×

Uyarı

JUser: :_load: 932 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.

intibak-kiyagi

….Nihayet oldu… Sesimizi duydular… Gazetelerden duyduğum haberi kontrol etmek için Milli Savunma Bakanlığı sitesine de girdim. Yazılanlar doğruydu.  Yıllardır özlemle beklediğimiz haberin gerçekleşmesine yönelik nihayet bir adım atıldı.

“…. İntibak yasası kapsamında emekli assubayların emekli maaşlarında yaklaşık %30 bir artışa ilaveten bitirdikleri sınıf okullarının da Meslek Yüksek Okulu seviyesine çıkarılması bir çok çalışan tarafından tepkiyle karşılandı.

Ö.Ç. (Emekli memur) Hükümet TSK leri personeline zam yaparak kendi belirlediği TSK yönetim kadrosuna   jest yaptı.

A.D. (Esnaf) Bizden topladığı vergilerin yan gelip yatanlara verilmesini kınıyorum.

M.A. (Öğretmen) Dört yıllık fakülte mezunu öğretmenim. Maalesef lise mezunu bir assubaydan az alıyorum. Bence öğretmenler subay statüsündedir. Subaylarla aynı maaşı almalıdır.

D.A. (Avukat) Devlet yine silahlı memur, silahsız memur diye ayrım yapmıştır.

Ö.D. (Emekli subay) Hükümetin emekli assubaylara zammı kasıtlı ve kışkırtıcıdır. TSK içindeki birlik ve beraberliği baltalamaya yöneliktir.

M.O (Doktor) Maalesef bizim dirsek çürütmemiz boşaymış. Hükümet kendi siyaseti ile doğru orantılı zam veriyor. Doktorlara da bol bol fazla mesai ve muayene hane açma yasağı…“

"Yukarıdaki haber metni ve altındaki yorumlar böyleydi” diyerek sinir katsayınızı daha fazla arttırmak istemiyorum. Ben size bir asparagas haber yaptım.

Sayın arkadaşlarım şapkanızı çıkarın, önünüze koyun ve düşünün. Yukarıdaki haber doğru olsaydı, aşağıdaki yorumlar da yapılmış olsaydı hangi teşkilatla veya teşkilatlanma ile cevap vereceğiz? Bireysel olarak karşı yorumlar veya hakaretten öte giden ne yapabileceğiz. Sayın arkadaşlarım; assubayların haklarına tecavüz etmeye kalkanlara karşı örgütsel bir tavır her şeyden çok değerlidir. Ama bu tavır şu ana kadar TEMAD tarafından kesinlikle konulmamıştır. TEMAD tabiri caiz ise bizden ve sorunlarımızdan izole bir yönetim tarzını tercih etmiştir.

Bundan önceki yazımda da para konusunu başlık yaptım. Normal bir site yazarının eğer OYAK ve assubayları konu alan yazısı varsa tıklanma sayısı 15 günde 600-800 arasıdır. Eğer diğer entelektüel veya aktüel konular yazılmış ise 300-500 arasıdır. Ancak para söz konusu olunca üç günde 2000 kişiden fazla tıklanma yakaladık. Bunu iyi değerlendirmek gerek. Tek yönlü yorum yapmamak gerek. Vay beeee konu para olunca herkes hemen tıklıyor deyip kesip atmamak gerek.

Sitemizi belirli bir noktaya odaklanarak tek yönlü takip edenlere seslenmek istiyorum. Bize bu çatı  altında yazma imkanı verenlerin gayretleriyle bir sinerji yakalanmıştır. Bu site sayesinde yapılanları mübalağa etmeden yazmaya gayret edeceğim.

  • Şu an medyada en az dört beş  yazar bizim sorunlarımızı bilmekte ve sahip çıkmaktadır.

  • Bizim aleyhimize yazı yazanlar bu site sayesinde özür yazılarını kaleme almışlardır.

  • Bu site sayesinde Ankara’daki büyük mitingimiz anlam kazanmıştır.

  • Bu site sayesinde sayın Tuncer Küçük’ün onurlu yürüyüşü medyaya yansımıştır.

  • Bu site sayesinde isteklerimiz “Biz kimiz ve ne istiyoruz?” başlığında toplanmıştır.

  • Bu site sayesinde Eski Milli Savunma Bakanı protesto edilmiştir.

  • Bu site sayesinde haklarımız koro gibi tek sesten yankılanmaktadır.

  • Bu site sayesinde Assubayların haklı mücadelesi için hukuk savaşı verenler desteklenmektedir.

Daha fazlası da var ama yeter sanırım…

Sayın arkadaşlar, lütfen “nasıl olsa birileri bir şeyler yapıyordur” mantalitesini bir kenara bırakalım. İnanın çoğuz. İnanın çok kalabalığız. Sizler de katılırsanız daha kalabalık olacağız. Sitemiz dışarıdan da izleniyor. Medya izliyor. Hükümet izliyor, Genelkurmay izliyor ve belki de gizli servisler de izliyor.  Ancak hiç biri bizim düşmanımız değil. Biz kalabalık olmadığımız sürece belirli bir çoğunluğa ulaşmadığımız sürece haklarımızı almamız hayaldir. Bize haklarımızı verecek olan makamlara önce ezici bir çoğunlukla seslenmeliyiz. Bizim sitemizin günlük tıklanma sayısı  5000 olmalıdır. Eğer 5000 kişi olursak inanıyorum sesimiz çok gür çıkacak. O nedenle lütfen sitemize giriniz. Yazılanları  okuyunuz. Arkadaşlarınıza tavsiye ediniz.

Not: Bu tür başlık atarak habere ilgi çekmek isteyen bazı internet sitelerini ve gazeteleri hep eleştirmişimdir. Üstüne üstlük size yaptığım zoraki bir haber okutma şeklindedir. Düşününce birazcık ayıp kaçmıştır. Ancak affınıza da sığınarak son iki yazımı böyle yazdım. Umarım hoşgörüyle karşılarsınız. Amacım kişisel değildir. Davamıza ilgi çekmektir.

Saygılarımla…

resepsiyon

Bugün 24 Ağustos. 30 Ağustos Zafer Bayramı'na az kaldı. Başkomutanlık Meydan Savaşı ve Malazgirt Zaferinin yıldönümünün anlamlarını elbette hepimiz biliyoruz. Bir de yeni rütbe günleridir bu 30 Ağustos'lar. Her askeri birlikte 30 Ağustos coşkusu yaşanır. 30 Ağustos yeni rütbeler yeni sevinçler demektir.

Ama Assubaylar biraz buruk kutlar bu 30 Ağustos’u… Hani küçüktür ya rütbesi… Hani başından sonuna kadar çavuş kelimesiyle sıkıştırılmıştır ya… Hani aldığı rütbe onun konumunda hiç bir şey değiştirmeyecek ya… O nedenle bir subay kadar coşkulu değildir Astsubay. Hoş coşku duysa da kursağında kalır sık sık…

Bir de başka nedenler yüklenir ardından. Her 30 Ağustos’ta rütbe törenleri, balolar ve eğlenceler düzenlenir. Assubaylar bu eğlencelerin fügüranları olmuştur hep. Hani Türk filmleri vardır ya… O filmlerin oyuncuları ve bir de kalabalık yapsın diye toplananlar vardır. İşte bu kalabalıklardır assubayların rolü.

“Genç bir assubaydım. 30 Ağustos’u organize ediyordum. Birliğimizde subay olarak bir tek birlik komutanı vardı. İkinci adam olarak en kıdemli Assubaya protokol masasında yer yazmıştım. Ancak o abimizi bir ara mutfakta tabak hazırlayana yardım ederken gördüm. Çok üzülmüştüm. Yerine oturmasını ve gerekenin yapılmakta olduğunu söylediğim. Ancak kendisi bu işi ne kadar bildiğini kanıtlama derdine düşmüş olacak ki beni dinlemedi bile…”

“Kıdemli Başçavuş olmuştum. Devrem ile iki aile olarak 30 Ağustos balosuna katıldık. Kendimizce son rütbemizi kutlayacaktık. Bol subaylı bir baloydu. Bize verilen masa biraz sonlardaydı. Yanımızdan geçen subay ailelerinin bir çoğu bizim astsubay masalarının yanından geçerken hiç selam vermeden, yokmuşuz gibi davranarak geçip en yakın subay masasındaki herkese tek tek iyi geceler diyerek giriyorlardı. Biz artık son rütbeye gelmiş birileri olarak bunlara mı kafa takacaktık. Bırak canım şu birkaç kendini bilmez insanı deyip eğlencemizi bölmelerine izin vermedik. Arkadaşım oynamayı severdi. İlerleyen saatlerde birkaç genç assubayla birlikte çok güzel oynayıp eğlendiler. Ancak kulaklarına bir şey fısıldanmış olacak ki yerlerine oturdular. Ertesi gün de komutan o arkadaşları çok oynadıkları için kınadı. Sebep şuydu. Aşırılık yapmamışlardı ancak aşırı eğlenmişlerdi. Kendilerinden daha değerli rütbeleri olan subaylar bile bu kadar eğlenmemişken bunlar da kim oluyordu ki…”

30 Ağustos’lar çoğu zaman bu rütbelere yerlerini hatırlatma enstantanelerinin yaşandığı sahnelere tanık olur. Bir çok birlikte bu eğlenceler subay astsubay ayrımcılığıyla gölgelenir. Oysa bu hepimizin bayramı değil miydi?

Tüm bu örnekler çok defalar yaşanmış olacak ki bu tür eğlencelere bir çok astsubay hiç katılmak istemez. Hep geçiştirmeye veya kaçmaya çalışır. Çoğu birlikte yeterli çoğunluk sağlanmadığı için zorla eğlenceye katılım sağlanır.

Yine 30 Ağustos’larda hafiften kıpırdanıyor her assubayın içi. Herşeye rağmen kendini oyun dışı görmek istemiyor. Kenardan da olsa, fasulyeden de olsa yaşamak istiyor bu duyguyu…

Yani 30 Ağustos bayramı bir assubaya bazen bir 30 Ağustos sıkıntısı da olabiliyor. Çoğumuz o an görmüyoruz veya duymuyoruz gibi davranırız. Ama hiç kimse kendine yapılanı unutmuyor. Umarım bu yazımı bir subay da okur ve biraz empati yaparak bu 30 Ağustos’ta bir astsubay masasına oturur, onlarla eğlenir ve coşkusunu onlarla paylaşır. Aynı şekilde de bir Astsubay aynı coşkuyu bir Uzman çavuşla paylaşır.

Komutanların rütbe takarken sık sık tekrarladığı bir cümle vardır. Yeni rütbesini almasında en büyük payı eşlerinde görürler. Bu kocaman bir yalandır. Komutanların aldığı her yeni rütbede eşlerden çok emrinde çalışanların emeği vardır.
  • Bu vesile ile yeni rütbelerini takacak tüm Türk Silahlı Kuvvetleri personelinin yeni rütbelerinin kendisine, ailesine, vatana ve millete hayırlı uğurlu olmasını dilerim.
Kusura bakmayın şu an OYAK ile ilgili bir şey yazmayı hiç  düşünmedim. Yazmayacağım. OYAK başlığını atmamın sebebi şuydu. Biraz fazla kişi tıklasın istedim. Bu yazımı!... Aç çocukları yazmak sanırım çok açmadı…

Saygılarımla…

somalianne

HİSSEDİLEN SÖZLER…

  • Anneciğim karnım aç…
  • (Yavrusunu sessizce bağrına basar.)
  • Anneciğim karnım çok aç…
  • Tamam yavrum biliyorum biraz sabret.
  • Anneciğim ne olur?... (Ağlıyor)
  • Ağlama yavrum ne olur ağlama… ( Kurumuş gözlerinden akabilen sadece bir damla yaş gelir.)

    (Artık anneciğim demeye gücü kalmamış çocuk, çaresizce annesinin kucağında uzanmış gözünü uzaklara dikmiş bakıyor. Kimbilir neler düşünüyor hayatın anlamı diye söylenen lakırdılardan haberi olmadan. Kimbilir neler düşünüyor fikir sahibi olamadan… Çaresiz gözlerle sadece sıcaklığını hissettiği annesinin gözlerine bakıyor. Acaba neler söylemek istiyor? Bana annem yeter diyor. Annemin kucağında ölmenin mutluluğunu yaşıyorum ne mutlu bana diyor. Anneciğim iyi ki sen varsın diyor. İyi ki varsın anne… İçinde bulunduğum dayanılmaz acının, açlığın ve hastalığın çaresi senin sıcaklığın.  Kurumuş alnımı okşayan ellerin bana huzur veriyor. Okşa beni anne okşa… Huzur içinde oluyorum. Her şeyi unutuyorum. Okşa beni anne…. Okşa…)

  • Anne kurtulacak mıyız?
  • Sabret yavrum.
  • Anne kardeşim de kurtulacak mı?
  • Evet yavrum hepimiz kurtulacağız?
  • Anne sizinle olmak ne güzel!
  • Canım yavrum.
  • Sizi çok seviyorum. Ailemizi çok seviyorum. Ne olur ölmeyelim anne. Bizi yalnız bırakma. Birlikte yaşayalım.
  • Yaşayacağız yavrum.
  • Anne yemek gelince karnımızı doyuralım. Aç kalmayacağımız yerlere gidelim anne.
  • Gideceğiz yavrum. Buradan gideceğiz. Hep beraber çok güzel günler göreceğiz.
  • Anne karnım aç…
  • Biliyorum Yavrum.
  • Anne biz ölecek miyiz.
  • Hayır yavrum hayır.
  • Anne ne olur kurtar beni ölmek istemiyorum.
  • Tamam yavrum.
  • Anne, seni çok seviyorum.
  • Ben de seni çok seviyorum yavrum. Ben de sizi çok seviyorum.
  • Anne bize yemek dağıtacaklar mı?
  • Dağıtacaklar yavrum.
  • Anne çok çok yiyelim. Anne, canım anne…
  • Yiyeceğiz yavrum. Hepimiz doyacağız. Güzel şeyler yiyeceğiz.
  • Anne herkes aç. Kim getirecek bize yemeği?
  • Yavrum bize yardım edecekler. Yardım gelecek o zaman yiyeceğiz.
  • Gelsin artık yardım anne.
  • Gelecek yavrum.
  • Anne dayanamıyorum. Artık gelsin.
  • Şarkı söyleyelim haydi yavrum. (Anne şarkı söyler ve çocuklar dinler)
  • Anne çok güzelsin.
  • Siz de çok güzelsiniz canım yavrum.
  • Anne biz ne yapacağız?
  • Bilmiyorum yavrum. Bekleyeceğiz.
  • Anne ne olur anne.
  • ….
  • ….
  • ….
Somali’deki bir çocukla annesinin daha başka ne konuşmasını beklerdiniz ki?!.. Birazcık düşününce insanın kendinden utanası geliyor. Biraz düşününce çocukların ve kadınların çaresizliğini anlıyorum. Güçlüler karnını bir şekilde doyuruyor. Güçsüzler, kadınlar ve çocuklar her zaman sahipsiz. Her zaman hayatın en büyük sınavını onlar verirler. Kadınlar ve çocuklar...

Yüreğimde kocaman bir kor...
Yüreğimde kocaman bir yara…
Anne… Anne… diye çaresizce çıkan sesler…
Yavrum… Yavrum diye çaresizce verilen cevaplar.
Söylenecek söz mü var?
Edebiyat yapıp süsleyecek hal mi kalmış bende…
Ne olur Allah’ım ne olur!... Yardım et!... Ne olur!...
İnsanların gönlüne şefkat ver!..  Yüreklerine ateş düşür!...
Ne olur yardım gitsin!.. Açlıktan ölmek artık yaşanmasın!..
Ne olur Allah’ım ne olur
Kadınlar ve çocuklar bu kadar sınanmasın.
Ne olur Allah’ım ne olur…
Caresizce ve güçsüzce;…. Anne…. Yavrum… demekten başka sözcük bulamayanlara derman ver, yardım et… 

Siz hiç aç kaldınız mı? 
Yemek bulamadığınız oldu mu?
Hiç açlıktan ölecek gibi oldunuz mu?
Hiç gözleriniz döndü  mü açlıktan?
Evladınız kucağınızda bir deri bir kemik kaldı mı?
O’na bir şey yediremediğiniz için… 

Siz hiç çaresiz bir açlık yaşadınız mı?
Yarını olmayan bir hayatınız oldu mu?
Çıldırırcasına ağlayan çocuklarınız eteklerinizde çırpındı mı?
Peki siz en çok ne kadar çaresiz oldunuz?
Onur ve gurur kelimesinin anlamı  olmamacasına… 

Yüce Allah tabiat anaya bir bütçe vermiş.
Döndür demiş çarkını  bununla…
Her canlı birbirini yemiş  beslenmiş.
Hepsini yiyen insan
O akıllı insan
Açlıktan ölmeyi nasıl da becerivermiş. Vahşi kapitalizm

İnsanları ne kadar soysuzlaştırmış.
Ne kadar bencil yapmış.
İnancına göre dua edenler ne kadar kofmuş
Ne kadar solukmuş inançları…
Ne kadar ilkelmişiz…
Ne kadar etkisizmişiz…
Ne kadar insanmışız…
Ne kadar insan değilmişiz…
Bir kez daha… 

Saygılarımla…

ÜÇ TANECİK İNSAN

Ağustos 13, 2011
uc-tane-insan

Sayın okurlarım bu sizlere köşemdeki son yazım. Gördüğüm lüzum üzerine köşemi bu son yazımla kapatmaya karar verdim. Site yönetimi bu yazımı kendilerince uygun gördükleri kadar bir müddette yayınlarsa sevinirim.

Bu güne kadar olan yazılarımdan dolayı benim görüşlerim hakkında az çok fikir sahibi oldunuz.   O nedenle kendimi ve düşüncelerimi anlatacak değilim. Sizlere üç insanın hayatı hakkında kendi yorumumu değil, bizzat tarihçilerin ve yazarların yorumunu alıntı yapacağım.


İsmail Gaspıralı (1851 - 1914)

gaspiraliTürk dünyasının büyük düşünce adamlarından ve reformistlerinden biri olan Gaspıralı İsmail Bey, Kırım Harbi (1853-1856) bütün şiddetiyle devam ederken, Bahçesaray'a iki saat mesafedeki Avcıköy'de dünyaya geldi. Babasının doğduğu köye nisbetle Gaspirinski (Gaspıralı) lâkabını alan İsmail Bey'in çocukluğu, Kırım Türk kültürünün beşiği olan Bahçesaray'da geçmiş ve bu şehir, onun ruhunda, sokakları, camileri, evleri ve özellikle Hansarayı ile, silinmez İzler bırakmıştır.

Henüz on yaşındayken Akmescit lisesine gönderilen İsmail, orada İki sene kaldıktan sonra Varonej şehrindeki askerî okula nakledildi. Daha sonra Moskova Askerî İdadisi'ne gitti.

Gaspralı bu dönemde en çok etkisinde kaldığı olay Ruslar’ın özellikle Türk karşıtlığından beslenen Panslavizm politikalarıdır. Genç İsmail buna karşı tepki koymak istemektedir. Bu yüzden okuldan ayrılmıştır.

Okuldan ayrılan Gaspralı Zincirli Medresesi’nde Rusça öğretmeni olarak göreve başladı. Bîr buçuk yıl kadar süren bu görevi sırasında, bol bol okuyarak Rus edebiyatı ve fikir akımları hakkında esaslı bilgiler edinen İsmail Bey, bir yandan da Rus basınını takip ederek politik gelişmeleri ve Rusya'nın içte dışta izlediği politikayı daha İyi kavramaya çalıştı. İleride kafasını çok meşgul edecek olan "sosyalizm" hakkında da hayatının bu döneminde epeyce bilgi edinen Gaspıralı, 1869 yılında maaşı 600 rubleye çıkarılarak Yalla'da Dereköy mektebine tayin edildi, burada da iki yıl kaldıktan sonra, Bahçesaray'a dönerek yeniden Zincirli Medresesi'nde Rusça dersleri vermeye başladı.

Gaspıralı, o zamana kadar kafasında teşekkül eden "yenilikçi" fikîrleri ilk olarak Zincirli Medresesi'nde uygulamaya çalıştı, talebelerine, asıl görevi dışında "usul-ü cedid" (yeni metod)'le Türkçe dersleri verdiği gibi, medreselerde uygulanan "skolastik" eğitim tarzını da eleştirmeye başladı. Fakat bu metod ilk başlarda tepkiyle karşılandı.

Gaspralı’nın en büyük hedeflerinden biri İstanbul’a gitmekti. İstanbul’a giderek zabit olmayı istiyor fakat yarıda bıraktığı eğitimin buna engel olacağını düşünüyordu. Bu sebepten dolayı da 1871 yılında Paris’e giderek yarıda kalan eğitimini tamamladı. Gaspıralı, 1874 sonlarına kadar Paris'te kaldı.

İsmail Bey, Paris’ten İstanbul’a gitmiş fakat bir türlü ideali olan memuriyeti yapma fırsatı bulamamıştı. Yazarlık hayatı da bu dönemde başladı. Zabitlik hayalinin gerçekleşemeyeceğini anlayınca, 1875 kışında Kırım'a dönen Gaspıralı, 1878'de Bahçesaray belediye başkanlığına seçilinceye kadar başka hiç bir işle uğraşmadı, sadece okudu ve milletinin hayatını inceledi.

Gaspıralı İsmail Bey, 1878 yılında Bahçesaray belediye başkanlığına seçildi; bu görev sayesinde düşündüğü bazı yenilikleri gerçekleştirebileceğini zannediyordu, ne var ki önüne yine bazı engeller çıktı. Belediye başkanı olarak görevlerini -bütün imkânsızlıklara rağmen-yerine getirmeye çalışırken, aslı misyonunu da hiç unutmayan Gaspıralı, 1879 yılında, bir gazete çıkarmak için Rus hükümetine müracaat ettiyse de, bu müracaatı reddedildi. Fakat o, mutlaka yayın yoluyla milletine hizmet etmek istiyordu. 1881 yılında, "Genç Molla" müstear adı ile, ileride kitap olarak da yayınlanacak olan "Russkoe Musulmanstovo" (Rusya Müslümanları) başlıklı makalelerini yazarak Akmescit'te çıkan "Tavrida" gazetesinde yayınlandı.

Gaspıralı, izin alamamasına rağmen, gazete çıkarma fikrinden asla vazgeçmemiştir. Bunun için, zemin yoklamak amacıyla, 1881 yılından başlayarak "Tonguç", "Ay", "Güneş", "Yıldız", "Mir'at-i Cedid" gibi çeşitli adlarla küçük risaleler yayınlamaya başladı. Ne var ki, Rus sansürü, bu risalelerin yayınını, adlan başka olsa da gazete hüviyeti taşıdıkları gerekçesiyle çok geçmeden yasaklayacaktır.

"TERCÜMAN"

Gaspıralı, bir gazete çıkarabilmek için tam dört yıl mücadele verdi, defalarca Petesburg'a giderek müracaatlarda bulundu ve nihayet 1883 yılında, Türkçe kısmı aynen Rusçaya da tercüme edilmek şartıyla "Tercüman-ı Ahval-i Zaman"ı yayınlama iznini kopardı. Adını Şfnasi'nin İstaNbul'da çıkardığı "Tercüman-ı Ahval"dan alan bu gazetenin Rusça adı da "Perevotcik" olacaktı. Zühre Hanım'ın ziynet eşyalarını ve annesinden kalan kıymetli elbiseleri satarak elde ettiği paraya, 300 ruble kadar abone parasını da ilave ederek eski bir makine ve bir miktar hurufat alan Gaspıralı, ilk nüshayı 10 Nisan 1883'te çıkardı.

Türcüman,Rusya'da çıkan ilk Türk gazetesi değildi, ama yaygınlığı ve oynadığı rol bakımından en önemlisiydi. 1903 yılına kadar haftalık, 1903-1912 arasında haftada bazan iki, bazan üç defa, Eylül 1912'den sonra da günlük olarak tam 33 yıl yaşadı ve 1916 yılında kapandı.

Küçük boyda dört sayfa olarak çıkmaya başlayan Tercüman çok geçmeden, devrin şartlarına ve okur yazarlık oranına göre çok yüksek sayılabilecek tirajlara ulaştı. Kafkasya, Kazan, Sibirya, Türkistan, Çin, hatta İran ve Mısır'da satılan Tercüman'ın büyük başarısı, Gaspıralı'nın sadece Rusya Türklerinin değil, bütün müslümanların meseleleriyle yakında ilgileniyordu. Bu aynı zamanda Dilde birlik fikrinin hayata geçmesi aynı dilin kullanılmasında önemli bir misyon yerine getirilmesi anlamına geliyordu.

1905 bunalımından sonra Kazan'da, Kafkasya'da, Türkistan'da ve Kırım 'da yayınlanan 35'ten fazla gazete ve dergide, çok sayıda hikâye ve romanda "Gaspıralı dili" kullanılmıştır.

MÜSLÜMAN İTTİFAKI

Tercüman gazetesi sayesinde geçmişte hayali olan Dilde birlik fikrinin yanısıra usu-ü Cedid okulunu da oluşturan ve yaygınlaştıran Gaspıralı İsmail Bey'in 1905 İhtilali'nden sonra Rusya Müslümanlarının ittifakı gayesiyle toplanan üç kongrede de önemli roller oynadı. Eğitim meselesinin ağırlıklı olarak ele alındığı III. Kongre'de "dil birliği" ile ilgili görüşlerini bütün Rusya Müslümanlarına resmen kabul ettirdi. (1906).

"Usul-ü  cedid" hareketinin başarısı ve Ekim Manifestosu 'ndan sonra müslümanların kazandığı hürriyet, öte yandan "Müslüman İttifakı" için yapılan kongreler Gaspıralı'nın cesaretini arttırdı. Gerçekte, yaptığı bütün faaliyetler, onun Türk birliğinin daha ileri bir merhalesi olarak İslâm birliğini hedeflediğini, fikrî yapısının Türkçü olduğu kadar, İslamcı bir nitelik de taşıdığını göstermektedir. Nitekim 1907'de, Kahire'de bir "İslâm Kongresi" toplayabilmek için büyük gayret sarf etti. 1910'da ise Hindistan'a gitti ve Bombay'daki "Encümen-i İslamiye"nin toplantılarına katılarak görüşlerini anlattı.

Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a gelmiş  ve büyük bir heyecanla karşılanmıştır (1909). Türkiye Türklüğüne büyük bir ilgi duyan Gaspıralı, Kırım'da da Rus basınına karşı Türkiye'yi savunmaktan, aleyhteki yazılara cevap vermekten asla çekinmemişti. Birinci Dünya Savaşı arifesinde İstanbul'a tekrar gelerek Türkiye'yi savaşa girmemesi hususunda uyarmaya çalışan Gaspıralı, Türk dünyasının yetiştirdiği nadir zekalardan biriydi, büyük bir mücadele adamı ve gerçekten inanmış bir idealistti.

Gaspıralı İsmail Bey, 11 Eylül 1914 Cuma günü Bahcesaray'da vefat etti. Ertesi gün muhteşem bir cenaze töreniyle, Mengligiray Han türbesi civarında toprağa verilen büyük idealistin ölümü, bütün İslâm dünyasında çok büyük bir teessür uyandırdı.


Mustafa Abdulcemil Kırımoğlu (1943 - .... )

Mustafa_Abdulcemil_Kirimoglu13 Kasım 1943 yılında Bozköy'de doğdu. Babası Abdülcemil ve annesi Mahfure, Stalin döneminde Sudak'ın Ayserez köyünden "Kulak", yani zengin aile çocukları oldukları gerekçesiyle Urallar'a sürüldü. II.Dünya Savaşı esnasında gizlice Kırım'a dönen aile Kırım'ın çöl bölgesindeki (Kırım'ın kuzeyde kalan ovalık bölüme verilen ad) Bozköy'e yerleşti. Ağabeyleri Hanefi ve Hasan, ablaları Şevkiye ve Vasfiye ile birlikte henüz altı aylık bir bebekken 18 Mayıs 1944'de, bütün Kırım Tatarları gibi Kırım'dan sürgün edildi. Yanlarında anneleri vardı. Babası sürgünden iki gün önce diğer Kırım Tatar erkekleri gibi muhtemel bir direnişe karşı tutuklanarak tecrit edilmişti.

Aile Özbekistan'ın Andican bölgesine sürgün edildi. Çocukluğu burada bir köyde geçen Kırımoğlu, 1955 yılında Taşkent yakınlarında bir kasabaya yerleştiler. 1959 yılında Rus dilinde orta öğretimini tamamladı ve Taşkent üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümüne girmek için müracaat etti. Ancak "Kırım Tatarlarını, yani Sovyetlere sadık olmayan bir milletin mensuplarını bu fakülteye almıyoruz" diyerek reddedilmesi üzerine bir fabrikaya işçi olarak girdi.

1961 yılında arkadaşlarıyla birlikte "Kırım Tatar Millî Gençlik Teşkilatı"nı kurdular. Bir kaç hafta sonra teşkilatın liderleri tutuklandı, Kırımoğlu işten çıkarıldı. 1962 yılında Taşkent Ziraat Mekanizasyon ve Sulama Enstitüsü'ne yazıldı. Ama üç yıl sonra KGB'nin isteği üzerine "Milliyetçi, Komünist Parti ve Sovyet Devleti aleyhine propaganda yapmak ve yazdığı, Kırım'da XIII-XVII. Yüzyıllarda Türk Medeniyeti adlı makalesini enstitü talebeleri arasında dağıtmakla" suçlanarak okuldan atıldı. Enstitüden atıldıktan sonra askere çağırıldı. "Benim milletimi yok sayan, tanımayan bir devlete askerlik yapmam" diyerek Kızıl Ordu'da askerlik yapmayı reddedince tutuklandı ve 1,5 yıl hapse mahkum edildi.

1968 yılında Sovyetler Birliği'nin Çekoslavakya'yı işgalini protesto eden Moskova'daki bir grup aydın arasında o da vardı. Bunun üzerine Sovyet Devleti aleyhine faaliyette bulunmak, Kırım Tatarlarının vaziyeti ve onların hakları hakkında mektuplar ve makaleler yazarak Sovyetler Birliği'nin millî siyasetini lekelemekle suçlanarak 1969 yılında yakalandı ve tutuklandı. Aynı suçlamalarla, Moskova'da yaşayan yahudi şairi İlya Gabay ve II. Dünya Savaşı'nın ünlü generallerinden Piyotr Grigorenko da tutuklanarak Taşkent'e getirildi. Ancak Grigorenko'nun davası onlarınkinden ayrıldı ve akıl hastanesine kapatıldı. Böylelikle bu Kızıl Ordu'nun ünlü generali, yalnızca Kırım Tatarlarının haklarını savunduğu için 5 yılını tımarhanede geçirdi. Kırımoğlu ve İlya Gabay 3'er yıl hapis cezasına mahkum edildiler.

Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu 1974 yılında üçüncü defa tutuklandı ve 1 yıl müddetle Sibirya'da ağır şartlı çalışma kampına sürgün edildi. Cezasının bitimine üç gün kala kamp arkadaşlarına ve akrabalarına yazdığı mektuplarla Sovyet Devleti'ne karşı propaganda yapmak ve iftira etmek gibi suçlamalar ile hakkında yeni bir dava açıldı. Bunun üzerine açlık grevine başladı. Açlık grevi 303 gün sürdü. Açlık grevi boyunca zorla ve darp altında beslendi. Ünlü fizikçi Andrey Saharov, General Piyotr Grigorenko gibi Sovyet aydınları ve insan hakları savunucuları onun serbest bırakılmasını talep etmeleri ve bu maksatla Birleşmiş Milletler'e, Dünya Kamuoyu'na İslam Dünyası'na, İnsan Hakları kuruluşlarına yazdıkları müracaatlar, mektuplar ile Kırımoğlu'nun adı ve Kırım Tatarlarının meselesi Dünya Kamuoyuna, bu meyanda Türkiye Kamuoyuna duyuruldu.

O yıllarda Türkiye'de Mustafa Cemiloğlu olarak tanınan ve halkı tarafında verdiği mücadele dolayısıyla Kırımoğlu olarak anılan bu ünlü insan hakları savunucusunun hapishanede öldüğüne dair haberler çıkınca, Türkiye'de pek çok yürüyüşler, toplantılar, protestolar ve açlık grevleri yapılmıştı. Sovyet Makamları onun yaptığı açlık grevine ve Dünya Kamuoyunun tepkisine aldırmadan onu Sibirya'daki Omsk şehrinde yargıladılar ve 2,5 yıl ağır şartlı çalışma kampı cezasına mahkum ettiler. Muhakemesine ne akrabalarını ne de onu savunmak üzere Omsk şehrine gelen Andrey Saharov ve eşi Yelena Bonner'i almadılar. "Halka açık" yargılamada dinleyiciler sırasını KGB ve İçişleri Bakanlığı mensupları doldurmuştu. Kırımoğlu cezasını çekmek üzere Çin sınırındaki Primoraki Çalışma Kampına gönderildi.

Ceza müddetini tamamladıktan sonra Taşkent şehrine getirildi. Şehri terketmesi, Akşam 20.00 sabah 06.00 saatleri arasında evden çıkması, halkla toplu bulunabileceği yerlere (kahvehaneler, çay salonları, tiyatro, pazar yerleri vb.) gitmesi yasaklandı ve her hafta karakola gitme mecburiyeti getirilerek açık nezaret altına alındı. Bir yıl sonra açık nezaret şartlarını ihlâl ettiği gerekçesiyle beşinci defa tutuklandı.. Taşkent'deki muhakemesine, Andrey Saharov'u, diğer arkadaşlarını ve akrabalarını almadılar. Kapalı yargılama sonucunda 4 yıl Yakutistan'daki Zıryanka Kasabasına sürgün edildi.

Yakutistan'dan döndükten sonra, ailesiyle birlikte yerleşmek maksadıyla Kırım'a geldi. Üç gün sonra cebren Özbekistan'a götürüldü. Yangiyul kasabasında yaşamaya başladı. 1983 yılı kasım ayında altıncı defa tutuklandı. Taşkent'deki yargılama sonucunda üç yıl ağır şartlı çalışma kampına gönderildi. Artık geleneksel olan öncekilerle benzer suçlamalarla, yani Sovyet Devleti'nin iç ve dış siyasetine iftira etmek, antisovyet olmak, Kızılordu'nun Afganistan'ı işgalini kınayan bir bildiriyi, Andrey Saharov ve bir kaç aydınla birlikte neşretmekle suçlandı. Ayrıca 1983 yılında Krasnodar bölgesinde vefat eden babasının naaşını yasak olmasına rağmen Kırım'a gömmeye teşebbüs etmek; bu esnada polisle ve askerle çıkan çatışmalara önderlik etmek gibi ek suçları vardı.

Magadan şehri yakınlarındaki kampta ceza müddetinin tamamlanmasına az bir zaman kala Kırımoğlu aleyhine yeni bir dava açıldı. 1986 yılı sonunda Magadan'da yargılandı ve üç yıl hapse mahkum edildi. Ancak yargılandığı haberinin alınmasıyla, Türkiye'de ve ABD'inde serbest bırakılmasına yönelik başlatılan yoğun kampanyalar ve Rejkyavik şehrinde yapılan ilk Gorbaçov-Reagan zirvesinde, Reagan'ın ön şart olarak aralarında Kırımoğlu'nun da bulunduğu hapisteki 5 insan hakları savunucusunun serbest bırakılmasını talep etmesi sonucunda şartlı olarak serbest bırakıldı. Siyasî faliyetlerde bulunduğu takdirde, 3 yıllık hapis cezasını tamamlamak üzere tutuklanacaktı.

Kırımoğlu hapisten çıkınca, Kırım Tatar Millî Hareketi'nin Teşebbüs grupları mensuplarıyla görüşerek milli faaliyetlerini sürdürdü. Arkadaşlarıyla birlikte, 1987 yılında Kızıl Meydan'da Sovyet tarihinde benzeri hiç görülmemiş Kırım Tatar gösterilerini organize etti. Bu gösteriler, gerek Sovyetler Birliği'nde gerekse Hür Dünya'da büyük yankı yarattı ve dikkatleri Kırım Tatar meselesine çevirdi. Kırım Türklerine Kırım'ın yolunu açtı. Kırımoğlu 1989 yılı Mayıs ayında Taşkent'te toplanan Kırım Tatar Millî Hareketi Teşebbüs Grupları Genel toplantısında kurulan Kırım Tatar Milli Hareketi Teşkilatı başkanlığına seçildi. Bu Teşkilatın öncülüğünde 1991 yılında, SSCB'nin Kırım Tatarlarının yaşadığı her yerinde yaptıkları seçimler sonucunda II.Kırım Tatar Millî Kurultayı 26 Haziran 1991'de Akmescit'de toplandı. Bu Kurultay'ın seçtiği ve Kırım Türklerini temsile yetkili en üst organ olan Kırım Tatar Milli Meclisi Başkanlığına seçildi. Haziran 1996'da toplanan III. Millî Kurultay'da seçilen Meclis'in başkanlığına yeniden seçilen Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, evli ve üç çocuk babasıdır. Bahçesaray'da yaşamaktadır.


CENGİZ DAĞCI

cengiz_dagciTürkiye dışında doğup Türkiye Türkçesi ile romanlar yazan Cengiz Dağcı’nın özellikle Sovyet baskısı ve Türklerin asimilesi siyasetiyle, Türkiye dışındaki Türklerin yaşamış olduğu çileleri okuyucuya taşıyan önemli bir yazar olduğunu söyleyebiliriz.

Cengiz Dağcı, modern Türk edebiyatının, Türkiye coğrafyası  dışında doğmuş ve yaşamış fakat eserlerini Türkiye Türkçesi ile kaleme almış ve Türkiye’de neşretmiş  bir romancısıdır. Ülkesi ve halk üzerinde Sovyet diktatörlüğünün maddî  manevî korkunç baskılarını  yaşamış, sonra da 1941-1943 Rus- Alman boğuşmaları  sırasında bütün Kırım Türklüğü’nün tehcir ve katliamı  ile yok edildiğini görüp yaşayarak bu büyük insanlık faciasını  eserlerine yansıtmış tek romancı  olan Cengiz Dağcı, Yalta’nın Kızıltaş köyünde doğmuştur. Kırım Türkleri’ndendir.

Köyünde ve Akmescit’te okuduktan sonra Kırım Pedagoji Enstitüsü’ne girmiş, ancak II. Dünya Savaşı başladığı için (1940) enstitüyü yarım bırakarak askere alınmış, Odesa’daki subay okulunda yetiştikten sonra (1941) Alman- Rus Savaşı’na katılmıştır. Bir süre Ruslar safında savaştı, sonra Almanlar’a (biraz da Ruslar’a kini dolayısıyla isteyerek) esir düştü. Fakat Almanlar, esirlere ve bilhassa Türkler’e Sovyetler kadar kötü ve zalim davranıyorlardı. Genç asker, onlarda da beklediği insaniyeti görmeyince ve zaten Almanlar’ın yenilmeye yüz tutmaları üzerine Polonya’ya sığındı. Bu ülkede Alman işgal kuvvetlerine karşı millî direniş hareketlerine katıldı.

Savaş  onun psikolojik durumu üzerinde olumsuz tesirler bırakmıştı. Bu bakımdan yazar savaş öncesi ve savaş  yıllarına ışık tutacak mâhiyette hâtıra tarzında romanlar yazdı. Eserlerinde Kırım Türklerinin sıkıntı ve mücâdelelerini anlattı. Bâzı şiirleri 1950’li yılların ikinci yarısında Kırım Dergisi’nde yer aldı. Şiirlerinde ve eserlerinde hislerine bir sınır koymayan Cengiz Dağcı, söylemek istediklerini açıkça ifâde etmeyi tercih etti. Türkiye’de bir yayımcıya gönderdiği hayat hikâyesini, “Elhamdülillah Türküm, Müslümanım ve notlarımda yazdıklarımın hepsinin de hakikat olduğuna yemin ederim.” diye bitirmiştir.

Türk âleminin bir bütün olduğunu da şöyle ifâde etmiştir: “Bize Tatar diyorlar. Çerkez, Türkmen, Kazak, Âzerî, Karakalpak, Çeçen, Uygur, Kabudî, Başkırt, Kırgız diyorlar. Bunlar hep yalan. Deniz parçalanamaz. Biz Türk Tatarız. Bunu senin kalbin bildiği gibi her Başkırt, her Kırgız, her Kazak’ın da kalbi bilir. Kalbinin hisleriyle hareket et. Dünyanın boş hırslarına kapılma…

Savaşın bitiminde, bir Türk konsolosluğuna başvurarak Türkiye’ye gelmek istedi ise de umduğu anlayışı göremeyen Cengiz Dağcı, (Kızılhaç  aracılığı ile) Almanya’yı  işgal eden müttefik kuvvetlere sığındı. Polonyalı  eşi ve küçük kızıyla sığındığı  Londra’ya (1946) yerleşti. Yıllarca orada bir dükkan işletti. Eserleri Türkiye’de Ötüken Neşriyat’ça yayımlanmakta olan Cengiz Dağcı’nın romanları:

  • Korkunç Yıllar (1956),
  • Yurdunu Kaybeden Adam (1957),
  • Onlar da İnsandı (1958),
  • Ölüm ve Korku Günleri(1962),
  • O Topraklar Bizimdi (1966),
  • Dönüş (1968), Genç Temuçin (1969),
  • Badem Dalına Asılı  Bebekler (1970),
  • Üşüyen Sokak (1972),
  • Anneme Mektuplar (1988),
  • Yansılar (1988),
  • Benim Gibi Biri (1989),
  • Yansılar (2-3) (1992),
  • Yoldaşlar (1992)

Cengiz Dağcı’nın 1956’dan beri üst üste yayımlanan yukarıdaki romanları esas itibariyle otobiyografik çizgiler taşır. İncelediğimiz roman ışığında bu pencereye bakarsak şunları söyleyebiliriz: “Badem Dalına Asılı Bebekler” mekan olarak Kırım kıyı köyünde geçer. Cengiz Dağcı da bir Kırım kıyı köyünde büyümüştür. Anlatıcı olarak bir çocuğun gözünden yaşanılanların aktarılması kadar yaşanılan “sürgün” olaylarının da birebir Cengiz Dağcı’nın yaşamıyla örtüşmesi de hayli ilginçtir. Dağcı babasıyla münasebeti, annesi ile münasebetine nazaran daha soğuktur. Bu durum, romanda da aynen yansımıştır. Bunların dışında romanda sık sık sözü edilen mezarlık ve çevresinde gezinen kahraman anlatıcının aslında Dağcı’nın da çocukluğundan taşıdığı izler olduğunu söylemiş olsak pek yanılmayız ki bu, yazarın biyografisinde de yer edinir.

Romanlarının çoğu da birbirlerinin devamı  şeklinde düzenlenmiştir. Hele “Üşüyen Sokak”  adlı romanı, “Üşüyen Sokak”  ve “Badem Dalına Asılı Bebekler”in kahraman anlatıcısının Halûk oluşu göz önünde tutularak, “Badem Dalına Asılı Bebekler”in devamı sayılabilir.

Cengiz Dağcı’nın romanları, bazı kişiler ve olaylar vasıta bir topluluğu; bir şehir, bir bölge hatta ülke (Kırım Ülkesi) halkını; sayısız üzülüşleri, intibaksızlıkları, Sovyet emperyalizmi karşısında gizli açık isyanları; bundan kurtuluş ümitleri ile anlatan “sosyal romanlar” dizisi olmaktadır.Kendi çocukluk günlerinden itibaren Kırım Türkleri’nin Sovyet sömürücüleri elinde inleyişlerini, bilhassa Stalin diktası altında barbarlığı arttıran komünist rejimin şehirli , köylü Türk halkı üzerindeki baskılarını, halkta beliren tepki ve direnişleri, bu direnişlerin nasıl zalimce ceza gördüğünü vs. ele alıyor.

Anlatılan o Türkler, geleneklerine, törelerine, dinlerine… Uzun süre Osmanlı’yı bile uğraştırmış ve bilhassa Rus Çarlığını korkudan titretmiş olan savaşçı yiğitliklerine ısrarla bağlıdırlar. Buna karşılık modern makinelerle çelik ordular ve insaniyet dışı komünizm diktası metodları ile gelip onları yok eden Sovyet emperyalizmi XX. Yüzyıl sonlarına kadar insanlığın baş düşmanı olmuştur.

Cengiz Dağcı, romanlarında sık sık bu Sovyet baskısını hissettirir. Kırım Türkleri’nin çektiği eziyetleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer. Her romanında mutlaka bu izler görülür. Bunu yansıtma nedeni ise her yazarın hayatındaki önemli anların eserlerine bir şekilde iştirak etmesiyle açıklanabilir ki bu durum Cengiz Dağcı’da hayli fazladır.


Bu üç hayatı  kaleme almamdaki en büyük sebep şudur; Ben bu insanlara ve davalarına saygı duyuyorum. Onlar Rusya’ya karşı bir devlet kurmak amacıyla isyan bayrağı açmadılar. Devlet otoritesine karşı gelmelerinin tek sebebi vardı. Geleneklerine ve dillerine bağlı olarak yaşamak. Bu millet etnik milliyetçilikten çok çekti. Bu millet insanlık tarihine etnik milliyetçiliğin korkunç sonuçları olarak geçecek bir örnektir.

Bugün teknoloji daha yüksek, ancak fikirler hep vardı. Egemenlik kuran devletler yaşayabilmek için, fikir öldürmek değil fikir üretmek zorundadırlar. Taş gibi durmak, kararlı olmak, yumuşamak, satılmak, gevşemek, dönmek… vb. kelimelerinin yeri ve zamanı değildir. Karşı fikirlere saygı duymakla birlikte bu benim fikrimdir.

Değerli arkadaşlarım insan tüm uzuvlarıyla bir bütündür. Ben assubaylık sorunlarının yanı sıra ideoloji ve düşünce yazılarının yazıldığı bu sitede kendimce hür irademle yorumlarda bulundum. Ancak görüyorum ki özellikle OYAK başta olmak üzere bazı yönlerden site yönetimiyle derin ayrılıklar içindeyim. Diyorum ya insan uzuvlarıyla ve uzantılarıyla bir bütündür. Tek taraflı büyüteç altına alınmış asgari müştereklerde buluşmak yerine, yüzde yüz kendime ait olan değişik alanlardaki fikirlerimi yazmaya gayret ettim. Ancak genel olarak site yönetiminin çizgilerinin dışına çıktıysam umarım hoşgörüyle karşılanmıştır. Saygılarımla…

FAŞO AĞA

Temmuz 19, 2011

faso-aga

 

Hepimiz belirli bir yaşın üzerindeyiz. Bu nedenle attığım başlığın sizde neler çağrıştırdığını  çok iyi biliyorum.  Rahmetli Kemal Sunal’ın filmlerindeki bir çok söz gibi bu söz de klişeleşmiştir. Faşo Ağa…

…. Ağanın pohunun üstüne poh olmaz… Ağaya beleş… faşo ağa… Onlar sendikalıysa ben de Harran'lıyam…

Gelin Kemal Sunal’ın hicvettiği, eleştirdiği toplum yapısını otuz yıl sonra yeniden inceleyelim.

Önce şu “sendika” kelimesinden başlayalım.  Maalesef çalışma hayatının en önemli parçası olması gereken sendika faaliyeti yapılamamaktadır. Sendikalaşma devlet tarafından engellenmektedir. İşverenler sendika faaliyetlerine iştirak eden işçilerinin işlerine son vermektedirler. İşveren dernekleri birlikte hareket ederek işgücü fiyatlarını ve çalışma saatlerini ayarlamaktadır. Haber bültenlerinde işsizlik oranları açıklanmaktadır. İşsizlik rakamları en son olarak 9,9 olarak sevinçle bildirildi. Acaba bu işçilerin yüzde kaçı sendikalı? İşe girenlerin yüzde kaçı taraf olduğumuz ILO şartlarına uygun çalıştırılıyor? Ülkemizde işgücünü ezen hükümet destekli bir kartelleşme mevcuttur. Bu bir tespittir. Ülkemizde sadece turizm ve hizmet sektöründe en az iki milyon insan çalışmaktadır. Bu kişilerin kaç tanesi sendikalıdır? Turizm okullarında meslek öğrenmiş çocuklarımızın yetenekleri göz ardı edilerek köyünden yeni çıkmış, bikinili insanı bile ömründe yeni görmüş bir kişinin tercih edildiğini görüyorum. Otel meslek odalarının ara eleman yetiştirme bahanesiyle binlerce kişiyi stajyer yapıp ucuz mevsimlik işgücü sağladığını iğrenerek ve tiksinerek bildiriyorum. İçkinin fiyatları ortadayken otellerin her şey dahil modelinde bedava içki dağıtması manidardır. Yolculuk dahil haftalık 600TL’ye otellerimizde tatil yapanların yediği içtiği şeylerin sağlığa uygun olduğunu söylemek sanırım aşırı saflıktır. Ama biz yaparız. Biz sihirbazız. İşçiden çalarız, hammaddeden çalarız yaparız. Kimse de sormaz. Ancak kızdırırsan “sorarım haaaa…” der.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı diye bir bakanlık varmış. Bu bakanlığın iş teftiş grup başkanlıkları varmış. Teftiş demek denetleme demektir. Yani denetleyicilermiş. Peki bu kurul denetleme yapıyor mu? Yoksa görevi, davet edildiği konferanslarda pembe konuşmalar yapmak mı? Aslındaları ve olması gerekenleri seslendiren bir günah çıkarma makinesi mi bu kuruluş?

Köleleştirilmiş bir emek gücünün olduğu bu ülke daha ne kadar vatansever çıkarabilecek?

İki tane uzman çavuşumuzun evlerinin önünde ensesine sıkılan kurşunlara hedef olduğunu gazetelerden okuduktan sonra bazı çatlak sesleri duyunca sadece üzüldüm. Nasır tutmuş hissiyatımın isyan edecek hali kalmamış. Neymiş efendim Uzman çavuşlara lojman verilseymiş bile böylesi olaylar lojmanda bile olurmuş. Neymiş herkes mesleğe girerken bazı şeyleri kabul etmiş. Arkadaşlar bu kelimelerin aynısını bize hitaben bir emekli general kullanmadı mı? Birilerinin hak ararken bizim sırtımıza basmasını elbette istemeyiz ancak aynı çarpık bir diyaloğa girip iki yanlışı bir doğruya çevirebilir miyiz? Marabaların birbirine girmesi kadar zevksiz ve tatsız bir tartışma ortaya çıkıyor.

Türkiye Cumhuriyeti hepimizin.  Bu nedenle üstümüzde duran güvenlik, sağlık ve eğitim şemsiyeleri batılı demokratik ülkelerde olduğu gibi, bu kelimeyi ısrarla söylüyorum BATILI DEMOKRATİK ÜLKELERDE OLDUĞU GİBİ tüm yurttaşları eşit kapsamalı, kapsattırılmalı, talep edilmeli. Oysa geldiğimiz duruma bak heyhat…

En sondan başlayalım. Eğitim…  Geldiğimiz noktaya bakın ki yeteri kadar parası olan çocuğunu hemen özel okula veriyor. Yıllık ücretleri on bin TL den başlayan bu okullardan her yıl o kadar çok açılıyor ki… Dershaneler zaten eğitimin olmazsa olmazı olmuş. Milli eğitim okullarını  küçük görmek istemiyorum ama 24 Kasım’larda anlatılan öğretmenlik ruhunun ve anlayışının örneklerini bulmak iyice zorlaştı. Peki biz ne talep ediyoruz yeni bir özel okul yaptırmaktan başka? Eğitimde kalite talep ediyor muyuz? Eğitimde fırsat eşitliği talep ediyor muyuz?

Sağlık Bakanlığının adını  tedavi bakanlığı olarak söyleyen bir çok aydın vardır. Ne kadar yerinde bir tespit.Toplumu koruyucu sağlık tedbirlerini saymak ve söylemek sanırım kimseyi inandırmaz. Sularımız bile temiz değil. Düşünün bir kez. Hayatımızın her alanına girmiş olan kimyasal ve hormonlu ürünler acaba hangi amaçla girdi? Kimler tarafından korunuyor?  Tabii ki tek kelimeyle… Devlet… Bir sporcu mantığıyla düşünürsek, doping kullanarak başarılı olma mantığı… Ya sonrası?...

Tuzumuzun kuru olduğu yerlerde tam bir kapitalistiz. Tuzumuz yaş ise isyankar, sosyal demokrat, muhalefet. Aynı bünyede iki ruh barındırır hale geldik. Ağayı görünce el etek öpüp ağanın şerrinden sakınırken, ağayı yağmalamayı da hiç düşünmüyor değiliz.

Paramız varsa hukuki süreci lehimize çevirmek için her şeyi yaparız. Paramız varsa aç komşumuza nispet yapar gibi son model arabaya bineriz. Paramız varsa işsizlerin acıları aklımıza gelmediği gibi birkaç tane daha ucuz çalışacak adam bulup fırsattan faydalanmak isteriz. Paramız varsa tüketici mahkemelerine tenezzül etmeyiz. Paramız varsa ahkam keseriz ve bizden parasızlar susar bizi dinler. Paramız varsa cemiyette aranan oluruz. Paramız varsa Nasrettin Hoca gibi “ye kürküm ye” deriz. Paramız varsa bankalar zaten bizden ücret falan almazlar. Paramız varsa ağaya beleş…

Artık yirmi birinci yüzyıldayız. Artık bir bilginin dünya etrafında dönme süresi saniyelerle gösteriliyor. Artık insanlar çok uzaklardaki bir şeyden bile anında haberdar oluyorlar. Artık padişahların, derebeylerin, kralların entrikalarını gizleyerek kendileri uğruna milyonları seve seve ölüme gönderdiği çağlar sona erdi. Çağdaş düşüncelerden uzaklaşarak, halkının mutluluğu ve refahını batı demokrasisinin dışında arayan liderler, sürüklendikleri maceranın ceremesini halklarına çektiriyorlar. Bu durum ise en çok leş kargalarının hoşuna gider. Leş kargaları kapitalist düzene angaje olmuş tek yönlü düşünen sınır tanımaz şirketlerdir. Ufalanıp onlara yemek olmamamız lazım. Devletimize sahip çıkmamız lazım. Faşo ağalarla mücadele etmemiz lazım. Bize yapılan haksızlıklara ses çıkarmamaya o kadar alıştık ki… Sonra da üç beş tane savcıdan medet umuyoruz.

İmar planlarımızda park yeri konmamış. Sonra da belediyeler sokağa konan arabalar için bizden park parası istiyorlar. Dede Korkut masalındaki Deli Dumrul’un köprüleri gibi olmuş bu ülke. Bir tarafta GSM şirketlerinin üçkağıtları, diğer taraftan bankaların soygunları…

Biz ABD’nin on yıl güvercin, on yıl şahin politikalarının yörüngesinde dönen basit bir devlet isek kurumlarımız işte yukarıdaki gibi işler. Bizler Pavlov’un Köpekleri olmamalıyız. Toplum bilimcilerin laboratuarı olabiliriz ancak gönüllülük esastır.

En son olarak da; ağayla güreş tutarsan yenileceksin. Yoksa marabalar seni taşa tutar.

Bu durumu düzeltmek için muhtaç  olduğumuz kudret, insan haklarına değer veren, insani değerlerle paradigma üreten, empati yapabilen asil kanlı insanlarda mevcuttur. Aksi taktirde; ne camiler kışladır, ne süngüler minare…

Saygılarımla…

zulfuyare-dokunma

Geçtiğimiz seçimlerden sonra kazananlar haklı galibiyet şarkılarını çalarken, kaybedenler de her halde içten içe “Ben nerede hata yaptım?” sorusunu kendilerine sormaktalardır.” Diye düşünürken birden bire “hayır” dedim. Hayır.

Kaybedenler de aslında kendi iktidarını  yaşıyorlar. Kaybedenler de aslında daha kaybedecek şeyleri olduğu için onun telaşında başarısızlıklarına dışsal bahaneler uyduruyorlar. Kabuklarını atacaklarına, maalesef kabuklarını güçlendiriyorlar. “Ben nerede hata yaptım?” sorusu maalesef çok içsel olarak soruluyor. Maalesef en yakın arkadaşlara bile bu duygu anlatılmıyor.

Ülke siyaseti açısından, geçtiğimiz  on yılın analizini doğru veya yanlış her parti kendine göre yapıyordur.  Biz gelelim kendi meselemize…

Son zamanlarda haklı olarak TEMAD’a başarısızlıklarından dolayı demediğimizi bırakmadık. Yaptıkları hataları bir muhalefet edasıyla eleştirdik. Sorulduğunda tarafsızız dedik ancak kendi listelerimizi gruplarımızı oluşturmak isterken tam bir taraftık. “Tarafsız olmak” spor müsabakalarındaki hakemlere yakışır. Onlar her iki takımdan da değildir. Bizim sitemiz eleştirilerin yoğunlaştığı bir sitedir. Düşünün bir kere TEMAD lehinde yazı yazan ve bizim fikirlerimize ters düşen kişilere neler demedik ki…  Demek ki biz tarafsız değiliz. Demek ki biz tarafız. Sakın TEMAD iyi bir şey yapsaydı yazardık demeyin. Çünkü biz artık her şeyi birbirine bağlayan bir döngünün içindeyiz. Maalesef  TEMAD şu ana kadarki uygulamaları ile bizi iyi bir şey yapmasını bekleyemeyeceğimiz, gözlerimizle görsek de inanamayacağımız depresif bir hale soktu.

Bizim taraf olduğumuz bir çok konu TEMAD’ ın da taraf olduğu konudur. Ancak bizi TEMAD’ dan farklı kılan bizim farklı söylemlerimizin olmasıdır. Yapılanları eleştirip alternatifini sunmaz isek, taşın altına elimizi sokmaz isek, muhalefet olmayı kabul etmez isek, şikayetlerimizi bir nevi tarafsız serzeniş olarak sürdürür isek bir adım öteye gidemeyeceğimiz bir gerçektir.

Peki bu sitede bizim yapmamız gereken nelerdir?

Herşeyden önce demokratik bir ortam oluşturmaktır. Eğer tarafsız isek yorumların altına “Yönetici notu” düşmemektir. Bırakınız fikirler tartışsın. Ancak sitenin hukuksal olarak sıkıntı yaşayacağı konularda kendini düşünerek bir takım şeyleri yayınlamaması gayet normaldir. Çünkü her ne kadar bu site benimdir, bizimdir desek de faydalanıcı olarak haklıyız, ancak sorumluluk olarak hiç de öyle değildir. Tabii ki sorumluları vardır. Ancak site yöneticilerinin bu olgunun dışına çıkarak; üyeler fikirlerini beyan ederken “sizden bunu beklemezdik.” yaklaşımından vaz geçmesi gerekmektedir.

Tartışma ortamının bizi ileriye taşıyacağını, ancak dostlar alışverişte görsün misali, birbirimizi fikir olarak değil de isim olarak desteklemenin bizi bitireceğini düşünmek gerekmektedir.

En önemlisi de bir lider bulmamız gerekmektedir. Her haliyle her şeyiyle şu anki yönetime muhalefet olmayı kabul edecek, aday olacak, kendisini kabul ettirmiş bir lider… Tabii ki bunun için de öncelikle internet ortamından sıyrılarak fiziki bir mekanda toplanmamız gerekmektedir.

Bu sitede yazan yazarlar da bizlerden biridirler. Ben de onlardan biriyim. Ancak bu demek değildir ki ben yüzde yüz doğru yazıyorum.  Biz yazarlar bu sitenin renkleriyiz. Biz soldukça yerlerimize yenilerinin gelmesi kaçınılmaz olmalıdır. Belirli sıklıkta yazı yazmayan köşe yazarının köşesini işgal ettiği düşünülmelidir.

Son olarak OYAK hakkında kamuemekçileri.org adresinde yazılan bazı yazılar ile oluşan istenmeyen hukuksal sonuçlar hakkında bir yorum getirmek istiyorum. Sayın Gürpınar Abimizin Sayın Adilhan Şanlı’nın konu ile ilgili köşe yazısına yaptığı yorumu iki kere okumanızı rica ediyorum. Mesaj ortadadır. Kendisi her zamanki kırıcı olmayan üslubuyla söylemek istediğini söylemiştir.

Kamu emekçileri sitesine üye olmayın veya yazmayın demiyorum. Sadece söylediğim şudur. Bizim her yazdıklarımızı  sadece bizlerin okuduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. İnanın küçük bir hatada kendimizi hakim önünde buluruz. Çünkü kapitalist bir sistem ile karşı karşıyayız. Onlar OYAK’ın parasıyla dava açıyorlar. Ancak biz sadece kendi paramızla komik ama haklı halimizle savunma yapıyoruz.

Ben bu sitede OYAK hakkında bazı  yazılar yazdım. OYAK’ın 2001 yılında dolarize olarak haksız kazanç elde ettiğini söyledim. OYAK neden bana dava açmadı? Sayın arkadaşlarım benim OYAK hakkındaki fikirlerim sabittir. OYAK kapanmalıdır. Geriye yönelik olarak Asteğmenler başta olmak üzere hak kaybına uğrayan herkesin hakkı verilmelidir. Çünkü yönetiminde üye temsil dağılımı adaletli değildir. Çünkü iştiraklerinde çalışanlar objektif kriterlerle işe alınmamaktadır. Tıpkı bir zamanlar Ordu Pazarlarında olduğu gibi…

Astsubay üniformasıyla ordu pazarı Tandoğan şubesine giderdim. Oradaki tezgahtarlar hepsi şık bir şekilde üçerli beşerli gruplar halinde çay kahve içerlerdi. Müşteriden çok çalışan vardı. Ne kadar trajikomik bir ticaret anlayışı sergiliyorlardı!

OYAK’ın hukukçularının bana söyleyebileceği söz yoktur. Bu nedenle de hakkımda dava açamazlar. Bilakis bahsettiğim 2001 yılındaki OYAK’ın haksız kazanç elde etmesi OYAK dergilerinde yayınlanmıştır. Hal böyleyken Savcıların OYAK hakkında soruşturma yapmaması da düşündürücüdür. OYAK iştirakleri kâr sağlama amaçlı kuruluşlardır. Ancak bu iştirakler de çoğu zaman OYAK vesilesi ile TSK güvenilirliğini ticaretlerinde diğer şirketlere karşı haksız rekabet anlamı taşıyacak şekilde kullanmışlardır. En basitinden Oyakbank reklamlarında “Emrinizdeyiz” ibaresi kullanmıştır. OYAK iştirakleri büyüteç altına alınınca başta vergilendirme ve devlet olanaklarının kullanılması olmak üzere altından çok şey çıkacağına inanıyorum. Ancak şu an sadece birkaç gazete köşesinde devede kulak misali bir takım şeyler duyuyoruz. Umarım savcılar bu haberlere de, şikayetçi emekli generale gösterdikleri duyarlılığı gösterirler.  En üzücü olanı da bazı meslektaşlarımızın “geç bunları sen, OYAK olmasaydı o kadar parayı nerede biriktirecektin.” yaklaşımında olmasıdır.

Biraz da zülfiyare dokunmak lazım. Saygılarımla…

GUGUKLU SAAT

Haziran 02, 2011

guguklu-saat

Saatçi dükkanları çarşılarda en güzel yeri süslerler. Bazı saatler pahalılığıyla, bazıları ise görünümüyle göz doldurur. Eskiden evlerimizde tahta çerçeveli, ve cam bir dolap içinde altta sallanan sarkaçı, değişik sesler çıkaran metal çubuklarıyla duvar saatleri olurdu. Şu an duvarlarımızda duran çoğu promosyon saatlerden çok farklıydı bu saatler. En güzelleri de, saat başlarında içinden kuş çıkan guguklu saatlerdi. Bellirli zamanlarda çıkan bu kuş, sakin ve sessiz evlerin bir yörüngede, bir döngüde olduğunu anlatırdı bize. İlk aldığımız zamanlardaki ilgimiz, yerini sessiz bir içten rakam saymaya bırakırdı. Kaç defa çalacaksa ona göre yapılacak işler planlanır, namaz vakti ise akabinde ninemin gözleri yelkovanı sık sık takip eder, gece uyku vakti ise geciktiğimizi anlar ve yatakta uyuyabilmek için gözlerimizi sıkardık. Ninemin tespih çekme transını dahi guguklu saatin sesi bozar, tarhanasını yapma emrini verirdi. Evlerin zenginliğinin göstergesi ve gitgide bizi düzene sokarak yöneten guguklu saatin esiri olurduk. Pencereden dışarı baktığımızda yağan kar ve yağmur hayatın tekdüzeliğindeki yegane sıra dışılık gibi görünür, insanı öyle bir çaysatır öyle bir sevindirirdi ki, bakarken dalar giderdik, sıladan gelen sıcak bir mektup gibi…

Şimdi düşünüyorum da, nostaljinin tekdüzeliği ve  yeknesaklığı bırak orada kalsın. Onu yaşadık ve bitti.  Biz yine insanoğlunun yapması gerekeni, istemesi gerekeni istiyoruz. Bizi diğer canlılardan ayıran da zaten tekdüzeliğe karşı duruşumuz ve yenilik yapma isteğimiz...

Önümüzdeki hafta milletvekili seçimleri olacak. Herkes sakin, sorumluluk bilinci takılı yüz ifadesiyle sıraya girecek oylarını verecek. Ancak bir şeyler farklı olabilir. Belki bu kez gidip oylarını verenler  son kez merakla seçim sonucunu bekleyecekler. Son bir heyecan, son bir özgüven, son bir muhalefet, son bir cezalandırıcı, son bir ödüllendirici olmanın yetkisini ve gururunu takınarak oylarını kullanacaklar.

Sonraki seçimler “GUGUKLU SAAT” olabilir. Kanaatimce halkın şunu çok iyi görmesi gerekir. Biz kendimize bakıp ne kadar muhteşemiz diye övündüğümüz ve guguklu saatin yörüngesinde yaşadığımız yıllarda Avrupa bizim iki yüz yıl önümüze geçmişti. Adına da Duraklama devri denmişti. Oysa bu duraklama devrinin başında da bir “muhteşem yüzyıl” vardı.

Sanırım demokrasilerde en büyük tehlike muhalefetsizlik. Sanırım muhalefetsiz bir iktidar halkın heyecanlarını bile çalar. Sanırım bir gün hesap verme korkusunu hissedenler güçlerini pekiştirmek isterken halkı etkisizleştirmek isterler. Tıpkı bizim “Guguklu Saat”e bakarak geçirdiğimiz gençliğimiz gibi. Tıpkı 12 Eylül sonrası gibi… Tıpkı 12 Haziran’dan sonra yaşanabilecekler gibi… Ha dikta olmuş, ha dediğim dedik öttürdüğüm düdük diyerek aldığı çoğunluk oyunu, halkın tümüne bir kabulleniş dikte etmeye kalkan radikaller olmuş ne fark eder…

Saygılarımla…

gonule-bak

Bugün sabah internet haberlerini gözden geçirirken bir haber dikkatimi çekti.  Müteahhitler Birliği Başkanı Sayın Çakır yabancılara ev satış prosedürlerini kolaylaştırma yolunda kolaylıklar getirildiğini, bu nedenle de yabancılara mülk satışında patlama yaşanacağını, sektörün önünün açık olduğunu bildiriyor. Bu bildirisinde aşağıdaki paragraf ilgimi çekti. Okudum. Önce saf saf okudum. Sonra da art niyetli okudum. Her iki halde de Gönül’e bak Gönül’e dedim.

'MÜTEAHHİTLERİN  ÖNÜ AÇILIYOR'

ÇAKIR, kısa süre içerisinde işlemlerin Tapu'dan yapılacak oluşunun müteahhitlerin önünü açacağını ve satışları patlatacağını belirterek "Bu sorunu 2010 yılında MÜTBİR'in ev sahipliğinde Alanya'da yapılan toplantıda gündeme taşımıştık. Bu toplantı sonrası Milli Savunma Bakanı Sayın Vecdi Gönül, iki kez beni arayarak sorunu çözeceğini söylemişti. Şu anda protokol hazırlandı. Bu da en büyük engelin kısa sürede kalkacağı anlamına geliyor. Artık sektörümüzün önü açılıyor. Sayın Başbakanımıza ve Sayın Gönül'e çok teşekkür ediyoruz" dedi.

Sayın meslektaşlarım ben de konuya yakın olduğum için bir kez de benden dinleyin. Yabancılar ülkemizden gayrimenkul edinirken ilgili ordu komutanlığından müsaade yazısı verilir. Bu işlemler biraz uzun sürer. Belediyeden harita çıkartılır. Kadastrodan bilgi alınır. Bu işler hem zaman olarak hem de maliyet olarak ülkemizden ev alacakları ya da onlara ev satacakları ilgilendiren prosedürlü ve bir o kadar da haklı bir süreçtir. Dolayısıyla bu süreci yok etmek ya da basite indirgemek isteyen sektör işini kolaylaştırmak için Milli Savunma Bakanlığından yardım istemiştir. Milli Savunma Bakanı da Sayın Mütbir Başkanını iki kez arayarak sorunu çözeceğini söylemiş. Dikkatinizi çekerim Bakan arıyor. Yani telefonun tuşlarını Bakan çeviriyor ya da çevirtiyor. Yani Mütbir Başkanı çevirmiyor.

İşte böyle Sayın Arkadaşlar… Gelelim yorumlarımıza;

  • Sayın Bakan hiçbir zaman “Arayın TEMAD başkanını bana bağlayın" diye sekreterine emir vermiş midir?” Arayıp da “Halledeceğiz sizin sorunlarınızı…” demiş midir?
  • Sayın Bakan kimin ricası  üzerine Mütbir başkanını arayıp emir tekrarı yapmıştır?
  • Sayın Bakanın yabancılara mülk satışının kolaylaştırılmasının önünü açmasının vatana veya kendine olan faydaları nelerdir? Yoksa sadece bir dost ricası mıdır?
  • TBMM’de bile söz almaktan imtina eden Sayın Bakan, nasıl olmuşta bu konuda aktif tutum sergilemektedir?
  • Kamuoyunda ve gazetelerde hiç yabancıların mülk alış prosedürü hakkında bir tartışma duydunuz mu? Yabancılar bu konudan yakındı mı? HAYIR. Peki TSK personelinin bir kısmının bağırışlarına kulak tıkayan bakan nasıl olmuşta inşaat sektörüne ilgi göstermektedir?
Sayın Emekli Assubaylar size bir hatırlatmada bulunayım. İki dönem üst üste Milli Savuma Bakanlığı yapan bu şahsın üçüncü kez de Milli Savunma Bakanı olması kaçınılmazdır. Çünkü kendisi AKP Antalya birinci sıra milletvekili adayıdır. O halde biz başka kapıya…

Ay akşamdan ışıktır yaylalar yaylalar

Yüküm  şimşir kaşıktır dilo dilo yaylalar.


  • bak koçum burası  eskiden dutluktu, buralara kurt inerdi
  • ee abi,sonra ne oldu?
  • ne mi oldu? dutlar gitti,kurtlar kaldı.

Uzar gider…… Benden yorum bu kadar. Kalanı sizin yorumunuza ve satılmamış bir basın parçası kaldıysa onların alakasına.

Hiç bu kadar üzüntülü  yazı yazmamıştım. Başım ağrıdı. Saygılarımla...

umutsuzadam

Dün oğlumun okuluna gittim. Kantinin yanında bir masa vardı. Masanın üstü o kadar kirliydi ki yanındaki sandalyeye oturamadım.  Kantin görevlisine sordum. Bu masayı temizlemek kimin görevi dedim. Kendisi bunun kendi görevleri olmadığını, okul idaresinin görevi olduğunu söyledi. Pekala dedim ve okul idaresine gittim. Okul müdürü bana çok yakın ilgi gösterdi. Hemen benimle ilgilendi ve benimle kantine gelip hesap sormaya yeltendi. Müdür yardımcıları müdürü  ustaca yerine oturttular ve bana;

  • “siz gidin biz gereğini yaparız.”

Dediler. Ben kantinciler ile yüzleşmek istediğimi ve kantincilerin bana söylediğini aynen müdür yardımcısına söylemesi gerektiğini söyledim. Müdür bey tekrar yerinde atıldı;

  • “hadi gidelim.”

Dedi. Ancak yardımcılar tekrar ustaca oturttular. Biri benimle geldi. Kantine gittik. Kantinciye masayı neden silmediklerini  sorusuyla birlikte, silmeleri gerektiğini söyledi. Kantinci sildiklerini söyledi. Birlikte masanın yanına doğru gittik ve katılaşmış pislikleri olan boş masanın yanına geldik. Masanın az ilerisinde altı  yedi kadın duvar taşlarına oturmuş örgülerini örüyordu. Bir tanesi bana öyle bir baktı ki… Sanki “…ya nerden çıktın. Başımızı şişirmeye.” der gibi… Ben masanın yanında görevliye dönerek;

  • “ben size sordum. Bu masayı  silmek göreviniz olmadığını söylediniz.”

dedim. Kendisi bana dönerek;

  • “burada çocuklar hep masaların üzerine çıkıyorlar o nedenle silmiyoruz.”

diye cevap verdi. Ben de burasının okul olduğunu ve dolayısıyla burada çocukların olacağını, yetmiş  yaşında insanları beklememesi gerektiğini söyledim. Sonra müdür yardımcısı silmeniz gerek diyerek kantinciye baktı. Kantinci;

  • “Ben silmem.” 

Diye cevap verdi. Ben müdür yardımcına döndüm ve;

  • “bakın gördünüz mü silmiyor ve silmeyecekmiş.”

dedim. Kantinci müdür yardımcısına dönerek;

  • “Tamam sileceğim. Gerekirse yıkayacağım.”

Dedi. Müdür yardımcısı hemen bana dönerek;

  • “Tamam siz de artık gidebilirsiniz. Bak silecekmiş.” 

dedi.  Mesele çözülmüştü ancak böyle çözülmesi karşısında bozulmuştum. Oradan uzaklaştım. Çarşıya gittim. Fakat yaşadıklarım aklımdan çıkmıyordu. Resmen kantincinin cüreti ve müdür yardımcısının  “nerden çıktın be adam?” tarzı hoşuma gitmemişti. Tekrar okula döndüm. Okul müdürünün yanına gittim. Müdür bey;

  • “Hemen dilekçe yazın ve yarın ben onlara ihtar çekeyim. Görecek onlar.”

dedi.  Sonra sitem dolu sözlerle;

  • “-Bakın ben buraya düzen getirmeye çalışıyorum. Müstahdemler ve hizmetliler öğretmenlere çay kahvaltı hazırlamaktan, bulaşık yıkamaktan okulun hiçbir yerine bakmıyorlar. Ben öğretmenlerin çayına müdahale ettim. En kötü ben oldum. Beni şikayet ettiler. Bakın bir hafta yoktum. Şu dolabın içinde yarım tepsi baklava duruyor. (gösterdiği kitap dolabı gibi bir şeydi.)  Okulun tuvaletlerinden pis su akıyordu. Okul sahipsizdi. İlgilendim. Şu an benden kötüsü yok” 

dedi. Daha çok derdi vardı. Ancak o anlatmak istemedi. Ben de sormak istemedim. Çünkü kendisine usulsüzlük nedeniyle soruşturma açılmıştı. Üstüne üstlük yerel gazetede de manşet yapılmıştı.  “Müdür neden gitti?" Kendisi “Ben ne edeyim? Nerelere gideyim? Derdimi Kimlere anlatayım?” psikolojisindeydi. (Basın devletten önce müdürü yollamıştı.)

Neyse yaşandı bitti.  Ofise geldim. Bir çok konuda hemfikir olduğumuz bir abim vardır. Kendisi 12 Eylül döneminde içeri girmiş çıkmış. Halen siyasi yaklaşım olarak da sol görüşlüdür.  Durumu kendisine anlattım. Kendisi Trakya şivesiyle;

  • “- E be başçavuş sen akıllanmıcan. Nerden bulisin büle şeyleri. Kendini hedef yapisin. Aylak  adamın işleri bunlaaa.”

Yutkundum bir şey diyemedim. Ancak içimden kendi kendime konuştum. "Yahu sen de böyle düşünüyorsan ve beni haksız buluyorsan ben nerelere gideyim? Kimlere anlatayım?"

Sonra bir enstantane daha aklıma geldi. Ama nereden geldi bilmem.  Çok tanınmış, Atatürkçü, aileden Atatürk’e yakınlığı ile bilinen milliyetçi görüşlü, eski bürokrat gazeteci bir beyefendinin eşiyle kendilerine kiralık büyük ve güzel bir ev arıyoruz. Dedim ya adam milliyetçi, Atatürkçü, Atatürk’e yakın bir aileden gelme… Hanımefendiye bir daire gösterdim. Aynen dediği kelime “Leşşş….

Galiba kendi  sosyokültür seviyesinden aşağıda olan daireye yakıştırdığı “Leş” sıfatı  da bana aynı şeyleri düşündürmüştü. Nerelere gitsem. Kimlere anlatsam…

Sonra Sayın Kılınç’ın köşe yazısını okudum. Köşe yazısının takıldığım bölümü  dernekteki bazı kişilerin serzenişiydi. Bu sözler karşısında, sağduyulu, mücadelemizin sesi ve yüreği olan tüm meslektaşlarım hep bir ağızdan “... Laaa havle vela… Ben nerelere gitsem. Kimlere anlatsam…”  demişlerdir.

Sonra aklıma Türkiyeli Donkişot lakabı takılan Profesör Orhan Kural geldi. Adam toplumun görmediği ya da gözardı ettiği haklı çıkışları nedeniyle ne kadar alay konusu olmuştu. Dayak bile yemişti.

Bizler de kendi hakkımızı savunurken bile kendi meslektaşlarımız, hem de derneğimiz üyeleri tarafından bıyık altından gülünerek izleniyoruz. Türkiye’nin hali gibiyiz. Acınacak halimize gülüyoruz. Sadece seyrediyoruz. Eş dost sohbetlerinde ahkam kesiyoruz. Ancak bireysel tepkimizi koymuyoruz. Bazen hiç  sevmediğimiz biri oluyoruz. Bazen kızdığımız insanlar gibi davranıyoruz. Onların bize olan ilgisizliğine kızarken, biz kendi kendimize bile ilgi göstermiyoruz.

Bir TUNCER KÜÇÜK’ün onur yürüyüşünü  bile sahiplenemedik ya…  Kendisi yürüyüşü bitince, kendisine yapılan uygulama karşısında,  bu uygulamaya sessiz kalarak destek veren emekli astsubay toplumuna  aynen şu kelimeyi söylemiştir. “Ben ne edeyim? Nerelere gideyim? Derdimi kimlere anlatayım?"

Umarım Sayın Ahmet Öztaş’a da aynı kelimeleri söyletmeyiz!

Saygılarımla…

emekli

……..

Ben yıllarca vatanın dört bir tarafında çalışarak emekli olmuş bir assubayım. Allah razı olsun devletten. Çalıştık çabaladık. Emekli maaşımızı hak ettik.  Şimdi torun torba sahibiyim. Kızım hemşire. Eşi doktor. Büyük oğlum Kurmay Yarbay. Şimdi Amerika’da görevde.  Eşi de öğretmen. Torunlarım hepsi kendini yetiştirdi. Her yıl askeri kampa  giderim. Bu yıl da Uludağ’a gittim. Gerçi kasım ayında idi ama yine de güzeldi. Aslında herkese her yıl kamp çıkmaz ama sağ olsun bazı tanıdıklarım var onlar araya sıkıştırırlar. Çalışırken biraz birikim yapmıştım. Sonra da babadan biraz miras kalınca birleştirip güzel bir ev aldık. Emekli ikramiyemi bankaya koydum. Bir ara OYAK emekli sistemine emekliler de bir kereye mahsus dahil edilmişti. O zaman ben de üye oldum. Allah razı olsun oradan da gelirim var. Torunlara harçlık yapıyorum.

İyi ki buraya yerleşmişim. Oturduğumuz muhitte bir çok emekli subay var. Herşey çok düzenli. İnsanın emekli olunca birbirinin dilinden anlayacağı kişilerle komşuluk etmesi güzel. Karşı komşum Emekli albay. Sağ olsunlar Albayım çok mütevazi insan. Bazen akşamları Albayımla tavla atarız. Onu yenmek benim için keyif verici. Yendiğim zaman "-Albayım öğrenin de gelin."  dediğimde kızarır. "-Yahu Mahmut zar tutuyorsun." der. Günler böyle akıp gidiyor işte.

Eski arkadaşlarla çok sık görüşme imkanı olmuyor. Bazılarından haber alıyorum. Çoğunun durumu iyi değilmiş. Eeee zamanında düşünmezsen öyle olur. Biz yarınları düşündük. Şimdi maaş yetmiyor diyorlar.  Ara sıra orduevine uğradığımda bizim TEMAD’cı arkadaşları görüyorum. İyi hoş da beni açmıyor.

Günümün çoğu evde çarşıda geçiyor. Kahveye pek çıkmıyorum. Etraftaki komşularımın  çoğu benim emekli astsubay olduğumu bile bilmiyor. Çok soran olursa Silahlı Kuvvetler'den emekliyim diyorum.

Geçenlerde emekli astsubay bir arkadaşla biraz tartıştık. Kendisini arasıra grosmarkette alışveriş yaparken görürüm. Selamlaşırız. Biraz entelektüel biri. Bana dedi ki… “ Mahmut bey haklarımız için mail kampanyası var katılır mısınız?” Tabii ki güldüm. "Yahu ne maili, ne kampanyası hiç haberim yok" dedim. Bana uzun uzun anlattı. Yok emekli assubaylar diye bir site varmış,  bir oluşum varmış, etkililermiş, birlikten kuvvet doğarmış. Ben de dedim ki; "Yahu kardeşim ben bu yaşıma kadar hiçbir subaydan bir kötülük görmedim ama assubaylardan çok gördüm. O nedenle ben o defteri kapattım.  Hem ben TEMAD’cılarla görüşüyorum bazen. Hiç bana bir şey anlatmadılar".

Aslında ben arkadaşlığa dostluğa  önem veren biriyim. Her yıl devre gününde arkadaşlarla bir araya geliriz. Eski günleri yad ederiz. Şimdi ne yaptıklarından haberdar oluruz. Ancak herkes gelmiyor. Toplasan 30-40 kişi. Ama helal olsun hepsinin de durumu iyi. Kiminin çocuğu Amerika’da, kiminin torunu.  Kimi ticarette başarılı olmuş. Kimi emekli olduktan sonra bir firmada müdürlük yapıyor. Aslında bizim devrede 500 kişi idik. Demek ki ben hayırsız değilim. Diğer 460 kişi hayırsız.

Hal böyleyken böyle. Artık yaşlandık. Yengenizde de bende de ihtiyarlık rahatsızlıkları çıkmaya başladı. Geçenlerde safra kesesinden ameliyat oldum. Sağ olsunlar hastanede profösör ilgilendi. Bölüm başkanı özel ameliyatıma girdi. Şimdi çok iyiyim.

Ben Sosyal Demokrat adamım. Atatürk’ün ilkelerinden taviz vermem.  Ordumuz bu ülkenin bekçisidir. Ordumuzun üstünde oynanan oyunlara bir son verilmelidir. Ordu bunu fark edip gereğini yapmalıdır. Bazı emekli arkadaşlarımız da orduya karşı oynanan oyuna alet oluyormuş gibime geliyor. Ona buna uyup da muvazzafları komutanlarına karşı kışkırtıp onların istikballerini mahvedecekleri endişesini taşıyorum. Nitekim bizim Hakkari’deki ufaklık haylaz da kafasına göre bir şeyler öğrenmiş ileri geri konuşuyor.


Bu yazım vesilesiyle 1 Mayıs işçi bayramını canı gönülden kutlarım. Kalın sağlıcakla…

  • Er kişi niyetine
  • Er değildi hoca efendi,  Komutan Yaveriydi…

Son Eklenenler

Copyright © 2006 Emekli Assubaylar. Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım İhsan GÜNEŞ