×

Uyarı

JUser: :_load: 75 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.

Ev Horantasından Taş Mektebe

İflâs etmiş tüccar gibiyim. Çoktandır ağzımı bıçak açmıyor. Neden diye soracak olursanız; anlatayım da dinleyin. Bilirsiniz yağmur her yörede, çoğu zaman belirli bir yönden gelir. Çocukluğumun geçtiği köyümde yağmurlar hep Çal Dağı’ndan tarafından gelirdi. Çal Dağı’nın üstünü kara bulutlar kapladı mı çok geçmez, köyün içinde yer aldığı vadiye şakır şakır yağmur yağardı. Şu an bulunduğum Antalya’da ise, şehrin batsındaki Bey Dağları’nın zirvelerini bulut kaplamışsa gün içinde Antalya’ya mutlaka yağmur yağar. Bunun tersi de geçerlidir. Antalya’da gökyüzü tamamen kapkara bulutlarla kaplı ve hiç durmayacak gibi yağmur yağıyor olsa bile, ne zaman Bey Dağları tarafında banyo havalandırma penceresi büyüklüğünde bir mavilik görülse, bu yağmurun kısa bir süre sonra duracağının, havanın açacağının işaretidir. Böyle bir durumda çok geçmez kara bulutlar dağılır, Antalya pırıl pırıl Akdeniz güneşine kavuşur. 

Benim ağzımı bıçak açmıyor; ama meslektaşım Mustafa Sevimli de “Niçin çoktandır suskunsun?” diye sorumakta. Hani bazen zemheride hava kapanır, bir iki gün ha yağdı ha yağacak diye beklenir yağmaz, bir yağmaya başlar günlerce sürer.  İçinden yağmur dursa hava açsa da kendimi sokağa bir atsam diye geçirirsin mümkün olmaz, günlerce evde pineklemekten sıkılırsın moralin bozulur, ne tadın kalır ne tuzun; umutsuzluğa kapılırsın. İşte buna benzer duygular içindeyim. Ömrüm boyunca ülkemizde hep yıllar bir öncesindeki günleri aratan krizler içinde geçti. Bahtı kara ülkemin krizsiz bir yıl geçirdiğini hatırlamıyorum. Son yıllarda yine ülkemin üzerine dağılma umudu ufukta görünmeyen, nefes almayı bile zor hale getiren bunaltıcı kara bulutlar çökmüş gibi. Üzerini örten kara bulutların hiçbir yerinden, yıllardır yakın gelecekte umutlanabileceğime dair, gemilerin kıdemsiz astsubay salonu alabandasında bulunan gemi lombozu boyutu kadar bile olsun bir ışık, görünen bir mavilik ve kara bulutlarda yırtılma görünmüyor.  Suskunluğumun nedeni umutsuzluk. İçimden hiç bir umut ışığı yok ki başkasına aktarabileyim. Bu nedenle ağzımı bıçak açmıyor; çoktandır suskunum.

İflas etmiş tüccar gibiyim demiştim; iflas etmiş tüccar ne yaparmış; eski veresiye defterlerini karıştırırmış. Madem ülkenin üzerine çöken karanlıklardan kurtulma konusunda yarına dönük içimizde umut ışığı yok; bari biz de iflas etmiş tüccarın yöntemine başvurup,  eski defterleri karıştıralım. Kıyıda köşede kalmış eski anılarımızı anlatalım.

Sevgili Hemşerim Uğur Gökçe, Sevgili meslektaşım Mustafa Sevimli, Taş Mektep’e giriş günlerine dair anılarını çok güzel anlattılar. Hatta Mustafa Sevimli Taş Mektep’e bir değil iki defa girmiş. Adam her iki girişini de tekrar tekrar anlattı, her defasında zevkle okuduk. Benim başım kel değil ya; Taş Mektep’e giriş anılarımı ben de anlatırım olur biter.

Bir şey itiraf edeyim; bunları sizlere değil de en yakınım olan kendi çocuklarıma bile anlatmış olsam, bu günün ortamına çok uzak şeyler olduğundan zevk almayacaklarını, daha birinci paragrafta sıkılacaklarını, biliyorum. Ama bu anıların ak saçlı meslektaşlarımdan, özellikle gözlerini yumduklarında Taş Mektep’i üzerine kâbus gibi çöken Köprü görüntüsü olmadan hayal edebilen meslektaşlarım için çok şey ifade ettiğini de biliyorum.  

Şu anlattıklarım asla abartma ve hayal mahsulü şeyler değil. Hepsi o dönemin gerçek ortamı. Bu kendimle ilgili şeyleri acındırmak için değil, kırk dört yıl öncesinin ortamını anlatmak, kendi adıma kat ettiğim mesafeyi vurgulamak için anlatıyorum. Ben Taş Mektebe bir köy damının kara ocağının başından kalkıp gelenlerdenim. Akranlarımdan çoğu hatırlayacaktır; hem yemeğin piştiği, hem ev horantasının kış günlerinde başına toplanıp ısındığı, akşamları evde aydınlanmanın sağlandığı, köy damının duvarındaki kara ocaktan bahsediyorum.

Köyümüze uzaklığı 15 km olan, haftada bir ilçe pazarı için karakaçanla 3 saatlik bir yolculukla gidilebilen ilçemizde, o günlerde ortaokul vardı ama lise henüz açılmamıştı. Bırakın lise, üniversite okumayı, ortaokul okuyabilmem bile rahmetli babamın çocuklarını okutmayı çok istemesine rağmen imkânsıza yakındı. İlçede oturan, uzaktan akraba, beş çocuğuyla yetim kalmış bir teyzenin yanına sığıştırılarak ortaokulu bitirebildim. Kendi imkânlarımıza dayanarak tahsile devam edebilmemin son durağı ilçede bulunan ortaokuldu. Benim için daha ileriye, liseye devam edebilmek imkânsızdı. Alternatif çare ise ne yapıp edip bir yatılı okula kapağı atmaktı. Televizyon kanallarındaki evlenme programlarına katılanların deyimiyle, gidilmeye aday okul anlamında meslekî tercih ve okuldan elektrik alıp almamak söz konusu değildi. En önemli ve zorunlu kriterler; başvurulacak okulun, ilk başvuru şartlarında istediği zarf ve pul miktarının az olması, okula giriş sınavının yapılacağı sınav merkezinin yol masrafının az olması açısından en yakın olanın seçilmesi. Astsubay okullarının içinden bu kriterlere uyanlara başvurduğum gibi, bu kriterlere uygun olan Öğretmen Okulu, Orman Tekniker Okulu gibi okullara da başvuru yaptım. Astsubay okullarına başvurdum ama doğrusu ne askerlikten haberim var, ne subaylıktan, ne de astsubaylıktan. Bu konuda bilgim sadece taş yapı ilçemiz askerlik şubesi binasının duvarına yapıştırılan, üzerinde,  üniformalı üç kişinin resmi olan ve resmin altında “Genç Arkadaş Deniz Kuvvetleri Seni Bekliyor” yazan afişle sınırlı. O kadar ki; afiş üzerinde bulunan resimde görülen palet takmış kişinin bahriyeli er değil, Deniz Astsubay Okulu öğrencisi olduğunu bile çok sonraları öğrenecektim.

Nerde o günlerde kuşe kâğıda basılmış başvuru kılavuzları, hazır form dilekçeler. Başvuru dilekçeleri ya el yazısıyla yazılıyor veya arzuhalcilerde daktiloyla yazdırılıyordu. Çıktığım yolun ilersinde dövme ve dövülme fiillerinin olduğunun ipucunu, benim Taş Mektep başvuru dilekçemi yazdırdığım, uzunca boylu zayıf, kalın camlı bir gözlük takan, vücudu o yılların film ve fotoroman kahramanı “Killing” formunda bir kişi olan, ilçemizin arzuhalcilerinden, rahmetli Sadık Uçkun Amca, “Bu dilekçeni yazıyorum ama okulu kazanır ileride astsubay olursan askerleri asla dövmeyeceğine söz ver.” diyerek vermişti ama anlaşılan ben o gün gerektiği şekilde anlayamamıştım. Okula giriş sınavı başvurularını yaptıktan birkaç ay sonra, ileride sınıf arkadaşım olacak olan hemşerim Ahmet Sığar ile aynı sırada yan yana Taş Mektebin giriş sınavlarına katıldığım gün, sınava girdiğim merkez olan Mersin sokaklarında Kabotaj Bayramı kutlama tören yürüyüşlerini izleyip, “kabotaj” kelimesinin ne anlama geldiğini öğrendiğim günün ertesi günüydü.

Temmuz ayı sonları olsa gerek köyüme kulaktan kulağa haber geldi; gazetede ismin çıkmış kazanmışsın dediler. Geçmiş gün, gazeteyi bir yerlerden bulup ismime bakmıştım ama listenin sonunda yer alan, “Ağustos ayı ortası gibi bir tarihte, heyet raporu muayeneleri için okulda toplanılacaktır” ibaresine dikkat etmemiş olacağım ki, ayrıca mektupla kazandınız yazısının gelmesini bekledim. Beklediğim yazı Eylül ayı başında gelmişti gelmesine de, gelen yazıda, “9 Eylül tarihine kadar geldiniz geldiniz, gelmezseniz okula kayıt hakkını kaybedeceksiniz” yazıyordu.

Apar topar çantam hazırlandı ve köyümden İstanbul’a doğru yola revan oldum. İstanbul’a doğru tek başıma yola çıktığımda yaşımın on beş olduğunu hatırlatmalıyım. Şu anlatacaklarımın Taş Mektep anılarıyla doğrudan ilgisi yok ama köyümden okula kayıt için gurbete çıkarken yolda, izde yanıma konulan harçlığımın başına bir şey gelmesin diye, anamın iç donuma gizli bir cep dikmesini, ilçemizden Mersin’e günde tek sefer gidip gelen üç otobüsten biri olan Divriki Kemal’in 28 kişilik burunlu Chevrolet otobüsünde yer olmadığından ve kalkış yerinde istiap fazlası yolcuya müsaade edilmediğinden Mersin’e kadar ayakta da olsa otobüse binebilmek için en az otobüsteki yolcu sayısı kadar kişinin ilçe çıkışına kadar üç kilometre yürüdüğümüzü,  bir cumartesi akşamı İstanbul’a gitmek üzere, Mersin’de Alanya Garajından 25 liraya bilet alarak bir Kamil Koç Turizm otobüsüne bindiğimi, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen yolculuk esnasında Adapazarı’ndan geçerken yolun kenarında gördüğüm aynı yılın birkaç ay öncesinde, 1967 Adapazarı depremi nedeniyle minaresinin yarısı yıkılmış bir camiyi, Sapanca Gölü’nü İstanbul Boğazı sanıp herhalde geldik artık diye rahatlayıp, ama 100 km. kadar daha yol gitmemizi, birinci kuşak Almanya gurbetçilerinin kendilerini sılaya bağlayan tek yer olarak bildikleri, Almanya’ya ilk ayak bastıkları yer olan Münih Tren Garı’nda yıllarca her hafta sonu toplanmaları gibi, ileriki aylarda gelip birkaç hafta sonu iznimde ziyaret edeceğim Kadıköy İskelesi yanındaki Kamil Koç Otobüsleri’nin durak yerinde otobüsten inişimi, yattığım tek gecede cardın sayısının müşteri sayısından kat kat fazla olduğunu hemen anladığım Kadıköy Rıhtımında üçüncü sınıf bir otelde yer ayırtışımı kayda geçirmeden geçemeyeceğim.

Bir cumartesi günü Mersin’de otobüse binip, pazar günü öğleden sonra İstanbul’a indim. Sora sora önce Üsküdar’ı buldum, daha sonra ikindi üzeri de Beylerbeyi’ne ulaşıp, Taş Mektep’in lombarağzına vardım. Nöbetçiler, günün pazar olması nedeniyle, ancak ertesi günü okula katılış yapabileceğimi söylediler. Beylerbeyi’ne dolmuşla gitmiştim; giderken yol fazla uzun değilmiş gibi gelmiş olacak ki, dönüşte Üsküdar’a kadar yaya yürüdüm. Bu yürüme işini, o günlerde benim yöremde babalarının verdiği harçlığı kiralık bisiklete harcayan çocuklar, uslu çocuk olarak görülmediği için, bisiklete binmeyi 38 yaşında çocuklarının bisikletinde öğrenmiş biri olarak benim cimriliğime de yorabilirsiniz. Tekrar sora sora, otobüsle Üsküdar’dan Kadıköy’e, cardını bol rıhtım oteline döndüğümde vakit de akşamı bulmuştu. Ertesi sabah, bir önceki gün keşfettiğim yollardan gidip, Taş Mektep’e teslim oldum.

İçeriye girdiğimde gördüm ki, sınıf arkadaşım olacak öğrenciler çoktan sağlık muayenelerini bitirmişler, haki işbaşı elbiselerini giyip ellerine verilen M1 piyade tüfekleriyle çoktan piyadecilik eğitimine başlamışlardı bile. Benim gibi geç katılan, henüz sivil giysili bir grup öğrenci adayına, yatakhanenin ayrı bir bölümünde yatak gösterdiler ve takip eden günlerde tek başıma sora sora, Kasımpaşa Deniz Hastanesini buldum, heyet muayenesi için hastaneye gidip gelmeye başladım.

Köyünden çıkıp,  okul olarak ancak ortaokulu olan köy irisi bir Anadolu ilçesinden daha büyük başka bir yer görmemiş olan 15 yaşındaki bir çocuk, tek başına İstanbul’daydı. Hastanede servis servis dolaşırken sık sık “Bugün git, yarın gel.” sözüyle karşılaştığımdan, muayeneler bir hayli zaman aldı. Sıra göğüs hastalıklarına geldiğinde, doktorun “Sen ayrıl, bir de büyük röntgen filmi çektir, öyle gel.” demesi işin tuzu biberi oldu. Bir ara, anne babalarının ellerinden tutup hastanede servis servis birlikte dolaşan akranım İstanbul çocuğu öğrencilere bakıp imrendiğimi ve boğazıma bir şeylerin düğümlendiğini, yutkunduğumu bu gün gibi hatırlıyorum. Bir an önce sonuç alabilme telâşı ve her seferinde Kasımpaşa Hastanesi’nin ünlü yokuşunu acele acele tırmanmam nedeniyle de olabilir; doktorun “sağlamdır” imzasını atmakta tereddüt etmesinin nedeni, kalbimin biraz yüksek tempoda atmasıymış. Neyse ki doktor beni karşısına alıp, “Nerelisin, baban ne iş yapar, kaç kardeşin var?” türü birkaç soru sorup, cevap aldıktan sonra “sağlam” ibaresine imzayı bastı da, en sonunda o günlerde kumaşı çadır bezini andıran, hâki renkli,  pantolonu önden kapaklı bahriyeli işbaşı elbisesini giymeye hak kazanmış oldum.

Anlattığım dönem tabi ki milâttan önceki bir dönem değil. Ama cep telefonun Türkiye’de değil dünyada hayalinin bile kurulmadığı gibi bizim köye de manyetolusundan da olsa telefonla erişmenin henüz mümkün olmadığı yılları anlatıyorum. Sağlık kurulu raporu peşinde koşarken yaşadığım bu gün git, yarın gel olayları bir hayli uzun sürmüş olacak ki,  hastanede tek başına koştururken boğazıma bir şeylerin düğümlenmesi duygusuna kapıldığım günlerde köye anneme babama yazmış olduğum bu duygularımı anlatan mektup ben muayeneleri bitirmeden ellerine ulaşmış, onlarda kendileri gelememişlerdi ama yol parasını cebine koydukları uzaktan amcam olan bir akrabayı, “İl merkezindeki öğretmen okulunu da kazandın, eğer dönmek istersen, dön gel.” haberini iletmek için İstanbul’a salmışlardı. Yanıma geldiği günlerde, sabahları artık Taş Mektep’in bakır çaydanlıklarından çay içmeye, ilk defa kâğıt pakette gördüğüm tereyağı olan Atatürk Orman Çiftliği tereyağıyla kahvaltı etmeye alışmış, birkaç tane de arkadaş edinmiş, hemşeri bulmuş olacağım ki, dönmeyi kesin olarak reddettim ve amcamı köye eli boş gönderdim.

Gurbet duygularıyla böyle ilk defa ve şiddetli yaşandığı durumlarla karşılaştığı dönemlerde insanlar ne yapar; tabii ki mümkünse kendine hemşeri arar. Ben de öyle yaptım ve henüz üzerimde sivil giysilerin olduğu, yatakhanenin sivil giysililere ayrılmış bölümünde yattığım günlerde, kendisine buradan selam olsun, sınıf arkadaşım olan hemşerilerimden Şaban Gök’ü buldum. Taş mektep ve şimdi anlatacağım kötü ama unutulması imkânsız ilk askerlik anılarımdan birine vesile olması nedeniyle Şaban Gök ismi, benim için önemli.

Bu arada, tam yeri geldiği için, o günleri özlemle anarak şu konuyu vurgulamalıyım. 15 – 16 yaşlarında, 300 kişiye yakın birbirinden o güne kadar habersiz olan genç, yurdun dört bir tarafından yola çıkıp, bir binada bir araya geliyorlar. Çok acı bir şey ama gerçek; o günlerde, bu gün olduğu gibi, emperyalizmin bilerek isteyerek insanlarımızın kafasında oluşturduğu Gaziantep’in doğusundan başlayan sanal bir sınır asla yok.  Belki kelime olarak duymuş olabilirim ama Türk yurttaşlarının ve yeni okulumdaki öğrenci arkadaşlarım arasında, Alevî - Sünnî gibi farklı inançta insanların olabileceğini en azından ben bilmiyorum. Okuldaki öğrenci arkadaşlarım, benim sadece Mersinli olmam gibi, sadece İzmirli, sadece Çorumlu, sadece Tekirdağlı, Sadece Balıkesirli, Sadece Malatyalıydılar. İlâveten başka hiçbir sıfatımız yoktu, kimsenin aklına ve söylemine henüz başka kahrolası bir ayırımcı sıfatı girmiş değildi. Şayet okulumuz öğrencilerine kendi aralarında illâ ayırt edici bir niteleme sıfatı var idiyse, o da hafta içi pek hatırlanmayan, ancak hafta sonlarında birkaç öğrencide bulunan transistörlü cep radyolarından futbol maçlarını dinlerken ortaya çıkan, “Beşiktaşlı, Fenerbahçeli, Galatasaraylı” sıfatlarıydı o kadar. Lâf aramızda, Taş Mektep’e gelmeden önce bizim köyde Lefter’in, Can’ın, Kadri’nin, Metin’in kim oldukları bilinmediğinden, benim henüz böyle bir niteleme sıfatım bile yoktu.      

Bir akşam yatakhanenin benim de yattığım sivil giysililerin kaldığı bölümünde, aralarında hemşerim Şaban Gök ve yatakhanenin işbaşı elbiselerini giymişlerin bölümünden başka öğrencilerin de bulunduğu bir grup öğrenci, yat taburu öncesi, iki katlı ranzaların alt yataklarının kenarlarına ilişmiş oturuyoruz, yeni tanışmaya başlayan insanlar aralarında ne konuşursa o türden, sağdan soldan konuşuyoruz. Sözün oraya nerden geldiğini hatırlamıyorum, işbaşılı, esmer karayağız, suratının normal hali bile her an bir arıza çıkarmaya hazır bir ifade arz eden, alt dudağı sarkıkça, kıraçta yetişmiş Ankara armudu misali yüzünün simetrisi bozuk bir öğrenci, hemşerim Şaban’a “Sen tavşan eti yer misin?” diye sordu. Şaban da “Biz yeriz ama ben hayatımda tavşan eti yemedim” gibi bir şeyler söyledi ve kestirip atmak yerine lâfı biraz geveledi. Bunu fırsat bilen çirkin suratlı öğrenci, evirip çevirip ısrarlı sorular sorarak bizim Şaban’ı bunaltmaya başladı. O an bu ısrarla tekrarlanan bunaltıcı soruların art niyetli olduğunu anlamamış olsam da, sonraları bu soruların Şaban’ın dini inancını sınıflandırmak amaçlı olduğunu öğrenecektim. Şaban’ın hemşerimiz olduğunu söylemiştim. Hemşerimize arka çıkacağız ya; “Ne var yani, arkadaş tavşan eti sevmem diyor, sevip sevmediğinden sana ne, adamı niçin sıkıştırıyorsun?” gibilerden bir şeyler söyleyerek lâfa karıştım. Bu lâfa karışma olayını izleyen saniyeler maalesef, yaşamım boyunca unutamayacağım, askerliğin insanlığa aykırı temellerinden birini yoğunlaşmış bir şekilde öğrendiğim zaman dilimi oldu. İşbaşı elbisesi giymiş alt dudağı sarkık öğrenci meğer hazırlık iki öğrencisiymiş. Takip eden günlerde çok sık duyacağım, “Bayırağası, daha şeyin denize inmedi.” repliğini o an o çirkin öğrencinin de söyleyip söylemediğini şu an net hatırlamıyorum. Bu gün yine de insanlık bizde kalsın diyerek, lâkabını bir harf değiştirerek yazıyorum; daha sonra ikinci sınıf öğrencisi ve lâkabının “Kara İso” olduğunu öğreneceğim çirkin suratlı öğrenci yüzüme okkalı bir tokat patlattı. Böylece çok incitici bir şekilde, okula sadece bir yıl önce gelmiş olanın bir yıl sonra gelen üzerinde tahakküm kurma, hatta tokat atma hakkı olduğunu öğrenmiş oldum. Sanırım Kara İso’nun hala unutamadığım o tokadını yediğim gün, “Ben yerimi buldum, dönmem yolumdan” diyerek, amcamı yalnız olarak geri gönderdiğim günün hemen ertesi günüydü.

İflas etmiş tüccar misali eski defterlerin bir başka sayfasında buluşmak üzere..  

Saygılar.

Sürçü lisan ettikse affola.  

Mehmet Ali KILINÇ
Antalya 2012

Ögeyi Oylayın
(19 oy)

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile

Yorumlar  

#1 Ersen Gürpınar 28-10-2014 12:24
Benim yüreği insan ve assubay sevgisi ile dolu güzel kardeşim seni her geçen gün daha büyük bir özlemle anıyoruz. Ruhun şad mekanın cennet olsun.
Alıntı
genclige-hitabe

Son Yorumlar

Son Eklenen Mesajlar

SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN Her şeyin gönlünüzce gerçekleşeceği; sağlık, başarı ve mutluluk dolu nice yıllar diliyoruz. SİTE VE ASSUBAY GÜÇ BİRLİĞİ YÖNETİMİ
Pazar, 31 Aralık 2023
SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
Baş öğretmenimiz ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi şahsında tüm öğretmenlerimizin ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN... Demokrasinin, adaletin, huzurun ve refahın hakim olduğu nice öğretmenler günü kutlamak dileklerimizle sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz.
Cuma, 24 Kasım 2023
SİTE-ASB.GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU YÖNETİMİ
BAĞIMSIZLIK SAVAŞIMIZIN KAHRAMANI, LAİK, DEMOKRATİK CUMHURİYETİMİZİN KURUCUSU, EBEDİ ÖNDERİMİZ VE BAȘKOMUTANIMIZ BÜYÜK DEVRİMCİ GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü BEDENEN ARAMIZDAN AYRILIȘININ 85. YILINDA SAYGI, ÖZLEM VE ŞÜKRANLA ANIYORUZ... RUHU ŞAD, MEKANI CENNET OLSUN. 10 KASIM 1938 ! Bir devre damgasını vurmuş, dünyanın gidişatını değiştirmiş, yalnızca ya...
Cuma, 10 Kasım 2023

Son Eklenenler

Copyright © 2006 Emekli Assubaylar. Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım İhsan GÜNEŞ