Onun hayat hikayesini inceleyenler, göreceklerdir ki, yaşamının pek çok kesiti assubaylarla özdeştir. Ona verilen assubay rütbeleri sıradan bir tesadüf değil, olsa olsa ilahi bir tesadüftür. Biliyoruz ki, halkın içinden çıkan zor zamanların yiğit kahramanları yine halkının kopmaz bir parçası olan assubayların rütbeleri ile taçlandırılır.

O, “Başçavuş Halide” olarak mesleğimize onur duyacağımız katkılar sunmuş, İstiklal Mücadelemizde Türk Kadınının ve Türk Assubayının kahraman bir temsilcisi olarak yer almıştır. Biz, Türkiye Cumhuriyeti’nin assubayları olarak, kahramanlığımızın ve vatan sevgimizin eşsiz bir pınarı olan “Başçavuş Halide Edib” ile aynı üniformayı taşımanın ayrıcalığını hep içimizde diri tutacağız. Onun kahraman yüreği, bu vatanın yaşayacağı zor günlerde bize hep cesaret ilhamı verecek.

 

İLK KADIN ASSUBAYIMIZ: BAŞÇAVUŞ HALİDE EDİB ADIVAR

halide_edip_adivar.jpgBirinci Cihan Harbi Osmanlı için hüsranla noktalanmış, koskoca Cihan İmparatorluğu paramparça olmuştu. İmparatorluğun her bir bölgesi emperyalist güçler tarafından paylaşılmaya başlanmıştı. Osmanlının asli vatanını oluşturan Türkiye toprakları da bu hezimetten payını alıyor, işgale uğruyordu. Doğal güzelliği ve ihtişamı ile görenleri her daim büyüleyen efsunlu prenses Şehr-i İstanbul, hüzünlü, kasvetli ve ıstırap dolu günler yaşıyordu. İmparatorluğun başkentinde artık işgal güçlerinin askerleri dolaşıyor, yerli halk esir, yabancı işgalciler ise hakim güç oluyordu.

Resmi tarih kitaplarında sadece “İstanbul işgal edildi” diye geçen satırlar, hiçbir zaman, işgalin içindeki bir şehrin acısını tarif etmeye yetmez. O şehrin yaşadığı ö dönemi, o dönemin derin acılarını, işgalci güçlerin insanlık dışı mezalimini anlayabilmek ve kavrayabilmek için çok daha vurgulayıcı anlatımlar gereklidir. Sözü burada İpek Çalışlar’ın Halide Edib’i anlattığı “Biyografisine Sığmayan Kadın: Halide Edib” kitabına bırakıyoruz ki, İstanbul’da yaşanan o derin acıyı, o çileli günleri tıpkı yaşıyormuşçasına anlayabilelim: “İşgal askerlerinin çoğu Beyoğlu ve civarında görevliydi. Şehirde yoksulluk ve sefalet artmış, askerlerin taşıdığı çorba karavanasından damlayan çorbaları bekleyenler çoğalmıştı. İşgal askerlerinden kaynaklanan cinsel taciz vakaları nedeniyle kadınlar sokağa çıkamaz olmuşlardı. İşgalci devletler, oluşturdukları sağlık bürolarından askerlerine bedava prezervatif dağıtıyorlardı.

İşte böylesi bir ortamda bir kadın çıkıyordu sahneye. Sultanahmet Meydanında; başlayacak olan İstiklal Mücadelesinin bayraktarlığını yapıyordu. Tüm İstanbul bu ufak tefek ama görkemli, ama ihtişamlı, ama yürekli kadını görmek için, söyleyeceklerini duymak için meydana akıyordu. Öyle ki, İstanbul, İstanbul’a sığmıyordu. İlk miting Fatih Belediyesinin önünde yapılacaktı. Kırmızı bayrakların yerine, yas rengine bürünmüş siyah beyaz ay yıldızlı bayraklar miting konuşmasının yapılacağı binaya asıldı. Bu bayraklar herkesin gözlerini yaşartıyordu. Miting akşam üzeri saat dörtte başlayacaktı, buna rağmen meydan, erken saatlerde hıncahınç dolmuştu. Halide belediyenin balkonundan seslenecekti. Siyah çarşafının içinde konuşmasına başladı. Sesi yankılanarak bütün meydandan duyuluyordu. Acıyı içinde hissederek konuşuyor, dinleyenler kendini tutamıyor, ağlıyorlardı.

Türk ve Müslüman bugün en kara gününü yaşıyor. Gece, zifiri karanlık bir gece. Fakat insanın hayatında sabahı olmayan gece yoktur. Yarın bu korkunç geceyi yırtıp, parlak bir sabah yaratacağız. Buna da gücümüz mutlaka vardır./…/ Bugün elimizde top, tüfek denilen alet yok; fakat ondan büyük, ondan kuvvetli bir silahımız var; Hak var, Allah var. Tüfek ve top düşer; Hak ve Allah bakidir. Topunun yüzüne tükürecek kadar, evlatlar, analar, kalbimizde aşk ve iman, milliyet duygusu var.”

İşgale karşı isyanın hatibi Halide’ydi. 22 Mayıs’ta Kadıköy’de, 23 Mayıs 1919' da ise Sultanahmet’te. Yüzlerce yılın geleneği çiğneniyor, artık, mitinglerde kadınlar da konuşmacı olarak kürsüye çıkıyorlardı. Bir kadın Osmanlı geleneğini devrimci bakışlarıyla delip geçiyordu. Yahya Kemal, bu ulvi anları o eşsiz şiir yüreğiyle şöyle anlatıyordu: “O meydanda, o topluluk, o siyah bayraklar, o siyahlar giyinmiş ıstırap timsali ve onun canlı sesi İstanbulluların kalbinde son hatıra gibi nakşedilmiş duruyordu”, ve bir şiirle tamamlar gerisini: “Anınca hala görüyor vicdanım Hatipler kürsüye çıkıp çağlardı Mitingin reisi Halide Hanım Söylerken halk hüngür hüngür ağlardı”.

Yine o sahnenin tanıklarından Nizamettin Nazif de anılarında o günü şöyle anlatıyor: “Halide Edip kürsüde iken birden yanık bir sala okunmaya başladı. O koca meydan ürperiverdi. Ve büyük Halidemiz, siyah çarşafı içinde daha alevli bakan gözlerini yığına daldırarak kolunu havaya kaldırmış ve öyle bir ‘Allah var’ deyivermişti ki, Türkçe tek kelime bilmeyen o tıknaz Korsikalı Sekaldi`nin gözlerinden bile şaraptan kızarmış tombul yanaklarına iki damla yaş yuvarlanıvermişti. Halide Edip kürsüde önce minarelere hitap ederek onlardan Türkün şanlı tarihinin devamını istedi. Daha sonra vecize halini almış `Milletler dostumuz, hükümetler düşmanımızdır` diyerek, o muhteşem kalabalığa ‘hangi şartlar altında olursa olsun hiçbir kuvvete boyun eğilmeyeceğine’ dair yemin ettirdi. Yüzbinler ‘Yemin ediyoruz’ diye haykırıyordu. Kürsü sanki sallanıyor, tekbir sesleriyle hıçkırıklar karışıyordu...

Sultanahmet Mitingiyle destanlaşan ve böylece İstiklal Harbiyle bütünleşen bu kadın, işgal altındaki bir şehirden işgale karşı mücadele edilemeyeceğini anlamış ve Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine onunla birlikte kutsal Anadolu topraklarının işgaline başkaldırmak, yeni ve bağımsız bir devlet kurmak için Ankara’nın yolunu tutmuştu. İşte bu yol hikayesinin başlangıcı da işgalin acımasızlığını anlatan yürek yakıcı satırlarla doludur:

Halide’yi Bülbül Deresi’nde bir araba bekliyordu. Kısıklı ve Çamlıca’dan geçen bütün arabalar İngilizler tarafından kontrol ediliyordu. Dr. Adnan’la Cami Bey yürüyerek yola devam etmişlerdi. Halide için bir at, arabacı, bir de jandarma ayarlanmıştı. Arabacı Halide’yi hemen tanımıştı, ne kadar çok korktuğunu sözleriyle belli etti: “Sen Halide Edip Hanım değil misin? En çok seni yakalamak istiyorlar!” Arananlara yardım edenlerin cezasından haberdardı. Halide’nin tepesi atmıştı. “Sana verecekleri ceza en nihayet altı yıllık hapistir. Ölüm cezasının şerefi bana aittir.” diye söylendi.

O, aranmaya alışkındı oysa. İttihat ve Terakki'ye hiç üye olmamıştı ama hizmetleri olmuştu. Yazdıkları, savundukları ve söyledikleri için ölüm tehditleri almış, ama yılmamıştı. 31 Mart olayları esnasında da hep aranmıştı. Ev ev, sokak sokak aranmaya başlayınca da çaresiz uzaklaşmıştı şehirden. Bir süre Mısır’da yaşamak zorunda kalmıştı. 31 Mart 1920’de İstanbul’dan yola çıktı Halide. 2 Nisan’da Ankara’daydı.

Tren istasyonunda Mustafa Kemal, onu ve yanındakileri karşıladı. Artık İstiklal Mücadelesinin beyin takımı Ankara’da bir araya geliyor, adım adım Türkiye Cumhuriyeti'ne giden yol, nurdan ışıklarla donanıyordu. Halide Edib, Mustafa Kemal’den ilk olarak bir yazı makinesi istedi. İşte bu yazı makinesiyle birlikte Anadolu Ajansı’nın hikayesi de başlamış oldu. Yunus Nadi ve Halide Edip, ajansın adını konuşurlarken; “Türk”, “Ankara”, “Anadolu” seçenekleri arasından “Anadolu Ajansı” adında birleştiler. 6 Nisan 1920’de Anadolu Ajansı kuruldu. Temel amaç, İstiklal Mücadelesinin bütün dünyaya duyurulmasıydı. Halide’nin, Ankara’da, karargahtaki görevi, kitaplarda “propaganda” olarak tarif ediliyordu. Amerikan basını ise onu Mustafa Kemal’in danışmanı, arkadaşı, ajanı gibi sıfatlarla anıyordu.

Ve İstiklal Mücadelesinin kıvılcımlanması ile birlikte, İstanbul’da da kimilerinin etekleri tutuşuyor, İtilaf Devletlerinin gözetiminde kurulan Divan-ı Harp, 11 Mayıs 1920 günü Mustafa Kemal ile birlikte altı Milli Mücadele önderini idama mahkum ediyordu. Bu onurlu isimlerden birisi de elbette ki Halide Edib’ti.

İtilaf devletlerini ve İstanbul Hükumetini nerdeyse Mustafa Kemal kadar korkutan bu kadın kimdi? Onların yüreğine bu denli korku salan şey neydi? Nihayetinde bir kadın değil miydi? Nasıl oluyor da her ateşli dönemde arananlar listesine girmeyi başarıyor, adı her geçen gün daha büyük harflerle yazılıyordu? Halide’nin hayatı nerede başlıyor ve nereye uzanıp gidiyordu? Bir cesur kadınla birlikte bir milletin ateşle imtihanı mıydı tüm bu yaşananlar?

Gelin hikayeye yeni baştan başlayalım. Halide’nin ilk gözünü açtığı günlerden ışık tutalım bundan sonrasına: İstanbul, Beşiktaş`ta 1884 yılının Şubat ayında büyükannesinin “Mor Salkımlı Evi”nde doğan Halide Edip, annesi Fatma Bedrifem’i daha küçükken kaybetti. Küçük Halide, çocukluğunu Mevlevi büyükannesi ile dedesinin yanında geçirdi. II. Abdülhamit`in Ceyb-i Hümayun Başkatibi olan babası Mehmet Edip Bey`in evinde de kalan Halide Edip, dindar bir dede evi ile batılı bir baba evi arasında gidip geldi. Babasının ailesi 1500’lü yıllarda İspanya’daki engizisyondan kaçıp Bursa’ya yerleşen Sefarad Yahudilerine dayanıyordu. Sonradan Müslümanlığı seçmiş bir aileydi ama dine bağlılık gelenekselleşmişti artık.

Babası bir erkek çocuk beklentisi içine girdiğinden yeni bebeğin adını da Hazreti Muhammed’in sahabelerinden Ebu Eyyüb Halid Bin Zeyd’in adı olarak düşünüyordu. Dünyaya gelen bir kız çocuğu olunca da Halid yerine “Halide” ismi veriliyordu kahramanımıza.

1893 yılında Üsküdar Amerikan Kız Kolejine gönderilen Halide Edib, bir yıl sonra II. Abdülhamit’in iradesiyle bu okuldan alındı ve eğitimine evinde devam etti. Arapça, İngilizce ve müzik derslerinin yanı sıra Rıza Tevfik`ten edebiyat, Salih Zeki’den matematik dersleri aldı. 1899 yılında koleje ikinci kez başlayan Halide Edib, 1901 yılında Amerikan Kız Kolejinin yüksekokul kısmından mezun oldu. Kolejin yüksek kısmından mezun olan ilk Müslüman kız öğrenciydi. İlk evliliğini, arasında büyük yaş farkı olan ve aynı zamanda da hocalığını yapan Salih Zeki ile gerçekleştirdi. Ona hayran ve tutkundu. Bu evlilikten Ayet ve Zeki adında 2 çocuğu olmuştu.

II. Meşrutiyet`in ilan edildiği 1908 yılında Halide Edib’in ilk yazısı Tevfik Fikret’in çıkardığı Tanin gazetesinde yayımlandı. Bunu daha sonra Yeni Tanin, Şehbal, Musavver Muhit, Mehasin, Resimli Roman Mecmuası gibi süreli yayınlarında çıkan yazıları izledi.

31 Mart Vakası”nda öldürüleceği söylentileri sebebiyle Mısır’a geçen Halide Edib, 1909 yılında Türkiye`ye döndükten sonra siyasi makalelerinin yanında, şiir, hikaye ve edebi yazıları da yazmaya başladı. Halide Edib’in “Heyyula” ve `”Raik`in Annesi” adlı romanları bu tarihlerde basıldı.

Yine 1909 yılında Teal-i Nisvan Cemiyeti adında, kadınları güçlendirmeyi amaçlayan bir dernek kurdu. Bu dernek, bütün kaynaklarda, kurulan ilk kadın derneği olarak geçer. Derneğin amacı, milli geleneklerden vazgeçmeden kadınların kültür düzeyini yükseltmekti. 1910 yılında Salih Zeki’nin ikinci bir kadınla evlenmek istemesi üzerine kendisinden boşanan Halide Edib, aynı yıl “Seviyye Talib” romanını yayımladı.

Cenevre’de yayımlanan Türk Yurdu’na gönderdiği bir mektup nedeniyle İsviçre’deki Türk gençleri Halide’ye 1910 yılında “Türklerin Anası” ünvanını yine bu dönem verdi.

Kız öğretmen okullarında öğretmenlik, vakıf okullarında müfettişlik yapan Halide Edip, İstanbul’un eski ve arka mahallelerini tanıma fırsatı da buldu. Halide Edip, “Sinekli Bakkal” isimli romanını bu gözlemlerle kaleme alacaktı.

Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hamdullah Suphi ve genç kalemler yazarlarıyla başlayan dostluğu Halide Edib’te etkin milliyetçilik fikirleri uyandırır. Turancılığı benimseyen Halide Edip, kültürel anlamda bir öz kimliği tanıma taraflısı olarak bu etkilerle “Yeni Turan” adlı eserini kaleme aldı. 1911 yılından itibaren Türk Yurdunda makaleleri yayımlanan Halide Edib’in, aynı yıl “Harap Mabetler” ve “Handan” adlı romanları basıldı. Türk ocağını kuranlar arasında yer aldı.

Balkan Savaşı sırasında ilk kadın derneklerinden Teali-yi Nisvan Cemiyetinin açtığı hastanede yaralı askerlere hastabakıcılık yaptı. Yardım toplantılarında etkili konuşmalarla yer aldı. “Son Eseri” adlı romanı bu aralarda basıldı.

1914 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun siyaset ve kültür alanına öncülük eden entelektüellerin yer aldığı bir almanak yayımlanmıştı. Nevsal-i Milli adıyla anılan Almanakta, Halide Edib de yer alıyordu. Almanak’ın kadın yazarlara da yer vermesi Batı’da önemsenmiş, haber yapılmıştı. Halide’nin kadın olarak adıyla, sanıyla, aklıyla, sesiyle, bedeniyle ortaya çıkışı Osmanlı kültürü açısından çok sıra dışı bir konumdu.

1916 yılında Beyrut ve Şam`daki okulları düzenleyip açmak üzere Suriye`ye giden Halide Edib, 23 Nisan 1917 tarihinde, kendisi Suriye’de iken babasına verdiği vekaletle Dr. Adnan Adıvar ile evlendi. Halide Edib, aynı yıl “Mevud Hüküm” ve ilk tiyatro eseri “Kenan Çobanları”nı yazdı. 1918-1919 yılında İstanbul Darülfünun’unda Batı Edebiyatı dersleri verdi.

Halide Edib, 1919 yılından itibaren işgal kuvvetlerine karşı girişilen hareketlerin içinde görülmeye başlandı. Anadolu’ya silah ve cephane taşıyan karakol teşkilatında görev alan Halide Edib, ilk defa “Fatih Mitingi”nde, daha sonra Üsküdar, Kadıköy ve Sultanahmet mitinglerinde halka seslendi. Sultanahmet Meydanı'ndaki mitingde yaptığı etkin konuşma sonrası hakkında tevkif kararı çıkartıldı.

II. Meşrutiyet’in ilanıyla yazarlığa başlayan Halide Edib, gerek kadın hakları savunuculuğu, gerekse işgal günlerinde savunduğu mücadele fikriyle zor günlerin kahramanca mücadele veren aydınları arasında böylece yerini almıştır.

İşte Halide Edib’in Ankara’da Mustafa Kemal’le bir araya gelinceye kadarki yaşam kesitleri bunlar. Buraya kadarı bile onun ne denli çağını aşmış, aydın ve aynı zamanda cesur olduğunu göstermiyor mu? Ama daha durun, daha onunla Kurtuluş Savaşı destanını yazacağız, okuyacağız ve Cumhuriyet tarihinin ilk kadın assubayının inanılmazları nasıl bir bir gerçekleştirdiğine tanıklık edeceğiz.

Halide Edib’in, Mustafa Kemal’in Ankara Karargahı’nda ilk yaptığı şey, ekibiyle birlikte, İstiklal Mücadelesinin propagandasını yürütecek olan Ajansı kurmak ve faaliyete geçirmek oldu. Daha Amerikan Kolej’indeyken başlattığı kişisel dostlukları artık Kurtuluş Savaşı’nın etkin bir silahı haline dönüşmeye başlıyordu. Ankara’dan yazdığı yazılarla mazlum Türk halkının sesini dünyaya duyuruyor, yazdıkları da gerçekten Avrupa ve Amerika’da etkili oluyordu. Artık tüm dünya biliyordu ki, Anadolu’da işgalden daha fazlası vardı. Yüzyılların intikamı alınıyordu. Bir daha bir araya gelmeyecek şekilde bölünmeye uğruyordu Anadolu. Hiç görülmemiş derecede zulümler ve acılar sıradan hale gelmişti. Bir imparatorluk hem dış düşmanları hem de iç düşmanları tarafından yağmalanıyordu. O kadar ki, aslında bu imparatorluğun başı olan yönetici kesimler bile kurtuluş umudu gördükleri yerlere meylederek, son bir ümitle bu yağmaya katılır hale geliyordu. Bunlar yenilen bir devletin savaş sonrasında kabul edebileceğinin çok ötesinde şeylerdi. İşte Halide Edib, entelektüel bir aydının birikimiyle, İstiklal Mücadelesi’nin çok farklı bir cephesinde savaşıyor ve farkını hissettiriyordu.

Büyük Mücadelelerin sadece askeri cephesi olmuyordu. Bir de işin propaganda boyutu vardı ki, bu cephe savaşlarından çok daha önemliydi. Haksızlığa uğradığınızı ve mazlum olduğunuzu kitlelere duyurabilmek ve daha sonra da karşınıza dikilen önyargıları kırarak, düşman devlet halklarının dahi ilgi ve desteğini görebilmek bu propaganda etkinliğinin en temel işleviydi. İşte bu işlev Halide Edib gibi aydın bir Türk kadını tarafından layıkıyla yerine getirilmiş ve İstiklalin ufukları daha net seçilir olmuştur.

Daha o dönemlerde Halide Hanım’da idam karşıtlığı da başlamıştır. Verilen mücadelenin kutsal bir mücadele olduğuna kalben inanıyor olmasına rağmen, insan yaşamının değerliliğine daha çok inanıyor ve gerçekleşen her idama karşı tavır koyuyordu. Ayrıca, o dönem yaşanan olaylara ve Ermeni tehciri ile zulümlere karşı da tavır almıştı. Halide Hanım’ın entelektüel bakış açısı ister istemez kimi çevreleri rahatsız ediyordu. Ayrıca o dönemlerde bir kadının böylesine önemli bir mücadelede öncü rol alması ve Mustafa Kemal’in hemen yanı başında bulunması, sözünün dikkate alınması, kimlikleri açıkça bilinmese bile bazı kesimlere huzursuzluk ve tedirginlik veriyordu. Kimi zaman dedikodular üretilerek, kadın oluşu kullanılıyor kimi zaman ise, umudu Amerikan mandasında gördüğünü söylemiş olması kendisine çevrilen bir silah halini alıyordu.

O günlerde tüm bu etkenlerin neticesiyle Mustafa Kemal ile arasında ilk kişilik çatışması baş gösteriyor ve bu devrimci ikili belki de bir daha tam anlamıyla onarılamayacak şekilde birbirlerine küsüyordu. Mustafa Kemal Paşa bir akşam, Halidelerin kaldığı çiftliğe geldi ve orada bulunanlarla tartışmaya girişti. O gece “çok tuhaf bir hali” olduğunu yazmıştı Halide. Aralarında şöyle konuşmalar geçti: “Herkes benim verdiğim emri yerine getirmelidir.” “Şimdiye kadar Türkiye’nin selameti ve hayrı için böyle yapmamışlar mı?

Ben hiçbir tenkit, hiçbir fikir istemiyorum. Sadece kendi yolumdan gitmek istiyorum. Yalnız emirlerimin yerine getirilmesini istiyorum.” “Benden de mi Paşam?” “Evet, sizden de…” Ve Halide en son şöyle anlatıyor. Bu içtenliğe ben de açık yüreklilikle cevap verdim: “Milli maksada hizmet ettiğiniz sürece size itaat edeceğim.” Benim söylediğim şartı duymazdan gelerek tekrar etti: “Benim emrime itaat edeceksiniz!” Ben yine açık cevap verdim: “Bu bir tehdit mi Paşam?” Bu olaydan sonra Halide o gece uzun uzun düşündü. Yalan dolandan nefret ederdi. Mustafa Kemal’in açık sözlülüğü onu etkilemişti. Fakat kafasında iki Mustafa Kemal Paşa belirmişti. Birine hayranlık duyuyor, diğerinden korku ve öfkeyle söz ediyordu. Onun, dönemin en önemli lideri olduğunu kavramıştı. O günün asli görevinin Mustafa Kemal Paşa’ya destek vermek olduğunun bilincindeydi.

Kafası düşüncelerle doluydu. O günden sonra Halide uzunca bir süre karargaha gitmedi.

Halide Edib’in başlangıçtaki hayali meşruti bir federasyondu. A.B.D. gibi bir ülke düşüncesi vardı kafasında. Dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nu Türklük bayrağı altında toplamayı kuruyordu ama kafasındaki sadece Türklere mahsus bir ülke değildi. Halide Edib’in Wilson’un 12.prensibinden anladığı “Türklerin çoğunlukta oldukları yerlerde, istiklallerine dokunulmayacağı” idi. Onun ve pek çok aydının bu prensipleri sahiplenmesinin nedeni, Ermeni ve Yunanlılara toprak verilmemesini garanti altına alma düşüncesiydi. Ağustos 1919’da manda üzerine iki önemli mektup kaleme almıştı. Bunlardan biri Amerikan kamuoyuna, diğeri Mustafa Kemal’e hitaben yazılmıştı. Erzurum Kongresi’nin ardından Mustafa Kemal’e hitaben yazdığı, 10 Ağustos 1919 tarihli mektupta, ilerde başına büyük dert açacağını bilmeden, imparatorluğun o günkü sınırlarını koruyacak çözüm olarak Amerikan mandası önermekteydi. 1924 yılında ise Halide, Amerikan kamuoyuna yazılan bu mektubu kaleme almasını, kendisinden, Mustafa Kemal’in istediğini yazacaktı.

Mustafa Kemal ise çok daha önceden kurgulamıştı kafasındaki yapıyı. Onun hedefi bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ydi. Yine de işler kötü giderse diye bir takım diplomatik silahlar elinde bulunsun istiyordu. İşte bu silahlardan birisi Amerikan Mandası, diğeri ise Bolşevik Rusya’ydı. Ufukta zaferi tam olarak görünceye değin, elindeki bu kozları heba etmek istemiyor ve hatta bu yönde meyli olanları bile kendisinin liderliğini yaptığı mücadelede etkin olarak kullanmaya özen gösteriyordu. Rusya’dan destek geliyordu. Amerikan Mandasını tam anlamıyla dışlamayışının perde arkasında ise Amerika’yı tarafsızlaştırmak yatıyordu. Böylece işgal güçlerinin direnci daha rahat kırılacaktı.

Halide Edib ise manda konusunda hiç niyeti olmayan Amerika’yı bile buna inandırmış ve hatta Amerikalılarla Mustafa Kemal arasında bir görüşme dahi sağlamıştı. İlerleyen dönemlerde Mustafa Kemal’in azim ve inancını yakından hisseden Halide, onun liderlik fonksiyonuna gönülden inanmış ve Misak-ı Milli sınırları içinde kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekçi bir hedef olduğuna kani olmuştu.

Princeton Üniversitesi Atatürk ve Türk Tarih Kürsüsü Öğretim Üyesi Heath Lowry, Amerikalılarla yapılan gizli yazışmaları Halide Edib’in yürüttüğünü, onun, Mustafa Kemal Paşa adına bir tür entelijans işi üstlendiğini askeri istihbaratın bir bölümünden sorumlu olduğunu yazıyor ve Amiral Bristol’ün evrakı içindeki yazışmaları görünce şu değerlendirmeyi yapıyordu:

Halide Edib, Milli Mücadeleye katılmak üzere İstanbul’dan ayrılmadan önce de Mustafa Kemal’in haberleşme kanalıydı. Mustafa Kemal’in amacı Amerikalı Amiral Bristol’ü tarafsızlaştırmaktı.

Halide Edib, bu küçük tartışma olayından sonra ilk kez, İsmet’in babasının ölümünü öğrendiğinde başsağlığı için evden çıkarak karargaha gitmişti. Bu dönemde gazetelere dahi yazı vermemişti. Günlerini yazarak geçiriyordu. Olayın olduğu gece bir karar almıştı: Türkiye tarihinin bu son derece sıkıntılı dönemini, kendi yaşadıklarını aynen kayda geçirerek ölümsüz kılacaktı.

İşte bu duygular içinde bulunan Halide Edib, bir şekilde karargahtan ayrılmayı kafasına koydu ve Türkün ateşle imtihanına daha yakından tanıklık etmek üzere cepheye daha yakın yerlerde bulunmayı arzulamaya başladı.

Yunanlılar genel saldırıya geçti” haberini aldığında hemen o an cepheye gitmeye karar verdi. Cepheye gidecek ve Kızılay’da ya da Eskişehir Askeri Hastanesi’nde çalışacaktı. Halide, 2 Haziran 1921’de üzerinde hastabakıcı üniformasıyla Eskişehir İstasyonu’ndaydı. Hemen işbaşı yaptı. Hilal-i Ahmer’de (Kızılay) günler, ölümle başlıyor, ölümle bitiyordu.

Mustafa Kemal’le aralarında kırgınlığı giderici tesadüfler de yaşanır ama o eski dostluk günlerine asla geri dönülemeyecek gibidir. Eskişehir’den çekilme emri verilmişti. Kurtuluş Savaşı’nın en moral bozucu zamanıydı. Oteline gittiğinde karargahtan bir haber bekliyordu kendisini. Mustafa Kemal Paşa, onun için vagonunda bir kompartıman ayırtmıştı. Bundan sonra Mustafa Kemal'le el sıkışacak ve aralarındaki buzlar göstermelik bile olsa, Milli Mücadele uğruna erimiş gözükecekti. Eskişehir’den çekildikten sonra Ankara’dan kaçış başlamıştı. “Mangalda kül bırakmayanlar, cesaretten söz edenler, karılarını alıp Kayseri’ye ilk gidenlerdi.” diye anlatıyor bu dönemi Halide. İşte o anlar, yeni ve cesur bir karar daha alıyordu. Mustafa Kemal Paşa’ya telgraf çekerek cepheye gönüllü olarak gitmek istediğini yazdı. Hem de bir nefer sıfatıyla gitmek istiyordu. Cevap geldiğinde, isteği kabul edilmiş ve 18 Ağustos itibarıyla İsmet Paşa’nın görev yaptığı Batı Cephesi’ne atanmıştı.

Oraya katıldığında Piyade Muhafız Bölüğüne kaydı yapılır. O sırada Birinci Şube’de bir yazıcı nefere ihtiyaç olduğundan, bu vazife kendisine verilir.

Bu dönemlerinde kaleme aldığı yazılarında Sakarya Savaşı öncesini de anlatır Halide. Sakarya Savaşı öncesinde Mustafa Kemal’in farklı bir ruh hali içinde olduğunu gözlemişti. “zaferden emin değildi, bütün arkadaşlarıyla beraber ölmeye hazır görünüyordu.” diye anlatır ö günleri.

Sakarya Savaşı’nda onbaşılığa terfi eder Halide Edib. Ona onbaşı rütbesini veren Miralay Asım, Halide’nin askerliğinden çok memnundu ve onu savaşın uğuru olarak kabul ediyordu. Ahmet Emin ise Sakarya Savaşı’ndaki Halide’yi şöyle anlatıyordu: “Sakarya Muharebesi’nin en heyecanlı bir dakikasında atına binerek ateş hattına koşan genç kadın, bütün ordu üzerinde meçhul bir alemden gelmiş bir imdat perisi tesirini göstermişti. Harp meydanının en tehlikeli yerlerini seçerek, oralara koşan bu atlı kadının hikayesi yarın nice köy kulübelerinde binlerce Sakarya Gazisi tarafından anlatılacak, heyecanlı bir peri masalı şeklinde gelecek nesillere geçecektir.

Sakarya Savaşını izleyen günlerde yeni bir görev üstlendi Halide. Yunan Ordusunun sivil halka yönelik eziyetlerini araştıracaktı. Yakup Kadri ve Yusuf Akçura ile birlikte işe koyuldular. İşte bu Tetkik-i Mezalim görevi sonrasında, 1922 yılının eylül ayı başlarında “Çavuş” rütbesini alır. Bu keskin savaşın sonucunu gördüğünde, özellikle savaş sonrası meydanlardaki cesetleri, halkın uğradığı zulmü ve acıyı görerek yaşadıkça, aldığı bu yeni rütbe ona biraz anlamsız gelir. Savaş karşıtı duygu ve düşünceler kabarır yüreğinde. İki komşu ülke merhametsiz bir şekilde birbirine saldırmaktadır ve savaş meydanlarında insanlık diye bir şey söz konusu değildir. Bu duygu sağanağı içinde bir an için intiharı bile geçirir aklından. Ve ufukta zafer görünmüştür. İzmir’e doğru ilerleyiş başlamıştır ama Halide, İzmir’e zafer alayı içinde girmeye de isteksizdir, vatan çocuklarının arasında yer almak arzusundadır. Mehmetçikle birlikte yayan yürüyerek, onların coşkun zafer türküsünü dinleyerek, bu anı kutsal bir ayin gibi yaşama niyeti vardır. Fakat Mustafa Kemal açık bir şekilde tavrını koyar:

Sabah kahvaltısında Mustafa Kemal Paşa, “Bugün İzmir’e gireceğiz” der. Halide şöyle cevaplar:

Bir zafer alayında gitmek istemem, teşekkür ederim.” “Geleceksiniz hanımefendi!” Ve konuşma bu şekilde sonlanır. Emir demiri kesmiştir. Öğle vakti zeytin dallarıyla süslenmiş beş otomobille İzmir’e hareket ettiler. Askerler otomobil konvoyunun yanında yürüyor, Halide ise onların arasında olmadığı için esefleniyordu. Şehre girdiklerinde binlerce ağızdan yaşa sesleri yükseliyordu. Mustafa Kemal Paşanın o gün mukaddes bir sembol olduğunu söyler Halide. Aslında İzmir’de hala yer yer çatışmalar sürmektedir.

19 Eylül 1922 akşamı Fevzi Paşa (Çakmak) ile yemek yerken Halide, “Başçavuş” rütbesine yükseltildiğini öğrendi. Artık o kanlı savaş meydanlarını ve savaşın halka yaptığı zulmü gördükten sonra bu rütbe yükseltmeleri anlamsız geliyordu ona.
 
İzmir’e gelen gazetecilere savaş alanını göstermekle görevlendirildi. Savaş bölgesine gitmeden önce Asım Us, Falih Rıfkı ve Yakup Kadri ile birlikte veda için Mustafa Kemal’in yanına uğradılar. Üzerinde hala üniforması vardı Halide’nin. Mustafa Kemal onun artık “Başçavuş” rütbesi taşıması gerektiğini söyleyerek, üç adet başçavuş rütbesi getirttirir. Latife Hanım hemen oracıkta bu rütbelerden birisini Halide’nin omuzuna diker.
 
Ülkesinin milli mücadelesinde bu onurlu rütbeyi taşımak önemlidir ve gurur vericidir onun için fakat şimdiye kadar gördükleri, savaştan ve askerlikten soğumasına yetmiştir. Bu rütbe yükselişi buruk bir andır. Bunca acı sahneye yakından tanıklık etmek derinden yaralamıştır yüreğini.

Halide Edib’in “Ateşten Gömlek” romanı ve “Dağa Çıkan Kurt” adlı hikaye kitabı bu gözlemlere dayanarak yazılmış ve 1922 yılında yayımlanmıştır. “Vurun Kahpeye” ise 1923`te yayımlanır. Artık İstiklal Mücadelesi zaferle taçlanmış ve dünyaya yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu müjdelenmiştir. Şimdi, daha zorlu bir devir açılmıştır. Nice kahramanların yüreğindeki inanç ve bileğindeki kuvvetle kazandığı bu zaferin arkasından gelen yeni rejim; yeni kavgaların, çekişmelerin ve yer kapmaların yaşanmasına da sahne olacaktır. Gördüklerini yazmaktan çekinmeyen ve yüreğinden geçeni yazmakta bir an bile tereddüt göstermeyen Halide, bu sahneleri şöyle anlatmak gereği duyuyordu:

Artık Ankara mevki ve itibar menbaı olan başşehrimizdir. Sade vaktiyle zafer ihtimaline inanmayanlar değil, hakta İstiklal Mücadelesinin aleyhinde olanlar da oraya akın etmeye başlamışlardır. Yükseklerde yer alabilmek için eski havayı temsil edenlere karşı bir entrika, bir sinsi fesad hareketi başlamıştır. Esasen bu gibi tarihi günlerdeki bu nevi mücadeleler, bir tencerede kaynayan suya benzerler, sonlarına doğru tortuları üstüne çıkar.

Benzer bir söylemi Kazım Karabekir Paşa’dan da şu şekilde dinleyebiliriz:

Atatürk’e yapılan İzmir Suikasti sonrasında, Terakkiperver Fırkası’nın reisi olduğu için İstiklal Mahkemesi’nde sorguya çekilen Kazım Karabekir, kendisine yöneltilen soruya şöyle yanıt verir:

  • Zatıaliniz inkılabın büyük bir şahsiyetisiniz. Tarih bunu böyle kaydediyor. Memleketin savunulmasında nasıl bir arada dağılmadan kaldı isek, vatanın yükselmesi emrinde de öyle gerektiğini elbette takdir buyurursunuz. Bu sebeple zatıaliniz nasıl olur da muhalefete geçersiniz? Lütfen izah eder misiniz?
  • Mütareke sırasında elim durumlara karşı elbirliğiyle göğüs gererek çalışıp Gazi’yi kendimize reis yaptığımız sırada, memleketin istinad ettiği yegane kuvvet bendim. Ancak her inkılapta olduğu gibi, ilk zamanlarda birlikte çalışanlar, maksat hasıl olduktan sonra ortaya çıkan parazitlerin bu birliği bozdukları görülür. Benim görüşüm şudur ki, Lozan Sulhüne kadar kalb kalbe yekvücud olarak çalışmış arkadaşlar arasında sulhü müteakip bir ayrılık başladı./…/Arz ettiğim gibi bu mesele, sulhe kavuştuktan sonra her zaman daha fazla birliğe, tesanüte muhtaç olduğumuz günlerde ortaya öyle çehreler çıktı ki, artık ne Gazi ne de İsmet Paşalar nezdinde eski arkadaşlıkları, eski yollara sevketmek imkanı kaldı.

Türk Halkının Kurtuluş Mücadelesinde gözüpek bir asker olarak yer almış, gördüklerini bir bir hikayeleştirmiş, İstiklal Mücadelesinin dünyaya açılan penceresi olmuş ve Anadolu’nun haklılığını yazdığı yazılarla dünya kamuoyuna sunmuş olan Halide, savaş esnasında nasıl baş tacı edildiyse, savaş sonrasında da kendisine hak ettiği ilgi ve değerin verileceğini umuyordu. Yeni rejimden özellikle kadın hakları konusunda büyük atılımlar bekliyor ve bu konuda sabırsız davranıyordu. Oysa kendisine gösterilen tavır, hiçbir beklentisini karşılamıyordu. Buna karşın toplum farklı düşünüyordu.

Öyle ki, Mayıs 1923’teki seçimlerde aday olmadığı halde ona da oy çıkmıştı. Toplumun Halide’ye bakışı meclisin bakışından çok daha ilerdeydi.

Cephede birlikte oldukları, barışta unutmuştu onu. Görmezden geliyorlardı. Bu yüzden küsmüştü. Meclise, Hükumete ve Mustafa Kemal’e küsmüştü. Yine de gönül kırıklığını içinde saklı tutuyor ve bildiği doğrular üzerinden çalışmalarına devam ediyordu. Cumhuriyet`in ilanından sonra sivil hayata geçen Halide Edip, Akşam, Dergah, İkdam, Vakit, Hakimiyet-i Milliye, Son Telgraf gazete ve dergilerinde yazı hayatına devam etti.

Ateşten Gömlek beyazperdeye de aktarıldı ve bu film sayesinde Türk kadını sinemada rol alma şansını buldu. Daha önce hep azınlıklar ya da yabancılar kadın rolünü oynuyordu. Bu filmle birlikte bu devrim de yaşandı ve Halide Edib’in diretmesiyle filmdeki Türk kadını rollerini aslı olan Türk kadınları oynadı. (Bedia Hanım ve Neyyire Nesir) Cumhuriyet tarihinin ilk muhalif fırkası olan “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” nın isim anneliğini de Halide Edib yaptı. Günümüz anlamıyla “İlerici Cumhuriyet Partisi”nin. Resmi tarih bu partiyi irtica ve gericilik sıfatıyla anmaktadır. Fakat parti üzerine araştırma yapan Erich Jan Zürcher ise beyannamesinde ya da programında gerçekten gerici denilecek hiçbir bakış açısına rastlamadığını ve Cumhuriyet Halk Fırkası ile aynı orta sınıfa dayandığını vurguluyor. Partinin metinlerinde devlet etkisini sınırlayan klasik liberalizm ilkelerini vurgulayan ifadelere yer verildiğini yazıyor.

İçinden geçenleri bir çırpıda yazıya döken Halide Edib, yeni oluşan yapıyı da eleştirmekten geri kalmadı. Çankaya’da Mustafa Kemal’in çevresinde yeni oluşan iktidar grubuna da seslendi, onları, yurtseverliği tekellerinde tutan “imtiyazlı asiller” olarak tarif etti. Adının mandacıya çıkmasına sebep olan Wilson Prensipleri Cemiyeti faaliyetleri ile ilgili olarak da bazı şeyler yazdı.” Eğer o zaman bu fikri Paşa Hazretleri memleketin menfaatine aykırı göre idiler mutlak beni aydınlatırlardı. O zaman karşı olduklarını ifade etmediler.” diyerek, Amerikan mandası hakkında yaptıklarının Atatürk’ün bilgisi dahlinde gerçekleştiğini savundu.

Bugün cumhuriyet tarihinin resmi belgesi olarak kabul gören Nutuk, hakaret içeren sıfatlarla söz ettiği muhalifleri değersiz kılmayı da hedefliyordu. Nutuk’ta Halide Edib’in Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben yazdığı “…geçici bir Amerikan mandasını ehven-i şer olarak görüyoruz.” diyen mektubu da yer alıyordu. Yazıldığı tarihte İstanbullu aydınların ortak bir çözüm önerisi olarak görülen mektup, Halide’yi vuran bir silaha dönmüştü.

Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’unda, Erzurum Kongresi’nde “Manda ve Himaye kabul edilemez” şeklinde bir karar alındığını söyler. Ancak, bizzat kendisinin Nutuk’un arkasına yerleştirdiği eklere dikkatli bakıldığında, Erzurum Kongresi’nin sonunda yayımlanan beyannamenin metninde, manda tartışmaları sonunda alınan kararın ülkenin bütünlüğüne saygılı olmak kaydıyla, “istila emeli beslemeyen herhangi devletin fenni, sınai, iktisadi muavenetini memnuniyetle karşılarız.” satırları göze çarpar. Bir zamanlar İstiklal Mücadelesine karşı İstanbul’da işgal güçlerinin yanı başında yer alıp ona göre yazı yazanlar, şimdi bir bukalemun gibi renk değiştirmiş ve yeni rejime emeği geçenlerden daha çok itibar görür olmuştur. Üstelik yetmiyormuş gibi Halide’yi her şeye muhalifmiş olarak göstermeye, kimi zaman “Onbaşı Halide” gibi küçümseyici ifadeler kullanmaya başlamışlardır. Bütün bunlar her geçen gün ona biraz daha ağır gelmeye başlar.

Bugün “Onbaşı Halide” bütün görkemiyle Türk halkının kalbinde yaşarken, onu küçümseyip Cumhuriyetle arasına nifak sokmaya çalışanlar şimdi nerededir, sormak lazım! Acaba hiç birisini zerre kadar hatırlayan ve ismini hayırla yad eden var mıdır? 1925 yılının Mart ayında siyasi ortamın gerilimine dayanamadıklarından eşi Adnan Adıvar’la birlikte yurt dışına gitme kararı alırlar. İngiltere ve Fransa’da bir süre yaşarlar. Halide, Savaş meydanından yazdığı yazılarda, Milli Mücadeleye duyduğu hayranlığı zarif bir üslupla ifade etmişti. Cepheden yazdığı Duatepe ve Kırmızıtepe yazılarında komutanlardan da tek tek söz ediyordu. Ancak, onlara övgüler düzmemişti. Ateşten Gömlek, Milli Mücadele önderlerine düzülen bir övgü değil, sıradan insanların öyküsüydü. Halide, Milli Mücadelenin sıradan insanlar tarafından kazanıldığını her seferinde vurguluyor, anılarında bu insanlara komutanlar kadar yer veriyordu. “Türkün Ateşle İmtihanı” kitabının sıra dışılığı, liderle çatışmaya giren, bu yüzden bütün hayatı değişen bir kadın yazar tarafından kaleme alınmış olmasıydı. Mustafa Kemal’in liderliğini kabul eden ancak liderliğini kullanış biçiminden rahatsızlık duyan Halide, bu eseriyle iç huzursuzluğunu kalemiyle paylaşmıştı.

Türkiye’nin bağımsızlık için geçtiği bu çetrefilli yolda asıl kahraman halktı” tespitini yaptıktan sonra, “Mustafa Kemal’i Türk halkı bu mücadelenin sembolü olarak şereflendirdi. İşte bundan dolayı, onun devrinde eziyet çekmiş olanların kalplerinde bile yüce bir yeri vardır.” diye yazmıştı. Bu eseri bazı açılardan ve özellikle de mandacılık iddiası yönünden Nutuk’a cevaben yazılmış gibidir.

Sultanahmet Mitinginde “milletlerin dost, hükumetlerin düşman” olduğunu söyleyecek kadar enternasyonalist, ama bütün bir şehrin milliyetçi duygularını ayaklandıracak kadar da etkiliydi.

Halide Edib, üniforma giymiş, savaşa katılmış, herkesi Milli Mücadele saflarına davet etmiş, milliyetçiliğe sembol olmuş etkili bir isimdi. İşgal altındaki ülkenin sembolü olmak ondaki haklılık duygusunu pekiştirirken barış duygusunu yok etmemişti. İzmir’e zafer alayı ile girmek istememiş, esir Yunan askeri ile Rumca konuşabilmişti. Şunu açıkça diyebilmişti:

  • Ben hayatla, insanla ilgileniyorum ve kölelik geleneklerine karşı isyanla doluyum.

Yurt dışında bulunduğu süre içinde yazılarına devam etti. Pek çok başarılara imza attı. Çeşitli üniversitelerde konuşmalar yaptı. Bu arada, 1924 yılında “Kalp Ağrısı” ve 1927’de “Zeyno`nun Oğlu” Vakit Gazetesi’nde yayımlandı.

1928’de Amerika’da, Williamstown Üniversitesinden başlayarak 7 aylık bir turla Türkiye konusunda konferanslar veren Halide Edib, ikinci kez Columbia Üniversitesinde Türk tarihi dersleri vermek üzere Amerika’ya gitti.

Hindistan’da da dersler veren Halide Edib’in yazıları Tan ve Yeni Sabah gazetelerinde yayımlandı. 1935’te “Sinekli Bakkal”, 1937’de “Yolpalas Cinayeti” romanları ile “Maske ve Ruh” isimli ikinci tiyatro eseri yayımlandı. Bunları 1938’de “Tatarcık” romanı izledi. Ve Halide Edib, Mart 1939’da tekrar yurduna döndü. 1940 yılında İstanbul Üniversitesinde Edebiyat Fakültesine bağlı İngiliz Filolojisinin başına getirildi. Hem de İngiliz Dil Edebiyatı Profesörü Halide Edib olarak. 1946 yılında “Sonsuz Panayır” isimli eseri yayımlandı. Bundan sonraki döneminde Halide Edip, “Mor Salkımlı Ev(1951)”, “Döner Ayna (1953)”, “Akile Hanım Sokağı(1957)”, “Kerim Usta’nın Oğlu (1956)”, “Sevda Sokağı Komedyası (1959)”, “Türk`ün Ateşle İmtihanı(1959-1960)”, “Çaresaz (1961)”, “Hayat Parçaları (1963)” adlı eserleri birbiri ardına hazırlayarak basımını sağladı.

Yaşanan o günlerde bir isim özellikle dikkatini çekiyordu. Nazım Hikmetle ilgileniyor ve hatta onun gerçekten de dahi olduğunu düşünüyordu. Görüşlerini tam anlamıyla paylaşmıyor olmasına rağmen. 1950 seçimlerinde İzmir’den milletvekili seçildi.1954’te siyasete nokta koydu ve üniversitedeki görevine geri döndü. Listesinden aday olduğu partiye diktatörlük vurgusu yapıyor ve seçimler öncesinde seçmenleri uyarıyordu.

1960 yılında Üniversiteli Kadınlar Derneği onu “Türk Kadınlığının Sembolü” ilan ediyor ve bir şeref madalyası veriyordu. 10 Ocak 1964 Cuma günü Cerrahpaşa Hastanesinde sabaha karşı dörtte yaşamını yitirdi. Kabri, Zeytinburnu'nda Merkez Efendi Mezarlığındadır. Ölüm nedeni böbrek yetmezliği olarak açıklandı. Onun için devlet töreni yapmak kimsenin aklına gelmedi. Tabutuna yeşil bir örtü örtülmüştü. Bayrak bile sonradan akıl edildi ve evinden İstiklal Madalyası da getirildi.

O, doğru bildikleri uğruna ve vatanına derin bağlılığı sebebiyle “önce lider” değil, “en önce vatan” demiş bir isimdi. İstiklal savaşımızın lideri Mustafa Kemal ile aralarındaki dargınlıklara rağmen, ona gereken saygıyı hep göstermiş, onun gerçek bir lider ve eşsiz bir kahraman olduğunu her daim vurgulamıştı. Türkiye Cumhuriyetine hizmette kişisel kaprislere yer olmadığının bilincinde olarak, bulunduğu her yerde devletini ve milletini layık olduğu şekilde gururla temsil etmişti. “İnsanların çektiği acılar ırk ya da itikatla değişmez” diyecek kadar insancıl, ama kendi onurlu İstiklal Mücadelesine baş koyacak kadar da milliyetçiydi.

Onu anlatanlar, anlatırken sözcüklerin ihtişamına sığınıyordu. Sıradan sözcükler tarif etmekte sönük kalıyordu. Ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek, Halide Edib Adıvar ile ilgili düşüncelerini, “Türk kadını teknesinde böyle bir örnek yoğurduğu için övünebilir” cümlesiyle belirtiyordu.

Venüs gezegeni üzerinde çalışmalar yapan bir grup bilim insanı, Venüs üzerindeki bir kratere Halide Edib’in anısını yaşatmak için “Adivar” adını veriyordu.

O, Türk Kadınının bağımsızlık sembolüydü. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilklerini başaran kadındı. Türk İstiklal Mücadelesi’nin sembolleşmiş kadınıydı. Yazar, şair, gazeteci, siyasetçi, öğretmen ve akademisyen yönüyle tam bir entelektüel aydın, almış olduğu onurlu Başçavuş rütbesiyle de tam bir askerdi. Tıpkı hakkında yazılan kitabın kapağında olduğu gibi “Biyografisine Sığmayan Kadın”dı. Yaşadığı çağ itibarıyla anlatılırsa, “çağını aşmış” bir aydındı. Liderleri ve egemenleri değil, halkını önceleyen, insan olan kadındı.

Onun hayat hikayesini inceleyenler, göreceklerdir ki, yaşamının pek çok kesiti assubaylarla özdeştir. Ona verilen assubay rütbeleri sıradan bir tesadüf değil, olsa olsa ilahi bir tesadüftür. Biliyoruz ki, halkın içinden çıkan zor zamanların yiğit kahramanları yine halkının kopmaz bir parçası olan assubayların rütbeleri ile taçlandırılır. O, “Başçavuş Halide” olarak mesleğimize onur duyacağımız katkılar sunmuş, İstiklal Mücadelemizde Türk Kadınının ve Türk Assubayının kahraman bir temsilcisi olarak yer almıştır. Biz, Türkiye Cumhuriyeti’nin assubayları olarak, kahramanlığımızın ve vatan sevgimizin eşsiz bir pınarı olan “Başçavuş Halide Edib” ile aynı üniformayı taşımanın ayrıcalığını hep içimizde diri tutacağız. Onun kahraman yüreği, bu vatanın yaşayacağı zor günlerde bize hep cesaret ilhamı verecek.

Ve son sözümüzü de yine Yahya Kemal ile bağlayalım; Yahya Kemal onun için kaleme aldığı bir şiirinde onu bir dağa benzetiyor ve şöyle diyordu:

Bazen kader, gelen bora halinde, zorludur; Dağlar nasıl bakarsa siyah ufka öyle bak” Bizler de ne zaman kocaman, ulvi ve heybetli bir dağ görsek, tıpkı Yahya Kemal’in dediği gibi bakacağız o yüce dağa. Aklımıza, Sultanahmet Meydanı’nda edilen o kutsal yemin töreni gelecek. Sonra o eşsiz Türk kadınının tüm hayatı. Ve şöyle diyeceğiz nefesimizi tutarak: “Tanrım, bu koca dağ, bu ihtişamlı yüce dağ, ne kadar da Halide Başçavuşa benziyor!

Hazırlayan: Aydın Kulak

(Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.)

KAYNAKÇA:

 

  • Biyografisine Sığmayan Kadın: Halide Edib/ İpek Çalışlar/Everest yayınları-Mayıs 2010 (Okumanız Tavsiye Edilir)
  • Sintinenin Dibinde/Emin Karaca/Karakutu Yayınları/Eylül 2004
  • Halide Edib’in Ölüm Yıldönümü nedeniyle Anadolu Ajansı tarafından hazırlanmış bir biyografi yazısı (2006)
  • http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Genel/BelgeGoster.aspx F6E10F8892433CFF8FE9074FF19B0005A921E9EDE01F4A70
  • genclige-hitabe

    Son Yorumlar

    Son Eklenen Mesajlar

    SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
    YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN Her şeyin gönlünüzce gerçekleşeceği; sağlık, başarı ve mutluluk dolu nice yıllar diliyoruz. SİTE VE ASSUBAY GÜÇ BİRLİĞİ YÖNETİMİ
    Pazar, 31 Aralık 2023
    SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
    Baş öğretmenimiz ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi şahsında tüm öğretmenlerimizin ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN... Demokrasinin, adaletin, huzurun ve refahın hakim olduğu nice öğretmenler günü kutlamak dileklerimizle sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz.
    Cuma, 24 Kasım 2023
    SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
    BAĞIMSIZLIK SAVAŞIMIZIN KAHRAMANI, LAİK, DEMOKRATİK CUMHURİYETİMİZİN KURUCUSU, EBEDİ ÖNDERİMİZ VE BAȘKOMUTANIMIZ BÜYÜK DEVRİMCİ GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü BEDENEN ARAMIZDAN AYRILIȘININ 85. YILINDA SAYGI, ÖZLEM VE ŞÜKRANLA ANIYORUZ... RUHU ŞAD, MEKANI CENNET OLSUN. 10 KASIM 1938 ! Bir devre damgasını vurmuş, dünyanın gidişatını değiştirmiş, yalnızca ya...
    Cuma, 10 Kasım 2023

    Son Eklenenler

    Copyright © 2006 Emekli Assubaylar. Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım İhsan GÜNEŞ