Hava Kuvvetleri'nde en kariyerli sınıf pilotluktur. Tüm branşlar bir uçağın uçması için konumlandırılmıştır. Bir pilotunda en büyük kariyeri uçtuğu uçuş saatleridir.
Hava Kuvvetleri'nde f-4 de en fazla uçuş saati olan binbaşıyı yada f-16 ile en fazla uçuş saati yapan yarbayı Hava Kuvvetleri tarihini anlatan karargah, müze, dergi vs her yerde görürsünüz ama Hava Kuvvetleri' nin uçurması en zor uçağı c-47 de tarihin en fazla uçuşunu gerçekleştirmiş assubayı Hava Kuvvetleri'nin hiç bir yerinde göremezsiniz!
- Kıdemli Başçavuş Mahmut Şengül'ü saygıyla anıyor, tarihe damga vuran tüm assubaylar ile onur duyuyoruz!...
30-08-1945 Tarihinde Edremit’te doğdum.
1958-1962 yıllarında sırasıyla Edremit sporda ve Galatasaray genç takımında amatör futbol oynadım. Ailemin futbol oynamama müsaade etmemesi dolayısıyla futbolu bırakarak 1962 yılında Eskişehir Hava Astsubay okuluna girdim.
1964 yılında okulu bitirerek Hv. Personel Asb. Olarak İzmir’e atandım.
Unutamadığım anılar içinde 86/87 sezonunda Ankara Cebeci stadında Ankaragücü-Beşiktaş müsabakasında sırtımla Beşiktaş’a gol attım ve maalesef o sezon sonunda Beşiktaş averajla şampiyonluğu kaybederek Galatasaray şampiyon oldu.
1969 yılına kadar İzmir Hava gücünde futbol oynadım 1969 yılın da açılan Hakem kursundan mezun olarak Hakemliğe başladım.
1984-1985 yılında Beynelmilel hakem olarak yurt içi ve yurt dışında birçok üst düzey müsabaka yönettim.
1992 yılında Fenerbahçe müsabakasında jübile yaparak Hakemlik hayatımı sonlandırdım.
1992- 1996 yılları arasında Futbol Federasyonu Merkez Hakem Kurulu üyeliği yaptım.
1996-2012 yıllarında aralıksız Süper Lig Gözlemciliği görevini yürüttüm. 2012 yılında 65 yaşını doldurarak gözlemcilik yaşamımı sonlandırdım.
Tam artık istirahat edeceğimi düşündüğüm sırada UEFA’ nın yeni almış olduğu kararla Mentörlük (3’ ncü ve 2 nci liglerden dikkat çeken Hakemleri Süper lige kazandırabilmek için hocalık) görevini sürdürüyorum.
Evli 2 çocuk babasıyım ve İzmir’de yaşıyorum.
Türk Silahlı Kuvvetlerini sırtında taşıyan, hiyerarşiye saygılı, ülkesine ve orduya sadakatini teri, canı ve kanı ile kanıtlamasına rağmen bizzat kendi kurumlarınca önyargılarla sosyal, ekonomik ve insani haksızlıklara uğratılan emekleri, varlıkları "Ordünaryüs profesör olsan bile assubaysın" diyerek yok sayılmaya çalışılan tek talepleri adalet olan çilekeş mesleğin mensupları Assubaylar...
Nedir bu adaletsizlik, nedir bu önyargı, nedir bu korku?
Korkmayın!…
Bizden korkmayın, korkularınızı biliyoruz!
Uçak bakım subayımızın eline tornavida almadığını, bir vida sıkmayı bilmediğini biz de biliriz, siz de bilirsiniz! Tank yolda kaldığında teknisyen astsubayı çağırmaktan öteye geçmez teknik (!) bilginiz. Gemi komutanı ancak motor odasının temizliğine bakar, dizelin kapağını aç kapa deseniz açıp kapayamaz!
Raporları hazırlarız, beğenmezsiniz, tekrar düzeltiriz imzalarsınız.
Bir üstünüz de sizin düzelttiğinizi beğenmez, tekrar düzeltiriz.
Biz bu ülkeyi seviyoruz, bu cumhuriyetin, Atatürk’ün emaneti demokrasinin, şehit kanları ile sulanmış memleketin aşığıyız. Çabamız bu!
Bizden korkmayın, aynı gemide olduğumuzun fakındayız, korkularınızı yenip bizi anlar, birbirimize ihtiyacımız olduğunu anlarsanız, el ele, omuz omuza verdiğimizde daha güçlü bir Silahlı Kuvvetleri var edeceğimizi biz biliyoruz.
Sizden beklentimiz; bizi ötekileştirmeden, önce insan olduğumuzu fark edip, asla unutmadan yaklaştığınızda her şey daha güzel olacak!
"Hasan Bora USLUER, 2002 ile 2014 yılı sonuna kadar Türk Silahlı Kuvvetlerin de Astsubay olarak görev yapmış ve zorunlu hizmet süresi hitamında görevinden istifa ederek ayrılmıştır. Askerlik hayatı öncesinde 1999-2001 yılları arasında Kocaeli Üniversitesi, Denizcilik Meslek Yüksek Okulu, Güverte Bölümü, Uzak yol vardiya zabitliği eğitimini derece ile tamamlamıştır. Deniz Astsubay sınıf okuluna derece ile girmiş ve Harita Sınıfı eğitimi gereği, Harita Genel Komutanlığı, Harita Yüksek Teknik Okulu, Harita Astsubay Sınıf Okulu Komutanlığına gönderilmiştir. 2002 yılında Sınıf eğitimini tamamlayarak asli görev yeri olan Seyir, Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığına atanmıştır.
Trieste / İTALYA da, 2003-2004 yılı arasında International Maritime Organisation - Uluslararası Denizcilik Örgütü – IMO bağlısı, International Maritime Academy - Uluslararası Denizcilik Akademisi – IMA ‘da icra edilen Elektronik Kartografi, Elektronik Harita Üretimi eğitimini tamamlayan ilk Türk olmuştur. 2005 yılı itibariyle tamamlanıp hizmete sunulmuş olan ilk elektronik seyir haritası üretim ekibinde görev almıştır. 2008 yılında Kamu Yönetimi lisans eğitimini tamamlamıştır. Aynı yıl Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Lisan Okulunda ingilizce eğitimini tamamlamıştır. 2005-2009 yılları arasında Karasuyu ve Kıta Sahanlığı projelerinde Harita çizimi ve teknik danışmanlık görevlerini de ifa etmiştir. 2009 - 2011 yılları arasında İstanbul Üniversitesi, Deniz Bilimleri Enstitüsü, Deniz Politikası dalında yüksek lisansını, Türk Boğazlarında Fenerler ve Sis İşaretlerinin Elektronik Seyir’e Entegrasyonu - Integration of the Lights and Fog Signals to the Electronic Navigation in the Turkish Straits, isimli tezi ile tamamlamıştır. 2011 yılında İstanbul Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Deniz Ulaştırma ve İşletme Mühendisliğinde başladığı doktora eğitimi, tez yazma aşamasında halen devam etmektedir. 2012 - 2013 arasında Uluslararası Hidrografi Örgütü – International Hydrographic Organisation tarafından akreditesi sağlanmış olan, FIG/IHO/ICA B Kategori, Uluslararası Uygulamalı Hidrografi – International Applied Hydrographic Education, eğitimini tamamlamıştır. Kısa bir süre ölçüm görevlerinde, daha sonra Hidrografik Ölçüm Ekip Komutanlığı görevlerinde bulunmuştur. Askerlik hayatı boyunca, Babası Emekli Astsubay Ahmet USLUER’den ve eğitim destekçisi Annesi Sultan USLUER’den çok etkilenmiştir.
Aralık 2014 tarihi itibariyle görevinden istifa ederek, Galatasaray Üniversitesi, Meslek Yüksek Okulu bünyesinde Öğretim Görevlisi olarak göreve başlamıştır. Aynı zamanda, Galatasaray Üniversitesi, Meslek Yüksek Okulu, Gemi Makineleri İşletme Bölümü, Bölüm Başkanı görevini de ifa etmektedir. (bknz.)"
Hasan Bora USLUER, 2002 ile 2014 yılı sonuna kadar Türk Silahlı Kuvvetlerin de Astsubay olarak görev yapmış ve zorunlu hizmet süresi hitamında görevinden istifa ederek ayrılmıştır. Kocaeli Üniversitesi, Denizcilik Meslek Yüksek Okulu, Güverte Bölümü, Uzak yol vardiya zabitliği eğitimin tamamlamış Deniz Astsubay sınıf okulunda Harita Sınıfı eğitimi görerek, 2002 yılında assubay olarak Seyir, Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığına atanmıştır.
Askerlik hayatı boyunca, Babası Emekli Astsubay Ahmet USLUER’den ve eğitim destekçisi Annesi Sultan USLUER’den çok etkilenmiştir.
Aralık 2014 tarihi itibariyle görevinden istifa ederek, Galatasaray Üniversitesi, Meslek Yüksek Okulu bünyesinde Öğretim Görevlisi olarak göreve başlamıştır. Aynı zamanda, Galatasaray Üniversitesi, Meslek Yüksek Okulu, Gemi Makineleri İşletme Bölümü, Bölüm Başkanı görevini de ifa etmektedir.
20 Nisan 1969 yılında Afyon’un Sandıklı İlçesinin Yavaşlar Kasabasında dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladıktan sonra, Sandıklı Endüstri Meslek Lisesi’nde eğitimine devam etti. Liseyi bitirdikten sonra eğitimini İzmir’de sürdürdü.
30 Ağustos 1986 tarihinde Astsubay Sınıf Okulundan Mezuniyetini müteakip, Balıkesir/Edremit, Ardahan/Göle, Kıbrıs, Kırklareli/Vize, Tunceli, Erzurum ve İstanbul illeri ile Kosova’da; İş.Mak.Opr.lüğü, Ks. K.lığı, Tk.K.lığı, ve Ş.Md.lüğü gibi çeşitli görevlerde bulundu. Ayrıca, bölücü terör örgütüne karşı yürütülen İç Güvenlik Harekâtlarına da katıldı. Halen Çanakkale’nin Gelibolu İlçesi’nde ikamet etmekte ve görevini sürdürmektedir.
Üniversite mezunu olan ve İngilizce bilen Hasip SARIGÖZ, evli ve bir çocuk babasıdır. Araştırmacı yazar Hasip SARIGÖZ’ün “Türk’ün Karakterinin Deşifresi” ve “Hepsi Tesadüf mü?” adlı yayınlanmış iki tarih & araştırma kitabı bulunmaktadır. Yazarın yeni kitap çalışmaları devam etmekte olup, ayrıca, çeşitli gazete ve dergilerde Türk tarihi konusunda makaleler yayınlamaktadır.
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
www.izlervegizler.com
https://www.facebook.com/hasipsarigoz
Tel.: 05326859794
Bu Kitap Ne İçin Yazıldı?
3 yılı aşkın özverili bir çalışmanın ardından yayınlanan bu kitap;
Yaptığım çalışmaları, hiçbir çıkar ve hesap peşinde olmaksızın, milletime olan derin sevgi ve muhabbetimin bir sonucu olarak, yine milletimden aldığım büyük güçle; özellikle milletimizin tarih içerisinde oynadığı rolleri esas almak suretiyle, büyük bir emek ve özveri ile kaleme aldım. Sonuçta sizlerin de takdir edeceğinizi ümit ettiğim bu mütevazı eserim “Türk’ün Karakterinin Deşifresi” kitabı ortaya çıkmış ve halkımızın ve özellikle de gençlerimizin beğenisine sunulmuştur.
Şimdiden teşekkür eder, bilgilenilmesini, bilinçlenilmesini ve okurken iyi vakit geçirilmesini dilerim.
Hasip SARIGÖZ
E-Posta: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Web : www.izlervegizler.com
Tel. : 05326859794
Ali Akın, 1967 yılı Ağustos ayında, PTT memuru olan babasının görev yeri Konya/Ereğli’de doğdu.
Aslen Konya/Beyşehir'lidir.
İlköğrenimini Beyşehir Gazi İlköğretim Okulu'nda, orta öğrenimini Beyşehir Alâeddin Ortaokulunda, lise öğrenimini Çankırı Assubay Hazırlama Okulu'nda tamamladı.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı Ordudonatım Okulu'ndaki eğitiminin ardından 1986 yılında Assubay olarak Türk Silâhlı Kuvvetleri'nde göreve başladı.
Anadolu Üniversitesi Kara Kuvvetleri Meslek Eğitimi Bölümü'nden onur belgesiyle mezun oldu.
Yurt içi ve yurt dışında Assubay olarak çeşitli görevlerde bulundu.
Ali Akın, ilk şiirlerini ve hikâyelerini on dört yaşında, kaza sonucu kırdığı sınıf camını taktırabilmek için yazar.
Okul müdiresi camın takılması için kendisine üç gün süre tanımıştır.
Babasının duymasını istemediği bu olayı kendisi halledecektir.
İhtiyacı olan parayı kazanabilmesi için tek sermayesi, duygularının kalemine taşıdığı hikâye ve şiirleridir.
Hikâyelerini ve şiirlerini tel zımba ile defter sayfalarından oluşturduğu küçük kitapçıklar haline getirir.
Bu kitapçıkları; kira karşılığında okul arkadaşları arasında elden ele dolaşır.
Aynı gün camın parası tamamlanır. Cam yerine takılır.
Artık kitapçıkları arkadaşları arasında ücretsiz olarak özgürce elden ele gezmektedir.
Hikâye ve şiirleri, 2008 yılında emekli olduktan sonra çeşitli dergilerde yayınlandı.
Yazarlık öteden beri içimde var olan, en seçkin tutkum.
Okumayı öğrendiğim ve kitaplara kavuştuğum günlerden bu yana yazarlığı; dünü, bugünü ve yarını üretebileceğim, hudutsuz ve doğurgan bir toprak olarak gördüm.
Bu toprağı; para edeceğini düşündüğüm şeylerle değil, paha biçilemez kutsal değerlerimle işledim.
Yazma tutkumu gerçekleştirirken keyfetmek bir yana, hüzünle sendelediğim anlar çoğunluktadır.
Yazar olabilmenin bedeli her neyse, seve seve ödemeye gönüllü yaşıyorum doğrusu.
Okur ile eser arasında, acıyı çekinmeden söyleyen gerçek bir dostluk kurmaya çalışır, okurda; bir takım kalıcı hisler bırakabilmeyi düşlerim.
Gündelik yaşantımda olduğu gibi kitaplarımla da, insanlara menfaat maksadıyla değil, sevgi ile erişmeye çalışan bir insanım.
Beni en şiddetli derecede kederlendirenler, “ kitap okumayı sevmiyorum,’’ diyen insanlar oldu hep.
Yazarlığım hakkında hüküm verme yetkim yok!
Okurun hükmü kadar yazarım.
Ben kitaplarımı; Tanrı’nın dergâhında birer im bırakacağına iman ederek, yüreği büsbütün iyilik ülküsüyle çarpan insanlara adadım.
Cep telefonumuza gelen mesajı genelde mekanik bir ses haber verir…Gelen haber iyi de olsa, kötü de olsa aynı mekanik uyarıyı alırız…
Şubemiz üyesi Emekli Hv.Kd.Bçvş. Bilmem kim hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi yarın öğle namazını müteakip kılınacak cenaze namazından sonra bilmem ne mezarlığına defnedilecektir. Ailesine ve camiamıza baş sağlığı dileriz… Taziyeler için telefon…
Bir hüzün duyarız, yakından tanısak da tanımasak da!
Yakından tanıdıklarımızın acısı bir başka olur… En çok da çektiklerini bildiğimiz için, “vay be “ deriz… “Sonunda onu da aldı kara toprak!”
Kayhan BAYDUR Abimiz 1934 doğumlu… 1956 yılında Teknisyen astsubay olarak göreve başlar, astsubay hastalığına, yani mide hastalığına yakalanır, sınıf değiştirmek zorunda kalır… Personelci olur, ama asıl mesleğini özler, bir türlü adapte olamamıştır. Kendi içinde çelişki yaşar, 1974 yılında 3. derecenin birinci kademesinden emekli olur.
Emekli olduktan sonra gerek ekonomik zorluklar, gerekse evde oturmak onu sıkar, bir süre bakkal işletir Muğla’da… Ondan da vazgeçer.
MUĞLA TEMAD Şubesi açıldıktan sonra ilk üye olanlardandır. Bastonuna dayanarak gelip ilk aidat ödeyenlerden ve de her etkinliğe, her milli bayrama canla başla katılan büyük çınardır.
Eşinin ciddi sağlık sorunları ile uğraşır bir yandan da… Eşi onun yardımına muhtaç durumdadır. Şikayet etmez, tevekkülle hayata katlanır.
Güzelbahçe’de oturan evlatları onlara yakın olabilmek, yardım edebilmek adına yakınlarından ev alırlar birkaç ay önce.
Belki de desteğe muhtaç eşini emin ellere teslim edince, yorgun yüreği durur.
Hep umutla, hep mücadele ile, hep zorluklarla geçen bir ömür sona erer.
Umalım ki gittiği yerde huzur bulsun, mekanı cennet olsun!
Hayatından kim bilir kaç roman, kaç hikaye çıkardı… Sizin, bizim, hepimizin olduğu gibi!
Yukarıdaki resme bakınca insanın aklına rahmetli Abdurrahim KARAKOÇ’un şiiri geliyor…
Yıllarca bir tapu meselesi için mahkemeye gidip gelen vatandaşın mahkeme hakimine feryadı sanki bizim astsubay sorunlarını anlatır gibidir…
Gene tehir etme üç ay öteye,
Bu dava dedemden kaldı hakim bey,
Otuz yılda babam düştü ardına,
Siz sağ olun, o da öldü hakim bey!Canıma tak dedi, buraya gel git,
Bini geçti burda yediğim zılgıt,
Eğer ki diyorsan bana ne, öl git,
Oğlumun bir oğlu oldu hakim Bey,
Kayhan Abi ile aynı karede bir küçük çocuk var… Kayhan Abi, hakkın rahmetine kavuştu ama kim bilir, belki de bu genç kardeşimiz günü geldiğinde bu davayı sırtlayıp götürecektir.
Bu gün temsil makamında olanlar, ya da olmayanlar, sorunlarımızla ilgilenen herkesin birazcık Kayhan Abiye ve onun gibilere vicdan borcu yok mudur?
Elini vicanına koyup birazcık düşünüp, daha sorumlu davranmamız gerekmez mi?
FUTBOLA ADANMIŞ DESTANSI BİR ÖMÜR: FETHİ DEMİRCAN
Özellikle Hülya Avşar ile olan evliliğinden tanıdığımız ama aynı zamanda Yüzme Milli Takımı kaptanlığına dek yükselme başarısı göstermiş bir sporcu olan Kaya Çilingiroğlu, Fethi Demircan’ın kendisini futbol konusunda nasıl keşfettiğini şu sözlerle anlatıyor:
Kaya Çilingiroğlu, Fethi Hoca’nın o dönemki futbol anlayışını çok net bir şekilde özetlemiş. Hocamızın yıldız avcılığı ise bu örnekte görüldüğü gibi gerçekten de dikkate değer nitelikte.
Ertuğrul Sağlam da futbolculuğu dönemlerde yolu Fethi Demircan ile kesişenlerden birisi. Gaziantepspor, Samsunspor, Beşiktaş ve milli takımdan tanıdığımız golcü futbolcu Ertuğrul Sağlam, ilerleyen yıllarda, çok başarılı bir teknik direktör olmayı da başardı. Özellikle 2009–2010 sezonunda Bursaspor’u şampiyon yapması ve spor kamuoyuna beşinci büyük olarak takdim etmesi ile ünlendi. Kendisine sorulan “Futbolcuyken idolünüz kimdi? Teknik direktör olarak kimi örnek alıyorsunuz?” sorusuna verdiği yanıt gerçekten önemli tespitler içeriyor:
Teknik direktör olarak örnek aldığımız, bir şeyler öğrendiğimiz antrenörler oldu. Ben, dünyanın çok önemli antrenörleriyle çalıştım. Bunların arasında Cristoph Daum, Feldkamp, Fatih Terim, Rasim Kara, Özkan Sümer, Fethi Demircan, Bülent Ünder, Erdoğan Arıca gibi isimler var. Bunlar çok önemli isimler. Onlarla çalışmak benim için bir şans oldu. Futbolcu olarak baktığımız zaman ise bizim zamanımızın önemli oyuncuları arasında Cemil Turan, Zekeriya Alp, Yasin Özdenak, Ali Kemal Demirci vardı. Bunlar bizim için önemli oyunculardı.
Eski milli kalecilerimizden birisi olan ve aynı zamanda Samsunspor’un efsane kadrosunda kendisine yer bulan Fatih Uraz da Fethi Demircan’ın hakkını teslim edenlerden. Büyük takımlara, inatla kafa tutan ve şampiyonluk yolunda ben de varım diyen, geçmişin unutulmaz destanı Samsunspor’un; nerelerden gelip o yükselişi nasıl yakaladığını ibretlik sözcüklerle anlatıyor. Sihirli dokunuşuyla fark yaratan Fethi Hoca’yı da onurlandırıcı sözlerle yâd ediyor:
1983 senesinde kulübe geldiğimde ortam fecaatti. Kadro çok kalabalıkken daha sezon açılmadan rahmetli Nuri Hoca, Mehmet Babalık derken Şükrü Esat Goran ile lige başladık. İnanılmaz bir kargaşa, çok başlılık vardı kulübün içinde ve dışında. Genel kaptanlar o dönem hayli yetkiliydi ama devre arası gelene ve Fethi Demircan teknik direktörümüz olana değin Samsun’da futbol oynamak kolay değildi. Kadro iyi, seyirci sabırsız, para ganimetti ancak çok başlılık olduğu gibi, senelerden beri orada oynayan futbolcularla yeni transferleri harmanlamak, kadroyu oturtmak ve uyum sağlamak vakit aldı.
1973 yılında Elazığspor ile başlayan teknik direktörlük kariyerini 2008 yılına kadar sürdüren Fethi Demircan, bu tarihten sonra, yaşadığı Kadıköy bölgesindeki bazı futbol kulüplerinde, danışman hoca olarak, zaman zaman hizmet etmeyi sürdürmüştür. Teknik direktörlük kariyeri 35 yıl gibi uzun bir süreyi kapsamaktadır. Bu süreçte Galatasaray gibi bir büyük takımı çalıştırmanın yanında, milli takımlarda da görev almış, kimi zaman başarıları ile kimi zaman ise kısmi başarısızlıkları ile isminden söz ettirmiştir. Kocaelispor, Bursaspor ve özellikle de Samsunspor dönemlerinde ses getiren işlere imzası atmıştır. Sadece süper ligde görev yapma lüksüne kapılmamış, alt liglerde de ülke futboluna hizmet etmeyi erdemli bir vazife saymıştır. Kent takımı, kasaba takımı ve hatta semt takımı demeden ülkemizin pek çok coğrafyasında futbol yıldızları yeşertmiştir. Tanju Çolaklara, Fatih Terimlere, Ünal Karamanlara, Ertuğrul Sağlamlara uzanan geniş bir otobanın başlangıç noktası olmuştur.
Ne Avrupa Kupalarında başarısı vardır ne de Süper Ligde kazanmış olduğu bir şampiyonluk. Hatta birkaç kez kazandığı ikinci lig şampiyonluğu, üçüncü lig şampiyonluğu ve Türkiye Kupası gibi kupalar haricinde somut başarılarını bulmanız neredeyse imkânsız. O yüzden, bazıları Fethi Demircan’ın futbol ömrünün ne derece destansı olduğu konusunu tartışılır bulabilir. Öyle ya ülke insanı olarak hepimiz kâğıt üstünde görülen başarılara inanmaktayız. Mesela Fatih Terim, milli takımı Avrupa Şampiyonasına götürdüyse ve hatta orada çeyrek final oynattıysa çok başarılıdır. Fakat aynı Fatih Terim, kısa bir süre sonra, Galatasaray’ı şampiyon yapamadıysa, hatta üçüncülük ötesi bir sonuçla ligi bitirdiyse, oldukça başarısızdır. Başarı anlayışımız, anlıktır, dönemseldir, geçicidir. Yitip gidicidir. Genele değil, koca bir kariyere değil; sadece yaşadığımız o ana yöneliktir. İşte böyle durumlarda Fethi Demircan gibi bir ismi, hak ettiği yere oturtmak çok zordur. Oysa futbolun beşiği İngiltere’de on yıllarca hocalık yapan sıradan isimler vardır. Kâğıt üstündeki başarılara ya da anlık başarılara bakılmaksızın çok uzun süre kulüplerine hizmet verirler. Onların başarısı, devamlılık sağlamalarıdır, altyapıya değer vermeleri ve oralardan yetenekli yıldızlar çıkartabilmeleridir. İsimleri duyulmasa bile onlar, o ülkenin futbolunu sanayileştiren, üretken kılan usta ellerdir. Büyük çarkın görünmeyen dişlileridir. Ne yazık ki bizim ülkemizde böyle kalıcı işleyişler pek yoktur. Bir kulüpte öyle ya da böyle bir yılı tamamlayabilen teknik direktör el üstünde tutulmaktadır. Bütün öngörülerimiz, bütün ufkumuz bir yılın ötesine geçmez, geçemez…
Böyle bir futbol anlayışına sahip ülkede 35 yıl hizmette bulunabilmek, tüm olumsuzluklara direnebilmek ve hatta hiç umulmadık yerlerde büyük başarılar kazanıp isminden söz ettirebilmek her babayiğidin harcı değildir. Büyük kulüplerin yanaşması olarak yaşamak ve emredildiğinde iş başı yapmak yerine, idealler yeşertip o ideallerin peşi sıra koşmak, Anadolu kulüplerinde destansı direnişler yaratmak; fark isteyen, yürek isteyen, cesaret isteyen bir iştir. Fethi Demircan ismini, sıra dışı yapan işte bu anlayıştır. Onun görev aldığı her takım, mutlak surette umuda yolculuk yapmayı başarmış bir takımdır.
Çamurlu, çorak sahalardan yeşil çim sahalara yükselen, duşu olmayan soyunma odalarından, modern spor tesislerine kavuşarak çağ atlayan Türk futbolunun ara neslidir Fethi Demircan nesli. Mahalle maçı anlayışından uluslararası modern futbol anlayışına terfi etmemizi sağlayan yürekli bir nesildir. Kendilerini, kariyerlerini feda edip, hedeflerini yüceltmişlerdir. O hedefler ki bir sonraki neslin patlama yapmasına vesile olmuş, o hepimizin çok sevdiği anlık başarıların gelmesini sağlamıştır. Anlık başarıları kalıcı kılmak ise yeni Fethi Demircanlar ister. Fatih Terimlerden, Mustafa Denizlilerden, Şenol Güneşlerden, Ertuğrul Sağlamlardan, Aykut Kocamanlardan, Yılmaz Vurallardan, Güvenç Kurtarlardan el alıp daha yürekli başarılar kazanacak genç ve cesur isimler ister. Ülke futboluna hizmet için kendini feda edebilecek destansı adamlar ister…
Mütevazı başarıları ile tanıdığımız Fethi Demircan, büyük başarılara imza attığını gördüğümüz o büyük hocaları yetiştiren bir neslin çocuğudur. O yüzden denebilir ki işin görünen kısmından çok görünmeyen, fark edilmeyen kısmına bakmamız gerekir. Şampanya ile kutlama yapılan yerlerde değildir, ince işçiliğin olduğu yerlerdedir Fethi Demircan. Gencecik bir futbol filizini sulayıp yeşertme işindedir.
Türk futbolundan Fethi Demircan isimli bir hoca geldi ve geçti. İzler bıraktı, anılar bıraktı, başarılar bıraktı… Futbolu seven, futbola inanan çocuklar bıraktı. Geçmişten geleceğe uzanan umutlar bıraktı. Yıldızları biriktirdi, yarınlar için güneşler bıraktı.
Onurla ve gururla yâd edilecek hatıralar bıraktı…
Sözün bittiği yerde diyeceğimiz son şey budur işte…
Denizgücü futbol takımının eski çalıştırıcılarından Ali Yaşar hocamızın aracılığıyla, Fethi Hoca’ya ulaştığımda oldukça heyecanlıydım. Önce derdimi e-posta yoluyla anlatmaya çalıştım. Fakat akıcı bir iletişim kurmayı başaramadım. O yüzden, kısa bir süre sonra, İstanbul’a doğru yola koyuldum. Nihayetinde, 24 Ekim 2013 günü öğleden sonra, saat 3 için sözleştik. Kadıköy Çarşısı’nda Denizyıldızı isimli hoş bir balıkçı lokantasında buluşacaktık.
Milli Takımı, Galatasaray’ı ve daha nice Anadolu takımını çalıştırmış olan Fethi Hoca’yı görür görmez tanıdım. İlk kez yüz yüze gelmenin telaşına kapıldım. Kelimenin tam anlamıyla, karşımda ihtiyar bir delikanlı duruyordu, hem de hiç abartısız. Dinçti, diriydi, canlıydı. Yetmiş yaşını aşmış olmasına rağmen kırklı, ellili yaşlarda görünüyordu. (Bu röportajdan yaklaşık bir ay sonra bir kalp ameliyatı geçirmesine oldukça şaşırdığımı da söylemeliyim.)
Tokalaşma ve tanışma faslından sonra işi sözcüklere bırakmaya başladık.
“Neden beni yazıyorsun?” sorusu geldi önce. Bu işten para mı kazanacaktım ya da başka bir beklentim mi vardı? Açık ve net bir şekilde sorulmuştu soru, cevap da aynı açıklıkta olmalıydı. Kendisinin önemli bir isim olduğunu söyledim ilk. Hani büyük şampiyonluklar, dev kupalar kazanmasa da Türk futbolunda derin izler bırakmış, kalburüstü hocalardan birisi olduğunu belirttim. Sırf bunun bile benim için ilgi çekici olduğunu söyledim. Sonra ekledim,
“Herkes büyük takımlarla şampiyonluklar yaşayan, gündemde ve popüler olan kişilerin hayatını yazabilir. Fakat mütevazı başarılarla futbola hizmet veren ve aslında futbolumuza göründüğünden çok daha fazla emek ve alın teri harcayan sizin gibi değerli insanları yazmak kolay kolay kimsenin yapacağı bir iş değildir. Ben bu yolu seçtim. İnanıyorum ki okuyucular, Türk futbol tarihine nakış gibi işlenen efsanevi Samsunspor’un öyküsünü başlatan adamı hatırlamaktan, öğrenmekten büyük zevk alacaklar.
İşin bir diğer kısmı ise sizin kökeninizin assubay olması… Yani assubaylık mesleğinden sonra, kendinize yepyeni bir hedef ve ideal seçerek yola koyulmuş olmanız. Yeni bir başlangıç yapabilecek cesareti göstermeniz. İşin sonunda da iyi bir kariyere ulaşmanız. Takdir edilir bir başarı çizgisi yakalamanız. İşte bu; bizler için umut kapısı demek, direnç demek. Siz, şimdiye dek gönlündeki sevdalara yelken açamamış, askeri kanun ve kurallar ile mecburi hizmet yükümlülüğü arasında sıkışıp kalmış veya emekli olduğunda her şey için geç kaldığını düşünmekte olan nice assubaylar için sembol isimlerden birisisiniz. Sizin neler başardığınızı gören meslektaşlarım, demek ki istenince oluyormuş düşüncesiyle, gönüllerinden geçen mesleklere ilgi duymaya devam edecekler. Zamanı geldiğinde de yeni başlangıçlar yapabilme kuvvetini kendilerinde bulacaklar. Hem dışarıyla, yani sivil dünya ile hem de yürekleriyle iletişim halinde olacaklar. Hangi alanda, hangi meslekte olursa olsun, sizin yaşam öykünüz onlara umut aşılayacak. Direnme ve çabalama gücü verecek. Yüreğinin sesine kulak verenler için bir tür Anka Kuşu Efsanesi olacaksınız.
İşte benim bu işten çıkarım bu…”
Sevgili Fethi Hocam, bu sözler sonrasında duygulandı elbette. “Assubay olmaktan her zaman onur duydum. Assubaylığım; gurur kaynağımdır, şeref duyuyorum” sözleri serpiliverdi dudaklarından, coşkuyla…
Sonrasında karşılıklı konuşmalarımız devam etti. Yazımda karanlıkta kalan bazı noktaları sordum öncelikle. Notlarıma bakarak, assubaylık dönemi ile ilgili bilgileri aldım. Kore’de ve Kıbrıs’ta görev yaptığı yılları sordum. Okuduğu askeri okulu sordum. Sonra da futbola ilişkin sorular geldi art arda. Öyle ya Fatih Terim’e, Tanju Çolak’a, Güvenç Kurtar’a, Ertuğrul Sağlam’a ve daha nicelerine hocalık yapmış bir teknik direktör vardı karşımda…
Nihayetinde, aramızda geçen konuşmaları özetleyecek küçük röportajımız çıktı ortaya.
Aydın Kulak
(Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek alıntılanmasında/kullanılmasında bir sakınca yoktur.)
NOT–1: Kaynakça, uzun bir yer kaplaması nedeniyle e-kitap içine dâhil edilmiştir. İlgilenenler e-kitabın sonunda yer alan Kaynakça bölümünü inceleyebilirler.
NOT–2: Bu yazı, internet üzerindeki çeşitli basın-medya sitelerindeki ve özellikle Milliyet Gazete Arşivi’ndeki haber, yazı, bilgi ve yorumlardan derlenerek hazırlanmış ve yazar tarafından yorum ve değerlendirme yapılmıştır. Aynı zamanda Sevgili Fethi Demircan Hocamızın anı, bilgi ve değerlendirmeleri de dikkate alınmıştır. Yani bu yazı bir tür derleme, inceleme, değerlendirme ve yorumlama çalışmasıdır.
NOT–3: Yazı dizisinde yer alan resimler, haber amaçlı olarak, çeşitli internet sitelerinden temin edilmiştir.
Emrullah ÖZDEMİR adını ilk kez SON KAĞAN isimli roman ile duymuştum. Emekli bir Deniz Assubayı olarak muvazzaf bir meslektaşımın, Assubay olarak mesleki ve yaşama dair zorlukların içinde bir roman yazıp yayınlamış olması beni hayli heyecanlandırmış ve gururlandırmıştı.
Son Kağan'ı Kitap Yurdu (1) İnternet sitesinden sipariş etmiş bir solukta okumuştum. Kitabı okumadan önce yalnızca bir meslektaşımın kitap yazmasından kaynaklanan gururum ortaya çıkan eser nedeniyle ikiye katlanmıştı. O günlerde kitap yurdu sitesine şu yorumu yazmıştım;
Gerçek ile gerçeküstünün mükemmel bir şekilde harmanlandığı bir roman. Güncel konularla iç içe, neden olmasın dedirtecek kadar sizi içine alan, Ulusal bilinç ve gururu okşayan bir yapıt. Tam Bağımsızlık bilincinin önemine güçlü vurgularla bir solukta okunacak bir kitap. Teşekkürler Emrullah ÖZDEMİR.
Gerçekten içerdiği mesajlarla Milliyetçilik ve Tam Bağımsızlık kavramlarını ilmek ilmek işleyen ülkemizin ve insanımızın içinde bulunduğu duruma dikkat çeken bir roman okumuş ve hayli keyif almıştım.
Emrullah ÖZDEMİR, ikinci romanım TOMRİS'i yayına hazırlıyorum dediğinde ve kapak tasarımı örneklerini sosyal medyada yayınlayarak meslektaşlarımızın beğenisine sunduğunda heyecanla romanın yayınlanmasını bekledim.
Dağıtım başlar başlamaz yine Kitap Yurdu (2) sitesinden bir adedi kendime ve iki adedi hediye edilmek üzere üç kitap sipariş ettim.
Kitabı alır almaz soluksuz okudum.
Yine mükemmel bir kurgu ve tarihi belgelerle güçlendirilmiş bir romanla karşılaştım.
Kitabı temin ettiğim siteye şu yorumu gönderdim;
Bir solukta okunup bitirilen bir kitap TOMRİS. Hem bizlere hem de Ülkenin en tepesindeki yöneticilerden, her kademedeki yöneticisine ve sokaktaki insana kadar herkese ibretlik ÖĞÜTLER içeren mesajlarla dolu. Tarihi kitapları sıkıcı bulanlara bile tarihi sevdireceğine inandığım bir eser. Kadının günümüzde ve tarihsel köklerimizin yaşamında, toplumdaki yerinin tarihsel kaynaklarla da desteklenerek sorgulanmasına neden olacak bir roman. Ülke yöneten Savaşçı TOMRİS'lerden ikinci plana atılan, ben bilmem BEYİM bilir diyen Türk Kadınına nasıl geldiğimiz sorusunu bu kitabı okuyan, kadın, erkek herkes biribirine sormalı. Değerli meslektaşlarımızın eşine dostuna gururla hediye edebileceği bir kitap.
Bu kitap mutlaka okunmalı, okunması için tavsiye edilmeli.
Kim bilir belki de çevremizdeki bastırılmış TOMRİS'lerin açığa çıkmasına bir nebze olsun katkımız olur.
Kitaptan alıntıladığım Birkaç paragrafı sizlerle paylaşmak isterim;
İnsan dediğin işte böyle oğul! Hırs ve kıskançlık gözünü kör ettiyse, bir çocuğun bile yapmayacağı hataları yaparsın. Bu yüzden devletini milletini yüce kılanlar her zaman hırsına ve kibrine hakim olanlardan çıkmıştır.(Sayfa 102)
Pers Kralı Kirus'tan danışmanı ve eski Lidya Kralı Karun'a; "Lidya ile yaptığım savaşta sen ve askerlerin için en büyük varlığınız altınlarınızdı. Yalnızca altınlarını korumak için savaşan insanları yenmek hiç zor değildir. Onlara daha fazla altın vaad ettiğinde kolaylıkla saf değiştirebilirler.
Ancak yakın zamanda savaşacağımız Türkler için tek bir hazine vardır, o da ÖZGÜRLÜKLERİ. Ve onların sayısı ne kadar az olursa olsun bu hazineyi ele geçirmek için normal bir ordu asla yeterli olmaz."(Sayfa 140)Tomris; “Taşıdığımız canlar, yurdumuz tehdit altında oldukça hepimize yüktür”. (S:182)
Ne dersiniz, çağlar öncesinden verilen bu mesajlar hala ne kadar güncel değil mi?
Yazar Emrullah ÖZDEMİR'in tanıtım yazısı ise şöyle;
Romana adını veren Tomris Han, M.Ö. 6. Yüzyılda yaşamış ve Saka (İskit)Türk Devletine hükümdarlık etmiş Türk tarihinin önemli şahsiyetlerindendir. Tarihçilerin birçoğu tarafından büyük Türk Hakanı Alp Er Tunga Han’ın torunu olarak kabul edilen Tomris Han’ın Türk Tarihindeki önemi; Türklerin İlk Kadın Hükümdarı olması bir yana, neredeyse hepsi kadınlardan oluşan küçük bir ordu ile dünyanın o dönemin süper gücü olan Pers İmparatorluğuna karşı elde ettiği akıl almaz zaferdir.
“Tarihin Babası” olarak bilinen Yunanlı Tarihçi Heredot’un kitaplarında övgüyle bahsettiği, Orta Asya Türk Devletlerince Tomris Ana olarak tanınan ve benimsenen bu yüce şahsiyet maalesef ülkemizde yeterince tanıtılmamıştır. Bu alanda gördüğüm gereklilik üzerine ve Türk kadının ne denli yüce bir karaktere sahip olduğunu bir kez hatırlatmak amacıyla bu romanı kaleme almış bulunuyorum. Ayrıca lise kitaplarında ve Türk Gençliğinin dimağında ağıttan öte gidemeyen Büyük Türk Hakanı Alp Er Tunga Han’ı da bu romanda oldukça detaylı bir biçimde ve özgün bir bakış açısıyla anlatmaya gayret ettim.
Türk Kadının toplumdaki yerinin ve öneminin bir kez daha vurgulanması toplumsal gayesiyle yazdığım ve “Türk Dünyası Kadınlarına” ithaf ettiğim bu romanın amacına ulaşması temennisiyle…
Kitapla ilgili tek olumsuz eleştirim ise yayın aşamasında yayınevinin yazım ve dilbilgisi hataları konusunda profesyonel desteğinin yetersiz kaldığı bazı bölümlerde anlam kaymalarına bile neden olabilecek hataların olması idi. Not alabildiklerimi yazara bizzat ilettim. Umarım ikinci baskı titiz bir çalışma ile kusursuz çıkar.
Teşekkürler, Tebrikler Emrullah ÖZDEMİR, Yolun açık olsun.
Halil ERGENLİ
E.Dz.Asb.
Temad Muğla İl Başkanı
2001 yılının başlarında Fransa Ulusal Meclisi’nde Türkiye’yi üzecek bir kanun tasarısı kabul ediliyordu. Türkiye ile Ermenistan arasına nifak tohumları sokmak ve ondan beslenmek isteyen kapitalist dünya, Fransa aracılığıyla bunu başarıyordu. 1915 yılında vuku bulan olayların bir soykırım olduğu o meclis tarafından kabul ediliyordu. Tarihsel acıların yaşanmasına vesile olanlar, şimdi de o acıları, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmanın dayanılmaz hafifliği içindeydiler. İşte tam da o günlerde Türkiye’de Hürriyet Gazetesi’nin internet sitesinde sıra dışı bir haber yayınlanıyordu. Kin ve nefret tohumu sepeleyenlerin tam aksine, bu haber tamamen barış ve dostluğa hizmet ediyordu. Haberin konusu İstanbulumuzun güzide bir semt kulübü olan Taksimspor’du.
Bu güzide kulüp, eski İstanbul’un dost yüzünü simgeleyen ve belki de Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürel dokusunu temsil ettiği söylenebilecek nadide bir simge gibiydi. O muhitte yaşayan Ermeni, Rum, Türk ve Musevileri sporun dostluk ve kardeşlik bağıyla birbirine bağlayıp sıkıca sarmalayan bir yapısı vardı Taksimspor’un. Kan bağları, kardeşlik bağları; İstanbul ve Türkiye sevgisi üzerineydi. Kulübün Başkanı Ermeni’ydi ama ona tesisler kazandıran bir Türk siyasetçi idi. Dönemin Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül!
O tarihlerde altmışıncı yaşını kutlayan kulübün hocalığını ise Fethi Demircan yapmaktaydı. Hem de beş kuruş para almaksızın. Tam anlamıyla bir gönül hocalığıydı yaptığı… Türk futboluna Lefter’i kazandıran, göğsünde Türk bayrağıyla ringlerde boks yapan Garbis Sakaryan’ı bize bahşeden ve daha nice sporcuların doğumeviydi Taksimspor. O haberin içeriğinde yer alan röportajında, kulübün başkanı Garo Hamamcıoğlu, bakın neler söylemekteydi:
Bayrağım ve toprağım Türkiye. Burada doğdum, burada büyüdüm. Futbol oynadım, iş sahibi oldum. Her şeyimi Türkiye Cumhuriyeti devleti sayesinde yaptım. Kendimi Ahmet'ten Mehmet'ten farklı görmedim. 10 Ermeni arkadaşım varsa, 100 tane de Türk var. Beni ben yapan Türkiye'dir. Soykırım huzursuzluğu, özellikle yurt dışında Fransa ve İngilizlerin politik çıkarları doğrultusunda çıkartılan abuk sabuk şeyler. Bizde isimler değişiktir, ama insanlık aynıdır. Türk insanını iyi tanımadıkları için yangın yaptılar. Ama bundan er veya geç döneceklerdir.
Derler ki mazisi oldukça eski olan Taksimspor’un öyküsünü en iyi anlatan efsane, Tenekeci Garbis’in efsanesidir. Babası teneke soba atölyesinde çalıştığı için bu ismi takmışlar Garbis’e. Taksimspor dâhil çeşitli İstanbul kulüplerinde forma giyen ve 1950–53 yılları arasında milli takımda da yer bulan Garbis İstanbulluoğlu, bu dönemlere ait bir fotoğrafının olmamasına çok üzülmekteymiş. Özellikle de ay yıldızlı formayı giyerken çekilmiş bir resminin olmaması onu oldukça hüzünlendirirmiş. İstanbul’u adının bir parçası yapacak denli bu toprakları seven Garbis, Türk Milli Takımı formasıyla beş müsabaka oynamış bir futbolcu. Forvet hattında oynadığından, güzel golleri de var ay yıldızlı formayla attığı. Hele ki 1953 yılında, İsviçre’yi, İsviçre’de 2–1 yendiğimiz maçta iki golün sahibi de Tenekeci Garbis olunca, onun ille de ay yıldızlı formayla çekilmiş bir resim arzulaması, çok daha anlamlı hale geliyor. 1989 yılında, bu arzusunu gazeteci Cem Atabeyoğlu’na iletmiş, Atabeyoğlu da 1950 yılında Türkiye-Yugoslavya müsabakasında çekilmiş bir fotoğrafını bulmuş, takdim etmiş kendisine. Tenekeci Garbis, bu fotoğrafa o kadar çok sevinmiş ki mezarına mutlaka o fotoğrafının konulmasını istemiş. Böyle bir vasiyette bulunmuş yakınlarına. 1994 yılında vefat ettiğinde, mezarında haç ve ay yıldız işte bu şekilde bir araya gelmiş. Taksimspor ruhunu taşıyan haç ve ay yıldızın birlikteliği, kardeşliğin ve dostluğun bir nişanesi olarak mezarında şimdi bile mevcutmuş. Bazı sıra dışı insanların yaşam öyküsü bile kine, nefrete karşı dimdik durabiliyor. Ne mutlu Tenekeci Garbis olabilenlere.
Türk futbolunun ordinaryüsü olarak bilinen Milli Takımın ve Fenerbahçe’nin efsane ismi Lefter Küçükandonyadis de Taksimspor’un bize armağan ettiği yeteneklerden birisi. 1940’lı yıllarda burada futbola başlamış Büyük Lefter. Maç başına 25 kuruşla başlamış profesyonel futbolculuğa. İlk milli golünü de Yunanistan’a karşı atmış.
Bu güzide kulüp, daha başka nice isimler kazandırmış futbolumuza. Altmışlı yıllarda birkaç kez Galatasaray kalesini koruyan Yervant Balcı ile yine G. Saray’da forma giymiş Varujan Arslanyan da bu kulübün yetiştirdiklerinden. Hatta Çilli Mehmet olarak tanıdığımız Galatasaraylı Mehmet Özgül de Taksimspor’un genç takımında yetiştirilen isimlerden.
Başkan Garo Hamamcıoğlu da Taksimspor’dan Sarıyer kulübüne geçmiş ve orada uzun yıllar futbol oynamış bir isim. "Şimdilerde spor yazarlığı yapan Onur Belge, Metin Türel, Hayri Ülgen, Minas Ara gibi birçok isim bizden yetişti. Türk futboluna damgasını vurmuş bu isimler bizim gururumuzdu." diye anlatıyor Başkan Hamamcıoğlu.
2007 yılında suikast sonucu öldüren Agos gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink de bir dönem (1982–83) top koşturmuş Taksimspor’da. Zaten Taksimspor’un adı belki de son kez onunla hatırlanmış necip Türk basınında. 2007 yılının Ocak ayında Hrant Dink’in anısına Feriköy Stadı’nda Kadırgaspor ile yaptığı müsabaka nedeniyle konu olmuşlar. Taksimspor beyaz formayla, Kadırgaspor ise siyah formayla maça çıkmış, Hrant’ın hüznünü paylaşmışlar beraberce.
1940 yılında kurulan Taksimspor’un kuruluş öyküsü de kardeşlik üstüne. Ermenilerin kulübü Nor Şişli zor günler yaşamaktadır, o dönemler. Galatasaray kulübünden ayrılanların kurduğu Ateş Güneş kulübü ile Kale spor kulübü de yokluk içindedir Nor Şişli gibi. Üç kulüp, bu zor dönemlerinde birleşerek yola devam etme kararı alırlar. Böylece üç takımın birleşmesiyle Taksimspor çıkar ortaya. Yani kuruluş aşamasında bile Türk-Ermeni dayanışması ve dostluğu söz konusudur. Renklerinin sarı-kırmızı olması dahi, biraz Galatasaray’ı çağrıştırmaktadır. Zaten formasındaki kırmızı elips fon üzerinde sekiz sarı çizginin temsil ettiği güneş işareti de Galatasaray’dan ayrılanların kurduğu Ateş Güneş kulübünü yansıtmaktadır.
Taksimspor Kulübü, 1966–67 sezonunda Profesyonel Mahalli Lig şampiyonluğu sonrası, Türkiye İkinci Liginde mücadele etme hakkı kazanır. En büyük başarıları budur. Fakat şanslarını iyi kullanamayınca, (1967–68 sezonu Beyaz Grupta yirminci ve sonuncu oldu) bir alt lige düşerler. 1968–1974 arasında Üçüncü Lig’de mücadele verir ve en sonunda yeniden amatörlüğe düşerler. Mahalli Lig Şampiyonu olduğu sene (1966–67) kadrosunda 16 Ermeni ve 9 Türk oyuncu barındırmakta olan Taksimspor, Fethi Demircan’ın gönüllü hocalığı döneminde de amatör ligde oynamaktaydı.
Taksimspor’un 1963 yılı Profesyonel Mahalli Lig şampiyonluğu kadrosunda tanıdık bir isim de yer almaktaydı. Şimdilerde spor yazarlığı yapan ve hatta TSYD Başkanlığı görevinde de bulunan Onur Belge, o kadrodaydı. Taksimspor ile ilgili düşüncelerini ise çok samimi olarak şu sözlerle ifade etmekteydi:
Benim için, Taksimspor Kulübü çok köklü ve birçok yıldız yetiştirmesi nedeniyle çok önemli bir kulüptür. Bir cemaat kulübü olmasına karşın Ermeni olsun, Rum olsun, Türk olsun herkesin kaynaştığı bir yerdir orası…
Başkan Hamamcıoğlu, “Sporun başladığı yerde ırk, mezhep gibi ayrılıklar biter. Bizde öyle ayrılık gayrılık yok. Kulübümüz, bu topraklardaki kardeşliğin en iyi örneği” derken aslında o cümleye ne çok şey sığdırmaktaydı, bir düşünün. Sonra da Hrant Dink’e sıkılan kurşunun asıl hedefi neresiydi, karar verin. Lefter’in yüreğiydi hedef, haçın ve ay yıldızın kardeşliğini yaşatan Tenekeci Garbis İstanbulluoğlu’nun ciğeriydi… Türkiye’nin kalbiydi belki de tam olarak!
Fethi Demircan’ın Taksimspordaki gönüllü hocalığıyla ilgili olarak, o gazetede yer alan haberi aktararak devam edelim sözlerimize:
Fethi hoca bu ekibe idman yaptırırken tarifi olanaksız bir keyif alıyordu. Bu 30 kişilik ekibin adları değişikti. Kiminin Aram, Henri, Arden, Herman, Garbis, kiminin ise, Osman, Feyyaz, Onur, Hüseyin'di.
İnanılmaz bir dayanışma, kardeşlik ve sevgi içinde çalışmalarını sürdürüyorlar ve birbirlerine yardımcı olmak için yarışıyorlardı. Bırakın ayrılığı, onlar çoktan bir bütün olmuşlardı.
Fethi Hoca'yı da en çok bu sevindiriyordu. Hiç bir ücret almadan bu çocukların geleceği için kolları sıvamış, Türk futboluna hizmet edecek gençleri yetiştirmenin uğraşını veriyordu.
Fethi Hoca'ya sözde soykırım iddialarını ve Fransızları hatırlattık. Gülümsedi, Burada çok mutluyum, dedi ve ekledi; Spor evrensel bir olaydır. Benim öğrencilerimin tümü Türk vatandaşı. Onlar hiç bir ayrım yapmadan kardeşçe çalışıyorlar. Bu iddiaları gündeme getirenler, kesinlikle menfaat peşindeler...
Türkiye Futbol Federasyonu, dünyada büyük bir gelişme gösteren bayan futbolunda Türkiye’nin oldukça geri kaldığını düşünerek, yeni bir yapılanma süreci başlatmayı planlamaktadır. Dünyanın dört bir yanında bayanlar futbolla iç içedir. Pek çok ülkede kadın milli takımları vardır, bayanlar ligi ve şampiyonaları düzenlenmektedir. Uluslararası turnuvalar yapılmakta, şampiyonalar organize edilmekte ve milli marşlar ile birlikte bayraklar göndere çekilmektedir. FİFA Başkanı Sepp Blatter, futbolun geleceğinde kadınların olduğunu açık ve net bir şekilde ifade etmektedir. Oysa ülkemizde kadın futbolu, bir türlü istenen seviyeye ulaşamamış, kendisinden beklenen çıkışı bir türlü yakalayamamıştır. Türkiye halkının ilgisinin daha çok erkek egemen futbola olması, Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş gibi güçlü kulüplerin bayan futboluna beklenen desteği bir türlü vermemesi belki de karşılaşılan en büyük sorundur.
Bayan futbolunun ne denli ilgi gördüğünü anlamak için 1999 yılında A.B.D. ile Çin arasında oynanan Dünya Kupası Final müsabakasına bakmak bile yeterlidir. Tam doksan bin seyirci, nefeslerini tutarak izlemiştir bu muhteşem futbol gösterisini. İlk Kadınlar Dünya Kupası 1991 yılında düzenlenmiştir. Bu tarihten sonra da her dört yılda bir düzenlenmeye devam edilmiştir. Üstelik kadın futboluna ilgi de günden güne artmıştır. Bugün, bu organizasyon, dünyanın en önemli futbol organizasyonlarından birisidir.
Avrupa Kadınlar Futbol Şampiyonası ise ilk kez 1984 yılında düzenlenmiştir. Halen çeşitli kategorilerde bu şampiyonalar sürdürülmektedir. Olimpiyat Oyunlarında da kadın futbolu yerini almış, hak ettiği karşılığı bulmuştur. Milli takımlar düzeyinde yapılan organizasyonlar haricinde, kulüpler düzeyinde de kadın futbolu ile ilgili uluslararası organizasyonlar yapılmaktadır. Avrupa’da erkek futbolundan aşina olduğumuz Şampiyonlar Ligi’nin bir benzeri, kadın futbolu için de düzenlenmektedir. Güney Amerika’da ise bunun bir benzeri olarak, Libertadores Kupası yoğun ilgi görmektedir.
Bizim ülkemizde ise kadın futbolu, gelişen çağa ayak uyduramamıştır.1990’lı yıllarda varlık savaşına giren kadın futbolumuz, ne yazık ki 2001–2006 yılları arasında duraklama dönemine girmiştir.
Ülkemizde Kadın Millî Takımı ilk kez 1995 yılında oluşturulmuştur. Kadın millîler ilk maçlarını Romanya ile oynamıştır. 8 Eylül 1995 tarihinde İstanbul'da yapılan karşılaşma konuk ekibin 8–0 üstünlüğü ile sona ermiştir. Kadın Millî Takımımız ilk golünü 1996'da Macaristan'a atarken, ilk galibiyetini 1997 yılında rakip sahada Gürcistan karşısında elde etmiştir.
2002 yılında yeniden yapılandırma gerekçesiyle bayan futboluna ara verilmiş, hatta kadınlar düzeyinde milli takım dahi oluşturulmamış, oluşturulamamıştır. İşte bu şartlar altında, gerçek anlamda yeni bir yapılanma arzulayan ve bayan futbolunu atağa kaldırmakta kararlı olan Futbol Federasyonu, öncelikle bu işe önderlik edecek, liderlik yapabilecek ve sorumluluk alabilecek iyi bir ekip oluşturmakla işe koyulur. Akla gelen ilk isim, yılların tecrübeli hocası Fethi Demircan olur. Yıllar önce erkek futbol (A Milli) takımın teknik direktörlüğünü de yapmış olan tecrübeli hocadan kadın futboluna baş olması istenir. Bu, Fethi Hoca için bir jübile görevidir aynı zamanda. A Milli takımın hocalığını yapmış bir isim olarak, yeniden tarihe geçmesi, kadın futbolunu da erkek futbolu kadar etkin kılması istenmiştir. Türk futbolu adına ondan istenen son onurlu görevdir bu.
Fethi Demircan, bu göreve çağrılış sürecinde yaşadığı tereddüdü şu sözleriyle aktarıyordu bir röportajında:
Erkek futbolunda otuz beş yıl teknik direktörlük yapan birisi olarak, kadın futbolu ile ilgili bu teklifi ilk başta çok yadırgadım. Açıkçası rahatsız bile olmuştum. Fakat futbol konusunda kadınların erkeklerden daha yetenekli olduğunu zaman içinde gördüm, yaşadım. Şimdi meslek hayatımın en mutlu günlerini yaşıyorum.
Türkiye’de kadın futbolu, Fethi Demircan’ın liderlik ettiği 2006–2008 yılları arasında tam bir atılım dönemi yaşadı. Hatta ilk kez uluslararası bir başarı yakalandı. Dünya Liseler Arası Bayan Futbol Şampiyonası’nda üçüncülük madalyası kazanıldı.
Bu dönemde kadın futbolunu geliştirmeye yönelik olarak yapılan çalışmaları özetleyecek olursak;
FİFA 20 Yaş Altı Dünya Kupası da 2013 yılında, 21 Haziran ile 13 Temmuz tarihleri arasında ülkemizde düzenlendi ve (yedi şehirde) oynandı. Bu turnuvanın şampiyonu Fransa oldu. Türkiye, ev sahibi olduğu için bu şampiyonaya doğrudan katıldı. Grup aşamasında kazandığı ikinciliğin ardından ilk 16’ya kaldı ve burada yapılan eşleşmede Fransa’ya yenilerek elendi. Bu turnuvanın en büyük özelliği ise maç başına düşen biletli seyirci sayısının en az olduğu turnuva olması özelliğidir. Yani bu grupta (20 Yaş Altı) daha önce yapılan turnuvalar dikkate alındığında, en az seyirci sayısını biz yakalamış ve tarihe geçmiş durumdayız. Bu da gösteriyor ki kat edilecek daha çok uzun bir yolumuz var.
Bu dönemde kadın futbolunun etkinliği öyle artmaya başladı ki kulüpler arasında futbolcu transferi dahi gerçekleşir oldu. Bayan Milli Futbol Takımı’nın kalecisi Nurcan Çelik, 2008 yılında Zeytinburnuspor’a transferinden 5000 TL ücret aldı. Bu transfer, ülkemizde kadın futbolu adına çok önemli bir adımdı.
Kalede Nurcan, savunmada Yağmur, Damla ve Tuğba, Orta alanda Leyla, Fatma, Sibel ve Ezgi, hücum hattında Ayşe, İlknur ve Başak. İşte karşınızda Türkiye Milli Takımı…
Ne o şaşırdınız mı?
Türkiye, futbolda böyle bir kadroya hiç alışkın değil elbette. Erkek egemen futbola gönül vermiş taraftarların kadın kramponları izlemek için tribünleri doldurması için uzunca bir zamana ihtiyaç olduğu aşikâr. Gazetelerde “pedikürlü kramponlar” diye bahsedilen kızlarımız, önlerine çıkan tüm engelleri yıkmak ve kadın futbolunu başarıya taşımak için Fethi Demircan önderliğinde var güçleriyle çalışıyorlar. Fethi Demircan, teknik ekibini de güçlü ve güvenilir isimlerden oluşturarak, kadın futbolunda ihtiyacımız olan devrimleri bir bir gerçekleştirme çabasında. Bir dönemler Dinarsu takımında oynamış Aysun Boyacı onlardan birisi. Bir diğer isim ise Hamdi Aslan. Karadeniz Fırtınası Trabzonspor’da uzun süre top koşturmuş ve Küçük Hamdi namıyla tanınmış olan Hamdi Aslan da, 2006 yılında ekibe katılanlardan. Başlangıçta A Bayan Milli Takımının Teknik Direktörlüğüne getirilen Aslan, 2008 yılından sonra (Fethi Demircan sonrası) kadın futbolunun teknik patronu olarak 2010 yılına kadar görev yaptı.
Bir gün beni rahmetli Gündüz Tekin Onay hocam çağırdı. Bayan milli takımlarında görev almamı istedi. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben, böyle bir milli takımın varlığını dahi bilmiyordum. Söz konusu milli bir görev olunca, doğal olarak kabul ettim. O süreçte Fethi Demircan hocam bana çok yardımcı oldu. Kendisine çok teşekkür ediyorum. İlk göreve başladığımda, elli oyuncu arasından 18 kişilik bir milli takım kadrosu oluşturmaya çalıştık. Bu elli kişinin içinde voleybolcu, basketbolcu ve hentbolcu dahi vardı. Bu şartlarda kadroyu zor tamamladık desem yalan olmaz.
İşte 2006 yılında göreve gelişini ve yaşananları bu sözlerle anlatıyordu Küçük Hamdi. Fethi Demircan ise o günlerde umutlu açıklamalarda bulunmaktaydı:
Bayanlarda futbolun alt yapısı yok. Bu yıl başlattığımız yeniden yapılanma ile olayların rengi değişti. Sokaktan gelen çocukları topluyoruz. Takımda oynayanların bir bölümü Diyarbakır, Trabzon gibi bayan takımı olmayan illerden geliyorlar. Türkiye'de alt yapıyı oluşturduğumuz takdirde, futbolda erkekler kadar başarılı olacağımıza inanıyorum.
İstenildiği ve emek verildiği takdirde, Türkiye’de kadın futbolunun oldukça başarılı olacağını savunan Fethi Demircan için, o dönemlerde, bulunmaz bir fırsat ortaya çıktı. Nisan 2007 ayı içinde Şili’nin Santiago kentinde yapılacak olan Dünya Liseler Arası Bayanlar Futbol Şampiyonası’nda Türkiye de temsil edilecekti. Ankara’da Batıkent’de yer alan Kaya Bayazıtoğlu Lisesi, Türkiye Liseler Arası Futbol Şampiyonası Kızlar kategorisinde şampiyon olmuş ve Şili’de ülkemizi temsil etme hakkını kazanmıştı. Futbol sahası ve spor salonu olmamasına rağmen, bu lisenin kızları, büyük bir başarıya imza atmışlardı. Futbol Federasyonu, bu takımın uluslararası alanda da başarısını devam ettirebilmesi için elini taşın altına koydu. Takımı Fethi Demircan’ın hazırlamasını istedi. Hazırlık dönemi için Riva tesislerini tahsis etti.
Şili’deki turnuvada Türkiye’nin kızlarına pek şans tanınmıyordu. Kadın futbolunda ileri olan pek çok ülkenin temsilcisi vardı orada. Bunlardan birisi de Brezilya idi kaçınılmaz olarak. Futbolun Sambacıları olarak bildiğimiz Brezilya’nın, kadınları da erkeklerinden aşağı değildi. Korkulan bir ekipti. Buna rağmen, Sambacı Kızları, grubun ilk maçında 1–0 yenmeyi başardılar. Daha sonraki maçlarda, İsrail’i 10–0, İtalya’yı 11–1 ile geçtiler. Belçika’yı hezimete uğrattılar. Eğer Almanya engeline takılmasalardı, finale çıkacaklardı. Son maçlarında (üçüncülük-dördüncülük müsabakası) Finlandiya’yı 2–0 yenen kızlarımız, bu galibiyet ile dünya üçüncüsü olma başarısını yakaladılar. Çin, bu turnuvada şampiyon olurken, Almanya ikinci, Türkiye üçüncü, Finlandiya ise dördüncü oldu. Kadın futbolunda da bir dünya markası olan Brezilya ise beşincilikle yetinmek durumunda kaldı.
Böylece kadın futbolunda ilk uluslararası başarı yakalanmış oluyordu.
Fethi Demircan ve Hamdi Aslan döneminin en göze çarpan çalışmalarından birisi de gurbetçi kadın futbolcuları milli takıma kazandırma çabasıdır. Bunlardan en önemlisi Almanya’da forma giyen Aylin Yaren için yapılan girişimlerdir. Aylin Yaren deyince biraz dikkat kesilmeniz gerekir çünkü vakti zamanında (2007 yılı), Galatasaray ve Bayern Münih'ten tanıdığımız Fransız yıldız Franck Ribery’i Alman televizyon kanalı ZDF'de yayınlanan bir şovda, iki delikli kalede 4–3 yenmişliği vardır. Almanya U–17 Mili Takımı’nın formasını giyen Aylin, bu dönemde ay yıldızlı milli formaya kazandırılmıştır. Ne yazık ki daha sonra, istediği kariyer hedefini Türkiye’deki kadın futbolunda bulamayan Aylin, ne Alman milli takımına ne de Türk milli takımına yar olur. O da hem Almanya Kadın Liglerinde top oynayarak hem de futbol akrobasisi yoluyla spora olan ilgisini sürdürür. Buradan anlaşılmaktadır ki Fethi Demircan ve Hamdi Aslan dönemi sonrasında kadın futbolu yeniden geri sayım sürecine girmiştir.
Bir diğer kazancımız ise Şeyma Erenli. Amerika Birleşik Devletleri Kolej Ligi’ni gören, Futsalda ise Avustralya Milli Takımı’na seçilmiş bir isim Şeyma. Amerika'da Indiana State Üniversitesi'nde ilk sezonunda en iyi çaylaklar, ikinci sezonunda ise onur listesine giren Şeyma Erenli'nin Fethi Demircan tarafından Türkiye'de Millî Takım'a seçilip davet edilmesi, üniversitesinde de o dönemler büyük heyecan yaratmış.
Fethi Demircan sonrasında da kadın futbolunda atılım sürdü. Nöbeti Demircan Hoca’dan devralan Hamdi Aslan, kendi teknik ekibiyle birlikte kadın futbolunu daha ileriye taşımanın savaşını verdi. Bu dönemde de yine büyük bir uluslararası başarı yakalandı. Avrupa Kıtasını temsil hakkını kazanan U–15 Bayan Milli Takımımız, (14–26 Ağustos) 2010 yılında, Singapur’da düzenlenen 1. Gençlik Olimpiyat Oyunları’nda üçüncü oldu ve bronz madalya almaya hak kazandı. İran ve Papua Yeni Gine takımlarını yenen kızlarımız, yarı finalde Şili’ye boyun eğmiş ve ardından üçüncülük-dördüncülük mücadelesinde İran ile karşılaşmıştı. İran’ı 3–0 gibi net bir sonuçla alt eden kızlarımız, bu sonuçla bronz madalyaya uzanmıştı. Gençlik Olimpiyatlarının şampiyonu ise finalde Ekvator Gine’sini uzatma penaltıları ile geçen Şili oldu.
2012 yılında Antalya’da düzenlenen UEFA 19 Yaş Altı Kadınlar Avrupa Futbol Şampiyonası ve 2013 yılında ülkemizin yedi şehrinde icra edilen FİFA 20 Yaş Altı Dünya Kupası etkinlikleri ise kadın futbolundaki iki büyük atılımımız oldu. Her ne kadar bu şampiyonalarda kayda değer bir başarımız olmasa da turnuvaların organizasyonuna ev sahipliği yapmak bile başlı başına bir büyük hamledir.
Türkiye’de bayan futbolunda asıl fırtınalar ise FİFA 20 Yaş Altı Dünya Kupası (2013) organizasyonundan sonra koptu. Kadın milli takımımızla ilgili taciz iddiaları ortalığı kasıp kavurdu. Kadın futboluna onca ilgi gösteren ve büyük emek veren Futbol Federasyonu, ilk andaki paniği atlattıktan sonra, dedikoduları bertaraf etme çabasına girdi. Suçluların araştırılmasındansa, herkesin susmasını emretti. Dedikoduların önünü böyle kesti. Kimin suçlu, kimin mağdur olduğu spor kamuoyu tarafından doğru dürüst algılanamadı. İşin sonunda görüldü ki Türkiye’de kadın futbolu yine kaybetmişti. Şeytanın formasını sırtında taşıyanlar, milli onur ve gururu hiçe saymış, kendilerine verilen bu kutsal görevi, deforme olmuş ahlak anlayışlarıyla suiistimal etmişlerdi. Fethi Demircan ve Hamdi Aslan gibi saygın yüreklerin onca yıllık emeklerine ihanet etmişlerdi.
Kadın milli takımının hocalarından birisi, yıllar öncesinde, bayan futbolu ile ilgili olarak, bazı şeyler anlatmaya çalışmıştı:
Türkiye’de kadın futbolunun yaygınlaşamamasının sebebi futbolumuzdaki erkek egemenliğidir. Yöneticilerin erkek olması ve kızların futbol oynamasına sıcak bakmamaları bu işin önünü kesiyor. Daha önce bayan futbolunda ciddi sorunlar yaşandı. Ne yazık ki bu sorunları çıkaranlar da erkeklerdi.
Fethi Demircan ise Türkiye’de bayan futbolunun şifrelerini, kendi döneminde beyan ettiği sözlerle çok net bir şekilde açıklamıştı:
Başlattığımız yeniden yapılanma ile olayların rengi değişti. Güven ortamı sağladık. Ailelerin bayan futboluna olan inancı ve güveni arttı. Geçmişe nazaran daha başarılı bir duruma geldik.
Türkiye’de kadın futbolunun gelişmesi için en önemli şey, genç kızlarımızın ve ailelerinin huzur ve güven dolu bir ortamda hissetmeleridir. Bu güveni sağlayacak kaliteli isimler göreve getirilmelidir. 2013 yılında yaşanılanlar gibi, birilerine kariyer sağlanacak diye, kurtlara kuzu teslimatı yapılmamalıdır. İşte Futbol Federasyonumuzun en temel yanlışı budur. 2006–2010 yılları arasında büyük atılımlar yaptığımız kadın futbolu, şimdi bir kez daha yerinde sayma dönemine girmiştir. Yeni bir atılım için; emanete hıyanet etmeyecek, güvenilir isimlere ihtiyaç vardır. Yeni Fethi Demircanlar bir an önce bulunmalı, o yuvaya bir kez daha sıcacık aile havası getirilmelidir. Çağdaş ve modern Türkiye için bayan futbolunda sıçrama yapmak kutsal bir görevdir.
Yaşananlardan anlıyoruz ki 2006–2008 döneminde Fethi Demircan ismi, bayan futboluna bilinenden çok daha fazla şey katmıştır. Mesleğindeki jübilesini yine milli bir görevde yapma onuruna nail olan Demircan, bu görevini sadakatle ve başarıyla yerine getirmiştir. Tarih, bu konuda onun hakkını mutlaka teslim edecektir.
(Devam Edecek)
Aydın Kulak
(Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek alıntılanmasında/kullanılmasında bir sakınca yoktur.)
NOT–1: Kaynakça, yazı dizimizin son bölümünde takdim edilecektir.
NOT–2: Bu yazı, internet üzerindeki çeşitli basın-medya sitelerindeki ve özellikle Milliyet Gazete Arşivi’ndeki haber, yazı, bilgi ve yorumlardan derlenerek hazırlanmış ve yazar tarafından yorum ve değerlendirme yapılmıştır. Aynı zamanda Sevgili Fethi Demircan Hocamızın anı, bilgi ve değerlendirmeleri de dikkate alınmıştır. Yani bu yazı bir tür derleme, inceleme, değerlendirme ve yorumlama çalışmasıdır.
NOT–3: Yazı dizisinde yer alan resimler, haber amaçlı olarak, çeşitli internet sitelerinden temin edilmiştir.