Bu sayfayı yazdır

ORDULAR DEĞİŞİYOR, YA KAFALAR?

ORDULAR-DEGISIYOR

HOMEROS DESTANLARINDA ASSUBAYLAR

Tarihte ilk devlet tipi yapılanmaların görülmesiyle birlikte, insanoğlunun doğası gereği savunma ve saldırı amaçlı askeri oluşumların da başladığını görürüz. İnsanoğlu ya toprağını korumak ya da genişletmek amaçlı olarak savaşmayı tercih etmiş. Bu durumda ortaya askerlik dediğimiz meslek ve bu mesleğin olmazsa olmazı diyebileceğimiz emir-komuta zinciri yani hiyerarşik yapı çıkmış.

İlk dönemlerdeki askeri yapılanmalarda ilkel silahlar kullanıldığı için assubay diyebileceğimiz meslek grubu insanlar, daha ziyade orduların hücumda ve savunmada düzenli hareket etmesi maksadıyla, emir-komuta zincirinin bir halkası olarak kullanılmıştır. Bu yapılanmada emirler koordineli hareket etmeyi sağlamış ve orduların bu yolla zafere daha yakın oldukları görülmüştür.

Yenilgi durumlarında ise eldeki savaşçı insan malzemesinin panik halinde kaçışıp heba olması yerine düzenli bir şekilde geri çekilmesine vesile olmuşlardır. Savaş alanında dirlik ve düzeni sağlamışlar ve birliklerine cesur davranışlarıyla önderlik etmişlerdir.

Homeros'un İlyada Destanı'nda bunun güzel bir anlatımını bulabiliriz:

“Zephyros yelinin üstüste getirdiği dalgalar

yankılı kıyıya çarparsa nasıl,

önce açık denizde başkaldırır da yükselir hani,

gelir sonra kırılır karada, öter güm güm,

burunlarda olur sırtı yusyuvarlak,

tükürüp saçar köpüklerini;

işte tıpkı bu dalgalar gibi üstüste yığılarak

Danaolar durmadan geliyordu savaşa.

Bir önder kumanda ediyordu her sıraya,

erler de yürüyordu sessiz soluksuz.

Diyemezdin arkalarında koca bir ordu var,

şu insanların göğsünde ses var diyemezdin.

Önderlerin ardından yürüyorlardı usulcana,

sıralar içinde ışıl ışıl parlıyordu silahları.”

(Çeviri: Azra Erhat-A.Kadir)

TEKNOLOJİ DEĞİŞTİ VE ORDULAR DA!

Savaş ve silah teknolojilerini incelediğinizde, bu teknolojilerin paralelinde ordu yapılarının da değiştiğini görürsünüz. Sopayla, taşla başlayan savaş silahları; zamanla ok, yay ve kılıca, mancınıklara ulaşmış, günümüze adım adım yaklaştıkça barut icad edilmiş ve ardından tabanca, tüfek, top gibi silahlar ortaya çıkmıştır. Bugüne geldiğimizde artık akıllı silahlardan söz etmekteyiz. Kıtalar arası füzeler, güdümlü mermiler, nükleer silahlar, atom bombaları, savaş uçakları ve gemileri vs. İnsanlık savaşla başladığı medeniyet yolculuğuna ne yazık ki, hâlâ savaşla devam etmektedir. Güçlü bir ordu demek, düşmana gözdağı vermek anlamına gelmekte ve barış içinde yaşamak adına caydırıcılık sağlamaktadır.

İlk düzenli orduların emir komuta yapısında küçük rütbeli subaylar olarak yer alan assubaylar, gelişen silahlarla birlikte daha farklı roller üstlenmeye başlamışlardır. İyi bir avcı, iyi bir dövüşçü ya da iyi bir nişancının ötesine varmıştır iş. Her yeni icat edilen silah biraz biraz eğitimi ve bilgiyi gerektirir olmuştur.

TÜRKLER VE ROMALILAR: İKİ FARKLI ANLAYIŞ

optio-01Bu nedenle savaşın kaçınılmazlığını bilen Türk devletleri ve Roma İmparatorluğu; orduda kalıcı yapılanmalar denemişlerdir. Türkler çoğu şimdi bile kullanılmakta olan onbaşı, yirmbeşbaşı, ellibaşı, çavuş, yüzbaşı gibi rütbeler ihdas etmişlerdir. Buna benzer yapılanma Roma ordusunda da yer almış fakat Roma, asker millet kavramı yerine işi tamamen profesyonel askerlik olan Lejyon yapılanmasını oluşturmuştur.

Bu yapılanmalarda assubay hem iyi bir savaşçı hem de iyi bir eğitimci olmak zorundaydı. Bunun yanı sıra özellikle Roma Ordusunda eğitim, idari işler ve lojistik destek gibi konular tam olarak bu lejyon assubaylarının sorumluluğundaydı.

Uzun yüzyıllar boyunca ordu teşkilatlanması toprak yapılanmasına bağlıydı. Ordunun komutanı kral ya da padişahtı. Genelkurmaylık benzeri bir kavram olmadığı gibi şimdiki anlamda bildiğimiz ve kullandığımız Assubay tanımlama ve sınıflandırması da yoktu. Onbaşıdan itibaren tüm rütbeli personel subay kavramı içinde yer alıyordu. Düşük rütbeli personele genelde küçük subay/zabit deniliyordu.

ASSUBAY KAVRAMI ORTAYA ÇIKIYOR

Artık insanoğlu yeni savaş silahları üretiyordu. Barut icat edilmiş, ortaya toplar, tüfekler, tabancalar ve hatta top taşıyan savaş gemileri çıkmıştı. Bütün bu silahların yerinde kullanımı için bilgi gereksinimi vardı. Aynı zamanda bilen, kullanabilen ve eğitebilen insan gücü önem kazanıyordu. İşte bunlar küçük rütbeli subaylardı ve ilk kez bunları “assubay” olarak niteleyen devletler ortaya çıktı.

Helmuth von Moltke, Harp Bakanı Roon ile birlikte 1857'de Prusya Ordusunda değişiklikler ve düzenlemeler yapıp bundan olumlu sonuçlar aldığında işin esas temellerinden birisi olarak branşlarında çok iyi yetişmiş assubayları gösterir ve assubayların özellikle teknik ve uygulamalı konulardaki tecrübe ve bilgileri sayesinde muharebe ve eğitimlerde ordunun asıl yükünü taşıdıklarına vurgu yapar.

Keşiflerle ve icatlarla artık sanayi çağına geçilmiştir. Toprak esasına dayalı ordular savaşı kaybetmeye başlamıştır. Yeni çağa ayak uyduran, ordu yapısını buna uyarlayan devletler savaş meydanlarının galibidir. En önemli silah; bilgiyi ve çağın teknolojisini orduya uyarlayabilmektir. Bunu başaramayanlar kocaman imparatorluklar bile olsalar yıpranmaya ve yıkılmaya başlamışlardır.

Sanayi çağı, toprağa dayalı yaşam kültüründen, her alanda üretime ve bilgiye dayalı yaşam kültürüne geçiştir. Kendini bu sisteme uyarlayan devletler bir anda sömüren devletler olmayı da başarmışlardır. Daha önce adı duyulmamış bir kavram olan milliyetçilik ve ulus devletçilik ortaya çıkmıştır. Artık kralların, sultanların ya da halifelerin tebaası ve ümmeti yoktur. Millet vardır, halk vardır. İşçi vardır, patron vardır. Emperyalizm vardır, sömürge vardır.

Değişimlerin hızlı yaşandığı bu zaman aralığında onbaşıdan binbaşıya kadar uzanan küçük rütbeli subaylara önce “küçük zabit” sonra da Assubay denilmeye başlandı. Binbaşı ve sonradaki rütbeler ise üstsubay olarak değerlendirildi. İlerleyen dönemlerde değişim ve teknolojiye paralel olarak yeni rütbe organizasyonları gelişti. Assubay rütbeleri; Assubay Çavuş ile Assubay Kıdemli Başçavuş arasında basamaklandırılan ve zaman zaman değişime uğrayan çeşitli kategorilere bölündü. Asteğmenden Binbaşıya kadar uzanan rütbe aralığı da subay olarak yapılandırıldı. Bunlara daha ziyade genç ya da kıdemsiz subaylar denildi.

MODERN ORDULARIN BELKEMİĞİ ASSUBAYLAR

1900'lü yıllardan günümüze değin yaşanan büyüklü ve küçüklü tüm savaşlar; küçük rütbeli subay kavramını çarpıcı bir şekilde ön plana çıkarmıştır. Işık hızı ile gelişen bilim ve teknoloji yeni silahların icadına da yol açmış ve savaşların sırf liderlerin ya da komutanların taktik bilgisi ile kazanılamayacağı gerçeğini ortaya koymuştur. Bugün savaş ve buna dayalı silah teknolojisi herhangi bir bilim dalından daha seri bir şekilde kendisini yenilemektedir. Atom bombasının icadı, savaş sanatında tam anlamıyla yeni bir çığır açmış ve göğüs göğüse çarpışmaların yerini uçaklar, gemiler, bombalar ve kitle imha silahları almıştır. İnsanoğlu küresel bir barışı dört gözle bekleyedursun, modern savaş sanatında; nükleer savaşlardan, kontrolsüz ülkeler ve güçlerden, tehlikeli silahları yasadışı yollardan edinmiş terörist gruplardan ve hatta uzayda bir savaştan dahi söz edebilecek derecede ilerlemiş durumdayız.

Birinci ve İkinci Cihan Harbi, Kore ve Vietnam Savaşları ve daha pek çok savaş, “Harbi onbaşı kazandırı!” sözünü haklı çıkartacak derecede küçük rütbeli ya da rütbesiz askerlerin cesaret dolu hikayeleriyle onurlanmıştır. Anlık bir fırsatı değerlendiren rütbesiz ama lider kapasiteli bir er bile savaşın kaderini değiştirecek en cesur hamleyi yaparak, zafere giden yolu açabilmiştir. Bu da bize göstermektedir ki, ordular; en kıdemsiz personelini dahi bilgiyle donatmalı ve onlara dahi liderlik özelliği kazandırmalıdır.

1990'a değin gelinen aşamada, silah ve cihazlara ünsiyeti olan küçük rütbeli personel, uzmanlığı, bilgisi, cesareti ve liderliği oranında komuta kademesine kılavuzluk etmiştir. Pervanesi dönmeyen bir uçağın pilotu olamayacağı gibi, yüzemeyen bir gemiler filosunun da Filo Komutanı olamaz. Bir komutan, astlarıyla bütünleşebildiği oranda komutandır. Liderlik, bilgi ve beceri birbirini tamamlayan unsurlardır. Salt taktiksel liderlik özellikleri geliştirilen bir komuta yapısı ile savaşların kazanılacağını ummak, bir gün karşınıza bir badire ile çıkacak “Kral Çıplak” söylemine çanak tutmaktan öte bir şey değildir.

Öyleyse, tepeden tırnağa tüm silahlı kuvvetler personelini insan onuruna yakışır şekilde haklara kavuşturmak ve gerek iş bölümünde, gerek hukukta, emekte ve özlük hakkında daha eşit şartlar sunmak; ülke siyasetçilerinin ve komuta kademesinin ilk ödevidir.

CUMHURİYET TARİHİNDE ASSUBAYLAR

Cumhuriyetin ilanından bugüne ve hatta Kurtuluş Savaşımız dahil; Türk Silahlı Kuvvetleri'nin assubayları, üzerlerine düşen vazifeyi hakkı ve onuruyla yapmış ve yapmaktadır. Düşünün ki, Batı Anadolu'da işgal güçlerine ilk karşı çıkan bir küçük zabittir. Resmi tarihimizin bir sayfasında kahraman olarak göklere çıkartılan ama sonraki sayfalarda çeşitli nedenlerle hain damgası vurulan Ethem Bey (Çerkez Ethem); Milli Mücadelemizin lider kadrosuna çok büyük katkılar sunmuştur. Ayaklanmaları bastırmış ve planlı, programlı bir mücadelenin yapılmasına zaman ve zemin hazırlamıştır. Başına gelenleri iyi ya da kötü olarak değerlendirmek bizden çok tarihçilerin işidir. Fakat şu kadarını söylemeliyiz ki; büyük mücadele ve devrimler çoğu zaman kendi çocuklarını da yemekten sakınmamıştır.

Antepli Şahin Bey de alaylı bir assubaydır ve kahramanca çarpışarak, kanını bu kutsal topraklar için akıtmış, canını ay yıldızlı bayrağın dalgalandığı bir vatan toprağı hülyası ile feda etmiştir. İstiklal Destanımızın her sayfasında bu ülkenin nice onurlu evlatları vardır ki, bunlar yokluklara rağmen yürekleri ile savaşmış, rütbelerin en yükseği olan şehitlik ve gazilik makamına erişmişlerdir. Kimilerine devletimiz tarafından onbaşı, çavuş, başçavuş ve teğmen gibi çeşitli rütbeler verilmiş olsa da; o savaşa yüreğini koyan her vatan evladı bizim için birer gurur abidesi meslektaştır. Yüreğimizde isimlerini taşıdığımız, sevdalarını taşıdığımız; mücadelelerinden ilham aldığımız birer Assubay görüyoruz herbirini.

Kore Savaşında ve 1974 Kıbrıs Barış Harekatında da nice destanlar yazmış bir ordunun assubayları olarak, bu destanlara kanımızla ve canımızla katkıda bulunduk.

bnasbTerörün kol gezdiği sınır boylarında, dağ karakollarında ay yıldızlı bayrağımızın dalgalanması için var gücümüzle çalıştık, çabaladık. Kutsal vatan toprağında gece gündüz nöbetler tuttuk, kimi zaman evimizi bile taşıyamadık, yıllarca ayrı kaldık. Hasret ateşini vatanımıza ve milletimize duyduğumuz derin aşk ateşi ile bastırdık.

Eve dönüşlerde, çocuğumuz babasını yabancı bir misafir zannetti çoğu kez. Kim bu adam, niye sevgili annemle bu kadar yakın diye tuhaf bakışlarla süzdü bizleri. Bazen kahramanlık hikayelerinin etkisiyle, dev gibi bir baba bekleyip durdu ama karşısına mayında elini kolunu kaybetmiş eksik bir baba buldu. Bilemedi Gaziliğin ne olduğunu. Şaşırdı.

Bazense babasını düşlerken, onun yerine bayrağa sarılı, yüzünü bile göremediği bir adam için ağladı. Birileri, babasının kahpe kurşunlara karşı kahramanca çarpıştığını ve şimdi kanatlanıp cennete doğru uçtuğunu fısıldayıverdi kulağına. Kutsal babayı kutsal bayrağa sarılı gördü ve öylece rüyalarına taşıdı. Her gece yüzünü seçemediği ama bayrağından tanıdığı o cesur babayı kurdu düşlerinde. Ne zaman başı sıkışsa, ne zaman hayatın zor bir anına denk gelse, düşlerindeki ayyıldız destanlı babası koştu imdadına. Yine de babasızlığın tarifsiz hüznünde gizli sözcükleri söyleyemedi kimselere. En gizli hazinesi olarak yüreğindeki sandukasında sakladı.

POST MODERN ORDUDA ASSUBAY

İki cepheli, iki kutuplu dünya, 1990 yılından itibaren tek kutuplu bir yapıya dönüştü. Bütün dünya sadece bir emperyal ülkenin sömürgesiymiş gibi oldu. Yine bilim ve teknikte yaşanan büyük gelişmeler dünyayı zoraki bir küreselleşmeye taşıdı. Fakat günümüzde küreselleşme algısı, bu tek belirleyici ülkenin hegemonyasına girmek olarak yorumlanıyor. Onun pişirdiği pastalardan pay alma yarışları yapılıyor. İnsanlık ya da çağdaş dünya, kendi küresel anlayışının dinamiklerini bir türlü oluşturamıyor, daha baştan teslim bayrağı çekiyor. Bunun yerine, bir takım aşırı söylemlere varan ulusalcılık çarpışıyor bu küresel emperyalizmle. Nedense; yeni, farklı ve çağdaş bir küreselleşme projesi üretilemiyor. Kim bilir, belki de bir ütopyadan öteye gidemeyen komünizm yeniden elden geçirilmeli. Son versiyonu kitlelerin beğenisine sunulmalı.

Herşeyin hızla değiştiği ve bu değişimlerin yaşanan her gün ister istemez farkedildiği bir dünyada, ordular da payına düşeni alıyor; kabuk değiştiriyor, kendini yeni şartlara uyduruyor. Artık tehditler farklı, güvenlik anlayışı farklı. Mücadeleler bir cephede değil, bütün cephelerde ve hayatın normal akışı içinde yapılıyor. Süngü süngüye yapılan savaşlar bir nostaljiden öte bir şey değil. Hatta bir siperden ötekine bomba atmak bile çok gerilerde kaldı. Aklın almayacağı silahlar, sistemler ve psikolojik harekat türleri gelişti. Siz koltuğunuzda rahat rahat oturuken düşman gelip sizi teslim alabiliyor şimdi. Tek bir mermi dahi harcamadan yapıyor bunu. Daha ucuz bir maliyetle dürüyor defterinizi.

İşte bu yeni anlayışa postmodern anlayış deniyor. Ordular da buna göre çeki düzen veriyor kendisine. Zorunlu askerlik anlayışından tam profesyonelliğe geçiyor. Orduları sırf lider komutanların sultasına bırakmıyor. Siyaset ve diplomasiyle örtüştürüyor. İlkel kalmış kurmaylık yapısını değiştiriyor. Çarıklı erkan-ı harpten, sivillerin de dahil olduğu küçük, mobil ve çevik bir yapıya doğru evriliyor. Vatandaşını da tehdit gören ve devletini vatandaşına karşı da korumak düsturunu güden anlayış hızla yıkılıyor. Bunun yerine düşman istilasının kaleleri değil, insanları zaptla başlayacağını varsayan ve buna göre şekillenen ordu yapıları geliyor. Artık savaşın tek cephesi yok, medya bir cephe, ekonomiler ve borsa bir cephe. İnternet zaptedilmesi en zor olan kale. Bireyi kazanmak ve milli bilinç altında tutmak vazgeçilmez savunma biçimi. Bunun içinse bireye refahtan, haktan, hukuktan ve gelirden pay vermek gerekiyor. Ayrıca, özgürlükleri kısıtlayan değil, çoğaltan ama vatandaşlarını yönlendirmeyi başaran devlet organizmasından bahsetmek gerekiyor.

Postmodern ordular dünyanın herhangi bir yerindeki savaşı daha büyümeden kontrol altında tutmayı ya da önlemeyi amaçlıyor. Böylece yeni bir dünya savaşının önünü kesiyor ve küresel barışı hedefliyor. Savaş insanların ya da silahların birebir karşılaşacağı cephelerde değil, yukarda saydığımız cephelerde gerçekleşsin istiyor. Barışı korumak, insani yardım amaçlı harekatlar yapmak çok sıkça çıkıyor karşımıza. Ordular artık yeni görevler tanımlıyor kendisine; kaçak göçmen akınını önlüyor, doğal afetlerde ulusal ve uluslararası destek operasyonları yapıyor, deniz güvenliği için korsan ve haydutlarla mücadele ediyor, daha fazla özgürlük ve yönetimde söz hakkı isteyen sivil halklara destek sunuyor, terörle ve uyuşturucu ile mücadele ediyor, gemi ve uçak kaçırma olaylarına mülaki oluyor, küreselleşmenin getirdiği ayrışmalar nedeniyle hedeflenen mikro devlet ideallerine ve bu idealler doğrultusunda yapılan ve genelde sivilleri hedef alan bölgesel ve şehir eylemlerine önlemler alıyor..... Daha pek çok yeni işlev kazanarak, alışıldık bir cepheden öteye taşıyor kendisini.

Yine de işin felsefi boyutuna baktığımızda, orduların kurulmasının ana gayesinin caydırıcı güç olmak ve bu vesileyle de barışı korumak olduğunu vurgulamalıyız.

Küreselleşen dünyada artık bilginin, istihbaratın, medyanın, teknolojinin ve diplomasinin daha etkin silahlar olduğunu görmekteyiz. Herhangi bir devlet, hiçbir gerginlik ortamı yaratmaksızın, bir başka ülkede çeşitli yollarla etkin bir savaş yürütebilmektedir artık. O ülkeyi internet, basın ve medya yoluyla ya da taşeron kişi, kurum ve örgütler kullanarak istediği yöne doğru çevirebilmektedir. Tehdit unsuru gördüğü bölge ve ülkelere kontrollü kaos getirerek, kendi dünya düzenini kendi çıkar ve emellerine uygun şekilde kolayca inşa edebilmektedir.

Tüm bunlar silahlı kuvvetler yapısında devrimsel değişiklikler yapılmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Ordulara artık lider ya da komutandan çok, bilgi ile donatılmış ve bilgiyi nasıl kullanacağını sezebilen ve lider özellikler de taşıyan orta rütbede subay ya da sivil uzmanlar gereklidir. Bundan sonraki süreçte daha çok general yerine daha azı ama daha kalitelisi yetiştirilmelidir.

Yeni ordu yapılanmalarında, yeni tanımlanan görevler gereği teknolojiye hakim, dil bilen, liderlik vasfı taşıyan, askerlik mesleğine ünsiyetli ve her daim kendini geliştirebilen assubaylara ihtiyaç tüm dönemlerden daha fazla. Hatta şunu bile açıkça söyleyebiliriz ki; modern ordular bu yeni dönemde rahatlıkla, bir general yerine bir Assubay yetiştirmeyi tercih edebilir, daha rantabl bulabilir.

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ VE ASSUBAYLARI

Cumhuriyetle birlikte gelişen ordu yapılanmamızda zamanla assubaylar ordunun temel direği olmuşlardır ama hak ettikleri değere bir türlü ulaşamamışlardır. Yirmi birinci asrı yaşadığımız bu günlerde bile batılı devletlerin assubaylara verdiği değeri ne yazık ki, Türk Ordusunun üst kademeleri bu emekçi insanlara sağlayamamışlardır. Hala bilginin rütbe ve kıdem esasına dayalı olduğunu düşünen bağnaz yapı; maalesef Amerika’nın, İngiltere’nin ve Almanya’nın assubaylara bin dokuz yüz küsürlü yıllarda verdiği değer seviyesinden bile çok uzaktadır.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu katı ve bağnaz yapısı Uluslararası alanda da tescillidir. Kültür farklılıkları ve örgüt kültürleri üzerine araştırmalar yapan Prof. Geert Hofstede'nin incelemelerine göre çıkan sonuç şöyledir:

“Türkiye örneğinde, ordu üst yönetim kademeleri, erbaş ve erler bir kenara bırakılsın, Assubay ve hatta subaylarla bile, yüksek güç mesafesi (High Power Distance) nedeniyle oldukça farklı ve birbirinden yalıtılmış kültürleri ve değerleri paylaşmakta ve yaşamaktadır.”

Burada, sevgili albayım lafı süsleyip püsleyip şunu demeye getiriyor: Türk Silahlı Kuvvetleri aslında erine de, erbaşına da, uzman çavuşuna da, assubayına ve hatta genç subayına bile güvenmiyor. Ordunun temelini ise güven duyulan üstsubaylar oluşturuyor. Yukarda zikrettiğimiz ast kesimlerin, devamlı kontrol altında tutulması gerekiyor. Bilgi ve tecrübeleri artıncaya değin (yani sisteme adaptasyonları sağlanıncaya kadar) her an başınıza iş açabilirler. Mutlak itaat denen şeyi pek de fazla kaale almıyorlar. Bu yüzden yönetilmeleri çok zor. Şimdi işin içine bir de profesyonel er girerse, ne yapacak bizim üst kademe, nasıl çıkacak bu keşmekeşin içinden bilinmez. Bu yeni gelenler de hak isteyecek, hukuk isteyecek. Başlarda “Allah devlete, millete zeval vermesin, ayağımızı attık devlet kapısına” diye şükrederken, sonraları “maaşım az, kariyerim yok, orduevim yok, oyak beni ütüyor” demeye başlayacak ki, bu da o alt tabakadakilere yeni bir şeyler vermeyi gerektirecek. Sulta yapısına alışmış üst yapının liderliği de işte burada sorgulanacak bir kez daha.

Bilgesam kapsamında çalışma sunan ve aynı zamanda bir Emekli Albay olan Dr. Salih Akyürek; Türk Ordusu ile ilgili kişisel saptamalarını şu şekilde yapıyor:

“Orduda birlik komutanlığı yapan lider personel, zorunlu askerlikle silah altında tutulan erbaş ve erleri, kurumsal etkinlik noktasında yetersiz ve isteksiz bulmakla birlikte; aynı kitleyi kurum içinde ilave hiçbir talebi olmayan, en kolay yönetilebilir ve yönlendirilebilir kitle olarak da değerlendirmektedir. Kurumdaki subaylar; assubayları ve uzman erbaşları 'mutlak itaat' kavramının fazla işlemediği ve bilgi/tecrübe temelinde hakim olunması gereken ve yönetilmesi zor profesyoneller olarak algılamaktadır. Profesyonel orduya geçilmesi durumunda oluşturulacak ve muhtemel bir profesyonel er statüsü de, diğer statüler kadar olmasa da, liderlerin yetkinliğine dönük yeni bir sorgulamanın önünü açacaktır.”

Bütün bunların benim yazdıklarımla ne kadar örtüştüğünü görüyorsunuz. Satırları sanki albayım değil de ben yazmışım gibi. Demek ki, aslında üst taraftakiler de sorunu biliyor. Konuşurken, nutuk atarken astlarını az buçuk anlayabiliyorlar. Fakat iş, bir şeyler vermeye geldi miydi, ödleri kopuyor. Bunlara bir kez bir şeyler verip alıştırdık mıydı hep daha fazlasını isteyecekler diye korkuya kapılıyorlar. Sınıfsal ayrıcalıkları sorgulanacak ya da bitecek, tahtları sallanacak diye kabuslar görmeye başlıyorlar. O yüzden de astların taleplerine çok ağır, çok sert karşılık veriyorlar. Ne zaman uluslararası camiada yapılan uygulamalar bir zorunluluk haline geliyor, işte o zaman “bakın assubaylara ya da astlara devrim gibi yenilikler yaptık” diye bir şeyleri pazarlamaya kalkıyorlar.

Günümüz ordularında, assubaylık mesleğinin yıldızının parlamasını kabullenmek zor olsa da çağın gerektirdiği gelişmeler nedeniyle bilgili, cesur, vatansever ve konusunda uzman assubaylardan kurulu bir ordu yapısına varmak, bu yapılanmayı güçlendirip geliştirmek, kaçınılmazdır. Dolayısıyla, assubaylara hakkı olanı teslim etmek, modern ülkelerde olduğu gibi ayrım ve fark gözetmeksizin onlara hak ve hukuken eşit davranmak, emeğine ve bilgisine saygı duymak ve fırsat eşitliği sağlamak elzemdir. Tüm bunları saltanatçı yapı nedeniyle görmezden gelenler belki uzun süren bir barış ortamında kafalarını kuma gömebilirler ama kısacık bir an sürecek bir savaşta, görmezden geldiklerinin bedelini toptan ödemek zorunda kalabilirler. Ne demek istediğimizin daha iyi anlaşılması için özellikle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinin analizi tam anlamıyla ibret verici ve öğreticidir.

ikisibiraradaPEKİ AMA ASSUBAYLAR NE İSTİYOR?

Çok uzun süredir assubaylar için yapılacak yenilikçi düzenlemeleri bekliyoruz. Meslek grubumuza karşı yapılan haksızlıkların giderileceği ve cumhuriyetin ikinci sınıf insanı olmaktan kurtulacağımız günlerin umudunu yüreğimizde sabırla taşıyoruz.

Biz assubaylar, Silahlı Kuvvetlerin orta direğiyiz. Belkemiğiyiz. Biz assubaylar, bir uçağın kanadı, bir geminin pervanesi, bir tankın paleti ve bir ülkenin sınır karakolu gibiyiz. Türk bayrağının dalgalandığı her yerde cesur ve cansiperane görev yapmanın onuruyla yaşarız.

Biz Assubaylar, Türk Silahlı Kuvvetlerinin emekçisiyiz. Yeri geldiğinde işçi, yeri geldiğinde memuruz. Yeri geldiğinde lider ve komutan, yeri geldiğinde yönetileniz. Vatan, millet ve bayrak söz konusu olduğunda gözünü kırpmadan şehitlik rütbesine koşa coşa giden, bu halkın onuru için şehitliği ve gaziliği onur bilen öz vatan evlatlarıyız.

Şehit cenazelerimiz arka mahallenin camisinden kalksa bile halkının omzunda, halkının kutsal gözyaşlarıyla ebedi istirahatgaha gitmeyi şeref bileniz.

Bir generalin işaret parmağıyla on dört gün, yirmi bir gün sorgusuz, sualsiz, savunmasız hapislere gönderildik. Üstelik ülkemizin aydınları, medyası ve yazarları, siyasetçileri tarafından ve hatta bağrından kopup geldiğimiz halkımız tarafından tam anlaşılamadık. Tüm derdimiz statükolardan, ortaçağ kalıplarından arınarak görev yapmakken, sırf ekonomik sorunumuz olduğu, tek derdimizin para olduğu gibi anlaşılmalarla incindik, mağdur bırakıldık. Üstelik bunları söyleyenler, kendi maaşlarının azlığına bizleri örnek gösterdiler. Bu ülkenin işçileri, memurları ve hatta profesörleri dahi assubayın maaşını emsal alarak yorumlar yaptı. Üstelik şark kurnazlığıyla davranarak, bir SAT Komandosu assubayın, bir Denizaltıcı assubayın maaşını sundular kamuoyuna. Oysa bunlar özel branşlardı ve maaşları da farklıydı ama bunu görmek kimsenin işine gelmedi. Tıpkı kendilerine emsal olacak subay maaşlarını nasıl görmezden geldilerse, üstelik onlara, Atatürk devrimlerine karşı olmasına rağmen, “ağam sen, paşam sen” nakaratı ile saygıda ve lütufta kusur etmedilerse; bizim çığlıklarımızı da öylece duymazdan geldiler. Emekli olduğumuzda bizimle aynı hizmet yılına sahip bir Kıdemli Albayın yarısı kadar dahi maaş alamadığımızı, Cumhuriyetin Meclisinden en fazla pozitif ayrımcılık yüklü kanunların onlar için çıktığını anlatmaya çalıştık ama dinletemedik.

Müsteşar olduk, profesör olduk, yüksek lisanslar yaptık ama bir türlü o birinci sınıf insanların hakir gören bakışlarından kurtulamadık. Kendi komutanlarımız bizi dar bir aralığa sıkıştırdı, kariyersiz yaşamak zorunda bırakıldık. Emir komutanın dev prangaları özel yaşamımıza kadar girdi, düşüncemize karıştı, inancımıza karıştı, gün geldi evlerimiz dahi denetlemeden geçti, anlatamadık. Tahakkümleri ve zulmü hep kendi bireysel çabalarımızla aşmaya çalıştık.

Biz Kemal Tahir'le ve Nazım’la birlikte Yavuz ve Erkin gemisinde zulüm ve işkence görendik. Biz Deniz Gezmiş’le birlikte darağacında asılandık. Biz 1970’li yıllarda İzmir’de, Ankara’da eş ve çocuklarımızla coplanandık. Biz 12 Eylül’ün prangasında “ast” olarak damgalanandık. 9 Ekim 2010’da elli beş yaş ortalamasıyla Ankara’nın sokaklarında hak ve adalet isteyendik.

Duymadınız, duymak istemediniz bizi!

Başlangıç derecemizden, emeklilik derecemize kadar ayrımcılık yapılıyor ey halkım. Üniformamızdaki aksesuarlardan, özlük haklarımıza kadar, mükafatlardan cezalara kadar, sosyal olanaklardan askeri mahkemelere kadar sınıflaştırma, ayrıştırma tahakkümü altındayız. Ortaçağ kalıbı bir kast yapısının boyunduruğu içindeyiz. Ayakkabı rengimizden uçuş brövemize kadar, taşıdığımız rütbe işaretine kadar ırkçı ve şekilci uygulamalara tabi tutuluyoruz.

Sahte gazete manşetleriyle avutulduk. Yalan dolan vaatlerle kandırıldık. Manşeti attıran komutan muhtemeldir ki, şimdi emekliliğin tadını çıkartıyor. Milli Savunma Bakanı tam on yıldır her seçim öncesi çayımızı kahvemizi içip vaatlerle aldatıyor bizi. Bir de bakıyoruz, seçim sonraları nasılsa, Milli Subay Bakanı oluveriyor.

Körolasıca bir Vicdansız Gönül'ün oyuncağı yaptı bizi felek!

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi ile 2002’den bu yana iktidar olan hükumetin ortak düşmanı olduğumuzu anladık. Başkaları bu vatanın öz evlatlarıydı ama biz üveydik, mahallenin sümüklü yetim çocuğuyduk. Görev ve sorumlulukta ağır yükler taşırken gülümseyen komutanlar, iş statükoya ve özlük haklarına geldiğinde hep somurttular. Düşman bir ülkenin askerleriymişiz gibi uygulanan yasalar gördük. Kendimizi azınlıkmış gibi hissettirdiler bize. Öyle ki, 17 Nisan 2008 tarihinde TBMM’de sessizce bir darbeye göz yumuldu. Gözler görmedi, kulaklar duymaz oldu. Bir gün önce assubaylara birinci derecenin dördüncü kademesi verildi ama aradan daha 24 saat geçmeden ilga edildi. Faili meçhullere karıştı yasa.

Yüreğimizde de koca bir yara var, acı var, burukluk var!

Kim bilir belki de doğrudan bir darbe tehdidi oluşturmadığımızdan dolayıdır tüm bu ortaçağ muameleleri. Bizim darbeyle işimiz olmaz ey halkım, ekmekle, aşla olur. Şehitlikle, gazilikle olur.

Biz harbiye marşıyla büyümedik ey halkım. Bizim tek bildiğimiz, o sizin de yüreğinizde taşıdığınız, gurur ve onurla söylediğimiz İstiklal Marşımız. Bunu bilin!

Bizim korumalı evlerimiz, makam arabalarımız, “Hanfendinin Fifi”sini gezdiren emirerlerimiz olmadı. Lojmanda da, orduevinde de, askeri kamplarda da hep ikinci sınıf tutulduk. Öyle ki, kendi paramızla, yasa gereği üye olduğumuz OYAK’da dahi emir-komutanın tahakkümü altındayız. Sivil kamuflajlı OYAK’ta nelerin döndüğünü, nelerin yaşandığını, anlatamasak da biliriz biz.

Biz bu ülkenin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine her yerde halkıyla içiçe yaşayanız. Onlarla çorbalarını paylaşan, düğünlerinde gülen, cenazelerinde ağlayan samimi komşularız. İçinizden biriyiz. Daha fazlası değil!

Ve hakkımız olanı istiyoruz. Değerimizin karşılığı olanı istiyoruz. Sırf para pul değil, onurumuzu, şanımızı da istiyoruz!

Hazırlayan: Aydın Kulak

Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.
Kaynakça:
  1. Zorunlu Askerlik ve Profesyonel Ordu/ Dr. Salih Akyürek/Bilgesam/Rapor No. 24/2010
  2. www.geert-hofstede.com
Ögeyi Oylayın
(20 oy)
Aydın Kulak

Son ekleyen Aydın Kulak