görebildi. Ben astsubay oldukdan sonra bile babamın bu alışkanlığı, öldüğü güne kadar devam etdi. Onbaşı unvanını taşımakla da iftihar ederim.
Bilenler, bilir. Köylük yerde, kızları nüfusa bile yazdırmazlar. Bizim oralarda o zamanlar öyleydi. Bir erkek uşağı, en az 3 gız evladına bedel kabul edilirdi.
Biz, 6 garındaşız; 5 gız, 1 erkek uşağı! Ailemiz için çok zor bir tercih olmasına rağmen merhum babam, ebemdedemin vasiyeti üzerine ve sûlh-u salâhın diyeti niyetine kulağımdan tutup beni esker ocağına teslim etdi. Hem de 15 yaşımda.
Hz. İbrahim’in, oğlu Hz. İsmail’i kurban niyetine kesmeye tevessül etdiği gibi babam da beni götürüp ıssız bir yerde kesdeydi, kim gelip ne diyebilirdi? Rahmetli babam beni kurban niyetine kesmedi. Fakat bu millete kurbanlık niyetine, askeriyeye teslim etdi.
Gabi statü sanemi diyor ya; “Astsubaylığı siz kendiniz seçdiniz. Kimse sizi zorla astsubay yapmadı!” Şimdi, bu sözü söyleyen susak ağızlı apoletli esker düşmanı statü edepsizine bir çift sözüm var şurada söyleyecek! Lâkin edebim elvermiyor.
1000 seneden beridir şu mukaddes topraklar üzerine basıyoruz. Bugün şayet bağımsız olarak yaşıyorsak ebemdedemin dediği gibi bunu hiç kuşkusuz askerimize borçluyuz. Bölüp parçalamak için elvan çeşit orostopolluklar tezgahlansa da bugünkü huzuru temin etmek bahasına en çok şehit veren astsubay sınıfının mensubuyum. Bu şüheda ocağının bir neferi olmakla da iftihar ederim.
Bahsetmeden geçemem! Silahdaşlığın icâbıdır. Hiç olmazsa kendi devre arkadaşlarımı burada yâd etmeliyim.
Vatana hizmet için beraber başlatdığımız bu askerlik yürüyüşünü sınıf arkadaşlarımdan niceleri akla hayâle gelmeyecek sebeplerle tamamlayamadı. Mukaddes vatan hizmetine talip oldular. Bile bile gidip gönüllü yazıldılar. Ve karanlıkda ateşe doğru uçuşan pervâneler gibi vatan hizmetine koşup şahâdet şerbetini içdiler birer birer.
İşde size sadece birkaç örnek...
Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulu’nda 3 sene aynı sınıfda okuduğum arkadaşım, Soyadı gibi boyu da uzun olan Rahmetli Ömer UZUN. Melek gibi uysaldı. Huyunun mülayimliğine karşın gözü öylesine kara idi ki tarif etmenin imkânı yok!
Benim de borucu olduğum Bando takımının solo trampetcisiydi Ömer. Teneffüslerde, oturduğu masasını öyle bir tımbırdatırdı ki işitenler vurmalı çalgılar orkestrası konser veriyormuş zannederdi. Öylesine güzel trampet çalardı ki Ömercik, onun tek başına çaldığı solo trampet eşliğinde bütün okul yürümekden handiyse mest olurduk.
Babası Almanya’da gurbetciydi. Bu sebepden, öksüz gibi büyüdü. Deniz Topcu Astsubayı Ömercik, SAT olmak istiyordu. Oldu da. Ve hemen de nişanlandı. Babasının evinin önünde, İstanbul Kadıköy açıklarında eğitim için denize atdılar öğretmenleri onu, puslu ve soğuk bir bahar sabahı. Astsubaylığının daha ikinci senesindeydi. O gün denize daldı ve bir daha gören olmadı Ömer kardeşimi.
Karamürsel Astsubay Sınıf Okulunda bir sene aynı sınıfda birlikde okuduğum, Soyadı gibi kendi de temiz olan Orhan... Her daim mis gibi kokduğundan dolayı kendisine “Kokulu” lakabını takdığımız dünyalar iyisi sınıf arkadaşım Beykoz’lu Orhan TEMİZ...
Örütbağda aradım. Ne bir satır yazı, ne bir tavsır. Kendisine ait hiçbir şey bulamadım. Sağ tarafınızda gördüğünüz solmuş sararmış tavsırını kendi yıllığımdan aldım buraya.
Bizi ölüme gönderen komutanların idare etdiği askerî kurumların kendi şehitlerine bu kadar ilgisiz, duyarsız, vefâsız davranması ne acı!
Sitemizden rica ediyorum. Orhan kardeşimi, Gurur Duyduklarımız/Şehitlerimiz bölümüne ilave etsinler lutfen. (Şehidimiz sitemize eklenmiştir, bkz.)
Mezuniyet töreninde çekdiğimiz kur’a ile Telsiz Astsubayı olarak TCG Tınaztepe Muhribine tayin edildi Orhan. Astsubaylığının daha ikinci senesindeydi. Sisli bir kış günü gemisi, İzmit Körfezi’nde Aygaz isimli sıvı gaz tankeriyle çarpışdı. Telsiz Kamarasında görevinin başındayken iki astsubay meslekdaşıyla birlikde şehit düşdü. Bekârdı Orhan kardeşim. O zaman kursdaydım. Koşup gitdim Gölcük’deki cenaze törenine.
Üçüncü şehidimiz de Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulu’ndan devre arkadaşım olan DSH Astsubayı Ahmet SEZGİN. Rahmetli Ahmet B sınıfında, ben de C sınıfında okuduk tam 3 sene. Kendisi helikopterde uçucu astsubay idi. Ahmet, evliydi. Benim de TCG Yıldırım Fırtkateyni ile Kuzey Akdeniz’de, İzmir açıklarında iştirak etdiğim bir tatbikat esnasında helikopteriyle görev için havalandı o gün. Bu görev, son havalanışı oldu Ahmet kardeşimin. Helikopteri denize düşdü ve içindeki askerlerin hepsi şehit oldu.
Kısmetmiş. Cenazesine gidebildim. Hemen o civarda, Çanakkale’nin küçücük ve yemyeşil bir köyünde çok güzel bir mezarlıkda toprağa verdik Ahmedi. Subay, Astsubay, Er, Erbaş... O tatbikata iştirak eden gemilerdeki askerlerin tamamı gitdik cenaze namazına. Karacısı, denizcisi, havacısı... Köyün nüfusunun belki de 10 katı asker geldi o gün köye. Binlerce askeri karşısında gören köylüler o kadar memnun oldu ki handiyse şehidinin acısını unutdular.
Cennet ile müjdelenen bu mübârek devre arkadaşlarımın ruhları şâd olsun!
Şehit; aile ve akrabasından 70 kişiye şefaat eder, şefaati kabûl edilir. Allah, kıyâmet günü bizleri de bu şehidlerimizin şefaatlerine nâil eylesin inşallah!
Çoban Sülü ile biz astsubaylar arasındaki benzerlik nedir?
Bildiniz! Her ikisi de asker darbelerinden çok çekdi!..
Peki, Çoban Sülü ile biz astsubayların arasındaki fark nedir?
Lengeli fötürünü alıp 6 kere gitdi, 7 kere geldi. Son dönüşü, adına yaraşır biçimde muhteşem oldu! Çoban Sülü, yedincisinde Cumhurbaşkanı olarak gelmesini bildi.
Ancak biz astsubaylara vurulan sivil-asker maddî-mânevî darbeler ve silleler artan bir ivme ve şiddet ile hâlâ devam ediyor babayiğitler!
12 Eylül 1980 asker darbesinin tozu dumanı arasında Askerî Yüksek İdare Mahkemesi, “Astsubaylar, 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’una göre Genel İdare Hizmetleri sınıfından devlet memurudur” diyen mesnetsiz ve Kanunsuz bir karar verdi.
Bu kararın gerekcesini öğrenmek için 4982 sayılı Bilgi Edinme Kanun’undan neşet eden hakkımı kullanıp BİMER üzerinden iki kere dilekce gönderdim. Her iki dilekcemde de şu suali sordum;
“926 sayılı TSK Personel Kanun’una tâbi olan astsubayların;
- a. 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unda tarif edilen Genel İdare Hizmetleri sınıfına dahil olduklarına dair Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin tesis etdiği bir karar var mıdır?
- b. Karar var ise tarihi ve sayısı nedir?”
AYİM’in “Yüksek” adâleti tez zamanda tecelli etdi ve ilk dilekceme şu cevabı verdi;
Dilekce konusu, Bilgi Edinme Kanunu kapsamına girmediğinden cevap verilememiştir!
İkinci dilekceme ise verdiği cevap şöyle;
Dilekce konusu, Bilgi Edinme Kanunu kapsamına girmediğinden cevap verilememiştir.
Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Başkanlığında başvuru sahibi Şükrü IRBIK tarafından açılmış davalara ilişkin kararlar isteniyor ise; açılan bu davalara ilişkin kararlar Ek’te gönderilmiştir.
Al sana AYİM’den bir kaya, nereye istersen oraya daya!
Yeri gelmişken diyelim; muvazzaf iken AYİM’e tam 7 dava açdım. Kanun’da yazılı olmasına ve haklı olmama rağmen birisini kaybetdim. Diğer 6 davamı da AYİM başdan reddetdi.
Bu davaların hiçbirisi şahsım ile alâkalı değildir. Hepsi, astsubay aleyhine hüküm ithiva eden mevzuatdaki eksik ve yanlışlıkların düzeltilmesine matuf davalardır. İşde AYİM himmet edip bana bu davaların karar metinlerini göndermiş.
Önce AYİM’e sorduğum suali, sonra da AYİM’in bana gönderdiği yukarıda mezkur cevabı bir de siz okuyunuz. Ben, AYİM’den açdığım davalara ilişkin karar metinlerini isdemiş miyim, bir de siz söyleyiniz.
Ben, AYİM’e soruyorum; “Çanakkale Boğazı?..”
AYİM cevaplıyor; “Yanıyor gıçımın ağzı!”
Ufak ufak garınca, nenni de yavrum nenni!
Lâkin, bu nenninin sonunda uyuyan ben olmayacağım. İşde, buradan fâş ediyorum siz ala bacak AYİM’li eşeleklere!..
AYİM, bir doğruyu kırk yalana saklama telâşında. Görülen o ki yalan üzerine yalan söyleyen AYİM’in kimyâsı bozulmuş!
Ey, AYİM’in hâkim kılıklı ve apoletli işgilli büzzükleri!
Bugün, gıçınız yanıyor. Artık gizleyemiyorsunuz!
Yarın, hakkını gasp ettiğiniz astsubayların ahı tutacak ve teneşire gelesi vücudunuzun diğer uzuvları da bir bir yanacak inşallah!
Bugün, üçüncü dilekcemi gönderdim e Devlet üzerinden. Sualim, gene aynı! M.S.B’nin kurduğu çadır tiyatrosunda, ipleri Gepetto Genelkurmay’ın elinde olan AYİM kuklası, Pinokyo’yu oynamaya devam ediyor. Üçüncü sualime ne cevap verecek bakalım!
AYİM, istediği kadar bu kararını saklamaya çalışsın. Nafile! Korkunun ecele faydası yok! Bir gün gelecek, haksızlığın, adâletsizliğin utanç abidesi olan emir eri AYİM lağvedilecek. Ve biz emekli astsubaylar o gün de var olacağız. Bu ahlaksız, bu mesnetsiz, bu haksız, bu namert, bu soysuz, bu Kanunsuz kararına gerekce olarak ortaya dökdüğü incileri göreceğimiz günler yakındır yârenler.
“Ait, aidiyet” sözlerinden hazzetmiyorum. Bu kelimelerin kadınsı bir sedâsı, bir nidâsı, bir ruhu, bir hüviyeti var. Ben sana aidim, sen bana aitsin! Yok olmadı, o kime ait? Aidiyetimi kaybetdim, hükümsüzdür!
Son zamanlarda kadın eli bulaştırılsa da tarihden beri hemen bütün milletlerde erkek mesleği olan askerlere bu kadınsı kelimeyi kullanmak yakışıyor mu? Yakışmıyor!
Haydi geliniz, böğürtlenli muhallebi kıvamlı ve oje-ruj kokan bu kelimeleri kızağa çekelim! Başkanım, Sayın Ahmet KESER! Lutfen siz de bu söze kulak kesiliniz. Şayet şu fakire iltifat buyurursanız onların yerine câri mevzuatda zaten mevcut olan “Mensup, mensûbiyet, ordu mensubu, mensûbiyet duygusu vb.” diyelim yiğitler!..
Ait ve aidiyet gibi kelimelerinin yerine, genç meslekdaşlarımızın işitmediği ya da unutduğu fakat Eski Tüfeklerin iyi bildiği “Mensup, mensûbiyet” sözlerini kullanalım. Ordumuzda mensûbiyet duygusu azalmış! Şunca senede, yüzde bilmem şundan yüzde bilmem şuna inmiş! Güzel, değil mi?
Hele bir de hiyerarşi, vizyon-misyon, promosyon ve moral-motivasyon gibi börkenekden atmasyon kelimeler var ki!.. Burası neresi Allahaşkına, gardeşler? Hay bu kelimeleri terennüm edenlerin dilini... Demi ve yeri değil ki bir iki usdura da o taraflara sallasak!
atv’de beş paralık yeni bir dizi çevirmek karşılığında bunca senelik itibarını harcayıp Âkil olan Kadir İNANIR bir zamanlar ne yapmışdı dostlarım? Şu fakiri kızdırmayın! Yoksa bir punduna getirip tıpkı Kadir abinin yapdığı gibi sizi duldalarda movite ediverir ha!
Lakaplar; kişiye karşı beslenen sevgiyi, saygıyı ifade etmek için ya da o kişiye karşı beslenen nefreti dışa vurmak için yakışdırılır.
Örfümüzde vâriddir! Arkadaşa, eşe-dosda, devlet adamlarına, meşhur eşhasa, bahusus siyasetcilere ve hattâ Cumhurbaşkanlarına dahi her dönemde lakap takarız.
İttihatçılar kızdılar mı Atatürk'e “Sarı Paşa” demişler. Bu lakap tutmamış, İttihatçılar arasında kalmış. Vardır elbet bir esbab-ı mucibesi! Asker emeklisi Cumhurbaşkanlarından birisine Çivitbaş, ötekine Zottirik demişler. Birincisini varın siz bulun! Makâlemizin fitnecibaşı, afedersiniz, iç güveyi ve baş oyuncusu olduğundan nâşi biz, ikincisini fâş eyleyeceğiz.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu sene okgası çil çil liralarla alınıp satılan sarı saman bile olsa saklamaya meyyâldir insanoğlu. Bunu anlayabiliriz. Peki ya sakladığımız şeyin aslında hiçbir kıymet-i harbiyesi yok ise? O zaman niye saklamak ihtiyacı hissederiz acap? Değeri olmayan şeyleri de saklamak ister miyiz? Kendi adıma evet, saklarım! Başımı yere eğdirecek, hicap edeceğim şeyleri ben de saklamak isterim.
Bir insan tahayyül ediniz. Genelkurmay İkinci Başkanlığı görevi yapmış zamanın bir behrinde. Şimdi kendisi, o mevkiden, makamdan çok uzaklarda yapayalnız geziyor... Ve hizmet etdiği o devlet kurumu, bugün örütbağ sitesinde yayınladığı özgeçmişinde, bu asker kişinin Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapdığı tarihleri yazmamış (¹).
Kişinin kendi askerlik hayatındaki önemi şöyle dursun, memleketimiz için bile hakikâten önemli bir makamdır. İnsan, kendinden bahseder de Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapdığı tarihleri es geçer mi?
Çok aradım, sordum, soruşdurum. Aradım, taradım fakat ben bulamadım. Zannımca, birisi ya da birileri bizlerden bir şey saklıyor!
Zamanın bir sehminde sen T.C. Ordusunda Genelkurmay İkinci Başkanı olarak görev yap. Sonra, senin özgeçmişini yazan ve senin de bir zamanlar Başkanlığını yapdığını o devlet kurumu, senin o kurumun İkinci Başkanlığını yapdığın tarihi özgeçmişine yazmasın! Sarımsaklayıp saklasın! Olacak, unutulacak, sehven yapılacak iş mi?
Peki niye? Kıymetli mi? Aşırdığın bir şey mi? Seni utandırası bir şey mi? Ya da nedir?..
Soyu sopu, nesebiyle herkesin iftihar etmek hakkı vardır. Fıtraten haiz olduğumuz bu hak, lâyuseldir! Kimse dokunamaz, sorgulayamaz! Bu fikrin tezahürü olarak da ebemdedem şöyle buyurmuş; Aslını gizleyen haramzâdedir.
Mâdem hakikâtler bu minval üzere öyleyse görev yapdığın tarihin aslını, faslını niye gizlersin? Daha reşit olmamış çocukları beslemeyip bir bir asdığını gerdâniye makâmından terennüm eylediğin basın demeçlerinde cümle âleme utanmadan fâş eyliyorsun. Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapdığın tarihi sen ya da Genelkurmay Başkanlığı niçin şu an dahi saklıyor? Hakikaten meşkûk bir durum, değil mi?
Biz astsubayların şu bahtsızlığına bakınız babayiğitler! Astsubayın yüksek öğrenim intibak hakkının gasp edilmesi sürecinde Cumhurbaşkanlığı, Anayasa Mahkemesi, M.S.B., AYİM ve T.B.M.M. çatısı altında çevrilen tezgahlar silsilesinde ortaya dökülen hangi daşı kaldırsak altından aynı apoletli subay çıkıyor karşımıza. Bunların hepsine tesadüf deyip üsdünü örtebilir miyiz?
Astsubaylara en katmerli darbeleri sen vurduğuna göre ya astsubaylardan kaynaklanan onulmaz bir kuyruk acısı var sende ya da seni sıkıntıya düşürecek bir ayıbını, bir suçunu bilen bir astsubay var! Acaba hangisi?..
Bunlar söz konusu değilse o zaman astsubaya karşı beslediğin bu bitmez tükenmez kin, hınç ve nefretinin sebebi nedir, ey meçhul asker?
Bu meçhul asker, astsubayın haklarını gasp etmek için arnavut kaldırımı döşeli fitne yollarında apoletini bir o yana bir bu yana sallaya sallaya o kadar hızlı koşmuş o kadar hızlı koşmuş ki! Düz tabanlarını yağlayıp koşabileceği bütün yollları tepmiş. Dermânı ve ciğeri elverseymiş ve biraz daha hızlı koşsaymış şayet dünyadan aşşağıya düşecekmiş hani!
Astsubayı Taşlamak isimli mukaddime ile başlayan tefrikadan sonra sırasıyla; Cumhurbaşkanı ve Astsubay, Anayasa Mahkemesi ve Astsubay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Astsubay sitemiz müdavimleri buluşdu.
Ve şu anda kıraat etdiğiniz ve tefrikanın sondan ikincisi olan işbu makâlenin adı ise Genelkurmay Başkanlığı ve Astsubay!..
Makâle tefrikamızda, Millî Savunma Bakanlığı ve Astsubay ismiyle bir makâle neşretmeyeceğiz. Nâfiledir! Gâvur orucu gibi konuyu uzatmaya değmez!
Çünkü ha Genelkurmay Başkanlığı, ha Millî Savunma Bakanlığı... Konu astsubay meselesi olunca ya birincisi, ikincisinin kuyruğuna takılıyor ya da ekseriyetle olduğu gibi ikincisi, birincisinin...
Aynı küllüğün horozu, aynı teknenin hamuru; aynı tarlanın çamuru...
Yaman hırsızın, yalancı şâhidi; Bozacının, şıracısı; Havan dövücünün, hık deyicisi...
Minâre çalanın, kılıf hazırlayıcısı; Gassâlın, mezarcısı...
Çünkü astsubay talepleri söz konusu olunca bu Siyam ikizleri; aynı bağın, aynı makâmdan beraber şakıyan bülbülleri; aynı dağın beraber seken saksağanları; aynı derenin aynı anda, aynı yerden ve birlikde ısıran ısırgan otları oluveriyorlar nasılsa!
Bu eşlemeden, birisi bunu seçiyor, öteki de şunu..
Birisi, biz astsubayları minâreden atıyor! Öteki, aşağıya inip tutmuyor!
Birisi pas veriyor, öteki, daha ziyade ikincisi, yani apoletlisi gol atıyor.
Tabii, kendi kalesine!
Bir emir ile ölüme gönderip Azraili olduğun askerin az bir kısmını teşkil eden subayları sen ihyâ et, kâhir ekseriyetini teşkil eden astsubayları ise inkâr et, ihbar et, ihmâl et!
Yapdıkları, danışıklı döğüş ezelden beri.
Yok aslında birbirinden farkı. Birlikde çevirdikleri hep fitne, fesat çarkı!
Zottirik’in Harbiye’den bir üst devresi olan 27 Mayıs darbecilerinden Albay Ertuğrul ALATLI’dan tevâtüren;
Harb Okulunda her devrede genellikle her öğrencinin farklı lakapları vardır. Kendisi futbola çok meraklıydı. Bölüklerarası her maçda oynamasına rağmen atlayıp zıplayıp tam neticeye varamadığı için muzip arkadaşları adını “Zottirik” koymuşlardı. Bilhassa Harbiye’de onu hiç kimsenin ismiyle çağırdığını fazla hatırlamıyorum. Bu hoş olmayan tanımlama neredeyse yüzbaşılığına kadar devam etdi. Sonraları unutulup gitsede, ona kızan dönem arkadaşları eski günlere atfen bu lakabı maalesef gündeme getirebiliyorlar.
1923 sayılı Kanun ile yüksek öğrenim gören astsubayların maaşlarının, “devlet memurlarına nisbeten bir üst dereceden intibak ettirilmesini” Anayasa Mahkemesi 1976 senesinde görüşmüş ve Kanun’un bu hükmünü iptal etmişdi. Kararın tam iptali yönünde görüş bildiren ve davanın görüşülmesi esnasında 1 üyesi askerî hâkim subay olan mahkemenin 6 üyesi şöyle mesnetsiz ve sapık bir kanaat tesis etmişdi.
... Bir astsubaya, kendisine rütbesi ve kıdemi yönünden emir verme durumunda olan amirinden daha üstün aylık ödenmesinin askerî hizmetlerin gereklerine ve bunun doğal sonucu olan disipline aykırı düştüğü açıktır.
Bu yargının doğru olduğunu bir an için kabul edersek; askerlik görevini yapmak için orduya intisab eden 1 günlük hizmeti olan asteğmenin, 30 sene hizmeti olan bir astsubay başçavuşdan daha fazla maaş alması gerekir. Halbu ki vaziyet hem o tarihde hem de bu tarihde böyle değildir. Olamaz da! Olmasını savunmak için insanın aklını peynir ekmek ile yemesi gerekir. Böyle bir ücretlendirmeyi dünyanın hiçbir teşkilatında göremezsiniz. Bu kanaati hukuk ehli insanların söylemesi Türk hukuk tarihi için tam bir rezalet, tam bir yüz karasıdır.
Böylesi sapık bir karşıoy yazısını yazmak ile Anayasa Mahkemesinin bu 6 üyesi; “Başçavuş bile olsa benim teğmenimden fazla maaş alamaz” diyen kişi ile aynı noktada buluşdu, aynı ağulu fikirde ittifak etdi. Bu fikiri hangisinin hangisine fısladığı önemli değil. Fakat Anayasa Mahkemesi hâkimlerine, Genelkurmay’ın teneşire gelesi İkinci Başkan’ının fıslaması daha muhtemel görünüyor. Tosya pirinç unundan yapılmış muhallebi ile beslediği teginmenine kıyamayan zamanın Genelkurmay İkinci Başkanı nefret zehirlenmesine duçâr oldu ve işde bugün kendisini rezil ve zelil eden bu sapık ifadeyi yumurtaladı.
Kusursuz cinâyet yokdur. Her katil iz bırakır. Bakmasını bilen de mutlaka bir ipucu bulur. Kurşun izi, parmak izi, ayak izi... Kıl izi, tüy izi... Bunlar da yoksa; ruh izi, nefes izi, göz izi...
Akıllı olduğu zehabına kapılıp kanaviçe işler gibi cinayet işleyen kancalı kurt kılıklı bu asker kişi, işlediği her cinayetde silinmez izler bırakdığının farkında değildi. İşde onlardan bazıları; Netekim, Zottirik, beslemedik, asmadık netekim!
Bu izler, nihâyet zevâle erdi. O uğursuz ağzından çıkan sözler, sahibinin eşkâlini ele verdi.
Ve nihâyet son 40 seneden beridir biz astsubayları onulmaz sıkıntılara düçâr eden meş’um, meçhul, meşhur; “Başçavuş bile olsa bir astsubay benim teğmenimden fazla maaş alamaz netekim!” lafı üzerindeki giz perdesi aralandı!
Asker emeklisi Cumhurbaşkanı Fahri bey, Anayasa Mahkemesine söylediği yalanları ile çıkdı Hâkk’ın huzuruna!
Astsubaya vurulan her darbenin, atılan her daşın altından sen çıkıyorsun!
Sen de Türk Ordusunun subayı ile astsubayını su ve zeytin yağı gibi birbirinden ayrışdıran ve bölen bu ağulu lafın ile çıkacaksın yakın zamanda Hâkk’ın makâmına!
Bu meş’um, meçhul ve meşhur askerin Göbek Adı; Ahmet!
Adı; Kenan...
Soyadı mı? Söylemeye değmez! Namert, lakabıyla bilinir nasılsa!..
İşde yârenler, “Başçavuş bile olsa bir astsubay benim teğmenimden fazla maaş alamaz netekim!” sözünü saklamak maksadıyla Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapdığı tarihleri bu şahıs ve idare, bilerek, isdeyerek ve kasden saklamaktadır.
1975 senesinden beri ışığa kavuşmayı tahassürle bekleyen bir hakikât daha şimdi muradına erdi!
Siz kariler de çıkın kerevetine!..
Merdâne paşamız çıkımışdı meydâne. Ve darbe makâmından cümle âleme fâş eylemişdi, güzide bir futbol takımımızı tutduğunu.
Ne demişdi, anıtı büyük paşamız? “Damarımı kesseniz kanım şu ve şu renk akar!” (²)
Paşam, biz sizleri Türk Ordusunun askeri bilir idik! Askerin kanı aksa aksa kırmızı akar. Çünkü bizim kanımız rengi, kırmızı. Kanınızın rengi kırmızı değil ise siz ne siniz?
Jay Jay Okaça’ya olan muhabbetiniz de gözlerden kaçmamışdı Başkanlığınız zamanında. Kanınızın rengi gibi yoksa derinizin rengi de mi bizden farklı?
Damarlarınızda renklerini taşıdığınızı söylemekle övündüğünüz ve o futbol takımını sevdiğiniz kadar astsubayları, hele hele ekmeğini yediğiniz Türk Milletini seviyor musunuz acap?
Bir çevik paşamızın söylediğini kendi sinem ile görmüş, kendi kulaklarım ile işitmişdim televizyonda. Kendisi, Genelkurmay İkinci Başkanıydı o vakitlerde. Tutduğu futbol takımı hakkında gazetecinin kendisine sorduğu suale cevap verirken bir paşamız şöyle başlamışdı sözüne; “Şerefim üzerine yemin ederim ki!..”
Türk Ordusunda görevli bir paşa düşünün! Futbol takımı sevgisi, kara sevda kertesinin de ötelerine varmış ve askerlik şerefinin önüne geçmiş.
Söylediğini görüp duyarken de kendi ağzım, anamın yayık ayranı çalkaladığı çebiç derisinden mamûl torbanın ağzı gibi açılıverdiydi.
Yukarıda mezkur madalyalar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın Necdet ÖZEL’e bugüne kadar verilen madalyalar.. Memurluğuna başlayalı daha 2 sene bile dolmadan 3 dane yerli madalya ve 6 dane yabancı menşeli madalya.. Maşşallah! Allah ziyâde etsin.
İç güvenlik harekâtı esnasında mayına basdığı için sol bacağı dibinden kopdu. Bu sebeple, koltuk değneği ile ancak ayakda durabilen Piyade Astsubay Başçavuş Polat KATIRANCI’yı karşısına alıp TSK Üstün Cesâret ve Ferâgat Madalyası verdi.
Peki, aynı madalyayı boynunda taşıyan Nejdet bey, bugüne kadar kaç savaşa girdi? Kaç savaş kazandı? Hangi savaşda yaralandı? Kaç kere ameliyat oldu? Nejdet beyin hangi uzuvları yerinden kopdu, kesildi biçildi de bu madalyayı hak etdi?
Önce, sapasağlam yerinde duran kendi bacağına, sonra da madalya verdiği Polat Astsubayın “tahtadan yapılmış takma bacağına” bakdığında neler hissetdi acap?
Elin adamları durduk yerde bizim subayımızın boynuna niye madalya takar yiğitler?
Nejdet bey bizim ordumuzdan daha çok yabancı ordulara mı hizmet etdi yoksa?
Bakalım daha kimler, ne madalyalar takacak boynuna!
Bir de onaltıncı Türk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün yakasına bakınız. Bir tek madalya görürsünüz!
Başkomutan olarak sevk ve idare etdiği İstiklâl Harbi’nde gösterdiği muvaffakiyyetlerinden dolayı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin verdiği tek madalya; Kırmızı-yeşil şeritli İstiklâl Madalyası!
Kimin kime hizmet etdiğini bu madalyalardan daha güzel gösteren ne olabilir ki?
Önce, “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” diye bas, bariton ve tenorden bağırdılar. Bakdılar, maya tutmadı. Sonra, kafalarına çölmekden saksı düşmüş olmalı ki bu vecizdeki şartın sıralamasını değişdirdiler.
Şimdi “Güçlü Türkiye, Güçlü Ordu” diye nutuk atıyorlar. Eh, hiç yokdan iyidir. Züğürt tesellisi niyetine “He!” diyebiliriz. Hespi o gadar!
Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun Astsubaylarını perişan etmek için geçmiş ezmanda devletin böyyük makam sahibi, atanmışından-seçilmişinden ve askerinden-siyasetcisinden galınbok adamlarının çevirdiği orostopolluk silsilesi böyle idi.
Peki, astsubayların lehine olmak üzere, yüreğimizin sesini duyduğumuz şu demde asker cenahında durum ne minval üzere acap?
Basından;
Türk Ordusu, tarihinin hiçbir döneminde bu kadar itibar kaybetmedi. Bu kadar hakârete maruz kalmadı, bu kadar itilip kakılmadı. T.C Ordusu savaşda bile bunca subay, bu kadar astsubay kaybetmedi!
Sadece bir buçuk senelik Başkanlığı esnasında yapdıklarıyla, işde yukarıda gördüğünüz tahkirlere, hakâretlere, yakışdırmalara maruz kaldı Nejdet bey.
Bir değil, iki değil! Siyasetcisinden gazetecisine kadar bunca adamın hepsinin yalan söylemesinin imkanı yok!
Tahkir ve tezyif edici bunca laf-söz ortalıkda dolaşırken oturduğu koltuğa bir insanın hâlâ yapışması, izzet-i nefis ve hele hele askerliğin şerefi ile bağdaşır mı yiğitler?
Kendi şerefini korumakda aciz kalan bir komutan, kendi adamlarının hakkını müdafaa edebilir mi?
Kendisi, muhtac-ı himmet dede,
Nerede kaldı gayriye himmet ede!
Acaba kendisi hiç aynaya bakıyor mu? Bakıyorsa şayet şahsına yakışdırılan bu sıfatlardan sonra kendisini nasıl hissediyor?
Bunca siyasetciyi ve gazeteciyi, hele hele ordunun aslî unsuru olan astsubayları dahi karşısına alıp düşman muamelesi yapan Nejdet beyin gelinen bu rezil durumdan hiç mi kusuru günahı yok?
Bir önceki Genelkurmay Başkanı, “Personelimin hakkını müdafaa edemiyorum!” diyerek görev süresi dolmadan istifa etdi. (¹⁰).
Eteğinde dolaşan kurmay kılıklı ala bacak dinazor subaylarının Nejdet beyi aldatdığını artık birilerinin kendisine söylemesinin zamanı geldi de geçiyor bile!
Siyasetci-gazeteci cenahından yediği paparaları sineye çeken komutanlarımız, bir zamanlar sırtlarını yaslayıp canlarını emanet etdikleri astsubaylara diş geçirmeye tevessül etdi umarsızca!
Eşşeğe gücü yetmeyen Nejdet bey, şimdi de semerini dövmeye yelteniyor kendileyin!
Genelkurmay Başkanı sıfatıyla Nejdet bey, T.C. Ordusunun Astsubayına önce muhtıra verdi. Bu e-muhtıranın bağlantısını veremiyorum. Çünkü 04 Mayıs 2012 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı sitesinde yayına verdiği muhtırayı Nejdet bey, 10 gün sonra sitesinden apar topar kaldırdı.
Sonra, nefret nöbetine tutuldu ve Orduyu tahrik ediyor deyip dilekce vererek TEMAD Genel Başkanı Sayın Ahmet KESER’i savcılığa şikâyet etdi.
Molla Kâsım namıyla maruf Selim akıllı bir savcı çıkdı ortaya.
Ve sıygaya çekdi Nejdet beyi.
Önce, elinin tersiyle geri çevirdi, Nejdet beyin ucu kırmızı mumlu o şikâyet dilekcesini.
Sonra da tek tek yırtıp şikâyet dilekcesinin sayfalarını,
Gümüşdere’nin sularına atdı bir bir.
Asker emeklisi Fahri bey, astsubayların yüksek öğrenim intibak hakkını iptal ettirmek için 1975 senesinde Anayasa Mahkemesine dava açan ilk Cumhurbaşkanı yaftasını asdı kendi boynuna.
Ve Kerizci Fahri namıyla maruf oldu.
Fahri beyin açdığı iptal davasını sutre gerisinden sevk ve idare eden Zottirik lakaplı Ahmet Kenan; “Başçavuş bile olsa bir astsubay benim teğmenimden fazla maaş alamaz netekim!” sözüyle tarihin aptallar albümündeki yerini aldı.
Şimdiki Genelkurmay Başkanımız Nejdet bey de 2012 senesinde;
Kıraat etdiğiniz şu sözlerin müellifine sorarsanız şayet, “Sucukcu” Paşa lakabını takalım, yiğitler?
Tefrikamızın evvelki makâlelerinde ifade etdik;
Şeytan taşlayınız! Yerinde ve zamanında taşlamak vâcibdir.
Astsubayı taşlamayınız! Ve astsubayın ahını almayınız!
Lâkin, astsubayı taşlayan, iki cihânda da iflâh olmaz!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.