“Vatanın bütünlüğü ve milletin istiklâli tehlikededir.”
Vatan elimizden kayıp düşecek.
Kırılıp bin parçaya bölünecek.
Millete ne istiklal kalacak ne de hilal.
Bin yıllık Birlikte baba ocağımız sönecek.
Biz olduk hak yolunda tek sancak,
Cepheden cepheye ölüme koşarak.
Bizi temsil eden şu resme bak.
İstanbul hükümeti aciz, korkak.
Leş kargaları üşüşmüş tepemize,
Bir hükümet konmuş başımıza.
Alçak, aciz ve korkak damada nikahlı.
Hain sarayın dış kapısının dış mandalı.
Bir hükümet ki damada nikahlı.
Taht uğruna benliğimi, bahtımı satar.
Ben nasıl ceddime derdim anlatayım.
Çareler bulur bana esaret ve mandalı.
Ey! Türk oğlu sen ne dersin bu işe!
Adam yerine koyup da soran yok.
Öyleyse ben bana çare olayım.
Kendime kendi meclisimi kurayım.
Ben varım ve hep var olacağım.
Diye sesimi dünyaya duyurayım.
Duysunlar sesimi haykırışımı.
Hatırlasınlar cesaretimi, şanımı.
Bilsinler ki
Karşılarında korkak saray değil,
Hasta adam, canlı cenaze değil,
Kendi istiklalini kendi azim ve kararıyla kurtaracak,
Güneş gibi tekrar doğacak “Türk Milleti” var.
Tesir ve baskılardan uzak bir meclis şart değil mi?
Önce Erzurum'da toplanacaktı doğu illeri temsilcileri.
Ve Anadolu’nun her sancağından Sivas'a doğru,
Üçer delege çıkar yola, Milletine yürekten samimi.
Öyleyse mülki idare silah ve cephane özenle korunsun.
Yeni işgal girişimlerine hep birlikte karşı durulsun.
Hasta adam bırakın ölsün, kula kulluktan çıkılsın.
Bir tek Allah’a kul bir MİLLET doğsun değil mi?
Güneş nereden doğacak bir işaret fişeği olarak,
Anadolu yön bilsin diye devrimin ilk bildirgesi.
Ve kurtuluş umudu doğar Milli bir sır olarak.
Cumhuriyetin doğum belgesidir Amasya tamimi.
Yedi düvelle savaştım durdum.
Umut ettim ümmet düşer mi peşime.
Hep gavurun içinde rastladım leşine.
Öyleyse artık Millet olmalı değil mi?
Bir tek biz bize ihanet etmedik.
Ortada sadece ana yurdumuz kaldı.
Gavur aldı sandık, hep ümmete kaldı,
Öyleyse bu toprak bana Vatan olsun değil mi?
Allah kuluna Resul göndermiş.
Yazılan belli yaşanan belli.
Başka kula ihtiyaç mı olur.
Allah’ın yolu ayan beyan değil mi?
İhanet edenden ümmet mi olur?
Yazılan belli yaşanan belli.
Ya ümmet Müslüman değildi.
Ya gidilen yol İslam değildi.
Kula kulluk doğru yol olsaydı.
Resulümüz ben padişahım derdi.
Öyleyse Allah yolunda egemenlik.
Kayıtsız şartsız Milletin olmalı değil mi?
O zaman kullan kulluktan çıkar.
Bir tek Allah’a kul olabilirdik.
Ancak o zaman Hak yürüyebilecektik.
Ve bir seçim yaptık Allah yolu adına.
Ya yok olacaktık ya da yeni bir Devlet kuracaktık.
Aldığımız kararlarla dünyaya bildirdik ki.
Aklı olan anlasın ki biz MİLLETİZ ve kararlıyız.
Ve Milleti kendi azim ve kararı kurtaracaktır.
İşte bu yüzdendir ki
Cumhuriyetin doğum belgesidir Amasya tamimi.
Dr. ÖZGÜR EKER
20 .02.2018
Vizyona yeni giren “Hürkuş: Göklerdeki Kahraman” filmini izleyince, meslektaşımız olan Vecihi Hürkuş hakkında yazmak istedim.
Buyrun efendim…
Gümrük Müfettişi, İstanbullu Ali Feham Bey ile Bulgaristan’ın Vidin’inden Zeliha Niyir Hanım’ın çocuğu olarak 1896 yılında İstanbul’da başlayan hayat öyküsüdür, anlatacağım öykü!
Babacığını kaybettiğinde henüz üç yaşındadır, annesinin geniş ailesi içinde devam edecektir öyküsü. 1912 yılında ve on altı yaşındayken, eniştesi Kurmay Albay Kemal Bey’in yanında Balkan Harbi’ne katılır.
Tayyarecilik ilgisini çeker ve bu işe daha çocuk yaşlarda gönlünü kaptırır.
Yaşı tutmadığı için Tayyare Makinist Mektebi’ne kaydı yapılır ve bu okuldan Küçük Zabit (Gedikli/Astsubay) olarak mezun olur. Ardından, Ayastefanos’taki (Yeşilköy) Tayyare Mektebi’ne gider. Pilot olarak ilk uçuşunu 21 Mayıs 1916’da gerçekleştirir ve bu okuldan da 15 Kasım 1916’da mezun olarak pilot diplomasına kavuşur.1917 yılında katıldığı Kafkas Cephesi’nde bir Rus uçağını düşürerek, düşman uçağı düşüren ilk asker unvanının da sahibi oldu.
8 Ekim 1917’de yaralanarak düştü; yaralı olduğu halde, uçağı Ruslar tarafından ele geçirilmesin diye, önce onu yaktı.
Savaş esiri olarak götürüldüğü Hazar Denizi’ndeki Nargin Adası’ndan, yüzerek kaçmayı başardı.
İstanbul işgal edilince Mudanya, Bursa ve Eskişehir güzergahıyla Konya’ya giderek, Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve son uçuşlarını yapmış olma şerefine de nail oldu ve TBMM’den üç kez takdirname alarak, kırmızı şeritli diye tabir edilen İstiklal Madalyası’nın sahibi oldu.
Akşehir’de karşılaştığı Jandarma Komutanı Ratıp Bey’in kızı Hadiye Hanım’a sevdalandı, tuttuğunu koparan mizacı sayesinde amacına ulaştı ve sevdiğiyle evlenerek, iki kız evlat babası oldu.
Savaştan sonra İzmir’de göreve başladı, artık havacılığı millileştirmeyi düşünmeye başlamıştı. O yıllarda Edirne’ye yanlışlıkla inen bir yolcu tayyaresini almakla görevlendirildi ve bu tayyareye “Vecihi” adı verildi.
Zihnindeki projeler de artıyor ve gelişiyordu, tayyare inşa etmeyi planlamaya başlamıştı. Yunanlardan ganimet olarak ele geçen motorlardan yararlanarak, “Vecihi K VI” adı verilen tayyareyi üretmeyi başardı.
Ancak, söz konusu tayyarenin teknik araştırmasını yapacak ve uçuş izni verecek ehliyette kimse yoktu. Sonunda heyetten biri, “sana bu konuda lisans veremeyiz, güveniyorsan bin, uç ve hepimizi kurtar” der, o da 28 Ocak 1925’te kendi imalatı olan tayyareyle başarılı bir uçuş yapar.
Bu konularda anlaşılmaz tutum ve davranışların sıklıkla hayata geçtiği bir ülke olduğumuzdan olsa gerek; gerekli izinleri almadan uçuş yaptığı gerekçesiyle ceza alır.
Bu duruma içi isyan etti, isyanının etkisiyle de askeriyeden istifa etti ve Türk Tayyare Cemiyeti’ne katıldı. Katılır katılmaz organize ettiği bağış kampanyalarıyla, cemiyetin faaliyetlerine hız kazandırdı.
1925 yılında eşi Hadiye Hanım’dan boşanarak, İhsan Hanım’la evlendi ve bu evlilikten de bir kızı oldu. Sonraki yıllarda Türk Hava Kurumu’nda çalışmalarını sürdürdü. Hayatının merkezinde hep havacılık oldu, hep bu uğurda efor sarf etti. 1942 yılında “Vecihi Havada” adlı kitabını yayımladı, 1947’de ise Kanatlılar Birliği’ni kurdu. 6 Ağustos 1954’te, “40. Hizmet Yılı” sebebiyle düzenlenen törenle jübile yaptı. Durmak ona göre değildi; 29 Kasım 1954’te Hürkuş Hava Yolları’nı kurdu. Bu konuda bir çok bürokratik engelle karşılaştı, buna çeşitli kaza ve sabotajlar da eklenince kapatmak zorunda kaldı. Türkiye’nin, değerlerini kolay harcama garabetini ne yazık ki meslektaşımız da yaşadı ve ömrünün son demlerini borç içinde, büyük sıkıntılarla yaşadı. Zaten son derece yetersiz olan maaşına bile haciz kondu, düşünün, bu insan İstiklal Madalyası sahibi ve bu durumlar mübah görülüyor.
Ankara’da, anılarını yazarken beyin kanaması geçirdi. Kaldırıldığı GATA’da kurtarılamayarak, 16 Temmuz 1969’da vefat etti ve Ankara’da defnedildi. Ölüm tarihindeki garip tesadüfe dikkatinizi çekmek isterim; vefat tarihi olan 16 Temmuz 1969’da ABD’nin Kennedy Hava Merkezi’nden havalanan Apollo-11, dört gün sonra aya varacak ve insanoğlu ilk kez aya ayak basacaktır. Sanki bir selamlama gibi, değil mi? Ruhu şad, mekanı cennet olsun…
Yıllar sonra da olsa, bir vefa borcu yerine getirildi ve İstanbul, Kadıköy’de benim de hazır bulunduğum bir törenle, 5 Mayıs 2013 tarihinde heykeli açıldı. Bu törende, o tarihlerde henüz yapımı başlamayan ama yapılacağı bilinen İstanbul’un üçüncü hava limanına “Vecihi Hürkuş” adının verilmesi için imza toplandı ve ben de imza verenlerden biriydim. Yazımın başında da belirttiğim gibi, şimdilerde de onu anlatan film vizyona girdi. Filmde, meslektaşımızın statüsüne neredeyse hiç (sadece bir sahnede Vecihi Astsubayım diye sesleniliyor) yer verilmemesi, jeneriğinde bu konuya hiç vurgu yapılmaması içimi burktu.
Büyüğümüzün, yeni hava limanına isminin verilmesini halen hararetle savunuyor ve istiyorum, ancak bu, statüsü gizlenerek veya en hafif tabirle, fazla göz önünde tutmayarak olacaksa, bunu kınarım. Bir insan, neyse odur. Her insanın mesleği, sıfatı, statüsü onun şerefidir, konuyla ilgili aile bireylerinden ve Tayyareci Vecihi Hürkuş Müzesi Derneği’nden ses gelmesi beklentimi dile getirerek, saygılarımı sunarım.