Demokrasi demokrasi deriz de barajlardan bir türlü vazgeçmeyiz. Türk Silahlı Kuvvetleri de Profesyonelleşme, profesyonelleşme der durur. Ancak radikal değişimleri bir türlü yapamaz. Acaba hep zülfiyare dokunmaktan mı korkar?
Ya da daha detaylandırırsak, şu profesyonelleşme denilen şey hemen bir kurmayın önüne atılır da öyle mi hazırlanır bilinmez. Ama bildiğimiz şey profesyonelleşme konusunda tek yapılan bol bol uzman erbaş almak. Mesleki şartlar iyileşmedikçe, insanlar kendi mesleği ile barışık olmadıkça gerçek profesyonelleşme olmaz.
Profesyonel ordularda, insanların önüne aşılabilir hedefler koymak lazımdır. Ümitler vermek, bu ümitleri verirken artık insanların doğru bilgiye çabucak ulaştıkları gerçeğini de kabul ederek doğru yönlendirmek lazımdır. Profesyonelleşmek için daha önce çekilmiş olan setleri kaldırmak gerek. Sonuçta ekmek bile lokma lokma yeniyor.
Eğer TSK profesyonelleşecek ise mevcut profesyonel ordumuzun yaşadığı olumlu veya olumsuz tecrübelerden istifade edilmelidir. Ordumuzun en büyük profesyonel meslek grubu olan Assubayların en büyük şikayeti hiyerarşinin kendilerini izole etmesidir. O halde Assubaylardan başlayarak profesyonelleşmeliyiz.
Subay yetiştiren okulların ana kaynağı Harp Okullarıdır. Bu durum tekilci ve hakim sınıf yaratmaktadır. Oysa iyi bir komuta kademesine sahip olmak için objektif bir değerlemeden geçmek gerekir.
Subaylarımızın ana kaynağını; Harp Okulları, Assubaylar ve diğer fakülteler oluşturmaktadır. Bu kaynaklardan Harp okullarının sayısı indirgenmeli, astsubay ve Fakülte kaynaklı subay sayısı arttırılmalıdır.
Assubayların yönetim kademesinde temsil edilmesine yönelik çalışmalar bulunmaktadır. Ancak bu çalışmalar tamamen sübjektif kriterlere bağlı ve yasalarla güvence altında değildir. Hatta dahası yetkisiz, ama komutan odasına yakın odaya bir astsubay yerleştirip “oldu da bitti maşallah” diyerek bir on yıl geçti. Bu bağlamda eleştirmek kolay. Peki ne yapmalıyız? Yüksek Mühendis/Yüksek İdare adı altında Astsubay kadrosu oluşturulmalı, Alay ve eşidi yapılanmalarda bir Yüksek Mühendis Astsubay, bir de Yüksek İdare Astsubay kadrosu oluşturulmalıdır. Bu kadro komuta yönetim kademesinde danışmanlık görevi yapmalıdır.
Subay yetiştiren Harp Okulları öğrenci kaynağı olarak; Üniversite Giriş Sınavı ve Askeri Meslek Yüksek Okullarından kontenjan dahilinde almalıdır. Askeri meslek Yüksek okulu mezunlarının en başarılı ilk yüzde yirmisi Harp okullarının üçüncü sınıfından itibaren derse başlatılmalıdır. Diğerleri Astsubay olarak atanmalıdır. Personel temininde kalitenin devam etmesi açısından Askeri okullarda genel eleminasyon psikolog rehberlik eşliğinde daha detaylı yapılmalıdır. Örneğin genel yapısı askerliğe elverişli olmadığı tespit edilenler veya başarı kaydedemeyenler bu çağlarda meslekten uzaklaşmaları sağlanmalıdır.
Uzman çavuş sistemi, Türk silahlı kuvvetlerinin ihtiyaç duyduğu alanlarda en az lise mezunu kişilerden oluşturulmuş profesyonel asker kadrosudur. Lise mezunu olmayan fakat ustalık belgesi olanlar da bu branşlara direk atanabilirler.
Subay ve Assubaylar gibi emeklilik şartlarına haizdirler. Her yıl uzman çavuşların yüzde yirmisi Astsubay kadrolarında görev yapmak için yükseltilmelidir. 35 yaşına kadar Assubaylık sınavlarına girebilirler. Assubay olarak Kd.Çvş. Rütbesinden göreve başlarlar. Lisans eğitimlerini tamamlamaları halinde de Mühendis ve İdare kadrolarına direk geçebilir aynı zamanda tıpkı Assubaylar gibi Subay sınavlarına girmeye hak kazanırlar. Uzman Çavuşların Sendikaya üye olma, sendika temsilcisi olma hakları vardır.
Uzman Onbaşı Bulundukları branşlarda TSK lerinin standartlarında onbaşılık şartlarına haiz Uzman erlerin gireceği sınavlardan geçerek askerlik işini bir yaşam stili, bir meslek olarak görmek isteyenlerin bulunduğu rütbedir. Güvenlik sertifikasına sahip olanlar ve kalfalık belgesi olanlar ihtiyaca göre direk Uzman onbaşı olabilirler. Onbaşılık rütbesinde bekleme süresi 24 aydır. Uzman çavuşluk sınavına girmezlerse veya girip başarı gösteremezler ise terhis edilirler.
Uzman Er askerlik sanatını öğrenip yaşam biçimi yapmak isteyen her Türk gencinin müracaat edeceği bir sistemdir. Süresi 12 ay yükümlü+12+12 aydır. Bu süre zarfında Onbaşı olamayan veya olmak istemeyenler terhis edileceklerdir. Bir kişi iki defadan fazla uzatma yapamayacaktır. İhtiyaç fazlası erler yükümlülük sonunda terhis edilecektir. Uzman Er olarak kalmak isteyenlerin imzalayacakları sözleşme en fazla iki dönem uzatılabilecektir. Bu sisteme giriş için aranan şart teknik olmaktan ziyade, geceli gündüzlü kışla da geçen askerlik yaşam stiline uyum sağlamaktır.
Evlilik, kışla dışında yaşama isteği gibi nedenlerden oluşabilecek iş kayıpları idarenin tek taraflı sözleşmeyi feshetmesi için yeterli olacaktır. Çalıştıkları süre sosyal güvenlik şartlarını kapsamaktadır.
Yükümlülükteki temel amaç Askerlik mesleğinin temelini öğrenmektir. Daha sonra gerekli görülen profesyonel birliklere ihtiyaca göre dağıtım yapılarak, stajyer olarak yükümlülük görevlerini tamamlamaktır. Terhis esnasında kendilerine verilen yedek görev emirleri, yetenekleri kapsamında hazırlanıp yedeklik kontrolüne ve tatbikat görevine çağırılmalıdırlar.
Profesyonelleşmek sadece profesyonel kişilerle çalışmak değildir. Profesyonelleşmek demek maksimum fayda gözetmek demektir. Maksimum fayda çağımızda teknolojiyi en iyi kullanmak ile gerçekleşir. Yüksek fiziki yeterlilik askerlik mesleği için artık birinci sırada gelen bir özellik değildir. Bu kapsamda TSK içinde fiziksel engelliler de görev alabilmelidir. Özellikle santrallerde, sosyal tesislerde toplumumuzun bu kesimi için de çok görev alanı vardır.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin Teknoloji ile işbirliğinde en önemli görev komuta heyetine düşmektedir. Özellikle personel eğitiminin akademik seviye ile sağlanması karşılıklı faydaya dayalı bir anlayış geliştirilmesi gerekir. Üniversiteler, araştırma kuruluşları, sivil toplum örgütleri ile işbirliği yapılmalıdır.
Yedeksubaylık çok daha dar kapsamda değerlendirilmelidir. Çünkü Türk Silahlı Kuvvetlerinin zaten Lisans mezunu olan, yıllarını Türk Silahlı Kuvvetlerine vermiş bir çok Astsubayının Asteğmenin astı olması gerçeği acıtıcıdır. Bu rütbe temininde güçlük çekilen bazı branşlara indirgenmelidir. Doktor, Bilişim mühendisleri gibi…
Asıl görevi merkeze koyabilmek adına kafa karıştırıcı, halkın tepkisini çeken alanlardan uzaklaşılmalı, vesayete dayanan, kurumsal eşitlik ilkesine uymayan ticari ve siyasi yapılanmalardan uzak durulmalıdır. Geçmişte kurulmuş olan bu tür yapılanmalara son verilmeli, bunu bir kazanım olarak görmenin bir vesayet anlayışı ile çıkar ilişkisi içinde olanların dayanışması olduğu unutulmamalıdır. Bu kapsamda OYAK rehabilite edilmeli, tamamen yardımlaşma sandığı kadarı TSK komuta kademesi içinde kalmalıdır. Aidatlar adaletli toplanmalı ve hak sahiplerine adaletli ödenmelidir. OYAK tüm mesaisini buna harcamalıdır. Diğer iştiraklerin hepsinden vazgeçilerek, fon yönetimi ile üyelerin katılımı ve hakları daha hakkaniyetli ve reel yönetilmelidir. Geriye dönüp bakıldığında zaten iştirak gelirlerinin çok az ve suistimale açık olduğu görülecektir. Askeri birliklerdeki kolaylaştırıcı sosyal ve alışveriş merkezleri bu saydığımız konulara dahil edilmemelidir.
Türk Silahlı Kuvvetleri Türkiye Cumhuriyetinin ve onun ilkelerinin Silahlı Kuvvetleridir. Bu özelliklerini kaybedince tamamen belirli bir iktidarın muhafız ordusu haline gelir.
Asker şahısların rütbe ve statüleri çeşitlilik gösterse de, toplumsal beklentileri aynıdır.
Bu maksatla askeri birliklerin içine rütbe ve statüye dayalı sendika sokmak bomba sokmak gibi bir şeydir. Nitekim uygulayıcı ülkeler de bu görüşle yola çıkmış ve “Profesyonel Asker Sendikası” adı altında toplanmışlardır. Bizlerin sendikalardan beklentilerimiz diğer kamu görevlilerinin sendikal beklentileri ile doğru orantılıdır.
Eğitim personeli, Sağlık personeli ve 657 sayılı Devlet Memurları Sendika şemsiyesi altındadır. Biz 926 sayılı kanuna bağlı personelin de bu şemsiyenin altına girmesini istiyoruz. Ancak nasıl 657 sayılı kanunda bazı personele sendikal kısıtlama getirilmiş ise yine, 926 sayılı kanun kapsamına da benzer kısıtlama getirilebilir. Bu kısıtlama İlgili Profesyonel Asker Görev dağılımının Yönetim kadrosuna getirilmelidir.
Günümüzde sendikacılık bir takım ithamlar altındadır. Bu ithamları inceleyip önemli bir konu olan Devletin Güvenliği görevini üstlenenlerin sendikasını bir takım marjinal veya siyasi grupların odak merkezi yapmamak adına tedbirler almak gereklidir. Bu kapsamda Askerin Sendikası da disiplinli olmak zorundadır. Bu kapsamda Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yaşatılacak olan sendikal faaliyet tek bir sendika ile sınırlandırılması gerekmektedir. Olağanüstü durumlar ve savaş hallerinde sendikanın işlevi kanun koyucu tarafından kısıtlanabilmelidir. Sendika çatısı altında yapılacak her türlü kanunlara aykırı girişim konusunda yönetici ve temsilcilerin azledilmesi ve yasal sonuçların şahıslara yansıtılması, sendikal organizasyonun bu olaylardan zarar görmemesi sağlanmalıdır. Asker sendikalarının grev hakkı barış zamanında olmak kaydıyla ve ekonomik gerekçelerden doğan anlaşmazlıklarla sınırlanmalıdır. Ancak sosyal ve iş güçlüğü konusunda kanunlar çerçevesinde bağımsız iş mahkemelerinde taraf olabilmelidir.
Yukarıdaki yazdığım yazı profesyonel ordu modelinin personel rejimine benim yaklaşımımdır. Kimseyi veya bir grubu temsil etmiyorum.
Saygılarımla…
21 'inci Yüzyılın Çağdaş demokrasilerinde ortak çıkarı olanların bir araya gelerek sivil toplum örgütü kapsamında birlik oluşturmaları, şiddet dışı ve yasal eylemlerle ait oldukları toplumun çıkarlarını korumak veya geliştirmek için ortak çaba sarf etmeleri, belki de demokrasinin ana unsuru ve teminatıdır.
Gelişmiş toplumlar bireylerden oluşur. Ancak kendi kimliğini, kişiliğini, şahsiyetini (eskilerin deyimiyle hükmü şahsiyetini) oluşturmuş, sürünün içinden herhangi biri değil de, özgün bireyler gelişmiş toplumları oluştururlar.
Birey olduğunun farkında olanların oluşturdukları topluluk Sivil Toplum Örgütü vasfı kazanır.
Ülkemiz insanı ne yazık ki bu aşamanın çok gerisindedir.
Kaderini sorgusuz sualsiz bir liderin (!) ellerine bırakmış, onun her dediğini düşünmeden, irdelemeden, sorgulamadan, anlamadan, karşıt görüşlere hiç önem vermeden, körü körüne itaat eden, biat etmiş topluluklar Sivil Toplum Örgütü olamaz.
Sivil Toplum Örgütlerine bakıldığında üç tip insan görürsünüz.
1.Gurup : Biri başa geçsin, uğraşsın çabalasın, bana da ne düşüyorsa yapayım, aidat ödeyeyim, toplu bir hareket, faaliyet olacaksa başka da işim yoksa katılayım diyen ve toplumun neredeyse % 90'ını oluşturan ezici çoğunluk, (bu çoğunluk “başkası uğraşsın ben de faydalanayım” yaklaşımındakileri de kapsar)
2.Gurup : Kişisel çıkar beklentisi olmadan, tamamen toplum yararına çaba gösteren, fedakar, toplum yararını kendisi için misyon edinmiş %5'lik bir kesim. Bu guruptakiler birikimli de olsalar, yetenekli de olsalar kırılgandırlar. Kişisel çıkar kavgaları, hırslar, samimiyetsizlikler ortaya döküldüğünde uzaklaşmayı tercih ederler.
3.Gurup : Toplum için çalışırken, ya da çalışır gibi görünürken aynı zamanda ve daha çok kendi siyasal, kişisel, ekonomik çıkarlarını gözeten hayallerini gerçekleştirme peşinde olan bir gurup söz konusudur.
Yeni oluşum çalışmaları sırasında yaptığımız toplantıların birinde, belki de 20'nci toplantımızda bir meslektaş gelmiş, kendisinin Ankara dışında, yakın bir ilde siyasetle uğraştığını, eğer görev verilirse TEMAD Yönetiminde yer alabileceğini söylemişti. O güne kadar hiçbir toplantımıza katılmamıştı. Tipik bir koltuk avcısıydı. Görevin niteliği önemli değildi onun için, asıl amaç sadece kendisini kişisel çıkarlarına yaklaştırabilecek bir koltuktu. Sanırım umduğunu bulamamış olmalı ki bir daha da görünmedi.
İkinci guruptakiler de ortalıktan çekilince meydan üçüncü guruba kalır.
Koltuğa tırmananlar aşağıyı, geldikleri yeri unuturlar. Öncelikli amaç koltuğu sağlama almaktır, ceberrutlaşırlar!
Bir sonraki aşama, artık her şeyi herkesten iyi bilme aşamasıdır… Madem onları toplum seçip bu mevkie getirmiştir, o halde onlar iyilerin en iyisidir. Her şey onların bildiği, onların dediği gibidir! Her muhalif sözcük, koltuktan koparılan bir parçadır. Koltuk kutsaldır, koltuk korunmalıdır. Gerektiğinde tüm kutsallar koltuğun korunmasında araçtır.
Son aşama… Her şeyi kendine hak görme aşamasıdır…
İstediği gibi yemeli, istediği gibi yaşamalı, isterse bin odalı sarayda sefa sürmeli, isterse lüks otellerde konaklamalı, çoluk-çocuk zengin olmalı, cepler para dolmalıdır.
Şu kendisini seçen ayak takımının mızırdanmaları da çekilir dert değildir artık. Bunların hepsi nankör, hepsinin gözü onun koltuğundadır.
Hâlbuki o koltuğa layık tek kişi kendisidir!
Onu seçenler, seçip gittikten sonra bir daha arkalarına bakmadığından, gelişmiş toplumlardaki toplumsal denetim mekanizması işletilmediğinden, biat kültüründen birey kültürüne geçememiş toplumun büyük kesiminin söyleneni bile anlamadan ellerini patlatırcasına alkışlamaları ona göre haklılığının en büyük kanıtıdır.
Partisi de aynı...
Sendikası da aynı...
Sivil Toplum Örgütü de aynı...
Derneği de aynı… Sonuç değişmiyor…
Birey olunmadan, Sivil Toplum Örgütü olunmuyor… Olunsa da işte bu kadar oluyor!
Bir yüksek kültürün eseri olan Atatürk’ün meydana getirdiği Cumhuriyet rejimi Demokrasi ile birlikte her türlü şartta, en ağır koşullarda bile kendini geliştirme imkânı bulan insanlar sayesinde ebediyen yoluna devam edecektir.
Meydana getirilmiş olan eser öylesine kapsamlı ve kavrayıcı ki, yaşamın farkında olan fikri hür, vicdanı hür, bilimi rehber edinen her insan tarafından daha yükseklere taşınmakta.
Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi badirelerden, kara senaryolardan geçilerek doğduğunun farkındayız.
İnsana yaşama sevinci veren, mücadele azmini güçlü kılan Cumhuriyetin kurucusu, savaş alanlarının kahramanı, barışın, insanlığın, adil paylaşımın, çağdaş yaşamın mimarı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk insanın yanısıra pek çok mazlum milletlere de yaşam kaynağı, özgürlük ve bağımsızlık vesilesi olmuştur.
Yabancıdan talimat almayan,
Bağımsızlığı karakteri olan,
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milletine kendini sürekli yenileyebilen, kültür ve bilim temelli öylesine sağlam temelli bir eser bırakmıştır ki, takipçilerince sonsuza dek yaşanacak ve yaşatılacaktır.
Eğer, Türkiye, Batı hariç, çevresindeki ülkelerden gelişmiş ve çağdaşlık yolunda kararlılıkla ilerliyorsa, etnikçilik, mezhepçilik devleti yönetenlerce körüklense de bir arada yaşamayı başarıyorsak bunu yüksek kültür temelli Cumhuriyete borçluyuz.
En değerli şey olan insanca yaşama hakkını Cumhuriyetin Türk halkına nasıl sunduğunu anlamak için Afganistan, İran, Pakistan gibi ülkeler bir yana, koca bir coğrafya olan Orta Doğu’ya bakmak dahi yeterlidir.
Dış güçler tarafından Türkiye Cumhuriyeti’ne “Yeşil Kuşak”, “Ilımlı İslam”, İslam ağırlıklı “Model Ülke” gibi hedef saptırıcı değişik roller biçilip, kendi ülkelerinde amaçları doğrultusunda yetiştirdikleri kişileri milliymiş gibi Devletin başına getirseler de, Cumhuriyet fikriyle yetişmiş Türk insanı muasır medeniyetler hedefini kararlılıkla gerçekleştirecektir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 30 Ağustos 1924 tarihinde Dumlupınar’da dile getirdiği: “Uygarlık yolunda yürümek ve başarı göstermek, yaşamını sürdürmenin şartıdır. Bu yol üzerinde durakalanlar, yahut da bu yol üzerinde ileriye değil de geriye bakmak bilgisizlik ve kavrayışsızlığı içinde bulunanlar, genel uygarlığın coşarak ilerleyen selinin içinde boğulma durumuna düşmekten kendilerini kurtaramazlar" sözü Türk Milleti için ebedi bir yaşamsal hedeftir.
Kimileri için Demokratik Cumhuriyet bir araç iken; okuyan, araştıran, yorumlayan, sorgulayan, pozitif bilimi rehber edinen Türk insanı için Demokratik Cumhuriyet bir araç değil, ebedi bir amaçtır.
Cumhuriyeti bize armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ve O’na desteğini esirgemeyen Türk halkına sonsuz saygı ve şükranlarımızı sunuyoruz.
Kaf dağının ötesinde, uzak diyarlardaki bir ülkede yaşayan, kendinden olmayanı kendine muhtaç bırakan, sömüren, çalan-çırpan, yeni marabalar yaratan, adaletsiz, hukuksuz, acımasız ağa ile marabanın demokrasiye dair kısa hikâyesi…
Ağanın, köyleri vardır, içinde binlerce marabası,
Koyunu, keçisi, devesi, nahırı,
Maraba da onundur, arazi de, mal da mülk de,
İstediğini istediği gibi yapar,
Yasama da Yürütme de Yargı da o'dur,
Validir, kaymakamdır, jandarmadır, imamdır, öğretmendir, muhtardır, alanında,
İş kollarını o ayarlar,
Ücreti o ayarlar,
Çalışma koşullarını, şartlarını o belirler,
Marabalardan kimin kiminle evleneceğini o belirler,
Kimin nereye kadar okuyacağını o belirler,
Kaç eşi olacağı kendi elindedir,
Aslında ağanın demokrasisi yoktur. O’na göre; demokrasi de hukuk da, adalet de kendisidir,.
Eğer biri çıkıp onun alanını da kapsar şekilde demokrasi getirmişse memlekete,
O, o demokrasiyi ortadan kaldırmak için elinden geleni ardına komaz,
Ağaya rağmen, demokratik sistem yaygınlaşamazsa,
Demokrasiyle yönetilen Cumhuriyetlerde,
Seçme seçilme hakkını o belirler,
Toprak reformunu o belirler,
Ülkedeki eğitim sistemini, o belirler,
Özgürlük, ağanın uygun gördüğü kadardır,
Marabanın, hoşuna gitmeyen çıkışlarını zınk diye keser-atar, yasaklar,
Koyduğu yasağı mahkeme bile kaldıramaz, çünkü ağa kanun yapıcıdır,
Kanunları anlık değişir,
Halk onlar için marabadan öte bir şey değildir,
Hep ağa olmak, öyle de kalmak isterler,
Ağalığının yolunun marabayı, maraba tutmaktan geçtiğini bilirler,
Onların gözünde maraba maraba olduğu için,
Marabanın da köleleri olduğunu bildikleri için,
Marabaya maraba gibi davranırlar,
Marabalar, bize göre; emirlerindeki kölelerdir,
Ama maraba bunun farkında bile değildir,
Ağa bir yem attı mı ortaya, maraba koşar kuşlar gibi,
Kafayı kaldırmadan yemleri midesine indirmeye bakar ve
Sonra yeni yemleri beklemeye başlar,
İyi bir maraba bilir ki ağa yem atmadı mı açlıktan ölür,
Marabanın kafası hep yerdedir,
Sadece ayak uçlarını görür, yasaktır başını kaldırması, etrafa bakması,
Hâlbuki kaldırsa kafayı, yem atan, onları iliğine kadar sömüren ağayı görecek,
Baksa etrafına, diğer eğilmiş yemlenen zavallı insanları görecek, belki de kendine gelecek,
Ancak bir türlü kaldır(a)maz kafayı,
Alıştırmıştır ağa siyasetçi onları, onlar da alışmıştır böyle yaşamaya,
Dinmiş, ahlakmış, adaletmiş, hukukmuş, okumakmış, yorumlamakmış, sorgulamakmış hak getire; marabanın derdi, midesidir, onu yemleriyle dolduran da ağasıdır, ağa ne derse onu bilir onu söyler marabalar, gerisi yalandır onun için,
Yeter ki kutsal ağa, velinimet ağa gitmesin başlarından diye, her yolu mubah sayar bizim hikâyemizdeki maraba, ezer geçer demokratik kuralları. Çünkü bilmez demokrasinin, cumhuriyetin faziletini.
Günler günleri, seneler seneleri kovalar ardı sıra ve gün gelir yem karşılığı satacak oy hakkını da alır ağa, marabanın elinden,
Maraba da; zaten ben sendeyim ağam, der ve hikâyemiz de böylece biter.
Hikâye bu ya, iyi uykular, diyerek bitirelim.
Çetelerin kendince dokunulmazlıkları vardır.
Yaşam tarzları bir nevi vahşi doğa yaşamını andırır.
Onların da, tıpkı, vahşi hayvanların idrarıyla belirlemiş oldukları alanları vardır.
Mensupları dışında kimseyi o alana sokmazlar.
Çeteler doymak nedir bilmezler.
Birse iki, ikiyse üç isterler...
İsterler ki her şey, her şeyin en iyisi onların olsun.
Gümünüzde uzmanlık alanlarına göre; uyuşturucu, kadın ticareti, para aklama, arsa-arazi, icradan ucuza mal kapatma, oto hırsızlığı, televizyon hırsızlığı, bilgisayar hırsızlığı, altın, pırlanta, ev-iş yeri soygunu yapan, din yoluyla para toplayan, pek çok çete çeşitleri mevcut olduğunu dünya basınından izliyoruz.
Toplumlar içinde yaşayan bunca çete varken hiç devlet içinde çete olmaz mı?
Eğer bir devlet kuruluş amaçlarına bir türlü ulaşamıyorsa, hep gelişmekte olan ülke olarak anılıyor ve hatta bazen gerileyen durumuna düşüyorsa, orada bir çete durumunun yokluğu iddia edilebilir mi?
Devletleri ele geçiren çetelerin en büyük özellikleri; ülkede yaşayan, kurumlarda çalışan insanların duygularını, inançlarını, emeklerini çıkarları doğrultusunda sömürerek kendilerine çıkar elde etmenin yanı sıra; adaletten yoksun yaşatmanın yanı sıra, insanları açlık ve yoksulluk sınırında yaşama itmeleridir.
Çeteler, kendilerinin dışındaki birlik içinde bulunan topluluklardan nefret eder hatta onlara bir nevi kin besler. Kendilerine direnç gösterici ortak kültür oluşturmamak için toplulukları bölmek ve devranlarını sürdürmek için her yolu mubah sayarlar. İşin acı tarafı, kültürel seviyesi düşük toplumlar çetelerin bu oyununa sık gelirler.
Devletlerdeki, devletin içine sızan, kendisini toplumdan yanaymış gibi göstererek gizlenmiş olan çeteler; ezici iktidarlarını sürdürmek, meydana getirmiş oldukları hukuksuzlukları, rantı, adaletsizlikleri sürdürmek için hemen hemen her kurumu etkileri altına alarak, elde etmiş oldukları üstün hakları kaybetmemek için adeta direnç gösteriler.
Çetelerce ele geçirilmiş devletlerin tipi özellikleri evrensel hukuk, adalet kavramlarından uzak birer kanun devleti oluşlarıdır. Hukuki yapılanmaları da buna göredir. Yargıda, kişilerin, toplulukların evrensel hakları yerine, devletinde geçerli olan, çetelerin etkileriyle hazırlanmış kanunlar yoluyla yargılanırlar.
Onlar her daim vardı...
Son olarak Sivas kongresinde İngiliz himayesi, Amerikan mandası, dediler, ama tutturamadılar...
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşları onları geri püskürtmüşlerdi.
Ancak, ATATÜRK’ten sonra hızla devlet kadrolarında, siyasette örgütlenmeye başladılar...
Onlar ki, Türk milletine bağımsızlığı yakıştıramayan Yedi Düvel hayranları...
Amaçları AB-D çıkarları doğrultusunda Türk siyasetini ve kurumlarını yönetmek...
Ülkede olan biteni yorumlamakda üstlerine yok...
Ele geçirmiş oldukları imkânlarla halkı yönlendirmekte de üstlerine yok...
Camide, sokakta, televizyonda, gazete köşelerinde, siyasette, kurumlarda...
Son olarak, uyduruk ve AKP’yi mağdur gösteren bir bildiri olan 27 Nisan e-muhtırasında haftalarca silahlı kuvvetlere vurup durdular...
Köylere, “dinsiz ordu bize muhtıra verdi” yaymacını da başarıyla yaydılar...
Esasında AB-D çıkarlarına yaptıkları her şeyi bi-güzel güya Türkiye’nin çıkarlarına yaptıklarını her daim halka yutturmaya çalıştılar...
Onlar ki koskoca bir ülkenin gündemini, yarım asırdan fazlaca PKK terör örgütünün isteklerinin makullüğüyle oyaladılar...
Güya demokrasiden yanaydılar, hâttâ ileri demokrasiyi savundular...
Şimdilerde zaferlerini kutladıkları, zafer sarhoşu oldukları için; Gezi’de, Kızılay’da ve değişik yerlerde hakkını arayan silahsız sivillerin hükümet kuvveti polis teşkilatınca joplanmasına, gözlerini kaybetmelerine, yerlerde süründürülmelerine sessizler...
Türk milleti üzerinde darbeler yoluyla eziyet görevi eskiden TSK’dayken şimdi maşa el değiştirdi, polis teşkilatına geçti.
Belki de TSK, onun-bunun maşası olmamaya karar verdiği için bugünkü durumuna düştü! En azından Wikileaks belgeleri ve içeride tutulan askeri personelin beyanları bunun böyle olduğunu gösteriyor...
Terör örgütü PKK’yı görünce adeta ortamdan kaçan veya sesini çıkarmayan Polis Teşkilatı, her nedense sivil yurttaşların demokratik eylemlerinin üzerine jopla, gazla, tomayla, panzerle, ayak darbesiyle gidiyor. Yere düşen yurttaşın üzerinde tepiniliyor!
Son olarak 23 Kasım 2013 tarihinde Ankara Kızılay meydanında demokratik eylemlerini yapan öğretmenlerin üzerine polis tüm gücüyle adeta saldırtılmış, pek çok öğretmen yaralanmış durumda.
Türkiye’de meydana gelen askeri darbelerin Amerikan çıkarları için yapıldığını görmezden gelerek, halkı TSK’ya karşı kışkırtan yandaş sözde âlimler, yazar-çizerler, yayıncılar hadi konuşsanıza!
PKK terör örgütüne ve yandaşlarına yapılmayanların, sivil, silahsız vatandaşın demokratik eylemlerine yapılamayacağını haykırsanıza!
Bireylerin, yönetenler üzerinde daima etkili olmasını sağlayan “Demokrasi” yoluyla idare edilen Cumhuriyet rejimiyle yönetilen devletlerde; belli bir soy, sınıf, kral, şah, teknokrat değil, kendine egemen olmak gibi bir yetiye kavuşan birey ve bireylerden oluşan topluluklar etkili.
Yedi kuşak geçmişi, padişahın kulu olarak yaşamış toplumun bireyleri, kulluktan birey oluvermiş Atatürk sayesinde.
Birey olmak da ne ki?
Yıllarca padişahın kulu olmanın yanı sıra, gerçek din adamları hariç; şeyhler, şıhlar, tarikat liderleri de kendilerine kul etmiş insanları.
Kimi insanlar, şeyhin, şıhın, tarikat liderinin müridi olmadan yolunu bulamayacağına, ağasız yaşayamayacağına, inandırılmış, inanmış...
İşte böylesi bir inanç sayesinde onlarca isyan çıkartılmış Anadolu’da. Ağa ağalığından, şeyh şeyliğinden, tarikat lideri tarikat liderliğinden vazgeçmemek için.
Ve tabii yedi düvel boş durur mu? Onlar da desteklemiş isyanları, ama nafile. Atatürk ve arkadaşları inandığı yoldan dönmemiş bir türlü.
Bu defa derinlere dalmışlar, Avrupa, Amerika, şeyh, şıh, tarikat lideri, hepsi birlikte, pençelerine düşmüş, kendilerini bir türlü onlardan kurtaramayan insanları, bir bir demokratik cumhuriyet düşmanı olarak işleyip durmuşlar.
Sosyal devlet kişiyi özgürleştirmek için çalışırken, onlar ise kişileri kendine bağımlı tutmaya çalışadurmuşlar.
Bakmışlar ki, bu iş dıştan olmayacak! Öyleyse devlet idarelerine sızmalıyız, demişler ve başlamışlar ağır ağır devlet idaresine sızmaya...
İdareye sızdıktan sonra, kişileri özgürleştirecek devlet sistemlerini, politikalarını yavaş yavaş işlemez, işbirlikçisi oldukları AB-D’ye bağımlı hale getirmişler.
Ekonomik faaliyetleri dışa bağımlı hale getirdikten sonra, ülke halkının yoksulluktan başını kaldırıp, başka şeylerle uğraşması, kendini geliştirmesi, kültür seviyesini yükseltmesi ne mümkün...
Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ni koruyup işletecek olanlar; insanları kendisine bağlamak veya birine bağımlı olmak gibi bir hasta ruha sahip olmayan, çağdaş, insana saygı duyan, bağımsız birey olabilmiş, bilime inanan, kültür düzeyi yüksek adamlardır!
Saygıdeğer Üyelerimiz
Cumhuriyetin özü, "bireyin varlığını" kabul eden bir yönetim sistemi oluşudur. Monarşi denilen tek kişi yönetimine dayalı yönetim sistemlerinde, babadan oğula miras kalan "asalet" ya da "kraliyet" her türlü tartışmanın dışında ve üzerindedir. Halk ise "teba" veya "kul" dur. Kral, Hükümdar ya da Sultan, hiç kimseye hesap vermek zorunda olmayan, ama herkesten hesap sorabilen bir konumdadır. "Kul" kesimi ise itaat etmekle yükümlüdür.
Bireyin varlığı kabul edilmediği için, bireylerin oluşturduğu toplumdan da söz etmek mümkün değildir. Halkın tercihleri doğrultusunda bir seçme-seçilme söz konusu olmadığı için, halkın yönetimi etkilemesi de söz konusu olamaz.
Kurtuluş Savaşımız, Fransa'da olduğu gibi bir demokrasi mücadelesi değil, bağımsızlık mücadelesidir, emperyalist ülkelerin işgallerine son vermek için verilen bir mücadeledir. Sözü edilmese de sanki, Kurtuluş Savaşı bir demokrasi mücadelesi gibi algılanır.
Kurtuluş Savaşı'nın hemen ardından kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi ve arkasından ilan edilen CUMHURİYET, bireyin varlığını kabul ediyor, babadan oğula geçen saltanat dönemine son veriyor, insanın sadece insan olduğu için bir değere sahip olduğunu özellikle vurguluyordu. Cumhuriyet bağımsızlıktır...
Artık, "birey" vardı ve bireyler toplumu oluşturuyor, toplum kendisini yönetecekleri seçiyor, beğenmezse değiştiriyor, seçilenler de gücünü kendisini seçenlerden aldığını biliyor, günü geldiğinde toplum karşısında hesap vereceğinin farkına varıyordu. Padişah babanın oğlu olduğu için padişah olmadığını bilen yöneticiler, halkın sesine kulak vermeyi bir zorunluluk olarak görüyordu.
Bu yıl 90 yaşına basan TÜRKİYE CUMHURİYETİ, Monarşiye son vermiş, aynı zamanda inanç özgürlüğünü getirerek, din sömürüsünün önüne geçmiştir. Din üzerinden beslenen şeyhler, şıhlar, dervişler saltanatına son vermeyi amaçlamıştır.
Ne yazık ki, 90 yıllık Cumhuriyet, şeyhler, şıhlar, dervişler saltanatına son verememiş, padişah heveslilerinin pusuda beklemesine de engel olamamıştır...
İslamda RUHBAN SINIFI olmamasına rağmen, son model otomobillerde gezip, Cumhurbaşkanı gibi korumalarla dolaşan tarikat liderleri gazete manşetlerine yansımakta, tarikat liderinin elini öpmek için uzun kuyruklar oluşmaktadır.
Cumhuriyetimizin Kurucusu Büyük Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği Türk Gençliği, Cumhuriyetin 90'ıncı yaşını kutlarken, ne yazık ki bazı kesimler tarikat evlerinde Cumhuriyet düşmanı olarak yetiştirilmektedir.
Cumhuriyet, hiç bu kadar buruk kutlanmamıştır bu ülkede.
Cumhuriyet, bu zorlu sınavı da geçecektir, bu sınavdan da güçlenerek çıkacaktır...
Emperyalist güçlere başkaldırarak,ülkemizin her tarafında bayrağımızın dalgalanmasının kaynağı olan Laik,Demokratik CUMHURİYET"imizi kuran Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına, vatanımızın bağımsızlığı ve bekası için canlarını veren aziz şehitlerimize ve kanlarını döken kahraman gazilerimize minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz.
CUMHURİYETİN 90'INCI YILI ULUSUMUZA KUTLU OLSUN
Sene 1871, dönem Osmanlı İmparatorluğu dönemi; daha Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyetini kuracağı hayal bile edilemez. Çünkü Atatürk daha dünyaya bile gelmemiş. Vapurun arkasında dalgalanan bugünkü TÜRK bayrağı; Resmini ve bilgiyi SAO grubumuzdan gönderen arkadaşım O.Nuri Gözüdolu yazmış, gerçi bazı basında da bu haberleri izledik; haberde bir grup emperyalist uşağı Andımızın çocuklarını zehirlediğini, Varlığım Türk varlığına armağan olsun dedirtmenin psikolojik faşizm olduğunu, ayrıca Türk bayrağı yerine tüm milleti temsil eden Osmanlı bayrağının kullanılmasının doğru olacağını savunuyorlarmış (!)
Daha çok özgürlük hepimizin hakkıdır. Demokratikleşme paketinde özgürlüklerin tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını kapsamasını, ayrıcalık ve imtiyazların kalktığını görmek isterdik...
Atalarımız "yüz verdik deliye, geldi yaptı halıya" dedikleri gibi amacı bölünme olanlara taviz verildikçe ayrıcalıklı istekleri bitmeyecektir. İlk kez Türkçe resmi dil olmasın dediler, satılık basın destek verdi; ardından sonsuz özgürlüklerden yana olan iktidarımız Türkçe resmi dil kalsın ama özel okullarda ana dilde eğitim verilerek resmi dairelerde ana dilini kullananlar için tercümanlar bulunsun dediler. Yeter mi? Yetmez... Yakında bunlar İstiklal marşımızın da söylenmesine karşı çıkacaklardır.
Bugün 72 milletten toplananların kurduğu süper güç olan Amerika Birleşik Devletleri'nin tek bayrağı, tek resmi dili, tek ulusal marşı var. Kimse "ben İrlandalıyım, İtalyanım, Portekizliyim, Çinliyim, Yahudiyim, Alman'ım benim ana dilim resmi dil olsun bayrağımız farklı olsun, ABD milli marşı yerine ana vatanımın milli marşı çalınsın" demiyor, diyemiyor...
Avrupa'nın göbeğinde AB başkenti olan Brüksel'in başşehir olduğu Belçika'da resmi dil Flemenkçe olmasına, aynı soydan, etnik kökenden gelen Volanların Fransızca dil ısrarı yüzünden parçalanmanın eşiğindeler, keza İspanya aynı sancıları çekiyor.
Bugün Ortadoğu'da ve ülkemizde emelleri olan emperyalistlerin kirli oyunlarını seyrediyoruz. Kaynaklarını sömürmek için böl, parçala yönet taktiği ile girdikleri ülkelere sefalet, ölüm ve gözyaşı getirdiler...
Atatürk, etnik kökeni ne olursa olsun bu ülkenin vatandaşlarını kucaklamak, herkesin aynı değerde olduğunu belirtmek için ne mutlu TÜRK olana sözünü değil "NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE" sözünü kullanmıştır.
Ülkemizin ve birliğimizin korunması için hepimize düşen görevler var. Ulu önder ATATÜRK bu tehlikeyi yıllar önce gördüğü için Gençliğe Hitabe ile bizleri uyarmıştır. Gençliğe Hitabe'yi bir kez daha okumak ve gereğini yapmak vatanseverliğimizin ve şehitlerimize vefanın bir gereğidir.
Sevgi ve saygılarımızla .
SİTE YÖNETİMİ
Demokratik sistemlerin unsurlarından olan siyasi partilere siyasi tercihlerine göre oy vererek meclise temsilci gönderen halk, siyaseti yakından takip ederek gerektiğinde tepkisini gösterebilmekte.
Demokrasilerde halkın tepkisi bireysel tercihler, çabalarla olurken; baskıcı, totaliter rejimlerde ise devlet imkânlarıyla halkın topluca seferber edilmesi şeklinde rejime mahkûm edilmiş insanlar bir araya getirilebilmekte.
Demokratik rejimlerde halkın tepkisine başta hukuk kuralları olmak üzere, insan hakları çerçevesinde cevap verilirken; otoriter rejimlerde halkın siyasete katılımını engellemek için depolitizasyon amaçlı olarak siyasal uygulamalara tepki gösteren halka orantısız güç uygulanır, halk adeta linç edilir.
Son olarak Hükümet tarafından Taksim Gezi Parkı’na yapılmak istenen alışveriş merkezine ve Topçu Kışlası’na karşı halkın bireysel tercihleriyle meydana gelen karşı duruşu nedeniyle halka yapılan müdahalenin demokrasiden çok totaliter bir yönü olduğu görülmekte.
Avukatların yaka-paça, yerlerde sürütülerek gözaltına alınması, demokratik hakkını kullanan insanların yüzünü-gözünü hedef alır şekilde biber gazı atılması, insanların gözünü kaybetmesi, yere düşen ve kolaylıkla gözaltına alınabilecek insanların tekmelenmesi, evlerin camından içeri gaz bombası atılması, su sıkılması, şiddet uygulanmasının hiç de demokrasiyle örtüşür hali yoktu.
Gezi eylemlerine kadar ülke gündemi İmralı görüşmeleriydi. Görüşmeye kim gitti, kim gidecek, terörist başının bugünkü mesajı ne olacak, idi.
Terör eylemleri yoluyla güpegündüz iş yerlerine molotof kokteyl atan, inşaları, araçları yakan, haraç toplayan, kaçakçılığın her türlüsünü elinde tutan, mitinglerinde kürdistan bayrağı taşıyan-asan PKK terör örgütü üyelerine dahi uygulanmamış oranda bir güç uygulamasıyla baş başa kaldı, Gezi eylemcileri.
Gezi eylemini PKK’lılar yapsaydı aynı oranda güç uygulanabilir miydi? Yere düşen bir PKK’lı linç edilebilir miydi? Yoksa eylemcilerin uzağında mı durulurdu?
İktidar olarak madem bu denli güçlüydünüz, neden, PKK’nın isteklerine boyun eğdiniz?