….Nihayet oldu… Sesimizi duydular… Gazetelerden duyduğum haberi kontrol etmek için Milli Savunma Bakanlığı sitesine de girdim. Yazılanlar doğruydu. Yıllardır özlemle beklediğimiz haberin gerçekleşmesine yönelik nihayet bir adım atıldı.
“…. İntibak yasası kapsamında emekli assubayların emekli maaşlarında yaklaşık %30 bir artışa ilaveten bitirdikleri sınıf okullarının da Meslek Yüksek Okulu seviyesine çıkarılması bir çok çalışan tarafından tepkiyle karşılandı.
Ö.Ç. (Emekli memur) Hükümet TSK leri personeline zam yaparak kendi belirlediği TSK yönetim kadrosuna jest yaptı.
A.D. (Esnaf) Bizden topladığı vergilerin yan gelip yatanlara verilmesini kınıyorum.
M.A. (Öğretmen) Dört yıllık fakülte mezunu öğretmenim. Maalesef lise mezunu bir assubaydan az alıyorum. Bence öğretmenler subay statüsündedir. Subaylarla aynı maaşı almalıdır.
D.A. (Avukat) Devlet yine silahlı memur, silahsız memur diye ayrım yapmıştır.
Ö.D. (Emekli subay) Hükümetin emekli assubaylara zammı kasıtlı ve kışkırtıcıdır. TSK içindeki birlik ve beraberliği baltalamaya yöneliktir.
M.O (Doktor) Maalesef bizim dirsek çürütmemiz boşaymış. Hükümet kendi siyaseti ile doğru orantılı zam veriyor. Doktorlara da bol bol fazla mesai ve muayene hane açma yasağı…“
"Yukarıdaki haber metni ve altındaki yorumlar böyleydi” diyerek sinir katsayınızı daha fazla arttırmak istemiyorum. Ben size bir asparagas haber yaptım.
Bundan önceki yazımda da para konusunu başlık yaptım. Normal bir site yazarının eğer OYAK ve assubayları konu alan yazısı varsa tıklanma sayısı 15 günde 600-800 arasıdır. Eğer diğer entelektüel veya aktüel konular yazılmış ise 300-500 arasıdır. Ancak para söz konusu olunca üç günde 2000 kişiden fazla tıklanma yakaladık. Bunu iyi değerlendirmek gerek. Tek yönlü yorum yapmamak gerek. Vay beeee konu para olunca herkes hemen tıklıyor deyip kesip atmamak gerek.
Sitemizi belirli bir noktaya odaklanarak tek yönlü takip edenlere seslenmek istiyorum. Bize bu çatı altında yazma imkanı verenlerin gayretleriyle bir sinerji yakalanmıştır. Bu site sayesinde yapılanları mübalağa etmeden yazmaya gayret edeceğim.
Şu an medyada en az dört beş yazar bizim sorunlarımızı bilmekte ve sahip çıkmaktadır.
Bizim aleyhimize yazı yazanlar bu site sayesinde özür yazılarını kaleme almışlardır.
Bu site sayesinde Ankara’daki büyük mitingimiz anlam kazanmıştır.
Bu site sayesinde sayın Tuncer Küçük’ün onurlu yürüyüşü medyaya yansımıştır.
Bu site sayesinde isteklerimiz “Biz kimiz ve ne istiyoruz?” başlığında toplanmıştır.
Bu site sayesinde Eski Milli Savunma Bakanı protesto edilmiştir.
Bu site sayesinde haklarımız koro gibi tek sesten yankılanmaktadır.
Bu site sayesinde Assubayların haklı mücadelesi için hukuk savaşı verenler desteklenmektedir.
Daha fazlası da var ama yeter sanırım…
Sayın arkadaşlar, lütfen “nasıl olsa birileri bir şeyler yapıyordur” mantalitesini bir kenara bırakalım. İnanın çoğuz. İnanın çok kalabalığız. Sizler de katılırsanız daha kalabalık olacağız. Sitemiz dışarıdan da izleniyor. Medya izliyor. Hükümet izliyor, Genelkurmay izliyor ve belki de gizli servisler de izliyor. Ancak hiç biri bizim düşmanımız değil. Biz kalabalık olmadığımız sürece belirli bir çoğunluğa ulaşmadığımız sürece haklarımızı almamız hayaldir. Bize haklarımızı verecek olan makamlara önce ezici bir çoğunlukla seslenmeliyiz. Bizim sitemizin günlük tıklanma sayısı 5000 olmalıdır. Eğer 5000 kişi olursak inanıyorum sesimiz çok gür çıkacak. O nedenle lütfen sitemize giriniz. Yazılanları okuyunuz. Arkadaşlarınıza tavsiye ediniz.
Saygılarımla…
Bugün 24 Ağustos. 30 Ağustos Zafer Bayramı'na az kaldı. Başkomutanlık Meydan Savaşı ve Malazgirt Zaferinin yıldönümünün anlamlarını elbette hepimiz biliyoruz. Bir de yeni rütbe günleridir bu 30 Ağustos'lar. Her askeri birlikte 30 Ağustos coşkusu yaşanır. 30 Ağustos yeni rütbeler yeni sevinçler demektir.
Ama Assubaylar biraz buruk kutlar bu 30 Ağustos’u… Hani küçüktür ya rütbesi… Hani başından sonuna kadar çavuş kelimesiyle sıkıştırılmıştır ya… Hani aldığı rütbe onun konumunda hiç bir şey değiştirmeyecek ya… O nedenle bir subay kadar coşkulu değildir Astsubay. Hoş coşku duysa da kursağında kalır sık sık…
Bir de başka nedenler yüklenir ardından. Her 30 Ağustos’ta rütbe törenleri, balolar ve eğlenceler düzenlenir. Assubaylar bu eğlencelerin fügüranları olmuştur hep. Hani Türk filmleri vardır ya… O filmlerin oyuncuları ve bir de kalabalık yapsın diye toplananlar vardır. İşte bu kalabalıklardır assubayların rolü.
“Genç bir assubaydım. 30 Ağustos’u organize ediyordum. Birliğimizde subay olarak bir tek birlik komutanı vardı. İkinci adam olarak en kıdemli Assubaya protokol masasında yer yazmıştım. Ancak o abimizi bir ara mutfakta tabak hazırlayana yardım ederken gördüm. Çok üzülmüştüm. Yerine oturmasını ve gerekenin yapılmakta olduğunu söylediğim. Ancak kendisi bu işi ne kadar bildiğini kanıtlama derdine düşmüş olacak ki beni dinlemedi bile…”
“Kıdemli Başçavuş olmuştum. Devrem ile iki aile olarak 30 Ağustos balosuna katıldık. Kendimizce son rütbemizi kutlayacaktık. Bol subaylı bir baloydu. Bize verilen masa biraz sonlardaydı. Yanımızdan geçen subay ailelerinin bir çoğu bizim astsubay masalarının yanından geçerken hiç selam vermeden, yokmuşuz gibi davranarak geçip en yakın subay masasındaki herkese tek tek iyi geceler diyerek giriyorlardı. Biz artık son rütbeye gelmiş birileri olarak bunlara mı kafa takacaktık. Bırak canım şu birkaç kendini bilmez insanı deyip eğlencemizi bölmelerine izin vermedik. Arkadaşım oynamayı severdi. İlerleyen saatlerde birkaç genç assubayla birlikte çok güzel oynayıp eğlendiler. Ancak kulaklarına bir şey fısıldanmış olacak ki yerlerine oturdular. Ertesi gün de komutan o arkadaşları çok oynadıkları için kınadı. Sebep şuydu. Aşırılık yapmamışlardı ancak aşırı eğlenmişlerdi. Kendilerinden daha değerli rütbeleri olan subaylar bile bu kadar eğlenmemişken bunlar da kim oluyordu ki…”
30 Ağustos’lar çoğu zaman bu rütbelere yerlerini hatırlatma enstantanelerinin yaşandığı sahnelere tanık olur. Bir çok birlikte bu eğlenceler subay astsubay ayrımcılığıyla gölgelenir. Oysa bu hepimizin bayramı değil miydi?
Tüm bu örnekler çok defalar yaşanmış olacak ki bu tür eğlencelere bir çok astsubay hiç katılmak istemez. Hep geçiştirmeye veya kaçmaya çalışır. Çoğu birlikte yeterli çoğunluk sağlanmadığı için zorla eğlenceye katılım sağlanır.
Yine 30 Ağustos’larda hafiften kıpırdanıyor her assubayın içi. Herşeye rağmen kendini oyun dışı görmek istemiyor. Kenardan da olsa, fasulyeden de olsa yaşamak istiyor bu duyguyu…
Yani 30 Ağustos bayramı bir assubaya bazen bir 30 Ağustos sıkıntısı da olabiliyor. Çoğumuz o an görmüyoruz veya duymuyoruz gibi davranırız. Ama hiç kimse kendine yapılanı unutmuyor. Umarım bu yazımı bir subay da okur ve biraz empati yaparak bu 30 Ağustos’ta bir astsubay masasına oturur, onlarla eğlenir ve coşkusunu onlarla paylaşır. Aynı şekilde de bir Astsubay aynı coşkuyu bir Uzman çavuşla paylaşır.
Saygılarımla…
(Artık anneciğim demeye gücü kalmamış çocuk, çaresizce annesinin kucağında uzanmış gözünü uzaklara dikmiş bakıyor. Kimbilir neler düşünüyor hayatın anlamı diye söylenen lakırdılardan haberi olmadan. Kimbilir neler düşünüyor fikir sahibi olamadan… Çaresiz gözlerle sadece sıcaklığını hissettiği annesinin gözlerine bakıyor. Acaba neler söylemek istiyor? Bana annem yeter diyor. Annemin kucağında ölmenin mutluluğunu yaşıyorum ne mutlu bana diyor. Anneciğim iyi ki sen varsın diyor. İyi ki varsın anne… İçinde bulunduğum dayanılmaz acının, açlığın ve hastalığın çaresi senin sıcaklığın. Kurumuş alnımı okşayan ellerin bana huzur veriyor. Okşa beni anne okşa… Huzur içinde oluyorum. Her şeyi unutuyorum. Okşa beni anne…. Okşa…)
Yüreğimde kocaman bir kor...
Yüreğimde kocaman bir yara…
Anne… Anne… diye çaresizce çıkan sesler…
Yavrum… Yavrum diye çaresizce verilen cevaplar.
Söylenecek söz mü var?
Edebiyat yapıp süsleyecek hal mi kalmış bende…
Ne olur Allah’ım ne olur!... Yardım et!... Ne olur!...
İnsanların gönlüne şefkat ver!.. Yüreklerine ateş düşür!...
Ne olur yardım gitsin!.. Açlıktan ölmek artık yaşanmasın!..
Ne olur Allah’ım ne olur
Kadınlar ve çocuklar bu kadar sınanmasın.
Ne olur Allah’ım ne olur…
Caresizce ve güçsüzce;…. Anne…. Yavrum… demekten başka sözcük bulamayanlara derman ver, yardım et…Siz hiç aç kaldınız mı?
Yemek bulamadığınız oldu mu?
Hiç açlıktan ölecek gibi oldunuz mu?
Hiç gözleriniz döndü mü açlıktan?
Evladınız kucağınızda bir deri bir kemik kaldı mı?
O’na bir şey yediremediğiniz için…Siz hiç çaresiz bir açlık yaşadınız mı?
Yarını olmayan bir hayatınız oldu mu?
Çıldırırcasına ağlayan çocuklarınız eteklerinizde çırpındı mı?
Peki siz en çok ne kadar çaresiz oldunuz?
Onur ve gurur kelimesinin anlamı olmamacasına…Yüce Allah tabiat anaya bir bütçe vermiş.
Döndür demiş çarkını bununla…
Her canlı birbirini yemiş beslenmiş.
Hepsini yiyen insan
O akıllı insan
Açlıktan ölmeyi nasıl da becerivermiş. Vahşi kapitalizmİnsanları ne kadar soysuzlaştırmış.
Ne kadar bencil yapmış.
İnancına göre dua edenler ne kadar kofmuş
Ne kadar solukmuş inançları…
Ne kadar ilkelmişiz…
Ne kadar etkisizmişiz…
Ne kadar insanmışız…
Ne kadar insan değilmişiz…
Bir kez daha…
Saygılarımla…
Sayın okurlarım bu sizlere köşemdeki son yazım. Gördüğüm lüzum üzerine köşemi bu son yazımla kapatmaya karar verdim. Site yönetimi bu yazımı kendilerince uygun gördükleri kadar bir müddette yayınlarsa sevinirim.
Bu güne kadar olan yazılarımdan dolayı benim görüşlerim hakkında az çok fikir sahibi oldunuz. O nedenle kendimi ve düşüncelerimi anlatacak değilim. Sizlere üç insanın hayatı hakkında kendi yorumumu değil, bizzat tarihçilerin ve yazarların yorumunu alıntı yapacağım.
Bu üç hayatı kaleme almamdaki en büyük sebep şudur; Ben bu insanlara ve davalarına saygı duyuyorum. Onlar Rusya’ya karşı bir devlet kurmak amacıyla isyan bayrağı açmadılar. Devlet otoritesine karşı gelmelerinin tek sebebi vardı. Geleneklerine ve dillerine bağlı olarak yaşamak. Bu millet etnik milliyetçilikten çok çekti. Bu millet insanlık tarihine etnik milliyetçiliğin korkunç sonuçları olarak geçecek bir örnektir.
Bugün teknoloji daha yüksek, ancak fikirler hep vardı. Egemenlik kuran devletler yaşayabilmek için, fikir öldürmek değil fikir üretmek zorundadırlar. Taş gibi durmak, kararlı olmak, yumuşamak, satılmak, gevşemek, dönmek… vb. kelimelerinin yeri ve zamanı değildir. Karşı fikirlere saygı duymakla birlikte bu benim fikrimdir.
Değerli arkadaşlarım insan tüm uzuvlarıyla bir bütündür. Ben assubaylık sorunlarının yanı sıra ideoloji ve düşünce yazılarının yazıldığı bu sitede kendimce hür irademle yorumlarda bulundum. Ancak görüyorum ki özellikle OYAK başta olmak üzere bazı yönlerden site yönetimiyle derin ayrılıklar içindeyim. Diyorum ya insan uzuvlarıyla ve uzantılarıyla bir bütündür. Tek taraflı büyüteç altına alınmış asgari müştereklerde buluşmak yerine, yüzde yüz kendime ait olan değişik alanlardaki fikirlerimi yazmaya gayret ettim. Ancak genel olarak site yönetiminin çizgilerinin dışına çıktıysam umarım hoşgörüyle karşılanmıştır. Saygılarımla…
Hepimiz belirli bir yaşın üzerindeyiz. Bu nedenle attığım başlığın sizde neler çağrıştırdığını çok iyi biliyorum. Rahmetli Kemal Sunal’ın filmlerindeki bir çok söz gibi bu söz de klişeleşmiştir. Faşo Ağa…
…. Ağanın pohunun üstüne poh olmaz… Ağaya beleş… faşo ağa… Onlar sendikalıysa ben de Harran'lıyam…
Gelin Kemal Sunal’ın hicvettiği, eleştirdiği toplum yapısını otuz yıl sonra yeniden inceleyelim.
Önce şu “sendika” kelimesinden başlayalım. Maalesef çalışma hayatının en önemli parçası olması gereken sendika faaliyeti yapılamamaktadır. Sendikalaşma devlet tarafından engellenmektedir. İşverenler sendika faaliyetlerine iştirak eden işçilerinin işlerine son vermektedirler. İşveren dernekleri birlikte hareket ederek işgücü fiyatlarını ve çalışma saatlerini ayarlamaktadır. Haber bültenlerinde işsizlik oranları açıklanmaktadır. İşsizlik rakamları en son olarak 9,9 olarak sevinçle bildirildi. Acaba bu işçilerin yüzde kaçı sendikalı? İşe girenlerin yüzde kaçı taraf olduğumuz ILO şartlarına uygun çalıştırılıyor? Ülkemizde işgücünü ezen hükümet destekli bir kartelleşme mevcuttur. Bu bir tespittir. Ülkemizde sadece turizm ve hizmet sektöründe en az iki milyon insan çalışmaktadır. Bu kişilerin kaç tanesi sendikalıdır? Turizm okullarında meslek öğrenmiş çocuklarımızın yetenekleri göz ardı edilerek köyünden yeni çıkmış, bikinili insanı bile ömründe yeni görmüş bir kişinin tercih edildiğini görüyorum. Otel meslek odalarının ara eleman yetiştirme bahanesiyle binlerce kişiyi stajyer yapıp ucuz mevsimlik işgücü sağladığını iğrenerek ve tiksinerek bildiriyorum. İçkinin fiyatları ortadayken otellerin her şey dahil modelinde bedava içki dağıtması manidardır. Yolculuk dahil haftalık 600TL’ye otellerimizde tatil yapanların yediği içtiği şeylerin sağlığa uygun olduğunu söylemek sanırım aşırı saflıktır. Ama biz yaparız. Biz sihirbazız. İşçiden çalarız, hammaddeden çalarız yaparız. Kimse de sormaz. Ancak kızdırırsan “sorarım haaaa…” der.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı diye bir bakanlık varmış. Bu bakanlığın iş teftiş grup başkanlıkları varmış. Teftiş demek denetleme demektir. Yani denetleyicilermiş. Peki bu kurul denetleme yapıyor mu? Yoksa görevi, davet edildiği konferanslarda pembe konuşmalar yapmak mı? Aslındaları ve olması gerekenleri seslendiren bir günah çıkarma makinesi mi bu kuruluş?
Köleleştirilmiş bir emek gücünün olduğu bu ülke daha ne kadar vatansever çıkarabilecek?
Türkiye Cumhuriyeti hepimizin. Bu nedenle üstümüzde duran güvenlik, sağlık ve eğitim şemsiyeleri batılı demokratik ülkelerde olduğu gibi, bu kelimeyi ısrarla söylüyorum BATILI DEMOKRATİK ÜLKELERDE OLDUĞU GİBİ tüm yurttaşları eşit kapsamalı, kapsattırılmalı, talep edilmeli. Oysa geldiğimiz duruma bak heyhat…
En sondan başlayalım. Eğitim… Geldiğimiz noktaya bakın ki yeteri kadar parası olan çocuğunu hemen özel okula veriyor. Yıllık ücretleri on bin TL den başlayan bu okullardan her yıl o kadar çok açılıyor ki… Dershaneler zaten eğitimin olmazsa olmazı olmuş. Milli eğitim okullarını küçük görmek istemiyorum ama 24 Kasım’larda anlatılan öğretmenlik ruhunun ve anlayışının örneklerini bulmak iyice zorlaştı. Peki biz ne talep ediyoruz yeni bir özel okul yaptırmaktan başka? Eğitimde kalite talep ediyor muyuz? Eğitimde fırsat eşitliği talep ediyor muyuz?
Sağlık Bakanlığının adını tedavi bakanlığı olarak söyleyen bir çok aydın vardır. Ne kadar yerinde bir tespit.Toplumu koruyucu sağlık tedbirlerini saymak ve söylemek sanırım kimseyi inandırmaz. Sularımız bile temiz değil. Düşünün bir kez. Hayatımızın her alanına girmiş olan kimyasal ve hormonlu ürünler acaba hangi amaçla girdi? Kimler tarafından korunuyor? Tabii ki tek kelimeyle… Devlet… Bir sporcu mantığıyla düşünürsek, doping kullanarak başarılı olma mantığı… Ya sonrası?...
Tuzumuzun kuru olduğu yerlerde tam bir kapitalistiz. Tuzumuz yaş ise isyankar, sosyal demokrat, muhalefet. Aynı bünyede iki ruh barındırır hale geldik. Ağayı görünce el etek öpüp ağanın şerrinden sakınırken, ağayı yağmalamayı da hiç düşünmüyor değiliz.
Paramız varsa hukuki süreci lehimize çevirmek için her şeyi yaparız. Paramız varsa aç komşumuza nispet yapar gibi son model arabaya bineriz. Paramız varsa işsizlerin acıları aklımıza gelmediği gibi birkaç tane daha ucuz çalışacak adam bulup fırsattan faydalanmak isteriz. Paramız varsa tüketici mahkemelerine tenezzül etmeyiz. Paramız varsa ahkam keseriz ve bizden parasızlar susar bizi dinler. Paramız varsa cemiyette aranan oluruz. Paramız varsa Nasrettin Hoca gibi “ye kürküm ye” deriz. Paramız varsa bankalar zaten bizden ücret falan almazlar. Paramız varsa ağaya beleş…
İmar planlarımızda park yeri konmamış. Sonra da belediyeler sokağa konan arabalar için bizden park parası istiyorlar. Dede Korkut masalındaki Deli Dumrul’un köprüleri gibi olmuş bu ülke. Bir tarafta GSM şirketlerinin üçkağıtları, diğer taraftan bankaların soygunları…
Biz ABD’nin on yıl güvercin, on yıl şahin politikalarının yörüngesinde dönen basit bir devlet isek kurumlarımız işte yukarıdaki gibi işler. Bizler Pavlov’un Köpekleri olmamalıyız. Toplum bilimcilerin laboratuarı olabiliriz ancak gönüllülük esastır.
En son olarak da; ağayla güreş tutarsan yenileceksin. Yoksa marabalar seni taşa tutar.
Bu durumu düzeltmek için muhtaç olduğumuz kudret, insan haklarına değer veren, insani değerlerle paradigma üreten, empati yapabilen asil kanlı insanlarda mevcuttur. Aksi taktirde; ne camiler kışladır, ne süngüler minare…
Saygılarımla…
“Geçtiğimiz seçimlerden sonra kazananlar haklı galibiyet şarkılarını çalarken, kaybedenler de her halde içten içe “Ben nerede hata yaptım?” sorusunu kendilerine sormaktalardır.” Diye düşünürken birden bire “hayır” dedim. Hayır.
Kaybedenler de aslında kendi iktidarını yaşıyorlar. Kaybedenler de aslında daha kaybedecek şeyleri olduğu için onun telaşında başarısızlıklarına dışsal bahaneler uyduruyorlar. Kabuklarını atacaklarına, maalesef kabuklarını güçlendiriyorlar. “Ben nerede hata yaptım?” sorusu maalesef çok içsel olarak soruluyor. Maalesef en yakın arkadaşlara bile bu duygu anlatılmıyor.
Ülke siyaseti açısından, geçtiğimiz on yılın analizini doğru veya yanlış her parti kendine göre yapıyordur. Biz gelelim kendi meselemize…
Son zamanlarda haklı olarak TEMAD’a başarısızlıklarından dolayı demediğimizi bırakmadık. Yaptıkları hataları bir muhalefet edasıyla eleştirdik. Sorulduğunda tarafsızız dedik ancak kendi listelerimizi gruplarımızı oluşturmak isterken tam bir taraftık. “Tarafsız olmak” spor müsabakalarındaki hakemlere yakışır. Onlar her iki takımdan da değildir. Bizim sitemiz eleştirilerin yoğunlaştığı bir sitedir. Düşünün bir kere TEMAD lehinde yazı yazan ve bizim fikirlerimize ters düşen kişilere neler demedik ki… Demek ki biz tarafsız değiliz. Demek ki biz tarafız. Sakın TEMAD iyi bir şey yapsaydı yazardık demeyin. Çünkü biz artık her şeyi birbirine bağlayan bir döngünün içindeyiz. Maalesef TEMAD şu ana kadarki uygulamaları ile bizi iyi bir şey yapmasını bekleyemeyeceğimiz, gözlerimizle görsek de inanamayacağımız depresif bir hale soktu.
Bizim taraf olduğumuz bir çok konu TEMAD’ ın da taraf olduğu konudur. Ancak bizi TEMAD’ dan farklı kılan bizim farklı söylemlerimizin olmasıdır. Yapılanları eleştirip alternatifini sunmaz isek, taşın altına elimizi sokmaz isek, muhalefet olmayı kabul etmez isek, şikayetlerimizi bir nevi tarafsız serzeniş olarak sürdürür isek bir adım öteye gidemeyeceğimiz bir gerçektir.
Peki bu sitede bizim yapmamız gereken nelerdir?
Herşeyden önce demokratik bir ortam oluşturmaktır. Eğer tarafsız isek yorumların altına “Yönetici notu” düşmemektir. Bırakınız fikirler tartışsın. Ancak sitenin hukuksal olarak sıkıntı yaşayacağı konularda kendini düşünerek bir takım şeyleri yayınlamaması gayet normaldir. Çünkü her ne kadar bu site benimdir, bizimdir desek de faydalanıcı olarak haklıyız, ancak sorumluluk olarak hiç de öyle değildir. Tabii ki sorumluları vardır. Ancak site yöneticilerinin bu olgunun dışına çıkarak; üyeler fikirlerini beyan ederken “sizden bunu beklemezdik.” yaklaşımından vaz geçmesi gerekmektedir.
Bu sitede yazan yazarlar da bizlerden biridirler. Ben de onlardan biriyim. Ancak bu demek değildir ki ben yüzde yüz doğru yazıyorum. Biz yazarlar bu sitenin renkleriyiz. Biz soldukça yerlerimize yenilerinin gelmesi kaçınılmaz olmalıdır. Belirli sıklıkta yazı yazmayan köşe yazarının köşesini işgal ettiği düşünülmelidir.
Son olarak OYAK hakkında kamuemekçileri.org adresinde yazılan bazı yazılar ile oluşan istenmeyen hukuksal sonuçlar hakkında bir yorum getirmek istiyorum. Sayın Gürpınar Abimizin Sayın Adilhan Şanlı’nın konu ile ilgili köşe yazısına yaptığı yorumu iki kere okumanızı rica ediyorum. Mesaj ortadadır. Kendisi her zamanki kırıcı olmayan üslubuyla söylemek istediğini söylemiştir.
Kamu emekçileri sitesine üye olmayın veya yazmayın demiyorum. Sadece söylediğim şudur. Bizim her yazdıklarımızı sadece bizlerin okuduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. İnanın küçük bir hatada kendimizi hakim önünde buluruz. Çünkü kapitalist bir sistem ile karşı karşıyayız. Onlar OYAK’ın parasıyla dava açıyorlar. Ancak biz sadece kendi paramızla komik ama haklı halimizle savunma yapıyoruz.
Ben bu sitede OYAK hakkında bazı yazılar yazdım. OYAK’ın 2001 yılında dolarize olarak haksız kazanç elde ettiğini söyledim. OYAK neden bana dava açmadı? Sayın arkadaşlarım benim OYAK hakkındaki fikirlerim sabittir. OYAK kapanmalıdır. Geriye yönelik olarak Asteğmenler başta olmak üzere hak kaybına uğrayan herkesin hakkı verilmelidir. Çünkü yönetiminde üye temsil dağılımı adaletli değildir. Çünkü iştiraklerinde çalışanlar objektif kriterlerle işe alınmamaktadır. Tıpkı bir zamanlar Ordu Pazarlarında olduğu gibi…
OYAK’ın hukukçularının bana söyleyebileceği söz yoktur. Bu nedenle de hakkımda dava açamazlar. Bilakis bahsettiğim 2001 yılındaki OYAK’ın haksız kazanç elde etmesi OYAK dergilerinde yayınlanmıştır. Hal böyleyken Savcıların OYAK hakkında soruşturma yapmaması da düşündürücüdür. OYAK iştirakleri kâr sağlama amaçlı kuruluşlardır. Ancak bu iştirakler de çoğu zaman OYAK vesilesi ile TSK güvenilirliğini ticaretlerinde diğer şirketlere karşı haksız rekabet anlamı taşıyacak şekilde kullanmışlardır. En basitinden Oyakbank reklamlarında “Emrinizdeyiz” ibaresi kullanmıştır. OYAK iştirakleri büyüteç altına alınınca başta vergilendirme ve devlet olanaklarının kullanılması olmak üzere altından çok şey çıkacağına inanıyorum. Ancak şu an sadece birkaç gazete köşesinde devede kulak misali bir takım şeyler duyuyoruz. Umarım savcılar bu haberlere de, şikayetçi emekli generale gösterdikleri duyarlılığı gösterirler. En üzücü olanı da bazı meslektaşlarımızın “geç bunları sen, OYAK olmasaydı o kadar parayı nerede biriktirecektin.” yaklaşımında olmasıdır.
Biraz da zülfiyare dokunmak lazım. Saygılarımla…Saatçi dükkanları çarşılarda en güzel yeri süslerler. Bazı saatler pahalılığıyla, bazıları ise görünümüyle göz doldurur. Eskiden evlerimizde tahta çerçeveli, ve cam bir dolap içinde altta sallanan sarkaçı, değişik sesler çıkaran metal çubuklarıyla duvar saatleri olurdu. Şu an duvarlarımızda duran çoğu promosyon saatlerden çok farklıydı bu saatler. En güzelleri de, saat başlarında içinden kuş çıkan guguklu saatlerdi. Bellirli zamanlarda çıkan bu kuş, sakin ve sessiz evlerin bir yörüngede, bir döngüde olduğunu anlatırdı bize. İlk aldığımız zamanlardaki ilgimiz, yerini sessiz bir içten rakam saymaya bırakırdı. Kaç defa çalacaksa ona göre yapılacak işler planlanır, namaz vakti ise akabinde ninemin gözleri yelkovanı sık sık takip eder, gece uyku vakti ise geciktiğimizi anlar ve yatakta uyuyabilmek için gözlerimizi sıkardık. Ninemin tespih çekme transını dahi guguklu saatin sesi bozar, tarhanasını yapma emrini verirdi. Evlerin zenginliğinin göstergesi ve gitgide bizi düzene sokarak yöneten guguklu saatin esiri olurduk. Pencereden dışarı baktığımızda yağan kar ve yağmur hayatın tekdüzeliğindeki yegane sıra dışılık gibi görünür, insanı öyle bir çaysatır öyle bir sevindirirdi ki, bakarken dalar giderdik, sıladan gelen sıcak bir mektup gibi…
Şimdi düşünüyorum da, nostaljinin tekdüzeliği ve yeknesaklığı bırak orada kalsın. Onu yaşadık ve bitti. Biz yine insanoğlunun yapması gerekeni, istemesi gerekeni istiyoruz. Bizi diğer canlılardan ayıran da zaten tekdüzeliğe karşı duruşumuz ve yenilik yapma isteğimiz...
Önümüzdeki hafta milletvekili seçimleri olacak. Herkes sakin, sorumluluk bilinci takılı yüz ifadesiyle sıraya girecek oylarını verecek. Ancak bir şeyler farklı olabilir. Belki bu kez gidip oylarını verenler son kez merakla seçim sonucunu bekleyecekler. Son bir heyecan, son bir özgüven, son bir muhalefet, son bir cezalandırıcı, son bir ödüllendirici olmanın yetkisini ve gururunu takınarak oylarını kullanacaklar.
Sanırım demokrasilerde en büyük tehlike muhalefetsizlik. Sanırım muhalefetsiz bir iktidar halkın heyecanlarını bile çalar. Sanırım bir gün hesap verme korkusunu hissedenler güçlerini pekiştirmek isterken halkı etkisizleştirmek isterler. Tıpkı bizim “Guguklu Saat”e bakarak geçirdiğimiz gençliğimiz gibi. Tıpkı 12 Eylül sonrası gibi… Tıpkı 12 Haziran’dan sonra yaşanabilecekler gibi… Ha dikta olmuş, ha dediğim dedik öttürdüğüm düdük diyerek aldığı çoğunluk oyunu, halkın tümüne bir kabulleniş dikte etmeye kalkan radikaller olmuş ne fark eder…
Saygılarımla…
Bugün sabah internet haberlerini gözden geçirirken bir haber dikkatimi çekti. Müteahhitler Birliği Başkanı Sayın Çakır yabancılara ev satış prosedürlerini kolaylaştırma yolunda kolaylıklar getirildiğini, bu nedenle de yabancılara mülk satışında patlama yaşanacağını, sektörün önünün açık olduğunu bildiriyor. Bu bildirisinde aşağıdaki paragraf ilgimi çekti. Okudum. Önce saf saf okudum. Sonra da art niyetli okudum. Her iki halde de Gönül’e bak Gönül’e dedim.
'MÜTEAHHİTLERİN ÖNÜ AÇILIYOR'
ÇAKIR, kısa süre içerisinde işlemlerin Tapu'dan yapılacak oluşunun müteahhitlerin önünü açacağını ve satışları patlatacağını belirterek "Bu sorunu 2010 yılında MÜTBİR'in ev sahipliğinde Alanya'da yapılan toplantıda gündeme taşımıştık. Bu toplantı sonrası Milli Savunma Bakanı Sayın Vecdi Gönül, iki kez beni arayarak sorunu çözeceğini söylemişti. Şu anda protokol hazırlandı. Bu da en büyük engelin kısa sürede kalkacağı anlamına geliyor. Artık sektörümüzün önü açılıyor. Sayın Başbakanımıza ve Sayın Gönül'e çok teşekkür ediyoruz" dedi.
Sayın meslektaşlarım ben de konuya yakın olduğum için bir kez de benden dinleyin. Yabancılar ülkemizden gayrimenkul edinirken ilgili ordu komutanlığından müsaade yazısı verilir. Bu işlemler biraz uzun sürer. Belediyeden harita çıkartılır. Kadastrodan bilgi alınır. Bu işler hem zaman olarak hem de maliyet olarak ülkemizden ev alacakları ya da onlara ev satacakları ilgilendiren prosedürlü ve bir o kadar da haklı bir süreçtir. Dolayısıyla bu süreci yok etmek ya da basite indirgemek isteyen sektör işini kolaylaştırmak için Milli Savunma Bakanlığından yardım istemiştir. Milli Savunma Bakanı da Sayın Mütbir Başkanını iki kez arayarak sorunu çözeceğini söylemiş. Dikkatinizi çekerim Bakan arıyor. Yani telefonun tuşlarını Bakan çeviriyor ya da çevirtiyor. Yani Mütbir Başkanı çevirmiyor.
İşte böyle Sayın Arkadaşlar… Gelelim yorumlarımıza;
Ay akşamdan ışıktır yaylalar yaylalar
Yüküm şimşir kaşıktır dilo dilo yaylalar.
Uzar gider…… Benden yorum bu kadar. Kalanı sizin yorumunuza ve satılmamış bir basın parçası kaldıysa onların alakasına.
Hiç bu kadar üzüntülü yazı yazmamıştım. Başım ağrıdı. Saygılarımla...
Dün oğlumun okuluna gittim. Kantinin yanında bir masa vardı. Masanın üstü o kadar kirliydi ki yanındaki sandalyeye oturamadım. Kantin görevlisine sordum. Bu masayı temizlemek kimin görevi dedim. Kendisi bunun kendi görevleri olmadığını, okul idaresinin görevi olduğunu söyledi. Pekala dedim ve okul idaresine gittim. Okul müdürü bana çok yakın ilgi gösterdi. Hemen benimle ilgilendi ve benimle kantine gelip hesap sormaya yeltendi. Müdür yardımcıları müdürü ustaca yerine oturttular ve bana;
Dediler. Ben kantinciler ile yüzleşmek istediğimi ve kantincilerin bana söylediğini aynen müdür yardımcısına söylemesi gerektiğini söyledim. Müdür bey tekrar yerinde atıldı;
Dedi. Ancak yardımcılar tekrar ustaca oturttular. Biri benimle geldi. Kantine gittik. Kantinciye masayı neden silmediklerini sorusuyla birlikte, silmeleri gerektiğini söyledi. Kantinci sildiklerini söyledi. Birlikte masanın yanına doğru gittik ve katılaşmış pislikleri olan boş masanın yanına geldik. Masanın az ilerisinde altı yedi kadın duvar taşlarına oturmuş örgülerini örüyordu. Bir tanesi bana öyle bir baktı ki… Sanki “…ya nerden çıktın. Başımızı şişirmeye.” der gibi… Ben masanın yanında görevliye dönerek;
dedim. Kendisi bana dönerek;
diye cevap verdi. Ben de burasının okul olduğunu ve dolayısıyla burada çocukların olacağını, yetmiş yaşında insanları beklememesi gerektiğini söyledim. Sonra müdür yardımcısı silmeniz gerek diyerek kantinciye baktı. Kantinci;
Diye cevap verdi. Ben müdür yardımcına döndüm ve;
dedim. Kantinci müdür yardımcısına dönerek;
Dedi. Müdür yardımcısı hemen bana dönerek;
dedi. Mesele çözülmüştü ancak böyle çözülmesi karşısında bozulmuştum. Oradan uzaklaştım. Çarşıya gittim. Fakat yaşadıklarım aklımdan çıkmıyordu. Resmen kantincinin cüreti ve müdür yardımcısının “nerden çıktın be adam?” tarzı hoşuma gitmemişti. Tekrar okula döndüm. Okul müdürünün yanına gittim. Müdür bey;
dedi. Sonra sitem dolu sözlerle;
dedi. Daha çok derdi vardı. Ancak o anlatmak istemedi. Ben de sormak istemedim. Çünkü kendisine usulsüzlük nedeniyle soruşturma açılmıştı. Üstüne üstlük yerel gazetede de manşet yapılmıştı. “Müdür neden gitti?" Kendisi “Ben ne edeyim? Nerelere gideyim? Derdimi Kimlere anlatayım?” psikolojisindeydi. (Basın devletten önce müdürü yollamıştı.)
Neyse yaşandı bitti. Ofise geldim. Bir çok konuda hemfikir olduğumuz bir abim vardır. Kendisi 12 Eylül döneminde içeri girmiş çıkmış. Halen siyasi yaklaşım olarak da sol görüşlüdür. Durumu kendisine anlattım. Kendisi Trakya şivesiyle;
Yutkundum bir şey diyemedim. Ancak içimden kendi kendime konuştum. "Yahu sen de böyle düşünüyorsan ve beni haksız buluyorsan ben nerelere gideyim? Kimlere anlatayım?"
Sonra bir enstantane daha aklıma geldi. Ama nereden geldi bilmem. Çok tanınmış, Atatürkçü, aileden Atatürk’e yakınlığı ile bilinen milliyetçi görüşlü, eski bürokrat gazeteci bir beyefendinin eşiyle kendilerine kiralık büyük ve güzel bir ev arıyoruz. Dedim ya adam milliyetçi, Atatürkçü, Atatürk’e yakın bir aileden gelme… Hanımefendiye bir daire gösterdim. Aynen dediği kelime “Leşşş….”
Galiba kendi sosyokültür seviyesinden aşağıda olan daireye yakıştırdığı “Leş” sıfatı da bana aynı şeyleri düşündürmüştü. Nerelere gitsem. Kimlere anlatsam…
Sonra Sayın Kılınç’ın köşe yazısını okudum. Köşe yazısının takıldığım bölümü dernekteki bazı kişilerin serzenişiydi. Bu sözler karşısında, sağduyulu, mücadelemizin sesi ve yüreği olan tüm meslektaşlarım hep bir ağızdan “... Laaa havle vela… Ben nerelere gitsem. Kimlere anlatsam…” demişlerdir.
Sonra aklıma Türkiyeli Donkişot lakabı takılan Profesör Orhan Kural geldi. Adam toplumun görmediği ya da gözardı ettiği haklı çıkışları nedeniyle ne kadar alay konusu olmuştu. Dayak bile yemişti.
Bir TUNCER KÜÇÜK’ün onur yürüyüşünü bile sahiplenemedik ya… Kendisi yürüyüşü bitince, kendisine yapılan uygulama karşısında, bu uygulamaya sessiz kalarak destek veren emekli astsubay toplumuna aynen şu kelimeyi söylemiştir. “Ben ne edeyim? Nerelere gideyim? Derdimi kimlere anlatayım?"
Saygılarımla…
……..
Ben yıllarca vatanın dört bir tarafında çalışarak emekli olmuş bir assubayım. Allah razı olsun devletten. Çalıştık çabaladık. Emekli maaşımızı hak ettik. Şimdi torun torba sahibiyim. Kızım hemşire. Eşi doktor. Büyük oğlum Kurmay Yarbay. Şimdi Amerika’da görevde. Eşi de öğretmen. Torunlarım hepsi kendini yetiştirdi. Her yıl askeri kampa giderim. Bu yıl da Uludağ’a gittim. Gerçi kasım ayında idi ama yine de güzeldi. Aslında herkese her yıl kamp çıkmaz ama sağ olsun bazı tanıdıklarım var onlar araya sıkıştırırlar. Çalışırken biraz birikim yapmıştım. Sonra da babadan biraz miras kalınca birleştirip güzel bir ev aldık. Emekli ikramiyemi bankaya koydum. Bir ara OYAK emekli sistemine emekliler de bir kereye mahsus dahil edilmişti. O zaman ben de üye oldum. Allah razı olsun oradan da gelirim var. Torunlara harçlık yapıyorum.
İyi ki buraya yerleşmişim. Oturduğumuz muhitte bir çok emekli subay var. Herşey çok düzenli. İnsanın emekli olunca birbirinin dilinden anlayacağı kişilerle komşuluk etmesi güzel. Karşı komşum Emekli albay. Sağ olsunlar Albayım çok mütevazi insan. Bazen akşamları Albayımla tavla atarız. Onu yenmek benim için keyif verici. Yendiğim zaman "-Albayım öğrenin de gelin." dediğimde kızarır. "-Yahu Mahmut zar tutuyorsun." der. Günler böyle akıp gidiyor işte.
Eski arkadaşlarla çok sık görüşme imkanı olmuyor. Bazılarından haber alıyorum. Çoğunun durumu iyi değilmiş. Eeee zamanında düşünmezsen öyle olur. Biz yarınları düşündük. Şimdi maaş yetmiyor diyorlar. Ara sıra orduevine uğradığımda bizim TEMAD’cı arkadaşları görüyorum. İyi hoş da beni açmıyor.
Günümün çoğu evde çarşıda geçiyor. Kahveye pek çıkmıyorum. Etraftaki komşularımın çoğu benim emekli astsubay olduğumu bile bilmiyor. Çok soran olursa Silahlı Kuvvetler'den emekliyim diyorum.
Geçenlerde emekli astsubay bir arkadaşla biraz tartıştık. Kendisini arasıra grosmarkette alışveriş yaparken görürüm. Selamlaşırız. Biraz entelektüel biri. Bana dedi ki… “ Mahmut bey haklarımız için mail kampanyası var katılır mısınız?” Tabii ki güldüm. "Yahu ne maili, ne kampanyası hiç haberim yok" dedim. Bana uzun uzun anlattı. Yok emekli assubaylar diye bir site varmış, bir oluşum varmış, etkililermiş, birlikten kuvvet doğarmış. Ben de dedim ki; "Yahu kardeşim ben bu yaşıma kadar hiçbir subaydan bir kötülük görmedim ama assubaylardan çok gördüm. O nedenle ben o defteri kapattım. Hem ben TEMAD’cılarla görüşüyorum bazen. Hiç bana bir şey anlatmadılar".
Aslında ben arkadaşlığa dostluğa önem veren biriyim. Her yıl devre gününde arkadaşlarla bir araya geliriz. Eski günleri yad ederiz. Şimdi ne yaptıklarından haberdar oluruz. Ancak herkes gelmiyor. Toplasan 30-40 kişi. Ama helal olsun hepsinin de durumu iyi. Kiminin çocuğu Amerika’da, kiminin torunu. Kimi ticarette başarılı olmuş. Kimi emekli olduktan sonra bir firmada müdürlük yapıyor. Aslında bizim devrede 500 kişi idik. Demek ki ben hayırsız değilim. Diğer 460 kişi hayırsız.
Hal böyleyken böyle. Artık yaşlandık. Yengenizde de bende de ihtiyarlık rahatsızlıkları çıkmaya başladı. Geçenlerde safra kesesinden ameliyat oldum. Sağ olsunlar hastanede profösör ilgilendi. Bölüm başkanı özel ameliyatıma girdi. Şimdi çok iyiyim.
Ben Sosyal Demokrat adamım. Atatürk’ün ilkelerinden taviz vermem. Ordumuz bu ülkenin bekçisidir. Ordumuzun üstünde oynanan oyunlara bir son verilmelidir. Ordu bunu fark edip gereğini yapmalıdır. Bazı emekli arkadaşlarımız da orduya karşı oynanan oyuna alet oluyormuş gibime geliyor. Ona buna uyup da muvazzafları komutanlarına karşı kışkırtıp onların istikballerini mahvedecekleri endişesini taşıyorum. Nitekim bizim Hakkari’deki ufaklık haylaz da kafasına göre bir şeyler öğrenmiş ileri geri konuşuyor.
Bu yazım vesilesiyle 1 Mayıs işçi bayramını canı gönülden kutlarım. Kalın sağlıcakla…