Osmanlıda da görülen ve ortaçağ dönemindeki toprağa ve soyluluğa dayalı sistem artık çökmekte, yeni keşif ve icatlar ile ekonomik oluşumlara göre yeni bir yapılanma ortaya çıkmaktadır. Maaşlı ordu, ulusal ordu, işini bilen ve teknik donanıma sahip profesyonel ordu kavramları her geçen gün gerekliliğini hissettirmekte ve bu konuda uygulamaya geçenler ile geç kalanlar arasındaki fark savaş meydanlarında net bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Modernleşme çabaları kapsamında, Osmanlı'da ilk askeri hazırlık okulu II. Mahmut Döneminde açılmıştır. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunun kuruluş aşamasında yaşları on beşin altında olan çocukların da askere alınmış olması neticesinde, bu çocukların eğitimi için Sehzadebası’ndaki eski Acemi Oğlan Kışlası adı “Talimhane” olarak değiştirilmiştir. Bu çocukların eğitimi ile ilgili olarak; Padişah II. Mahmut, Nazır Hacı İbrahim Saib Efendi tarafından yazılan takrir ve Serasker Ağa Hüseyin Paşa’nın telhisi “Nizâm-ı Talimhânei Sıbyân-ı Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adıyla 9 Zilhicce 1241/15 Temmuz 1826’da kanun haline getirmiştir. Talimhanede on beş yaşına girenler yüzbaşının tavsiyesi uyarınca Asâkir-i Mansûre birliklerine piyade neferi veya tüfekçisi, nalbant, marangoz veya katip olarak tayin edilmekteydiler. Bunlar arasında tüfekçi bölüklerine kaydedilenler onbaşı rütbesiyle yeni görevlerine başlamaktaydılar. Askerî Hazırlık Okulu diyebileceğimiz Talimhane’nin ömrü kısa sürmüştür. Talimhane’nin öğrenci kalmayışı sebebiyle ne zaman kapatıldığına ilişkin elimizde bilgi bulunmamaktadır. Çocuk neferlerin yaş durumunu dikkate alarak; talimhanenin, kuvvetle muhtemel, 1829 yılında kapanmış olabileceğini söyleyebiliriz.
Osmanlı Ordusunda rütbe terfisi başarıya, eğitim ve disipline dayalıydı. Nefer olarak başladığınız bu sistemde başarılarınıza paralel olarak çok yüksek rütbelere ulaşmanız mümkündü. Yani katı bir sınıfsal yapılanma söz konusu değildi. Harp Okullarının ve Küçük Zabit okullarının açılmasıyla birlikte mektepli ve alaylı çatışması da başlamış ve zaman zaman istenmeyen türden olaylar ortaya çıkmıştır. Özellikle Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında Türk Ordusunda başarıya endeksli terfi azalmış ve sınıflaşma oluşmuştur.
"Asakir-i Mansûre-i Muhammediye" adıyla kurulan yeni orduda "Nizamiye" adlı muvazzaf kuvvetlerle "Redif" ve "Müstehfaz" adlı ihtiyat kuvvetleri vardı. Böylece kuruluşundan beri çeşitli türde askerlerden yararlanma yoluna giden Osmanlı Devleti’nin, savaşta ve barışta tek bir ordusu bulunuyordu.
Sultan II. Mahmut, 7 Temmuz 1826 tarihinde "Asakir-i Mansûre-i Muhammediye"'ye ait bir de kanunname yapmıştır. Kanunnameye göre önceleri 1200 kişilik olması düşünülen bu teşkilat, 1500'er kişiden meydana gelen ve tertip adı verilen 8 birliğe ayrılmış, Her tertip sağ ve sol olmak üzere iki kola ayrılmış, her kolun başına ağa-yı yemin (sağ kolağası) ve ağa-yı yesar (sol kolağası) unvanı ile birer subay getirilmiştir. Her kol 100 kişiden olmak üzere "Saf" adı ile 6 kısma bölünmüş, her safın başına bir yüzbaşı atanmıştı. Yüzbaşının emri altında bulunan her on erin biri onbaşı rütbesinde idi. Bundan başka her kolun içinde kol mülazımı, yüzbaşı mülazımları, sancaktar, çavuş, topçu ustası, topçu kalfası (halife), topçu araba, cebehane ve mızıka mürettebatı, saka, bir de nefer katibi vardı. Sekiz tertibin başına Serasker Paşa ile Nazır tarafından seçilen ve Kapıcıbaşı derecesinde başbinbaşı adı ile yüksek rütbeli bir subay getirilmiş ve Masraf-ı Şehriyari Katipliği ile Süvari Mukabeleciliği arasında bulunan bir de katip atanmıştır.
II. Mahmut tarafından oluşturulan bu yapılanmada, Osmanlıdaki geleneksel çavuşluk sistemi kaldırılmış, er ile subay arasındaki küçük rütbelere “çavuşluk” sanı verilmiştir. Böylece Türk’ün geleneksel yapısı terkedilerek, batının normları kullanılmaya başlanmıştır. Uzun yüzyıllar boyunca askeri konularda çağın gelişimine uyum sağlamakta geciken Osmanlı, kendi askeri sistemini yapılandırmak yerine, geç kalmanın bir bedeli olarak, örnek alınan değil, örnek almak zorunda kalan konumuna düşmüştür. Zaten bundan sonraki süreçlerde de Türkün kendi askeri değerleri hiç yenilenemeyecek, hep batının norm, statü ve kuralları benimsenmeye devam edilecektir.
Artık bu andan itibaren dünya sathında Subay ve Assubay tanımlamaları ayrışmaya başlar. Dünya ordu anlayışında sanayileşme, coğrafi keşifler, bilimsel icatlar, ulusal ordu kavramı, zorunlu askerlik kavramı ve sanayileşmenin getirdiği sınıflaşma nedenleriyle değişmeler yaşanmaktadır. Subayların hem askeri hem de politik görevleri üstlenecek şekilde yetiştirilmesinin gerektiği, assubayların ise asıl konusunun askerlik ve seçmiş oldukları meslekleri olduğu genel kabul görür. Daha sonraki süreçlerde ayrışma iyice derinleşecek, assubaylar ordunun belkemiğini ve orta sınıfını temsil eder hale gelirken, subaylar; belirli bir rütbeyi aştıklarında tamamen aristokrat bir sınıf olma özelliğine kavuşacaktır.
1828 yılında Asakir-i Mansure-i Muhammediye terimlerinde esaslı değişiklikler yapılmış, tertip yerine "alay" , kol yerine "tabur", saf yerine de "bölük" kelimeleri kullanılmıştır. Yeni değişikliklere göre, her alay 500 mevcutlu üç taburdan meydana gelecekti. Başbinbaşılık da kaldırılarak, her alay "miralay" adında yüksek rütbeli bir subaya, her tabur da bir binbaşının emrine verilmiştir.
Bundan başka, her alaya bir "kaymakam", bir "alay emiri", her tabura da sağ ve sol ağaları adlı iki "kolağası", biri "sancaktar" ve bir "tabur katibi", yüzbaşıların komutasında kalan bölüklere de iki "mülazım", bir "başçavuş", dört "çavuş", bir de "bölük emini" verilmişti.
Bu dönemde; orduda ihtiyacı olan assubaylarımız sürekli olarak aynı görevi yapan ve bu nedenle bilgi ve becerisi ile sivrilmiş erbaşların “Gedikli” unvanı ile muvazzaf hizmete alınmaları yoluyla sağlanmıştır. Gedikli erbaşlar kıtalarda gösterdikleri başarı ve yeteneklerine göre onbaşı (Bölük Emîri), çavuş ve başçavuşluğa kadar yükselebiliyorlardı. Bu gedikli küçük zabitan ve erbaşlar aynı zamanda alaylı subaylar için de bir kaynak oluşturuyorlardı.
1826 yılından itibaren Osmanlı Devletinde de subaylar ve küçük rütbeli subaylar arasında ayrım başlar. Modernleşme hamlelerine ordudan başlayan Osmanlı, yaşadığı iç ve dış olaylar nedeniyle tam anlamıyla bir reformu hayata geçiremez. Subayları için Harp Okulları ve akademiler açarken, assubaylarını (küçük rütbeli subaylar) hala kışladan yetiştirmeye devam eder. Bunlar alaylı subaylar olarak yükselmeye devam ettiklerinde ise orduda mektepli ve alaylı subay çatışması başlar. Nihayetinde eski ile yeninin çatışması, biraz da o günlerin siyasetine bulanır ve “31 Mart Vakası” olarak karşımıza çıkar.
Modern ordu demek, top, tüfek gibi yeni silahlar, bunların mühimmatı ve teçhizatı yani bunları üretecek fabrikalar, yeni savaş gemileri yapacak tersaneler demekti. Ama bu yeni silahları, savaş araç gerecini kullanabilmek, üretebilmek, bunların eğitimini verebilmek, bu modern silahlara uygun yeni savaş düzenini uygulayabilmek için özel olarak yetişmiş kadrolara da ihtiyaç vardı. Dolayısıyla modern ordu demek bu anlamda askeri ve teknik okullar, yeni bir eğitim sistemi de demekti. Osmanlı padişahlarının reform hareketleri esas olarak bu amaca yani güçlü modern, merkezi bir ordu yaratmak için bu kurumları açmaya yönelmişlerdir.
Her yenilgiden sonra modernleşme çabaları adeta bir çırpınışa dönüyor, çoğu zaman ayaklanmalar ve isyanlarla tökezliyordu. Yenilgilere ve toprak kayıplarına rağmen asıl sorunun sebebi bulunamıyor ya da görmezden geliniyordu. Ordudaki ıslahat hareketleri ithal subaylara havale edilmişti. Donanmada İngiliz ve Amerikan subaylar, Kara Ordusunda Almanlar söz sahibiydi. Çağı okuyacak, ihtiyacı tespit edecek kimseler ortalarda görünmüyordu. Silahlar, gemiler, toplar ve cihazlar alınıyor mühendisler ve bilgili subaylar yetiştiriliyordu ama işler yine de iyi gitmiyordu.
Özellikle deniz kuvvetlerinde sorun apaçık belliydi; personeldi. Gerekli yetenekte ve gerekli sayıda subay, assubay ve deniz eri olmadıkça denizcilikte problem çözülemezdi. Bu kapsamda, 1890'lı yıllara gelindiğinde, artık Gedikli Sınıfı diye tanımlanan assubaylar için de bir okul açılması ihtiyacı doğmuştur. Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa'nın 5 Şubat 1890 tarihinde Ceride-i Bahriye Gazetesinde de yayımlanan "Gedikli Sınıfı"nın açılması emri ve “Şura-ı Bahriye”nin 3 Nisan 1890 tarih ve 21 sayılı nizamnamesi ile topçu, işaretçi, serdümen ve porsun, sanayi ve makine sınıflarında görev yapmak üzere Deniz Gedikli Subay sınıfının kurulması için bir nizamname çıkarılmıştır. Bu nizamname, modern anlamda assubaylığın resmi olarak Osmanlı ve Türk bahriyesinde ve ordusunda ilk kez bir mesleki sınıf adıyla yer alışı açısından önemlidir.
Bu nizamname ile birlikte, gemilere sivil personel alınmaması, yalnız İstanbul çocuklarından olmak üzere gedikli temin edilmesi kararlaştırılmıştır. 15 Haziran 1890 tarihinde Selimiye Gemisi'nde ilk Deniz Gedikli Sınıfı eğitim ve öğretime başlamıştır. Fakat kısa bir süre sonra uygulamada karşılaşılan sorunlar nedeniyle bu sınıf kapatılmıştır.
Burada Gedik kelimesinin anlamı üzerinde de duracağız. Gedik; İmtiyaz ve tekel anlamına gelmektedir. Resmen 1727 yılında kullanılmasına rağmen, çok daha önceleri de yaygın olarak kullanılagelmiştir. Esnaflıkta kullanılan bir terim olan Gedik, 1727 yılında İstanbul'da mal ve hizmet gereksinimlerinin karşılanmasında oluşan arz-talep dengesizliğini gidermek amacıyla belirli bir zenaat ya da ticareti yapabilmek için devletçe verilen ayrıcalık anlamına geliyordu. 1727 yılında Osmanlı'da esnafın sayısı “ustalık” adıyla sınırlandırılmış ve buna gedik denmiştir. Askerlikte gedik ve gedikli teriminin kullanılması da assubaylığı yani neferden (er ve erbaş) farklılığı ve mesleğinde ustalığı ve o mesleğin daimi elemanı (müdavimi) oluş anlamlarını vurgulamak açısından tercih edilmiş olsa gerektir. Belki şöyle de söylenebilir: Orduda da bir tür askeri lonca yapılanması düşünülmüş ve bu yapılanmanın hiyerarşik rütbe esasından ziyade bir tür ustalık, kalfalık ve çıraklık şeklinde olması hesap edilmiş ve sırf orduda yer alacakları için rütbe ihdas edilmiş, rütbeler arası hiyerarşiye fazla özen gösterilmemiştir.
Gedikli Zabit kavramı ayrıştırmanın başlangıcıdır aslında. Bu kavram, o dönem model alınan İngiliz Ordusundan kopya edilmiştir. Zaten Osmanlı’nın son dönemlerinde Kara ordusu Alman subaylara, Deniz ordusu ise Amerikalı ve İngiliz Subaylara teslim edilmiştir.
Batıdaki Gedikli Zabit yapılanması ise 13.yy’da İngiliz Kraliyet Donanmasında oluşmaya başlamıştır. O dönemde askeri deneyimleri nedeniyle Deniz Kuvvetlerinin komutası soyluların elindeydi. Bu soylular, o dönem teğmen ve yüzbaşı rütbelerini taşıyorlardı. Soyluluk ünvanı taşıyan bu subaylar bir gemide yaşamın nasıl olacağını, gemi idamesini, gemi silahlarının nasıl kullanılacağını ve bir geminin tek başına nasıl seyir yapacağını bilmezlerdi. Onlar, genellikle kıdemli denizcilerin ve gemi kaptanlarının işbirliğine ve teknik uzmanlığına bel bağlayıp güvenmişlerdi. Bu usta denizciler ve kaptanlar, gemilerin kullanımı ile ilgili teknik detaylara ve silahların çalıştırılmasına dair tüm bilgilere sahip oldukları gibi kullanmaya da yatkındılar.
Böylece, assubayların “küçük zabit” olarak başlayan ayrışması “gedikli küçük zabit” olarak devam eder. Yabancılara teslim edilen ordularımızda artık milli bir yapılanma değil, uydurabildiğin gibi uygula dönemi başlamıştır. Küçük rütbeli zabitler artık zabit değil, gedikli zabit olmuşlar ve zabit sınıfından temelli kopmuşlardır. Bundan sonraki süreçte de bir darbe daha alacaklar ve gedikli erbaş olarak (3 Mart 1924 ve 10 Haziran 1935)tanımlanacaklardır. Böylece tarihsel yapılarından epeyce uzaklaştırılmış olacaklardır. Fakat bu azimli sınıf, kendisini bilgiyle donatarak hem dünyada hem de ülkemizde çağın gelişimine ayak uydurmuş, özellikle ülkemizde, uzun soluklu mücadeleler sonrasında “assubay” olarak ayrı ve özgün bir yapıya kavuşmuştur.
(Yakın tarihimize ilişkin diğer olay ve ayrıntılar Assubaylarla ilgili Kronoloji çalışmasında yer almaktadır. Burada bazı önemli konulara değinilerek, bir sonuca ulaşılmaya çalışılacaktır.)
3 Mart 1924 yılında kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türk eğitim sistemi yeniden düzenlenmiş, bu çerçevede değişik zamanlarda on adet “Gedikli Erbaş Hazırlama Ortaokulu” açılmıştır. Bu çerçevede daha önce Gedikli Küçük Zabit, Çıraklar ya da Gençler Mektebi adını alan assubay okulları “Gedikli Erbaş Hazırlama Ortaokulu” olmuştur. Bununla eş zamanlı olarak, ordudaki hiyerarşide de assubayların konumları gayri resmi olarak (ya da yarı resmi)erbaş statüsüne indirilmiştir. (Çoğu yerde hala Gedikli Küçük Zabit olarak geçmesine rağmen Gedikli Erbaş tanımı kullanılmaya başlanmış ve bu konuda ortada bir kafa karışıklığı yaşandığı gözlemlenmiştir.)
Assubaylara karşı yapılan haksızlıkta sınıra ulaşılmıştır. Statüleri erbaştır artık.
Assubayların kendilerinin farkında olma sürecine ilişkin ilk göze batan ışıltıya Nazım Hikmet’in Donanma Davası’nda (1938)rastlanmaktadır. Burada bir avuç deniz assubayı ( o zaman gedikli erbaş konumunda) kitaplar okuyarak, kendilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Kitap temin ettikleri kaynaklardan bazıları Nazım Hikmet ile dolaylı ya da doğrudan bağlantılıdır. İşin ucu Nazım Hikmet’e kadar ulaşınca, yapılan operasyonlar neticesinde askeri mahkemede yargılanmışlardır. O dönemlerde ülkemizde yoğun bir Komünizm korkusu olduğundan, bu assubaylar ve davada yer alan siviller çok ağır cezalara çarptırılmışlar, yüzer-gezer mahkemelerde yargılanmışlardır. Çok ağır cezalandırılan bu aydınlanma girişimi sonrasında, Menderes döneminde bazı faaliyetler gözlenmekle birlikte; assubayların haksızlığa uğradıklarının farkına varıp sokaklara taştığı dönem olarak 1970 ve 1975 yılları ayrı bir öneme sahiptir. Halen assubaylar bu döneme ilişkin hikayeleri, efsaneleşmiş eylemleri ve bu eylemler sonucu acılar çeken kuşakları saygı ve sevgiyle yad etmektedir. Hatta bugünkü kazanımların pek çoğunun o onurlu eylemler sayesinde elde edildiği herkesçe kabul görmektedir. 1938 yılında başlayan uyanış, 1970’li yıllarda zirve yapmış ve assubayların hak arayışları 9 Ekim 2010 Ankara Mitingine değin onurla sürdürülmüştür.
1951 tarihli düzenlemenin eğitime yansıması gecikmeli olmuş ve 1964 yılında assubay yetiştirme sisteminde de yeni bir düzenleme yapılmıştır. Ortaokul düzeyindeki Gedikli Erbaş Okulları kapatılarak, lise düzeyinde eğitim veren “ Astsubay Hazırlama Okullar” açılmış ve ordumuzun teknik sınıflar dışındaki muharip ve yardımcı sınıf assubay gereksiniminin önemli bir kısmını bu kaynaktan karşılamıştır. Gerektiğinde ihtiyaca göre yeni okullar açılarak, bu yapı 2002 yılına kadar sürdürülmüştür.
Yaşadığımız bu yeni yüzyılda ise teknolojide yaşanan hızlı değişme ve gelişmeler, küreselleşme olgusunun etkinliğini artırması, bilgi alışverişi ve ulaşımın kolaylaşması ülkelerin ulusal ekonomilerini etkilemiş ve ekonomiyi ön plana çıkarmıştır. Bu durum, ürettikleri çok çeşitli mal ve hizmetleri, zamanında ve kaliteli olarak teslim etmek konusunda işletmelerin daha duyarlı olmalarını sağlamıştır. Ayrıca, teknolojiyi anlayan, yorumlayan, uygulayabilen, verimli ve kaliteli mal ve hizmet üretebilen yüksek nitelikli iş gücünü daha etkin duruma getirmiştir. Dünya böyle hızlı bir değişimi yaşarken, ülkemiz de bilgi çağını yakalama konusunda önemli adımlar atmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetleri de gelişen teknolojiye ve çağın yeniliklerine kendi bünyesi içerisinde ayak uydurma çabası içindedir. Günümüzde kaliteyi yakalamanın ancak alanında eğitim alan ve aldığı eğitimi uygulayabilen yetişmiş teknik elemanlarla mümkün olacağı kabul edilen bir gerçektir. Bu anlayış ve değişimlerin ışığı altında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin eğitim alanındaki ihtiyaçlarını karşılamak için, nitelikli insan gücü yetiştirilmesine yönelik olarak çeşitli çalışmalar her zaman yapılmaktadır.
Bir nevi Anadolu Liseleri, Meslek liseleri ve Askeri Liselerin karışımı olarak eğitim veren bu okullar son mezunlarını vermeleri ile birlikte tarihe karışmış, yerini akademik bir yapısı olan ve bulunduğu kuvvet komutanlığına bağlı olmakla birlikte, Yüksek Öğretim Kurumu ile de idari bağı olan Astsubay Meslek Yüksek Okullarına bırakmıştır.
2002 yılından itibaren Türk Silahlı Kuvvetlerinde sözleşmeli bayan assubaylar da görev yapmaya başlamıştır. İlk uygulama, 2002 yılında, Jandarma Genel Komutanlığı ile başlatılmış, 2006 yılında ise Kara Kuvvetleri Komutanlığı da bayan assubay alımını uygulamaya koymuştur. İlk mezunlarını 2003 yılında veren bayan assubaylar, kahraman ve cefakar Türk ve Anadolu kadınının örnek bir timsali olarak halen ordumuz saflarında görev yapmaktadır.
Halen Astsubay Meslek Yüksek Okulları olarak eğitimine devam eden eğitim kurumlarımızın lisans seviyesine yükseltilmesi çağın bir gereği olarak kaçınılmazdır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetici kademesi için bu karar çok zor bir karar olacaktır. Çünkü daha önceki deneyimler göstermektedir ki, söz konusu olan assubayların modernleşmesi ise hemen bir bağnaz yapı ortaya çıkmakta ve modern atılımları engellemeyi başarı saymaktadır.
Bugün kışlaya gelen erlerimizin çoğu yüksekokul mezunudur, dolayısıyla onlarla ilk teması sağlayacak ve emir komuta edecek assubayların da en az onlar kadar eğitimli olması kaçınılmazdır.
Burada belirtemeden geçemeyeceğimiz husus; her zaman modern adımları atmakta en öncü kurum olan Türk Silahlı Kuvvetlerimizin; bu yapısını kaybetmeye başladığı, özellikle de Assubay Meslek Yüksek Okullarının açılması kararında oldukça geç kalmış olduğudur. “Harp Okulları beyaz iskarpin giysin, Assubay okulları mezuniyete kadar siyah iskarpin giysin” (Deniz Kuvvetlerinde ama her kuvvette benzerleri var) zihniyetini taşıyanlar Türk Ordusunun gelişmesine, çağın ordusu olmasına ayak bağı olanlardır. Onlar hala ayakkabı renginde, uçuş brövelerinin tam mı yarım mı çeyrek mi olacağında takılı kalmış, şekilciliğin gazoz ağacından amuda kalkık bir vaziyette meyve toplamaya uğraşmaktadırlar.
Aydın Kulak
(Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.)
Yorumlar
340 okunmaya karşı yazınıza iki yorum yapılması nedeniyle her bireyin malumu olan birkaç istatiki veriyi tekrarlama ihtiyacı duydum.
Yılda kişi başına kitap okuma sayısı;Japonya 24 kitap, İsviçre 11 kitap, Fransa 6 kitap, Türkiye’de 6 kişiye (bir kitap düşmektedir) Tahsil ortalamamız 6.sınıf, TV izleme oranımız %95.
Mevcut durum; yetersizlik, ilgisizlik, duyarsızlığımız nedeniyle afyonlanmış halde olduğumuzu bariz şekilde ortaya koymaktadır. Böyle olmasaydık TEMAD yönetimi sekiz yıl gibi uzun bir süre bizi bu kadar kolay yönetebilir miydi ?
Olaylara kayıtsız kalmasaydık, ekonomik ve sosyal haklarımız hususunda mazlum durumda kalır mıydık ?
Bu ahvalde olmasaydık; elitist militer güç bizi görev yaptığımız süre zarfında bu kadar kolay yönetebilir miydi ?
Duyarsızlığımıza rağmen; Düşünüp araştırdığın, emek verip derlediğin ve zaman ayırıp bizlere lütfettiğiniz güzel yazınız için size şükran borçluyuz.
Emeğinize elinize sağlık.
Bu özverili çalışmalarınızdan dolayı teşekkür kelimesi az gelir.
Saygılar.