Babası, yedi yaşındaki oğlunun elinden tutdu ve ikisi birlikde alessabâh mahalle mektebinin yoluna düşdüler. Müdürün kapısını çalıp içeri girdiler. Çocuğunu mektebe kayıt ettirmek istediğini söyledi babası. Nüfus cüzdânı olmadığını gören müdür, çok istemesine rağmen çocuğu okula kayıt edemedi. Nüfus dairesine gidip oğluna nüfus cüzdânı almasını söyleyen müdür, baba-oğulu başından savuşdurdu.
İşde, böyle başladı hikâye.
Sonra sıkıntı, çile ve ısdırap dolu günler, aylar, seneler başladı. Kanun’lar nizamlara olan saygısından kendisinden istenen her şeyi yapdı...
Nüfus dairesi, askerlik şubesi, vergi dairesi, nikâh dairesi, belediye, mahkeme, tîmârhâne, ve nihâyet hapishâne yollarında törpülenen bir ömür...
Vergi borcu, vatan borcu söz konusu olunca devlet, onun yaşayıp yaşamadığına bakmadı.
Kimin verdiğini sormadan, alacağını aldı. Vatandaşın burnundan cımcız ile kıl, dübüründen şırınga ile kan çekdi.
Fakat sıra vermeye gelince devlet, vatandaşa pösteki saydırdı.
Devlet memurlarının hiçbiri kötü niyetli değildi aslında. Vatandaşa yardım etmeye çalışdı hepsi. Fakat köhnemiş mevzuata körü körüne bağlı kalmayı tercih eden memurlar, bu vatandaşın işini bir türlü halledemedi.
Sırtını yaslayıp birlikde çalışmak istediği adamlardan yediği kazıkların hesâbını kimse sormadı, kimseye soramadı.
Devlet dairelerinin tozlu, rutubetli geçeneklerinde hoyratca, hesapsızca harcanan aylar, senelerden ve telâşlı koşuşdurmalardan sonra bile yaşadığını ispatlayamadı.
Çünkü;
Yaşar,
Ne yaşar
Ne yaşamaz!..
Devletinden bir tek şey istedi. Kendisine ait bir nüfus cüzdânı.
Cumhuriyetin yüzüncü senesinin devlet memuru İçişleri Bakanı Gazcı Muammer, para sayma makinasında saydığı paralar karşılığında Acem uşağı Reza KEZZAP’lara bugün pendir-ekmek gibi nüfus cüzdanı dağıtıyor.
Fakat bunca masraf, bunca gayret, bunca vakitden sonra 100 sene evvelinin devleti, kendi vatandaşından bir nüfus cüzdanını esirgedi.
Cumhuriyet öncesinde başlayan ve Cumhuriyetden sonra da devâm eden bir hikâyeyi anlatan mizâh usdası Harbiyeli Aziz NESİN’in, aynı isimli romanından bahsediyoruz.
Köylü bir vatandaşımızın; devlet, daha doğrusu askeriyle, siviliyle devleti temsil eden sünepe memurlarla yüzleşmesini anlatan bizden bir hikâye.
Devleti hicvediyormuş gibi görünen Sayın NESİN’in bu eseri benim kanaatimce aslında devleti değil fakat devlet memurlarının âcizliğini, liyakâtsizliğini ortaya dökmektedir.
Devlet dediğiniz nedir ki? Yol kesmez, hırsızlık yapmaz. Kul hakkı yemez. Bugün git, yarın gel demez.
Bütün bunları yapanlar ya devletin memurlarıdır ya da devletin vatandaşlarıdır, değil mi?
Oğluna nüfus kağıdı çıkarmak için aynı nüfus müdürlüğüne ikinci gidişinde ölü bir adamın çocuğu olmaz iddiasıyla oğluna da nüfus kağıdı alamaz. Ve haklı olarak sinirleri boşalır. O güne kadar hiç yapmadığı bir şeyi yapar; önüne gelen herkese günyüzü görmemiş küfürler eder. Aslında burada küfür savurduğu, gene devletin hükmî şahsiyeti değil. Öfkesi, devleti bu kadar kötü idare edenleredir.
Hikâyenin kahramanı, devlet memurlarının kendisine çıkardığı zorluklardan ve başından geçen onca anlamsız olaylardan sonra kendi varlığından şüphe etmeye başlar. Kanun’lara nizamlara memurlara olan saygısını kaybeder.
Devlet, o’nun varlığını hiç umursamaz. En sonunda yaşayıp yaşamadığına kendisi de aldırmaz olur.
Yaşayıp yaşamadığından artık kendisi bile emin değildir.
Birisine kırk kere deli derseniz, ne olur o adama, değil mi?
Yaşar, yaşayıp yaşamadığına karar vermeye çalışadursun, biz dönelim bizim Yaşar’a...
Genelkurmay İkinci Başkanı Sayın Orgeneral Yaşar GÜLER’in gazeteci Sayın Balçiçek İLTER’e verdiği mülâkatı ele alacağız bu makâlemizde.
Sohbetde geçen ifâdelerin aşağı yukarı yarısı, Balçiçek Hanımın kendisine anlatılan bilgilerden edindiği kanaatine dayanan ifâdelerden oluşuyor.
Diğer yarısı da bizzat İkinci Başkan Yaşar Efendinin ağzından dökülmüş.
Herşeyden önce şunu hatırlatalım. Hangisi olursa olsun! Önemi yok! Gazeteci Balçiçek Hanımın Yaşar Efendi ile yapdığı mülâkat kayıtlara geçdi bir kere. Genelkurmay Başkanlığımız bugüne kadar tekzip etmediğine göre mülâkatda sarf edilen sözlerin doğru olduğunu kabul etmiş demekdir. Şu vakitden sonra tevil-tekzip etmenin faydası yok.
Yaşar ne yaşar ne yaşamaz adını verdiğimiz işbu makâlemizde;
Diğer yandan Yaşar Efendinin ruh ve seciyesini tahlil edeceğiz.
Yazacak kağıt ve yeteri kadar da mürekkep bulabilirsek şâyet, mülâkatın konusu olan astsubay meselesi hakkında da bir iki kelâm irâd edeceğiz.
Yazması Eski Tüfek’den,
Düzenlemesi Sn. Semih KOÇ’dan,
Yayınlaması Sn. Ersen GÜRPINAR’dan...
Kıraat etmek de artık siz muhterem karilere kalıyor.
Sayın Balçiçek İLTER, Türkiye gazetesindeki köşesinde, 14-15 Aralık 2013 tarihlerinde iki bölümlük bir makâle yayınladı.
Önü bir türlü alınamayan asker intihârları konusunu ele alan “Canlarına kıyıyorlar, çünkü...” başlıklı bu yazısında;
Aynı makâlesinin müteakip satırlarında Sn. İLTER, önemli iki tesbit daha koydu ortaya;
T.C Ordusu’nun ilk devlet memuru olan Genelkurmay Başkanımız Nejdet Bey, Sn. Balçiçek İLTER’in söze konu bu makâlesini okumuş!
Okumuş da biliniz bakalım ne olmuş?
Balçiçek Hanımın makâlesinde sarf etdiği cümlelerinden sâdece birisine itiraz etmiş. Nejdet Bey çok “alınmış!” Hâttâ çok “üzülmüş!”
Üzüntüsünü bir türlü savuşduramayan Nejdet Bey, kendisini üzen Balçiçek Hanıma ucu gırmızı mumlu bir dâvetiye göndermiş.
Demiş ki, gel, görüşelim.
Sonra da yardımcısı Yaşar Efendiyi odasına çağırıp Balçiçek Hanımı misâfir etmesini söylemiş.
Astsubay meselesinin asıl sahibi olan TEMAD Genel Başkanı Sn. Ahmet KESER’i dâvet edip ona da niye “gel, görüşelim” dememiş?
Genel Başkanımız Sn. KESER, Nejdet Beyi üzecek çapda sözler sarfetmedi mi yoksa? Bunu da bir kenara koyalım.
Emekliassubaylar.org’un müdâvimleri tahattur edeceklerdir. Cumhuriyet tarihinde ve Türk TV tarihinde bir “ilk”, 2012 senesinde hulûl eylemişdi. Görevi başındaki bir Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Başkanı kameralar karşısına geçmişdi.
Genelkurmay Başkanları dışında hiç kimsenin konuşmadığı, konuşma yetkisinin dahi olmadığı Türk Silahlı Kuvvetlerinde zuhur eden mucize(!) mertebesindeki bu “ilk’i” biz de Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Ve Astsubay ismiyle maruf makâlemiz vasıtasıyla siz muhterem okuyanlara fâş eylediydik.(bknz.)
Astsubayların talepleri söz konusu olunca karargahdaki kalem efendileri aldılar kalemi eline, çaldılar kağıdın orasına burasına. Alt alta sıraladılar şunları şunları yapdık diye. Şunları şunları da yapmaya devâm ediyoruz dediler.
Sonra da kimini astsubaylara verdikleri e-muhtıra gibi Genelkurmay Başkanlığı örütbağ sayfasında teşhir etdiler.
Kimini de basın-yayının muhterem mensuplarına belgegeçer’den gönderdiler.
Şimdiye kadar böyle yapmayı kendilerince yeterli gördüler. Astsubayların yarım asırdan beri dağları aşan sıkıntılarını kilimin altına süpürüp üsdüne de oturmakla vicdanlarını rahatlatdılar.
Giren, çıkandan çeyrek nefes bile fazla ise şayet şişirdiğiniz balon bir an gelir mutlaka patlar. Netekim, öyle de oldu. 20 günde 7 muvazzaf astsubay, yaşayıp düşmanı öldürmek yerine peşpeşe kendini öldürmeyi seçince maslahatcıların eteği tutuşdu.
Bu kez de karargaha hemen bir gazeteci çağırıp bir kısmı cilâlı, fakat çoğu da içi boş laflar etmekle meseleyi bir kez daha “öteleyebileceklerini” düşündüler.
İsder inanın, isderseniz de inanmayın!
13 Aralık 2013 Cuma günü, T.C. Ordusunda bu kez bir “ilk” daha zuhur etdi.
Böylesi mübârek bir günde Genelkurmay Başkanlığımız, Cumhuriyet tarihinde ilk defa olmak üzere astsubay meselesini basın-yayın huzurunda “en yüksek ikinci” düzeyde ele aldı.
Yaşar Efendinin odasında biraraya geldikden sonra kısa bir hasbıhâl yapdılar.
Karargahda görevli “Çaycı” ince belli cam bardaklara doldurduğu davşan ganı çayları ikrâm etdi gelen misâfire.
Mucize kabilinden bu “ilk” vak’a kapsamında karargaha dâvet etdiği Balçiçek Hanım sordu, Yaşar Efendi cevapladı.
Yaşar Efendi sordu, Balçiçek Hanım cevapladı.
Bâzen de Yaşar Efendi kendisi sordu. Balçiçek Hanımın cevaplamasına fırsat vermeden gene kendisi cevapladı.
Meğerse Yaşar Efendi, bu “öteki” kelimesine çok, ama çok alınmış, üzülmüş. Bir astsubayı “ötekileştirmek”, kendi bacaklarından birine kurşun sıkmak zihniyetindeymiş!..
Bir zamandan sonra Yaşar Efendi, “Bakın” diye tok bir edâ ile başlıyor söze;
Hiç beklemediği bu itirâf üzerine, Balçiçek Hanımın gözleri fal taşı gibi açıldı. Nasıl yani? dedi ve devâm etdi “Yaani Yaşar Efendi, size ait bütün bu mahrem bilgilerinizi, hâttâ sizin özel hayatınızın detaylarını bir astsubay mı biliyor” demekden kendini alamadı. Ananın bebeğini korumak için kendini fedâ etmesi gibi, Yaşar Efendiyi korumak saikiyle ileri atılan Balçiçek Hanım dayanamayıp; “Bence dikkat edin, bunca dava, bunca iddianame hep bu detaylardan çıktı” demekden kendini alamadı.
Bir anda soğuk ve uzun bir sessizlik doldurdu odayı... İkisinin bakışları tavandaki boya çatlaklarına, pencerenin dış tarafında havilsizce cıvıldaşan becet guşlarına ve yerdeki döşemeye odaklandı bir süreliğine.
Her iki şahıs da kendi kâlp ve nabız atışlarını işitebiliyorlardı o anlarda.
Belki bir sâniye, belki de bir saat geçdi. Önce, ince leblerini aksi istikametde sündürdü, Ağzı, genişledi, genişledi... Sıfatında hafif bir tebessüm taayyun etdi.
Koltuğunda öne doğru hafif eğilmiş vaziyetde oturan Yaşar Efendi, sonra kıvrak bir hamle ile balık eti vücudunu arkaya doğru kaykıltarak şöyle cevap verdi;
Çanakkale Harbi’nin yıldönümü vesilesiyle 1934 senesinde ATATÜRK şöyle dedi;
Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız.”
Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.”
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün;
Lutfen dikkat ediniz, bizim Mehmetcikerimiz değildir. ATATÜRK’ün böyle sıfatlar takdığı insanlar;
Çanakkale Harbi’nde düşman safında yer alıp bize kurşun sıkan Avustralya ve Yeni Zelanda’nın askerleridir.
İşde, ATATÜRK bu,
Bizim Yaşar Efendi ise konuşmasında Mehmetciğe “gençlerimiz” bile diyemiyor. “... bir yığın genç (*)” diye hitâp ediyor.
ATATÜRK’ün askeri de bu!..
* Yığın: (isim) 2. Birçok kimsenin veya nesnenin bir araya gelmesiyle oluşan kalabalık, küme, kitle, kütle. (TDK/1988).
Buraya kadar anlatdıkları girizgâhmış. Hani ısıtmak için motoru kış vakdinde bir süreliğine boşda çalıştırırız ya! Onun gibi bir şey. İşde şimdi başlamışlar asıl muhabbete.
İslâm tarihinin en önemli ve en hazin olaylarından birisi de 8 asır hüküm süren Endülüs medeniyetinin tarih sahnesinden çekilmesidir.
1492 senesinde Gırnata'nın düşmesi, Avrupalı Müslümanlar için önemli kırılma noktasıdır.
Endülüs devletinin son Sultânı Ebu Abdullah; savaşarak ölmek yerine harp etmeden Gırnata'yı terk etmeyi yeğledi. Vedâ tepesi denen yere çıkan Sultân, arkasına dönüp Gırnata’ya son bir kez bakdı...
Bunun üzerine anası Valide Sultân Fatıma, oğluna "erkek gibi savaşmadın şimdi otur da bâri kadın gibi ağla!" dedi.
Valide Sultân Fatıma’nın söylediği bu söz, tarihe geçmiş en önemli Sultân valide vecizlerinden bir dânesidir.
Yaşar Efendinin bugünkü durumu ile kısaca aktardığım bu ibretlik tarihî kıssa arasında bir benzerlik var mı sizce?..
Yaşar Efendinin dökdürdüğü cıncık-boncuk nevinden sözlerini cımbızlamaya devam edelim;
İşde, küpün çatladığı yer, tam da bu cümlenin söylendiği yerdir. Yaşar Efendi diyor ki;
Balçiçek Hanım, duyduklarını kelimelere dökmeye devâm ediyor;
Türkiye Cumhuriyeti Ordusu’nun ikinci adamı... Bir Orgeneral. Bu devletden en yüksek dereceden maaş alan bir devlet memuru. Tam 6 çeşit tazminât alıyor. Devletden alabileceği hakların hepsinin en yükseğini alıyor.
Çerez parasına lojmanda oturuyor. En pahalısından bir iki dâne makâm arabası, sekreteri, danışmanları, 1 emir subayı, en az 3 emir astsubayı, “çaycısı”, posdacısı, odacısı...
Masraf, küçük hesap, para kazanmak, işi bitince, paralı asker... Yaşar Efendi Yumurtalamış bunları... Şu zihniyete bakar mısınız?
Demek ki Türkiye’de lejyonerlik başlamış da bizim haberimiz yok! Mukaddes askerlik hizmetine esnâf zihniyetiyle yaklaşan bir orgeneral.
Peki nerede vatan hizmetinin kutsiyeti? Nerede gâzilik, şehitlik mertebeleri Yaşar Efendi?
Hudutlarda, dağlarda, bayırlarda kör kurşunların adres sorduğu yerlerde canını dişine takıp göğsünü düşmana siper etmeyi “hiçbir masrafı yok!” diyerek çaycılıkla bir tutuyor. Ayaklar altına alıyor.
Hiçbir masrafı yok dediği mesleğin, sermâyesinin ne olduğunu sen biliyor musun Yaşar Efendi? Ne kadar düşüncesizce söylenmiş bir ifâde bu!
Askerlik mesleğini bu kadar hafife ben alsaydım herhâlde AYİM’den ucu gırmızı mumlu sarı bir zarf almam işden bile değildi.
Bütün bu kepâzeliklerini marifet belleyen Yaşar Efendi, iki misli maaşı vermesine rağmen asker bulamadığını itiraf ediyor.
Fakat bunun müsebbibinin kim olduğunu söylememiş. Merak ediyorsa şâyet ayna baksın yeter.
Buraya kadar okuduklarınızda, sohbetin söz aralarına sıkışdırılan ifâde ve kelimelerin sizlere fısıldadığı hakikatleri dinlediniz.
İmdi de geliniz, Balçiçek Hanıma söylediği cümlelere bakarak Yaşar Efendinin ruh ve seciyesini tahlil edelim.
Pek farkında olmasak da konuşurken herkes, kendinden birşeyler söyler.
Yaşar Efendinin tahlilini yapmak için tümce kullanmaya gerek yok. Çünkü birkaç sözlük yeterli olacak.
İşde Yaşar Efendinin rütbe-i aklı ve hâlet-i ruhiyesi; âciz, beceriksiz, bezgin, çâresiz, dirâyetsiz, kararsız, kızgın, nâdim, üzgün...
Ve en önemlisi her zaman yarım ağızla cevapladığı sualler ve buram buram görevi savsaklama kokan ifâdeler...
Balçiçek Hanım içeri girdi ya bir kere! Sor Balçiçek, diyor kendine ve sormaya devam ediyor...
Hasbıhâlin bundan sonraki bölümünde, Yaşar Efendi kendi hâl-i pür melâlinden dem vuruyor. Bakınız neler söylemiş dilleri;
Cumhuriyet tarihimizin bu ilk mülâkatının şâyân-ı dikkat itiraflarından birisi de işde, aşağıda;
Yaşar Efendi;
Sohbetin tek “dümdüz” sorusuna geldi şimdi sıra. Balçiçek Hanım lafı evirmeden çevirmeden sormuş.
Fakat aldığı ne cevap dümdüz ne de söyleyen adam evirmeden çevirmeden söylemiş. Buyurun, bakalım;
Astsubayların tazminât haklarını;
Ancak burada bir soru geliyor aklıma; Astsubaylara tazminât verilmesini teklif eden Genelkurmay Başkanlığı mütalaâsının muhtevâsı ve gerekcesi nedir? Görmek isterim. Bu şerhi buraya yazıyorum. Çünkü astsubaylara tazminât konusunda “ne haklılar ne de haksızlar” diyecek kadar cıvık bir tavır takınan adamdan sağlam, kararlı, tutarlı, samimî, şefkâtli bir teklif ortaya çıkar mı, kuşkum var.
Astsubaylara tazminât verilmesi konusunda Yaşar Efendinin sarfetdiği yukarıda gördünüz ifâdesinde, üzerine vazife olmayan bir konuda fikir beyan etmiş. Ve paldımı aşmış!
Şöyle diyor Yaşar Efendi; “Hükümet, yapmayalım demiyor ama onlara yaparsam herkes ister zammı, onlara da yapmak zorunda kalırım şimdi bu yükün altına giremem diyor.”
Bu cümleyi söylerken ya gaflete düşüp ağzından kaçırmış. Ya da kendisini hedef tahtasından kurtarmak için Başbakanlığı kasden hedef gösdermiş.
Sen, teklifini göndermişsin. Gerisi Başbakanlığın bileceği işdir. Başbakanlık nâmına fikir beyan etmek senin vazifen değildir! Kurmay bir subay için bu gaf küçük sayılmaz.
Söz, gölge gibidir. İnsanın peşini bırakmaz dedik.
Siyah saçlarımdan ben,
Söylediği sözden, söyleyen er kişi mesuldur.
Bir yeri, bir vakdi gelir söyleyenin yoluna çıkar. Nasıl mı?
Sayın Başbakan’a söylüyorum; NATO kendi astsubaylarına ne kadar veriyorsa Türkiye’de kendi astsubaylarına o kadar versin. Fazlasını istemiyoruz.
Balçiçek Hanım şöyle devam ediyor; “Uzunca sohbetten anladığım şudur ki, TSK'da herkes ikinci adam, herkes ikinci planda zaten... Tek birinci var, o da Genelkurmay Başkanı...”
Bu tesbitinden dolayı Sn. İLTER’i tebrik ediyorum. Doğru ve yerinde bir tespit. Ancak nâkis... Nuksân bırakdığı sıralamayı biz tamamlayalım;
Yaşar Efendinin “herşeyin bir sırası var” dediği sıralamanan tamamı işde bu, can dostlarım.
“TSK’de eşitlik var” diyenlerin onbir sınıfa ayırdıkları askerlerin hepsinin “aynı yere sıçdığı” bir helâ bile yokdur.
Aynı yere bile sıçmayan askerler;
Bu itirafı pişmiş kelle gibi ortada sırıtıp dururken bakınız, Yaşar Efendi ne buyurmuş;
Türk Silahı Kuvvetleri;
Benzer örnekleri şu sayfaya sıralamaya tevessül eylesem kâğıt yetmez, mürekkep tükenir, kalem bîçâre kalır...
Meseleyi özetlemek gerekirse, Yaşar Efendi, karakolda doğru söylüyor fakat mahkemede şaşıyor.
Ya da tam tersini yapıyor. Mülâkata iyi hazırlanmamış. Ve konulara hâkim değil...
Zirâ, Yaşar Efendi değil gırtlağını, gıçını da yırtsa orduda kendi söylediği eşitliği temin ve tesis edemez.
Yapılması gereken şey eşitlik değil fakat her rütbeden askere temel insan haklarında eşit imkânlar ve eşit fırsatlar temin etmekdir.
Çünkü şu yaşın sahibi olarak ben iyi biliyorum ki bu yüce memleketin aziz insanları sâdece iki yerde eşitdir;
TSK’de olmayan eşitlikden dem vurdukdan sonra sohbet dönmüş dolanmış “orduyu temizlemeye” gelmiş.
Sn. Balçiçek İLTER’in “Astsubayları üstleri eziyor mu?” sualine bakınız Yaşar Efendi nasıl cevap vermiş;
Bir yandan “herşeyin bir sıralaması var” diyen Yaşar Efendi, öte tarafa dönüp “TSK, belki de herkesin eşit olduğu tek yerdir” diyorsa şöyle bir durup düşünmek lâzım. Ben, birbirinden taban tabana zıt bu iki saptamayı söyleyen aynı kişi mi?” diye düşünmekden kendimi alamadım. Bu iki tesbitden birisi yanlış olmak zorunda. Çünkü bu iki tesbit, birbirini kovalayan kavramlardır. Birisinin olduğu yerde öteki barınamaz.
Millî Savunma Bakanımız,
Şehitlik Yönergesi neşredip
Yatağında eceliyle ölen Savunma Bakanlarına, Orgeneral/Oramirallere
Ailesinin istemesi hâlinde
Şehitlik pâyesi dağıtılıyor.(1)
Fakat
Bu devleti idâre eden “şehit adayı” Bakanlar, Orgeneraller/Oramiraller,
Kışlada intihâr eden Mehmetciklerimize
Delikli bir guruş vermiyor.
İşit bunu, milletim!
Balçiçek Hanımı TSK Dayanışma Vakfı konusunda da tam anlamıyla birife etmişler. Nejdet Beyin adamları, Balçiçek Hanımın eline bir Bilgi notu tutuşturmuş.
Şunca hizmetin varsa şunu alırsın, bunca hizmetin varsa bunca alırsın.
Ölürsen de sana şu paracıkları veririz...
Brife edildikden sonra Balçiçek Hanıma bir vahiy geliyor.
Ve bu hesâba göre TSK Dayanışma Vakfı’nın, “generallerin çiftliği” olduğu gerçeği birden bire ham hâyâl oluveriyor.
Gazeteci dediğin kişi, gerçeği bilip bulmadan yazmaz.
Muğlak, sonradan tevil edilecek ifâdeler kullanmaz.
“... hayli boş gözüküyor” demiş.
Ve Balçiçek Hanım kuru kubur sıkmış.
TSK Dayanışma Vakfı hakkında yalan yanlış yazmadan önce bu vakfın başındaki “emekli generali” bir arasaydın keşke!
Bu vakıfda kaç dâne emekli subay, kaç dâne emekli astsubay var? diye bir sorsaydın keşke!
Balçiçek Hanım öğrenmek zahmetine katlansaydı şâyet;
Yaşar Efendinin sohbetinin gazetede neşredildiği günlerde O’nun Kara Kuvvetlerine ait bir helikopter düşdü.
İki müdür,
İki de çaycı vardı.
Azrâil Aleyhisselâm,
Rütbe sormadı.
Müdür de öldü,
Çaycı da öldü...
Yaşar Efendi,
Yere düşen helikopterde “şehit olan çaycı” gördü mü hiç?
Ya da eşkıya peşinde koşarken eşkıyanın döşediği “mayına ayağını, kurşuna gözünü veren çaycı” gördü mü hiç?
Gazeteci Sn. Balçiçek İLTER’e verdiği mülâkatta sarfetdiği sözlerini cımbızlayıp yukarıya aldım. Yaşar Efendinin bu itirafları aklıma, 20 inci asrın ilk yıllarının meşhur Maarif Nâzırı, Emrullah Efendi’nin söylediği bir sözü aklıma getirdi.
Emrullah Efendi, hemen her yerde uyuklamasıyla tanınırdı. Fakat günümüzün arsız, hırsız, kurnaz siyâsetcilerinden bir farkı vardı. O, kendi devrininin önde gelen âlim ve yenilikçilerinden birisiydi. Eğitimde çağdaşlaşmanın öncüsü oldu. Türkiye’de eğitimin o zamanın ölçülerine göre çağdaş bir seviyeye çıkartılması için elinden geleni yapdı.
Bu faaliyetinin yanısıra dalgınlığı ve uykuculuğuyla da meşhur idi.
Konuşmaya başladığı anda; zamanı ve mekânı unuturdu. Kürsüde günün en mühim meselesi hakkında konuşacak olsa konu şiire yahut eski hikâyelere kadar uzanır; yolda rastladığı bir dostuyla sohbete başlasa, geldiği yolun tersine dönüp gitmeye başlar; iştirak etdiği toplantının uzaması halinde de horul horul uyurdu.
Emrullah Efendi’nin dalgınlığı ve uykuculuğu, zamanının yazar-çizer ve hiciv şairlerine bol malzeme verdi. Hakkında yazılıp çizildi. Fakat günün birinde söylediği bir söz yüzünden ilmi de, unutkanlığı da, uyku merâkı da unutuldu.
Adı, günümüze kadar bu sözü sayesinde devâm edegeldi; “Şu mektepler olmasaydı maarifi ne de güzel idare ederdim!”
Maarif Nâzırı Emrullah Efendi’nin bir dost meclisinde şaka maksadıyla söylediği bu söz zamanla “cehâleti” anlatmak için kullanıldı. Eğitim-öğretimde yaşanan sıkıntılar gündeme geldiğinde mutlaka hatırlanır ve alay maksadıyla telâffuz edilir oldu.(2)
İkinci Başkan Yaşar Efendi, Balçiçek Hanımla konuşurken horul horul uyudu mu?
Ya da oturduğu yerden kalkıp Emrullah Efendinin yapdığı gibi geldiği yolun tersine doğru yürüyüp gitdi mi, bilmiyoruz.
Fakat Yaşar Efendinin sözlerine ve tavrına bakarak “Şu askerler olmasaydı Orduyu ne de güzel idâre ederdim” dediğini anlamak zor değil.
Mülâkatın konusu, astsubaylar ve asker intihârları.
Daha ziyâde astsubayların maddî ve meslekî sıkıntılarına ve intihârlarına odaklanmış sualler soruluyor...
Sualleri soran, bir gazeteci olan Sn. Balçiçek İLTER.
Cevaplayan ise Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Sayın Yaşar GÜLER.
Astsubayların sıkıntılarını ilgili makamlara iletsinler diye Genelkurmay Astsubaylığı ihdas edip o makâma da Hv.Svn.Astsb.Kd.Bçvş. Harun AĞPAK’ı tayin etmişlerdi.
Mülâkatda kendisinden hiç bahsedilmemiş.
Yaşar Efendi, ya Genelkurmay Astsubayını manken gibi yanına oturtdu ve ağzına ket vurdu,
Ya da 97.000 muvazzaf astsubayın resmî temsilcisi olan AĞPAK Astsubay, mülâkata dahil edilmedi.
Bunların hangisi doğru acap?..
Dert, sıkıntı, astsubayların.
Eli, ayağı, bacağı kopan, astsubaylar.
İntihâr edenler de astsubaylar.
Fakat astsubayların keline merhem olmaya çalışan kişi, bir subay!..
Nedir bu sulta, nedir bu tahakküm, nedir bu herkese, her şeye hükmetme hırsı?
Hani eşitlik, hani şeffaflık?.
Mizâh konusu olacak bir durum.
Levent KIRCA duymasın! Hemen bir iki gülmece yumurtalayabilir.
Bir astsubayın çekdiği sıkıntıyı, yaşadığı zorlukları ve intihâra sürüklenişini ancak bir astsubay anlayabilir ve anlatabilir.
İntihârı seçen bir astsubay hakkında bir subay olarak ahkâm keserken acap Yaşar Efendinin yüzü kızarmadı mı?
Ağalar, beyler, subaylar!...
Damdan düşenin hâlinden ancak damdan düşenler anlar.
Hoca Nasreddin’in eşşeği bile bu basit gerçeği keşfedeli sekiz asır oldu.
Bırakın artık önünüze konulan her meseleye kaşık sallamayı.
Astsubayın meselesini, bırakın, o sıkıntıları yaşayan astsubay anlatsın.
Bugüne kadar işbu mülâkatı irdeleyen(!) meslekdaşlarımızdan hiçbirisi bu konudan tek kelime bahsetmemiş.
Demek ki Genelkurmay Astsubayının mevcudiyeti aklımızda, vicdânımızda ve şuurumuzda henüz kabul görmemiş.
Aklın emrine râm olup şu sualleri soruyorum sizlere;
Ne kadar tuhaf, ne kadar hazin, ne kadar hayret verici bir durum, değil mi?
Hani, diyor ya Kaptan; “Ne çok kadınlar sevdim, zâten yokdular!”
Ey, Nejdet Bey!
Ey, Yaşar Efendi!
Ey Astsubaylar!
Sizin Genelkurmay Astsubayınız aslında hiç yok muydu?
Ey ruh!..
Geldiysen masaya üç kere vur!
İki bölüm hâlinde neşretdiği makâlesinde Balçicek Hanım; “Uzun lafın kısası soracak çok soru, masaya yatıracak çok sorun var...” diyor.
Ve meselenin geri kalanını başka baharlara havâle ediyor.
Kendisi gazetecidir. Ekmeğini kaleminden kazanır.
Hepsini yazıp bir günde bitirirsem sair günler ne yaparım diyorsa, Balçiçek hanımı anlarız.
Ne diyelim, canı sağolsun!
5-10 astsubayın daha eli, ayağı, kolu, bacağı kopsun,
Önümüzdeki bir 20 gün içinde 7 astsubay daha canına kıysın!
Diğer sorularını da o zaman sorar.
Zaman sayılı,
Canlar sayısız nasıl olsa!..
Susmuş, gene batmış!..
Yerine göre tumturaklı, cilâlı,
Hoş, lâkin boş sözler...
Yerine göre abartılmış,
Yerine göre rendelenmiş,
Yerine göre kazınmış rakamlar.
Çelişik fikirler,
Üzgün, bezgin ve öfkeli üslûp...
Kimisi kararsız,
Kimisi tutarsız,
Kimisi haddini aşan cevaplar...
Ürkek, nevmit duruş,
Samimiyetden uzak üslup,
Şefkât fukarası tavır,
Öteleyici tutum ve yaklaşım...
En önemli sorular karşısında sessiz kalması, susmayı tercih etmesi...
Astsubaylara “çaycı” diyen Yaşar Efendinin kendisi de çay kahve satan sosyal tesisler müdürü gibi konuşmuş!..
Nereden bakarsan bak, neresinden tutarsan tut, neresinden okursan oku, insanın elinde kalıyor.
04 Mayıs 2012 tarihinde biz astsubaylara verdikleri e-muhtıra bile ruh, lafız ve mâhiyet itibariyle bu mülâkatdan daha ehven.
Daha kuvvetli mesajlar veriyor.
O meşhur e-muhtırada örneğin şöyle ifâdeler var;
Her kelimesi, her ifâdesi muğlak; samimiyetden ve gerçeklerden uzak bir mülâkat vermiş Yaşar Efendi.
Balçiçek Hanıma verdiği bu mülâkatta ortaya koyduğu resim ile Yaşar Efendi Başkanlık yarışını şimdiden kaybetmişdir.
Hakkını teslim edelim Yaşar Efendinin!
Onca lafın-sözün, tozun-dumanın, sallayıp sarmalamanın arasında bir tek doğru var;
Tam bir sene evvel yazmışdık. İşe yaramış. Nihâyet anlamışlar! (bknz.)
İnsan, şişirilmiş tuluma benzer; ağzı açılınca havası iner dediydik!.. (bknz.)
Nejdet Bey göreve başladığı ilk günlerde, basın mensupları karşısında yapdığı her konuşmasında sayısız çamlar devirdi, potlar kırdı.
Ağzı açıldı,
Havası indi.
Anladı ki beceremiyor,
Daa konuşmayacağım! dedi.
Yaşar Efendi de basın ile ilk sohbetinde Nejdet Beyin akibetine uğradı...
Daa konuşmaz!, herhâlde...
2013 senesinin tam 14 saat 30 dakika hüküm süren şeb-i yeldâ’sında sözü daha fazla sündürmemek için;
Hislerime tercümân olsun diye,
Medet ya Abdal!
Medet ya Miskin, dedim.
Pir Sultân şöyle seslendi bana;
Demiri, demir ile dövdüler; biri sıcak, biri soğuk idi.
İnsanı, insan ile kırdılar; biri aç, biri tok idi.
Yunus EMRE de şu beyitini gönderdi Yaşar Efendiye;
Balık, kavağa çıkmış; zift turşusun yemeğe,
Leylek, koduk doğurmuş; bak, a şunun sözünü.
Eh, ne de olsa;
Yaşar
Ne yaşar
Ne yaşamaz!
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
Ve nihâyet
Salladıkca döküldü.
İki bölüm derken üç etdi...
30 seneden beri savsaklanan böyle çetrefil bir konuyu üç bölüme ancak sığdırabildim.
Biraz daha zorlasam peşrevi güreşinden uzun olacakdı.
Siz eğitim sevdâlılarına götürsün diye
Sâdece dökülenleri kâğıda ödünç verdim.
Karşılığında üçüncü bölümü aldım.
İyi bir anlaşma oldu zannımca.
Emekliassubaylar.org müdâvimleri bağışlasın beni.
Bologna Süreci ismiyle maruf işbu makâle tefrikamızı buraya kadar okumaya teveccüh edenleri de kutlarım.
Okuyanların bu tutumlarını, onların eğitime verdiği önemin bir ifâdesi olarak telâkki etmemde bilmem, mahsur var mıdır?
Eğitimden söz açıldığında kimse mangalda kül bırakmıyor.
Fakat eğitim konusunda yazdıklarımız gazeteci Sn. İlker DEMİR’i haklı çıkartacak kadar az rağbet görüyor.
Herkesin sızlandığı eğitim konusunda yazılan makâleler ne yazık ki kuşkonmaz cinsinden uçurulan zam haberinin nısfı kadar okuyucu cezbetmiyor.
Daha iyiyi, daha yükseği, daha çoğu talep etmenin bir tek şartı vardır muhterem meslekdaşlarım;
Bilgi, eğitim!...
Dolu bir cüzdan, isteyenin olsun!
Bana, dolu bir beyin verin!..
Beynim boş, cüzdanım dolu olacağına,
Cüzdanım boş, beynim dolu olsun...
Beynim dolarsa cüzdanım kendiliğinden dolar.
Ben, bunu istiyorum!
Câhil insanı sömürmek kolaydır.
Bilgisiz, eğitimsiz yaşamanın köle olmakdan ne farkı var, söyler misiniz?
Özlük haklarımızı tahakkuk ettirmek için herşeyi göze alıp her türlü faaliyeti yapmalıyız.
Evet, doğru...
Fakat bu hak arayışını bize yakışır bir tavır ve tutum içinde başlatıp azimle devam ettirmek ve istediğimiz neticeyi almanın yolu sâdece eğitimden geçiyor.
Bu sebeple özlük haklarımıza atfetdiğimiz önemden daha fazlasını astsubayların eğitimine vermeliyiz. Çünkü refahdan pay talep etmenin yolu tahsil düzeyimizin yükselmesinden geçer. Çağın icâp ettirdiği bilgiyle donanmış astsubayların hakkını almasını hiçbir kuvvet engelleyemez. Bu hakikatı unutmayalım.
Astsubaylara lisans tahsili verilmesini gerekceleriyle birlikde ortaya koyan meslekdaşlarımızın bugüne kadar irâd etdiği makâle silsilesine Aralık 2013 senesinde bir halka da biz ekliyoruz. Bu makâlenin dosyası, astsubayların lisans eğitimi başladığı güne kadar da açık kalacak.
İmdi gelelim sadede...
Bu iki ihtimâlden birisi yanlış olmak zorunda.
TSK Personel Kanun’unda astsubayı, “... subayın yardımcısı olarak görevlendirilen asker kişidir” diye tanımlıyorsun. “Yardımcı” ne demekdir? Gerekdiğinde, yardım etdiği kişinin yerini alacak kimse!.. Bir başka ifâdeyle, “görevli yerinde yok ise onun yapdığı bütün işi üstüne alıp lâyıkıyla ve kifâyetle yapacak kişi” demek.
Çanakkale Harbi’nde öyle olmadı mı? 26 ncı Piyâde Alayı, 3 üncü Tabur, 10 uncu Bölük, 1 inci Takım Komutanı astsubay çavuş Yahya’yı kahramanlaşdıran ve harbin neticesini Türk’ün lehine çeviren ölümüne vuruşmanın arkasında yatan hakikât ne idi? (bknz.)
Hekim, hekimdir; hemşire de hemşire... Hemşire, hekimin görevini yapamaz. Hekim de hemşirenin... Kâlp ameliyatının tam ortasında hekim “al bıçağı, ameliyata sen devam et!” diyorsa hemşireye, burada durup düşünmek lâzımdır.
İşde astsubayın subaya yardım etmesi konusu tam da böyledir. Bu örnekdeki gibi sınırları çizilmemiş bir içiçe girmişlik vardır. Astsubay dediğimiz asker kişi, hem kendi görevini yapıyor hem de subayın görevini yapmasını isteniyor.
Yapıyor da...
Peki subay, astsubayın yapdığını bilir mi? Yapar mı? Yapmak için Kanun çıkartılır mı?..
Hekim-hemşire arasındaki görev münâsebetinde vatandaşın canı söz konusudur.
Fakat subay-astsubay arasındaki görevlendirmede vatanın bekâsı, milletin namusu, hürriyeti ve istikbâli mevzu bahisdir.
Mevzu bahis olan vatan ise şâyet gerisi nedir, sayın subaylar?..
Genelkurmay Başkanlığı bugün itibariyle, 2 sene tahsil ile mezun etdiği astsubaydan 4 veya 8 sene tahsille mezun etdiği subayın yapdığının aynısını yapmasını beklemektedir.
Hem de yarı ücrete...
2 senelik eğitim verdiğin astsubay şâyet subayın yardımcısı olabiliyorsa;
Bu iki ihtimâlden sâdece birisi doğrudur. Bu suâle kim, ne cevap verebilir acap?
Bütün bu suallere ilâve olarak bir de astsubaylara hâlâ yapılan şu haksızlıklara bakalım;
Görevdeki haksızlıklar bir yana, yarım yüzyıldan beridir astsubaylar, bu çağdışı kast baskısı altında vatana hizmet ediyorlar. Astsubayın eğitim seviyesini yükseltmek istemeyenler, astsubaylardan daha çok bu memlekete kötülük ediyorlar. Astsubaya yapılan her kötülük, her haksızlığa en çok sevinenlerin düşmanlarımız olduğunu biz biliyoruz. Bu tavırlarıyla düşmanın safında yer tutan subaylar, bu sözümü kulaklarına küpe yapsınlar.
Yukarıda gördüğünüz her konu, başlı başına bir meslekdir. Her biri, birer ön lisans eğitimi gerekdirir.
Bir Sahil Güvenlik Astsubayı, herşeyden önce bir askerdir; saç, sakal traşı, elbise ütüsü, ayakkabı boyası. Ast-üst münâsebeti. TSK Personel Kanun’u, TSK İçhizmetleri Kanun’u, Askeri Cezâ Kanun’u ve yüzlerce askerî tâlimat, yönetmelik...
Sonra denizci; denizin kahrını çekmek, onunla baş etmek zâten başlı başına ayrı meslekdir.
Bu şartlar altında kendi mesleğini yapar. Askerî muhaberenin bütün inceliklerini en iyi şekilde bilip yapmakla mükellefdir. Ben muhabereciydim. İşde ben, tam 30 sene bunların hepsini birarada yapdım.
Bu üçüne ilâve olarak, dördüncü vazife olarak âsâyiş hizmetini icrâ eder. Denizde vuku bulan en basit bir kaçakcılık vak’asında bile 7-8 Bakanlığın görev alanına giren Kanun’larla uğraşır. Anayasa’dan tutun da bu ne kadar Kanun, Yönetmelik, Genelge var, hepsini bilmek ve doğru tatbik etmek zorundadır. Görevinin sadece bu kısmı bile mevzuata bir avukat kadar hâkim olmayı icab ettirir.
Astsubaydan başka görev tanımı bu kadar geniş ve karmaşık olan başka bir devlet memuru da bu memleketde yokdur.
Emir verip elleri gıçında âvâre âvâre dolanmaz. Binbir emek harcayıp hem evrakları, raporları hazırlar hem de yerine göre imzâlayıp işleme koyar. Bütün bu görevlerin bizzat icrâcısıdır. Sorumlu olduğu bölgesindeki muhtardan, kaymakama; polisden, savcısına kadar hepsiyle teşrik-i mesai yapar. Bunları yaparken, denizin ortasında tek başına, yapayalnızdır. Yardım alıp fikir danışacağı, yaz evlâdım, getir-götür evlâdım diye emirler üfüreceği hiç kimse yokdur. Bu dört mesleğe dair her şeyi kendisi bilmek ve Kanun’u en iyi şekilde tatbik etmek zorundadır. Bu durum, jandarma astsubayı meslekdaşlarımız için de aynen geçerlidir.
Bu sebeplerden dolayı bir Sahil Güvenlik Astsubayı, daha gemisine gitmeden, okuldan mezun olduğunun ertesi günü eğitim birliğine gönderilir. Eğitim birliğinde verilen eğitim, okulda aldığı eğitimden az değildir. Ve okulda bir kelime dahi bahsedilmeyen, öğretilmeyen konuları öğrenmek üzere tekâmül eğitimlerine başlar. İnsanın gücüne giden en kötüsü şey de emek harcayıp eğitim birliğinde aldığı bütün bu eğitimler tâbiri maruz görünüz, sağdıç emeği mesâbesindedir. Hiçbir akademik kıymeti yokdur.
Bunların hepsinden önemlisi, bakınız Atatürk ne dedi taa 1937 senesinde?
Kumandanlar, madunlarından daha âlim olmalıdır!
Yanlış mı?
Subay komutanlarımız,
Atatürk’ün bu vecizini unutdunuz mu yoksa?
Daha sayalım mı?..
T.C. Ordusu’nun astsubayının tahsil meselesine bugünün devlet adamları da Atatürk’ün gözüyle bakmaya mecburdur. Bugün verilecek karar, astsubayları ve Türk Ordu’sunun görev etkinliğini önümüzdeki 50 sene, belki de 100 sene boyunca derinden etkileyecek bir karardır.
Lise sonrası 1 senelik eğitimden 2 senelik ön lisans seviyesine yükseltimesi için astsubaylar tam çeyrek asır avutuldu. Ön lisansdan lisans düzeyine yükseltilmesi için bir 25 senesinin daha heder edilmesine astsubayların tahammülü yokdur. Bu hakikâtı herkes duysun!
Eğitim meselesi yap-boz tahtası değildir. Astsubayların tahsilinin lisans seviyesine yükseltilmesi için Türkiye’nin de imzâ atdığı Bologna Beyannâmesi’ni bu açıdan ele almaya ve iyi değerlendirmeye mecburuz. Bugün vereceğimiz karar önümüzdeki 50, hattâ 100 sene süresince astsubayların haketdiği eğitim ihtiyacını karşılabilmelidir. Çarenin adı da astsubaya mutlaka lisans düzeyinde eğitim vermekdir.
Jandarma Genel Komutanımız, kendince bir proje başlatmış. Demiş ki Bologna Süreci’ne girelim ve jandarma astsubaylarımızın eğitim seviyesini yükseltelim. Ve âmiri olan İçişleri Bakanını da bu sürece ikna etmiş.
Bel bağlayıp gündem etdiğin Bologna Süreci’nin özüne ve hedefine uygun davranıp astsubayların eğitim seviyesini lisans düzeyine çıkartman gerekiyor. Fakat sen bu gerçekleri göz ardı ediyorsun. Ön lisans eğitimi verip astsubaylara gene avara kasnak yapdırıyorsun.
Acı gerçek şu ki Bologna Süreci, Avrupa ülkelerinde lisans ve yüksek lisans düzeyinde eğitimi temel alan ve teşvik eden bir çalışmadır. Gâvur dediğimiz adamlar, kendi insanlarını en az lisans düzeyinde eğitmek için yırtınıyor. Elin gâvurunun ağzına bakıp ondan medet umuyorsun. Kapısına yüz sürüyorsun. Çâre dileniyorsun! Sürecini aldım, kabul etdim diyorsun. Fakat onların şart koşduğu lisans eğitimini inkâr ediyorsun.
Sen, senin yardımcın olan astsubayını gene ön lisans cenderesine hapsediyorsun!
Bunca cilâlı laflar, bunca tumturaklı, böylesi işgilli, bu kadar fırfırlı ve nâfile işgüzârlık niye?
Devletin bunca mesai, zamân ve parasını harcayıp da elde etdiğiniz ne var?
Ben söyleyeyim; kocaman bir hiç!
Bologna Beyannâme’sini imzâladın ve süreci JAMYO’da tatbik etdin, güzel!
Gıçını yırtıp dağdan odun getirdin,
Donunu gurutdu mu?..
Hayır!..
Devletin mesaisini harcadın,
Zamânını heder etdin,
İş yapdım deyip maaşını aldın,
İçini boşaltdığın Bologna Süreci’ni allayıp pulladın!
Bizi inandırabildin mi?
Hayır, inandıramadın...
Elde ne var?
Sıfır.
Başladığın yere geri döndün!..
Avrupa yapdı Bologna,
Bizim Jandarma yapdı kolonya...
Biz astsubaylara yapılan bu ahlâksız ayak oyunlarını görünce aklıma bir şiirinin sözleri takılıyor Kayahan’ın;
Ben, Anadolu çocuğuyum;
Biraz da deli dolu,
Kızdı mı dünyaya yakarca bakan,
Sevdi mi içinde ormanlar yanan,
Tek tabanca, yalansız çıkmış yıllardan,
Yılandan korkmam yalandan korktuğum kadar,
Benim bu âleme aklım ermiyor.
..........
Ben, Anadolu çocuğuyum,
Yolum sevgiden geçer,
Kimsenin hakkını yemedim ki ben...
Anam der ki; “Oğul, elden gelen aş olmaz! O da vakdında gelmez!”
Ordu denen teşkilât, anamın dediği gibi; çayından çorbasına, iğnesinden ipliğine, nalından mıhına kadar her ihtiyacını kendisi tedârik etmek mecburiyetindedir. Öyle bir gün gelir ki muhtac olduğun bir mıhı, bir mermiyi, bir cıvatayı bulamazsan orduyu yürütemezsin. Dünyanın parasını ortaya dökersin de bir tek mıh, bir tek mermi bulamazsın. Bu acı tecrübeyi Türkiye’den daha fazla yaşayan başka devlet var mı dünyada? Hiç mi düşünmezsiniz?
Bu cümleden olmak üzere ordu denen teşkilâtın içinde, üniversitenin her bölümünden mezun olan kişilere ihtiyaç vardır.
Silah ve cebe hâne için durum böyle ise o silahı ve cebe hâneyi kullanacak ehil ve mahir askerlere olan ihtiyacı ne durumdadır?
Tek kelime ile çok daha mühim, çok daha yakıcıdır. Asker olmazsa silahı kim kullanacak?..
Devlet memuru olan başkanımız mı?..
Astsubayların meslekî hoşnutsuzluğunun başında gelen tahsil meselesi, çok kıymetli meslekdaşlarımızın en verimli çağlarında ordudan ayrılmalarının temel sebeplerinden birisidir.
Türkiye Cumhuriyeti Ordusuna daha faydalı olmak için kendi parasıyla okuduğu hâlde üniversitede aldığı tahsile uygun olarak ordu içinde görev bulamadığı için istifa eden subay ve astsubayın sayısını kim biliyor?
Kendi parasıyla okuyup diplomasını almış bir astsubaya, bir subaya aldığı tahsile uygun olarak askeriyede bir iş veremiyorsan yazıklar olsun sana? Ve derhâl boşalt oturduğun o koltuğu! Bunu yapacaklar elbet var bu memleketde.
Meslekdaşlarımızı son günlerde peşpeşe intihara sürükleyen amillerden birisi gene yetersiz tahsil meselesidir. Emir verdiği eratın tahsilinin kendisinden yüksek olduğunu gören bir astsubayın kendini bu mânevi buhrândan kurtarması kolay değildir.
Bütün bunlara bir de 30 senelik astsubaya teğmen maaşı revâ görülmesi bu kaçınılmaz intiharlara yol açmaktadır.
Rütbesi ne olursa olsun, senelerin emeğini ve devletin parasını harcayıp eğitdiğimiz bir askerin, millete en faydalı olacağı dönemde orduyu terketmesi en çok düşmanlarımızın işine yaramaktadır. Bunu artık görmeliyiz. Bu neticeye sebep olan salon şıkırdımları siyasetci ve subay tayfasını da düşmanlarımız ile aynı safda görüyoruz.
Kendi banka hesabının şifresini varana kadar her türlü mahrem bilgisini emânet etmekle iftihar etdiği kendi emir astsubayını, çaycısı ile kıyaslamak vefâsızlığını, çapsızlığını ve âcizliğini gösderen devlet memuru İkinci Başkan Yaşar beyin de bizden bir hecviyye alacağı var, haberi olsun!..
Genelkurmay Başkanlığı, binbir emek ve zahmet verip eğitdiği mensuplarına hak etdikleri kıymeti vermelidir. Maddî mânevî ne gerekiyorsa yapmalıdır.
Devletin makâmı, şikâyet etme yeri değildir. Bilâkis şikâyete çâre bulma yeridir.
Ülkeyi bugün idare edenlerin, paramız, yok! Vereceğimiz bu kadar demeye hakları yokdur.
Askere hak etdiğini veremeyenlerin bu develete yapacağı tek iyilik vardır; şerefiyle derhâl istifa etmek!
Paranız yok ise darphaneyi bu akşam bir saat çalışdırırsınız. Ve ertesi sabah istediğiniz kadar paraya sahip olursunuz. Tomar tomar parayı basdırıp dünyanın en iyi silahlarını satın alabilirsiniz.
Tekâlif-i Milliye’yi bir kez daha tetkik ediniz. Üzerinden daha 100 bile sene geçmedi. İstiklâl Harbi’nin dönüm safhalarından olan Sakarya Meydan Muharebesi öncesi ordunun ihtiyacını karşılamak için 7-8 Ağustos 1921'de yayınlandı. Başkomutan Mustafa Kemal’in Başkomutanlık Kanunu ile kendisine verilen yetkisini kullanarak yayınladığı "Millî Yükümlülük Emirler silsilesidir.”
Müstâkil 10 emirden mürekkep söz konusu Bakanlar Kurulu kararı ile ordu, sonradan ödenmek koşuluyla milletin elinde ne var ne yoksa nısfına cebren el koydu. 6 ıncı emrin 4 üncü maddesiyle de emre karşı gelenlerin Hıyânet-i Vataniyye Kanun’una muhalefetden yargılanması hükme bağlandı.
Böylece sâdece 2 ay gibi kısacık bir zamân zarfında istediği her şeyi tedârik etdi.
Fakat bir tek şeye el koyamamışdır. İnsana. Cephede düşman ile cenk edecek askeriniz yok ise dünyanın erzağı, cebe hânesi, topuna, tüfeğine sahip olsanız bile hiçbir ehemmiyeti, kıymeti yokdur.
Mustafa Kemal, bu karara istinâden milletin elinden çorap, don, göynek, çarık, nal, mıh, at, eşşek, tahıl, kazma, balta, çapa, tüfek vb. aldı...
Karşılık olarak da millete, Türk Milletini ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini verdi.
Bugün başlasanız bile bir astsubayı, bir subayı eğitmek için en az 10-15 sene beklemeniz gerekir.
Merkez Bankasındaki bütün parayı ortaya koysanız tecrübeli bir tek subay, bir tek astsubay satın alamazsınız.
Çünkü subayın, astsubayın çarşısı, pazarı, piyasası yokdur!
Tarihden ders almak basiretli, akıllı, çaplı, cesur ve hamiyetperver insanların işidir muhterem yiğitlerim!..
Dürüst ve namuslu, cesur idarecilere bugün, her zamânkinden daha fazla muhtacız muhterem meslekdaşlarım. Haksız yere kesilen bir tek ağaç için hüngür hüngür ağlayan Atatürk gibi diğerkâm devlet adamlara bugün her zamândan daha fazla ihtiyacımız vardır. Bir yol yapımında bile Atatürk gibi 100 sene ilerisini dikkate alacak kadar basiretli düşünüp doğru karar verebilen idarecilere muhtacız.
Bu konuda söyleyecek sözleri varsa iletsinler. Biz de makâlemize ekleyelim.
Türkiye, Bologna Beyannâmesi’ni imzâladı. Ve şartlarını yerine getirmeyi taahhüt etdi.
Devletlerarası hukukta imzâ; devletin irâde, şeref ve nâmusudur.
Türkiye Cumhuriyeti adına Bologna Süreci’ne imzâ atan devlet memurları;
Süreci imzâlamakla irâdesini ortaya koydular.
Şimdi sıra icrââtda!
Süreci imzâlayan bu devlet adamları
Şâyet şerefli ve nâmuslu ise
Sözlerini tutmalıdır.
Astsubayların tahsilinin lisans düzeyine yüksetilmesi için Bologna Beyannâmesi;
Çok önemli bir belgedir,
Çok kıymetli bir fırsatdır.
Ortada böylesi kuvvetli deliller ve gerekceler var iken T.C. devletini bugün temsil edenler, Bologna Beyannâmesi aslına uygun olarak tatbik etmek zorundadır.
Eski Tüfek diyor ki;
Astsubaylar, gökde aradığını
Maalesef Bologna’da buldu...
Genelkurmay Başkanımızın biz astsubaylardan esirgediğini
Elin gâvuru gökden zilli zembille indirdi!
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
Türkiye’nin de imzâ atıp dâhil olduğu Bologna Süreci’nin hedefi Avrupa devletlerinin çocuklarına lisans düzeyinde tahsil vermekdir. Birinci şartı da “lisans veya yüksek lisans” eğitimidir. Jandarma Genel Komutanlığı basına duyurduğu açıklamasında, JAMYO’da Bologna Süreci’ne geçdiğini beyân etmiş. Söz konusu bu süreç, en az 4 senelik lisans eğitimini şart koşuyor. Bu süreci tatbik edeceksen şayet en az 4 senelik lisans eğitimi vermelisin diyor. Fakat JAMYO, sadece 2 senelik ön lisans eğitimi vererek süreci tamamladığını iddia ediyor.
Ortada yanlış bir şeyler yok mu sizce?
Evinin kapısını açmak istiyorsan önce binanın kapısını açmalısın. Birinci şartı yerine getirmiyorsan şayet diğerlerini yapmanın hiçbir ehemmiyeti yokdur. Ötekileri istesen de tahakkuk ettiremezsin.
Tercüme etmekde dürüst davranmayanlar, süreci tamamlamakda samimî olabilir mi?
Değil astsubayları, olsa olsa kendini kandırırsın.
Lisans eğitimi vermeden Bologna Sürecini nasıl tamamladıklarını BİMER vasıtasıyla İçişleri Bakanlığına ve yok olasıca YÖK’e sordum. Bakalım ne cevap verecekler.
Harp okullarının 2 senelik olan tahsilini tam 34 sene önce, 1979’da lisans seviyesine yükseltdin. Fakat bugün akademik çalışma diyerek yutdurmaya yeltendiğin ve altına imzâ atdığın sürecin icâbını yerine getirmiyorsun. Astsubayların eğitimini lisans düzeyine çıkartmıyorsun. Kurnazca davranıyor ve anlaşmanın can direği olan “lisans eğitimi” şartını tercüme bile etmiyorsun.
YÖK’e bağlı olan polis, hemşire ve adliye daktilocuları bile ön lisans eğitimine biz astsubaylardan çok daha önceleri başladı. Fakat 1 senelik eğitimle mezun etdiğin astsubayları ön lisans eğitimine yükseltmek için sen tam 32 sene bekletdin. Bu konuda o kadar geç kaldın ki bugün verdiğin ön lisans eğitimi de astsubayların ihtiyacının çok gerisindedir.
Yüksek Öğretim Kurumu, bugün itibariyle nalbant yetiştirmek için ön lisans eğitimi veriyor. Demek ki nalbant yetiştirmek için bile insanı 2 sene eğitmek gerekiyor. (Bkz.↓)
Bu cümleden olmak üzere, astsubayların tahsil seviyesi konusunda Genelkurmay Başkanlığı şu temel sorulara hemen bugün cevap vermelidir;
Bu suâllerin cevabını biz astsubayların bilmeye hakkı vardır.
Bugünden tezi yok!
Millî Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı çıkıp kamuoyunun önüne Türk Milletine bu suâllerin cevabını versinler.
Basiretli davranmıyorsun,
Dürüst davranmıyorsun,
Samimî davanmıyorsun,
Hakkâniyetli davranmıyorsun!
Hiç olmazsa yalan söyleme.
Çık ortaya ve de ki “Ben, Bologna Süreci’ni reddediyorum!.”
Daha haysiyetli bir iş yaparsın.
Askerî okullların eğitim seviyesinin yükseltilmesi konusunu İntibâkların Seyir Defteri ismiyle maruf makâlemizde tafsilâtlı olarak açıklamışdık. Yeri geldiği için kısaca bir kere daha fâş edelim. İşbu makâlemizde açıkladığımız üzere 2 sene olan harp okullarının öğretim süresi 4.8.1971 tarih ve 1462 sayılı Kanun ile 3 seneye yükseltildi. Kanun’un 4’üncü maddesine eklenen ikinci bir cümle ile Genelkurmay Başkanlığının canı istediği bir zamanda öğretim süresini 4 seneye yükseltmek için kılıfı daha 1971 senesinde hazırladı. (Bkz.↓)
Genelkurmay Başkanlığı hiç vakit kaybetmedi. Keyfi hemen geldi, canı hemen istedi. “Bilim ve askerî eğitim de hemen zarûrî kıldı.” Ve 27.3.1979 tarih ve 2218 sayılı Kanun’unun 4’üncü maddesiyle 1462 sayılı Harp Okulları Kanun’unda yapılan değişiklik ile 3 sene olan eğitim süresini bu kez de 4 seneye yükseltdi. (Bkz.↓)
Genelkurmay Başkanımız 2 sene olan harp okullarının eğitim seviyesini 1971 senesinde önce 3 seneye yükseltdi. 1979 senesinde de 4 seneye yükseltdi.
Harp okulunda 4 sene tahsil yetmezmiş gibi bir de subaylara ücretli izin verip üniversitelerde okutdular.
AYİM’in şu anki başkanı hâkim kılıklı subay da işde devletin parasıyla okuyup avukat olan subaylardan.
Adı, Allahkulu Aslan. Rütbesi tuğgeneral. Önce, harp okulunu bitirip muvazzaf teğmen oldu. Harbiyede aldığı tahsil az geldi. Sonra, Genelkurmay babası onu okula gönderdi. Maaşını da Genelkurmay babası cebine koydu. Hem de tıkır tıkır, guruşu guruşuna...
Aslan, kışlada tâlim etmek yerine gidip kendi hesabına hukuk fakültesinde mesai yapdı. Nasıl oluyorsa maaşlı öğrencilik yapdı. Devletin parasıyla tam 5 sene okudu.
Okudu, okudu, okudu... Okuduklarını tam minder yapacakdı ki bir de bakdı, avukat oldu. Sonra da apoletli ceketinin üzerine yakası fırfırlı, kolçağı bol cırcırlı hâkim cüppesini giyip subay kılıklı hâkim oldu.(Bkz.↗)
Alt taraf kaval, üst taraf şeşhâne...
Mercedes görünümlü şahin arabası gibi...
Avukatlık vesikasını eline alan Aslan, hiç vakit kaybetmeden Merâsim Sokakda volta atmaya başladı. Tevâtür odur ki palyaço kıyâfeti giyip AYİM başkanı olduğunu iddia ediyormuş. Bu arada boş durmayan bu zâtı- muhterem, astsubayları kesip doğrayan kararlara imzâ atıyormuş. (bkz.)
Devlet parasıyla okuma fırsatını altın tepside subayların burnuna dayayan Genelkurmay Başkanımız bu esnasda ıslak imzalı emirler yayınlayıp astsubaylara kendi parasıyla okumayı yasakladı. Üsdelik okuyanları da fişledi... Kayıtları imha etmedilerse baksınlar. Listede benim ismimin de olması lâzım!..
Sıra astsubay okullarının eğitim düzeyinin “bilimin, askerî eğitimin” ve zamanın ihtiyacına göre yükseltimesine geldiğinde Genelkurmayımız hiç acele etmedi.
Lise sonrası 1 sene olan astsubay sınıf okullarının öğretim süresinin önlisans düzeyine yükseltilmesi kararı bildiğiniz üzere 19 Aralık 1994 tarihinde alındı. Çünkü 1 senelik eğitim veren astsubay sınıf okullarının hukûkî yapısı YÖK mevzuatına uygun değildi. Bir başka ifade ile çağdışı, aykırı, ilkel, yetersiz, battal ve köhne idi.
Subayın tahsil düzeyini yükseltmek için 1970 senesinde kolları sıvayıp harekete geçen Erkân-ı Harbiye-i Umumiye, konu astsubayların tahsil seviyesinin yükseltilmesine gelince işi elinden geldiği kadar ağırdan aldı.
Hattâ ayak sürüdü. Altmış sene önce eceliyle ölmüş subaya kılıç vermek için bile aylarca mesai harcayıp T.B.M.M.’den Kanun çıkartdı.(Bkz.↓)
Fakat astsubayın eğitimi söz konusu olunca hiç acele etmedi. 1994 senesinde alınan karar tam 8 sene sonra, ancak 2002 senesinde uygulamaya konuldu. 11.4.2002 tarih ve 4752 sayılı Astsubay Meslek Yüksek Okulları Kanunu kabul edildi.
Bu Kanun ile astsubay sınıf okullarının adı Astsubay Meslek Yüksek Okulları olarak değiştirildi. Lise sonrası 1 sene olan tahsil süresi Kanun’un 30’uncu maddesinin a fıkrasına istinaden 2 seneye yükseltildi. O kadar gecikme oldu ki bu Kanun daha çıkmadan köhnedi, battal oluverdi.(Bkz.↓)
Astsubay sınıf okullarının eğitim süresini ön lisans düzeyine yükseltmek Genelkurmay Başkanlığımızın tam 32 senesini aldı.
Ayak sürüyerek başladığı bu işde, Jandarma Genel Komutanlığı, Bologna Süreci’ne uyum çabasında daha işin başında sınıfda kaldı. Astsubayın eğitim düzeyini lisans seviyesine yükseltmek için burnunun dibine kadar gelen bu fırsatı kasden boşa harcadı.
Diğer kuvvetlerin bu konuda ne yapacağını tahmin etmek için bakla falına bakmaya hâcet yok. Jandarma Genel Komutanlığının yapdığını kesip yapışdıracaklardır. Kimbilir, belki de yapmışlardır.
Samsun Hedef isimli gazetenin köşe yazarı olan Alaadin CEBECİ isimli tekâüt bir miralay, yazdığı son makâlesinde biz astsubaylara sitem etmiş kendileyin. 05 Kasım 2013 tarihli yazısında astsubay kelimesinin “t” sini bahâne eyleyip türban kelimesinin “t” si üzerinden astsubayları tezyif etmeye yeltenmiş. Bu yapdığına kel alâka deyip geçelim. Zırva, tevil götürmez çünkü.
Aynı yazısında Miralay efendi, tahsil seviyesinin yükseltilmesi konusunda biz astsubayların herhangi bir isteği olmadığını ifade buyurmuş. Doğru bir konuyu eğri ifadelerle gündem etmiş. Abdest almadan namaz kılmış. Ve zemheri zürafası gibi külliyen açığa düşmüş...
Muvazzaf günlerinde elleri gıçında dolaşıp emir buyurmakdan başka bir şey yapmayan bu miralayımıza suâl eylesek, astsubay rütbelerini bî-noksan sayamaz. Oturduğu goltukdan gıçını bile galdırmadan sadefden inci misâli fikir serdeden zabit efendi bu mesnetsiz iddiasıyla da paldımı epeyi aşmış!..
Sayın miralay efendi laylon leğende kâğıtdan kayık yüzdürüp defterin üstünde mürekkepsiz divit gezdireceğine astsubayların bugünkü taleplerinin ne olduğunu öğrenmeye zahmet etseydi çok daha hasiyetli bir iş yapmış olurdu.
Astsubayların lisans tahsili almasını gerekceleriyle birlikte ortaya koyan meslekdaşlarımızın bugüne kadar sayısız makâle yayımladığını görürdü. Bu hakikâtleri bilerek konuşsaydı o vakit biz de kendisine cidden saygı duyardık.
Her şeyi bildiğini iddia eden subay gomutanlarımız, söz astsubayların tahsiline gelince hemen “kalemli ümmî” oluyorlar. Muhterem miralayımız, buyursun gelsin. Jandarma Genel Komutanının astsubaylara şu günün behrinde revâ gördüğü eğitim seviyesine bir baksın hele. Baksın da önce kendi gözlerindeki merteği bir görsün!
Peki biz astsubaylar tahsil düzeyimizin çağın ihtiyaclarına uygun olarak düzenlenmesi için bugüne kadar ne mi yapdık?
Yazdık, çizdik!
Arz etdik, talep etdik,
Bağırdık, çağırdık,
Anlayan oldu mu peki?
Kellim kellim, lâ yenfâ!..
Niyeti iyi olmayanın ameli iyi olur mu?
Harp okullarının 2 sene olan eğitim süresinin 35 sene evvel önce 3 seneye,
Sonra da 4 seneye yükseltilmesi için
Subay gardeşlerimiz garargahlarda gara gara gocaman gazanlar mı galdırdı?
Ya da
Genelkurmay Başkanının yolunu kesip
Ucu gırmızı mumlu zarf ile muhtıra mı verdi?
Her iki suâli de müsaade buyurursanız bu satırın müellifi şu fakir cevaplasın! El cevap, hayır!..
Subay olunca,
Şâhikası ala karlı yüce dağlardan bal,
Şırıl şırıl akan milli derelerden gaymaklı süt akıyor.
Sıra astsubaylara gelince,
Kırk dereden kırkbirbin kova bulanık su getiriyorlar.
Sayın miralayımız bu hakikâtleri niye gündem etmez?..
Akıl akıldan üstündür, değil mi yiğitler?
Bugün astsubayları yakıp kavuran sıkıntılara, maruz bırakıldıkları haksızlıklara dermân olacak bir iki tavsiye duymak isterdik kendisinden.
Ancak görüyoruz ki bunu bile yapmaya yüreği yetmemiş!
Bütün bunlar bir yana,
Astsubayların eğitimi konusunda şayet samimi ise,
Muhterem miralayımız kalemini oynatsın ve şöyle yazsın;
Diyebilir mi?
İşde meydan!..
Fakat emekli bir astsubay olarak ben diyorum ki,
Subayların yüksek lisans düzeyinde eğitilmelerinin zamanı artık geldi.
Yirmibirinci asırda var olmak istiyorsan şayet;
Astsubayına lisans eğitimi,
Subayına yüksek lisans eğitimi vermeye mecbursun...
Çünkü dünyanın geldiği merhale artık burasıdır.
Miralay Alaaddin beyin bu sözlerini okuyunca aklıma bir fıkra geldi. Yazması bizden. Bu durum ile alâkalı olup olmadığına varın siz karar verin.
Cingöz bir muhabir, Çoban Sülü’ye devr-i iktidarında muziplik yapıp şöyle bir suâl sormuş; “Özel hayatınızın sıkınıtılı olduğuna dair ortalıkda bir tevâtür var. Ne dersiniz bu hususda?”
Çoban Sülü bu, lafın altında kalır mı hiç?
Sarkık gıdısını gıvıra gıvıra hemen yapışdırmış cevabı.
Afet İNAN’dan naklen; "Çankaya köşkünden Meclis binasına giderken o günün Ankara'sında, yol kenarında bir tek iğde ağacı vardı. Atatürk, önünden geçerken o ağaca selâm verirdi. Niçin böyle yaptığını sorunca şöyle dedi; “O iğde ağacı, yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, teneffüs etdiğim havanın bir neferi. En az öbür neferler kadar bu ağacın da selâma hakkı var.”
Bir gün bir de bakıyor, o iğde ağacını kesmişler. Soruyor niçin kesdiniz diye? Yolu genişletmek için kesdik diyorlar. “Yahu” diyor Atatürk, “Kesmeden önce bana sorsaydınız, o ağacı kurtaracak bir yol bulurdum." Sonra dayanamıyor, arabaya biniyor, sürücüyle arkadaşının önünde, hüngür hüngür ağlıyor.
Bu olaydan sonra, “Atatürk gibi düşünmek” deyimi desdân olup vatandaşların diline düşüyor.
Cumhuriyet kurulalı henüz bir iki sene olmuş. Atatürk, 1924 Teşkilâtı Esasiye (Anayasa)’nin ikinci maddesine Ankara’nın Başkent olacağını kendi eliyle yazdı. Ankara’nın gelecek 100 senelik nâzım planını tasarlamak için Çankaya’da bir akşam yemeği verdi. Yaşına, başına, makâmına ve rütbesine bakmadan o zaman için mesleğinde en iyi olan fikir adamlarını sofrasına çağırdı. Konu, bir ara Ankara/ Ulus’da inşâ edilen Meclis binasının civarının tanzimine geldi. Mühendislerin hazırladığı taslağa kısa bir göz atan Atatürk, Meclis’i Çankaya’ya bağlayan güzergâhın bölünmüş yol olmasını ve genişliğinin 100 metre olmasını emretdi.
1920’lerin Ankara’sında oralarda dolaşan insan sayısı, elli kişi, altmış kişi... At arabası, kağnı dersen, sayısı beş-on... Motorlu araç ise bir elin parmaklarının sayısından ziyâde değil...
Hâl böyle olunca taslağı hazırlayan mühendisler önce Atatürk’e sonra da birbirlerinin sıfatlarına bakdılar. Emir, Atatürk’den... Atatürk 100 metre diyorsa sen, hayır efendim 25 metre kâfi gelir diyebilir misin?
Mühendisler, emredersiniz deyip konuyu kapatdılar. Kendi basiretsizliğinin farkında olmayan mühendisler, başbaşa kalınca; yolun genişliği 100 metre olsun diyen Atatürk’ün o akşam aslan sütünü fazla kaçırdığına kanaat getirdiler.
Ankara Belediyesinin bugün dahi yapdığı şehiriçi yolların genişliği 100 metrenin yarısı bile değil.
Gidip bakın! Kendi gözlerinizle temâşâ eyleyin!
Atatürk Türkiyesi’nin insanlarının ufkunun genişliğine, basiretinin vuzuhuna ve derinliğine bakar mısınız?
Yirminci asırın en büyük adamı olmak kolay mı?
1935 senesinde inşâ edilen Ankara Gar’ında tam 6 dâne peron olduğunun kaç kişi farkında? Düne kadar sadece bir peronu hizmet veriyordu. Hızlı tirenin hizmete girmesiyle bugün bile ancak 3 peronu kullanıyor. Diğer 3 peronu ise 80 seneden beridir sahipsiz kalmış. Kaderine terkedilmiş! Mühmel, mahsun bekliyor öylece...
Bakmayın siz, bugün burnu bulutları aşan tower dedikleri çirkin binalar yapdıklarına! İçi Cumhuriyet düşmanı haramzâde dolu...
Hele bir de bu binalara verdikleri ecnebi isimler var ki!.. Gönül diyor ki al o isimleri... Binaların sahiplerinin mabadına...
Bakmayın siz, milyonlar harcayıp hizmete açdıkları şu köprü, bu kavşaklara! Hepsi birer mimarî ucûbesi! Yapmadan önce oralardan geçmek daha az zaman alıyordu.
Atatürk deyince salip görmüş vampir gibi korkuyorlar! Ve O’nun yapdığı iyi işlere bile sırtlarını dönüyorlar. Anladık!..
Katolik nikâhı kıyıp gelin olarak yatağına girmek için can atdıkları Avrupa’lının inşa etdiği yollara, köprülere niye kör bakarlar?..
Ankaray ve metro derseniz... İnşaatında bugünkü belediye başkanının bir kürek harcı yok!
Yol yapmak için Allah’ın evini dahi yıkmayı marifet sayan rantperest paragöz eblehlerden ne beklenir ki?..
Cumhuriyet Türkiye’si binbir emek harcayıp mihnet çekerek Ankara bozkırında Atatürk Orman Çiftliğini 90 senede yeşertdi. Fakat Atatürk Orman Çiftliği bu iktidarın Atatürk’den intikam almak için serbest atış alanı oldu. Bu cennet bahçesini bugünün Cumhuriyet düşmanları Yağma Hasan’ın böreği misâli talan etdiler. Ve bir gecede asfalt ve beton çölüne çevirdiler. Bu hainlik de yetmedi... Çiftçilik yapılsın diye Atatürk’ün bu millete emânat etdiği kendi mülkü olan tarım topraklarının üstüne yüksek maaaşlı devlet erkânı için en ucuzu 500.000 liraya satılan saray yavrusu inşâ etdiler.
Üstelik sosyal konut diye...
Tavukların yumurtalayıp kuluçkaya yatdığı devletin toprağının üzerine TOKİ’nin yapdığı bu evlerde şimdi devlet düşmanları kuluçkaya yatdı. Kendileri gibi kindar devlet düşmanı cücükler çıkartmak üzere.
Hem de ölümüne kalkmamacasına...
Tam ortasına da hânedân haramzâdesi için Başkanlık sarayı inşâ ediyorlar şimdi.
En acısı ise Atatürk’ün öz mülkünün üstüne Amerikan conisinin utanmadan gelip büyükelçilik binası inşâ etmesi.
Bu zillet bu millete yeter de artar bile...
Atatürk’ün tapulu arazisinin üstüne zottirik lakabıyla maruf general bozuntusu bir subay, orduevi yapıp adına da Gâzi Subay Orduevi dedi. Zottirik osurursa ahlâk ve görgü fukarası arsız hırsız azgın siyâsetciler de işde böyle çatır çatır sıçar...
Başkent Ankara, 90 sene öncesine göre daha yaşanmaz, daha yorgun, daha mutsuz, daha çekilmez bir şehir oldu. Ankara’yı idare eden bugünün devlet adamları bile hâlâ Atatürk zamanında verilen önemli kararların ve yapılan büyük işlerin mirâsını yiyorlar.
90 sene sonra bile Ankara’nın merkezi bugün hâlâ o kadar insan ve araç selinin kahrını çekebiliyorsa bu, Atatürk ve Atatürk gibi düşünen yurtdaşların keskin basireti sayesindedir.
Kamu görevlisi Genelkurmay Başkanından, belediyeci tayfasından, memurundan siyâsetcisine bir de bugünün devlet adamlarına bakın!..
Hepsinin itibâr-ı şahsiyesi yerle yeksân vaziyetde...
Taraf Gazetesi yazarı Sn. İlker DEMİR 01.10.2013 tarihinde bir yazı yayımladı. Makâlesinin başlığı “Dinci faşizm, devrimci faşizme karşı.”
Türkiye'de eğitimin kifâyetsizliğinden bahsederken İlker bey yazısının bir yerinde şöyle bir ifade irâd etmiş; “Toplumun bilgi ortalaması, hemen işbaşı yapsınlar diye adeta hızlandırılmış bir eğitimle her konudan biraz öğretilen astsubaylar düzeyindedir.”
Sn. DEMİR’in bu tesbitine çoğu meslekdaşım şiddetle karşı geldi.
Hemen reddiyeler yazdılar.
Belki de bâzıları hakâretâmiz iii meyıl(!) yolladılar...
Makâlesinin müteakip satırlarında şöyle bir ifade daha kullandı Sn. DEMİR; “Yarı uzmanlık yarı cahillik demektir.”
İlkey beyin bu sözüne kimse dikkat etmedi.
Tenkit etmeden önce yazısını bir bütün olarak ele alıp meselenin özüne nüfûz edebilseydik keşke...
Benim kanaatime göre İlkey beyin her iki tesbiti de doğru ve yerli yerinde.
Yapılması gereken tek şey, sözü doğru yerinden kavramakdır.
Muhterem meslekdaşlarım;
Zarfa değil, mazrufa bakınız!
Sn. İlker DEMİR’in makâlesinde parmak basdığı tesbitlerine buyurun bir de şu açıdan bakalım;
İlker beyin her iki tesbitine ben yürekden iştirak ediyorum. Tam da İlker beyin ifade etdiği gibi bugün astsubaylara 2 senelik hızlandırılmış eğitimle her konudan biraz öğretilmekdedir. Bu cümle, astsubaylara bugün ve geçmişde verilen eğitimi çok iyi özetliyor.
YÖK’e bağlı okullarda 2 senede sadece bir meslek öğretiliyor; Aşcı, pasdacı, dakdilocu, nalbant vb...
Astsubay okullarında bugün verilen 2 senelik eğitimde ise hem askerlik eğitimi ve hem de meslek eğitimi veriliyor.
Bu iki eğitim yönteminin birisi yanlış olmak zorunda.
Sizce hangisi?..
Ölçülemeyen bir şeyin kıymeti yokdur. İsderseniz dünyanın etrafını beş kere dolanın. Ne kadar yürüdüğünüzü bilmiyorsanız yapdığınız işin gerçekde önemi yokdur.
Bu cümleden olmak üzere; eski adıyla tâlim-terbiye denen eğitim-öğretim mefhumu, ilmî esaslar dahilinde ölçülüp değerlendirilebilir olmak zorundadır. Başarıyla tamamlanmış her eğitimden sonra verilen vesikanın da bir itibarı olmalıdır. Bir başka ifadeyle, bu eğitimlerin akademik kıymeti olmalıdır.
Okuldan mezuniyetden sonra eğitim birliklerinde aldığı elvân çeşitli eğitim-öğretim sonucunda astsubaylara verilen şahâdetnâmenin Ordu dışında bir itibarı var mıdır?
Akademik bir değeri var mıdır?..
Meslek hayatımız boyunca aslî vazifemizden ayrı olarak bize dayatılan işleri; yüklenen ikiz, üçüz, görevleri şöyle bir gözünüzün önüne getirin bakalım...
Sene 1987...
Çankaya’nın şişmanı, o tarihde başbakanlık koltuğunda oturuyor. Ben, İstanbul’da gemi görevindeydim. Bıldır evlenmişim. Üsküdar’da oturuyor, Beykoz’daki gemimde görev yapıyorum. Birinden diğerine mesâfe, İstanbul’un iki ucu...
O zamanlarda bu iki nokta arasında gelip gitmek, günlük mesaimizden bile daha uzun vakit alıyordu.
Aldığım maaaş tam 90 milyon lira... Zottirik Kenan, Beykoz’a iki katlı lojman inşâ edip subaylara verdi. Kaloriferli lojmanın kirası 20 milyon lira. Bana ise yok. Üsküdar’dayım. Kiradayım, dardayım... Sobalı bir daireye ödediğim kira tam 50 elli milyon. Bu evi de enişdem sayesinde eş-dost hatırına bulabildim. Evde telefon yok... Su ve cerayana 10 milyon lira veriyorum.
Yeni evli bir aile olarak İstanbul gibi koca bir şehirde aylık maişetimiz için elimde sadece 30 milyon lira kalıyor.
Daha cebime koymadan maaşımın üçde ikisi elimden uçup gidiyor.
Tek tabancayım, anlayın hâlimi...
O zamanlarda Üsküdar/Uncular’da kurulan seyyâr tanzim kamyonlarının önünde uzun kuyruklara girip alışveriş yapıyoruz.
Biraz daha ucuza alabilelim diye. Burada satılan her şey harcıâlem nasılsa...
Kayınpederim rahmetli Sıtkı bey ve anamın emekli maaşından takviye gelmese ne yapardım, bilmiyorum.
Hayatımız cant üstünde giderken İstanbul denen şehir azmanının bir kuytusunda
Zamanın başbakanı şişman adam, bir gün gıçına vurdu ve kaka renginde bir yumurta yumurtaladı.
Bokunda bulduğu yumurtanın adı “paralı askerlik” idi.
Basdır çil çil pangonotları,
Askerlikden azâde ol!
Parası olmayan ne yapacak?
Burası Kıraliçe Elizabet’in memleketi değil!
Sulh zamânında paralı askerlik yapmak ile
Harp zamânında cepheden firâr etmek arasında fark yok bence.
Temel askerlik hizmetinde her vatandaş eşit olmak zorunda.
Şu son senelerde Türk askeriyesine vurulan darbenin birincisini işde bu şişman adam vurdu.
Mukaddes vatan hizmetini paraya tahvil etdi.
Ben bunu 30 sene önce yaşadım...
Çalışdığım gemi, hücümbot. İki telsiz astsubayı ve bir yazıcı er kadrosu var. Ben, gûyâ kıdemli telsiz astsubayıyım. Önceki gemimde kendi işimi yapıyor sadece mesaj yazıyordum. Fakat bu gemimde İdârî sınıfından astsubay kadrosu yok. Bu kadronun görevi, ikiz görev olarak benim üzerimde...
Kendi işim olan mesajı yazıyorum...
Sonra oturup İdârî astsubayın yapması gereken evrak işlerini yapıyorum.
İşim başımdan aşkın, canım burnuma gelmiş!..
Vaziyet bu minval üzereyken
Binbir emek verip son bir senede yetişdirdiğim yazıcı er, tam işi öğrendi derken, teskere alıp gitdi.
Diğer astsubay arkadaşım ise 6 aylığına kursda.
Üç kişilik kadroda yapayalnız kaldım. Gemidir, ne iş vardır diyenler günahıma girer, bilesiniz!
Koca bir harb gemisinde yazılan çizilen ne kadar evrak, yazı, çizi, rapor varsa hepsi bu gemide de var.
Eski yazıcı da teskeresini alıp gitdikden iki hafta sonra yeni yazıcı er, acemi eğitiminden sonra gemiye geldi.
“Ben”, dedi “Paralı askerlik için müracaat etmişdim. Kabul edilmiş. İşde yazısı. Benim hemen gitmem gerekiyor!”
Paralı askerlik konusunda herkesin olduğu kadar benim de bilgim vardı. Şişman adam, sağ eline kalemi alıp havada daireler çizerek işkembe-i kübrâdan bol bol atıyordu.
Gara gerdanını gıvıra gıvara anlatıyordu faziletlerini paralı askerliğin.
Bütcede deliği böyle kapatacağı yalanını yüzü kızarmadan üfürüyordu.
Paralı akserlik diye siyâset erbâbının atıp tuttuğu bu kararın bana tesirinin ne olacağı hakkında hiçbir fikrim yokdu.
Gidip karargahdaki personelcilere sordum. “Evet, bu eri hemen terhis edin!” dediler.
Yazıcı eri, gemiye geldiği gün apar topar bütün evraklarını yazdım ve terhis etdim.
Başladım beklemeye, yenisi gelsin diye.
O tarihde acemi eğitimi, üç ay...
Tam üç ay sonra, yeni bir yazıcı geldi... Bu er de acemi birliğindeyken paralı askerlik için müracaat etmiş. “Terhisimi bekliyorum. Her an gidebilirim” dedi. Ve öyle oldu. Bir hafta sonra terhis evrağını aldık. Artık işi öğrenmişdim. İkinci yazıcı erimi de paralı askerlik alıp götürdü.
Bir üç ay daha bekledim. Parasını ödeyip askerliğini yapan erlerin yerine atama yapılmadı. İşler bizim üstümüze kaldı anlayacağınız.
Tam 6 ay sonra üçüncü yazıcı er gemiye geldi. Hazırlıklıydım. Parasını yatırdığına dair banka makbuzunu gösterse bu erin de teskeresini hemen eline tutuşturacakdım.
Bu gelen çocuk, “Hayır komutanım, babam paralı askerlik yapmamı istemedi!” dedi.
Antalya’lı emekli bir polisin çocuğu olan Hakan ile onbeş ay baba-oğul gibi çalışdık. Musabeciymiş. Akıllı, dürüst, çalışkan bir çocuk... Bir kere anlatıyorum, hemen öğreniyor...
Bir gün uzun bir rapor yazdım. Al, oğlum şunu götür imzalat getir dedim. Evrağı götürdü. İmzâ atacak yüzbaşı, bende kalsın. İmzalayıp ben getiririm demiş. Yazıcı erim ile birlikde daktilonun başında çalışırken yüzbaşımız yanımıza kadar avdet etdi. Elindeki imzâ sümenini Hakan’a uzatıp “teşekkür ederim oğlum. Tam istediğim gibi olmuş” dedi.
Hakan, akıllı çocuk. Efendim yazıyı ben yazmadım. Komutanım yazdı dedi.
Yazıcı er’e teşekkür edecek kadar babacan olabilen bu yüzbaşı, Hakan’dan aldığı cevap karşısında sadece dut yedi!
Bunları niye anlatıyorum?..
Yanımda çalışması gereken yazıcı erimi, şişman adam para isteyip ayartdı?
Niye?
Bütce delik ya!.. Yamananacak.
Yanımdaki astsubay arkadaşımı ordu, kursa gönderdi.
Niye?
Okulda verdiği eğitim yetmiyor! Takviye yapılacak.
Hay sizin yama tutmayan delik bütçenizi de...
Okulda verdiğiniz yarım yamalak eğitimi de...
Hırsız-arsız siyâsetci tayfası Ankara’da yılkı beygiri gibi tepişdi.
Fakat gemide görev yapan astsubay Şükrü ezildi.
Anam beni sizin deliklerinizi tıkayayım diye mi doğurdu be eblehler?..
Gemide eski duruma dönmek tam dokuz ayımı aldı...
Sözde Ergenekon davasından şu anda mahpus olan Sn. Turgay ERDAĞ, Allah yardımcısı olsun, yüzbaşı rütbesinde ve geminin ikinci komutanı.
Bu sıkıntılı günlerde bir gün bana dedi ki “Para isde, vereyim. Fakat ne olur, hastalanma ve benden izin isteme! İkisini de kabul edemem!”
Benim tek başıma görev yapdığım gemide şu anda üç astsubay kadrosu var...
Bu süre içinde kendi görevimi yapdım,
İdârî astsubayın görevini “ikiz görev” olarak yapdım,
Aynı dönemde kursa giden astsubay arkadaşımın görevini, “üçüz görev” olarak yapdım,
Parayı basdırıp askerliği satın alan yazıcı erlerin görevini de “dördüz görev” olarak yapdım.
Bunların hepsi de ciddî mesuliyet isteyen görevler...
İki satır emirle yapdık bunları da hâtâ yapsak bizi kim savunacak?
Kimse,
Yapılan ufak bir yanlışda soluğu Merâsim Sokak’da almak var!
Çekdiğim sıkıntıları Allah’dan başka kimse bilemez.
Elimizin emeğini, alnımızın terini, gözümüzün ferini tüketdik.
Ömrümüzü hesapsızca harcadık vatan uğruna.
Emirle görev verenler bu işlerin karşılığında bir guruş verdiler mi?
Hayır!
Beşiz görev yapdım mı?
Yapdım.
Hani, Avrupalı devlet adamları açıyorlar ya!.
İşde bunun için ayrı bir fasıl açmam gerekecek...
Bütün bu görevleri yaparken bir de nöbet var tabi ki.
Günlük nöbet, bellidir.
Her üç günde bir kere gemide kalıp 24 saat nöbet tutardık.
Sabah sekizde nöbeti alırsın.
Ertesi gün sabah sekizde nöbeti devretmen gerekir.
Fakat ertesi gün nöbeti ne zaman vereceğin çoğu zaman muammadır.
Görev bitince nöbet biter.
Bir de haftalık nöbetler var ki anlatmaya değer.
Cuma sabahı sekizde gemide nöbet başlar.
Cuma, Cumartesi ve Pazar geceleri gemide kalırdık.
Tam 3 gece ve 4 gün süren nöbetden sonra Pazartesi akşam mesaiden sonra eve giderdik.
Her üç günde bir defa, günlük nöbet,
Her üç haftada bir defa, hafta boyu nöbet.
Hafta içinde 6 dâne nöbet,
Hafta sonunda 4 dâne nöbet.
Her ayın üçde biri,
Bir başka deyişle
Bir ayda tam 10 gün nöbet...
Bir senede eder tam 120 gün...
Seyirde geçen günleri de ilâve et,
Bir senenin en az 240 günü evden uzak, gönüllü mahpus hayatı.
Gemi görevimin son senesinde tam 280 gün gemide kaldığımızı gemi jurnalinden kendim hesaplamışdım.
Bekâr olarak çalışdığım ilk üç seneyi saymıyorum.
Fakat 13 senelik muharip gemi görevimin 10 senesi
Bir koca, bir baba olarak işde bu şartlar altında geldi, geçdi.
Bütün bu hesapları yapmak için dört işlem bilmek bile yetmez.
Eşime ve çocuklarıma karşı yaşadığım bu ayrılıkların bedelini nasıl öderim, bilmiyorum!
Peki, günün şu vakdinde sinekkaydıran cinsinden bu sakal tıraşını niye yapdım?
İkiz, üçüz, dördüz görevin ne olduğunu bilmeyenler öğrensin diye.
Astsubayın hangi şartlar altında vatan görevi yapdığını duysunlar diye.
Üstelik bu görevler 30 senelik muvazzaf astsubaylık hayatımın ne ilk ne de son ikizleri, üçüzleri, dördüzleri oldu!..
Her emeğin bir karşılığı olmalı, değil mi?
Ömrümü törpülemek bahasına canımı dişime takarak yapdığım bu görevlerden dolayı devletim bana bir guruş fazla para ödemedi.
Nur içinde yatsınlar!
Babamın, ebemin, dedemin hatırına yapdım bütün bunları.
Bunaldığım her seferinde onların vasiyeti geldi gözümün önüne...
Huzur ve hazarın diyetine
Bu garayağız torun esker olacak inşâllah!
Devletime, milletime
Helâl olsun hakkımız...
Pişman mıyım?
Hayır!..
Çünkü,
Vatan bir yana,
Askerlik ve para...
Bu iki mefhumu hiçbir zaman bağdaşdıramadım.
Karnımı doyurun,
Lojman verin,
Yapdığım askerlik için para istemem!..
Ben, böyleyim...
Anamdan, rahmetli babamdan böyle öğrendim.
İşde, muhterem meslekdaşlarım, tarihden bir nefes verdik sizlere...
Vatan sevdâlısı yüzbinlerce astsubayın yaşadığı milyonlarca hikâyeden sadece birisi...
Kimileri Genelkurmay babasının parasıyla hukuk fakültelerinde okuyup AYİM’e başkan, ya da mühendis olurken ben gemide, denizde, fırtınada, karda, kışda bu şartlar altında vatana hizmet etdim.
İmdi dönelim gazeteci Sn. İlker DEMİR’in sarf etdiği sözlerine.
Biz astsubaylara yüklenen bu ikiz görevlendirmelerin çoğunu hiçbir eğitim almadan yapdık.
Böyle olunca da kendisine ısmarlanan her işi yapan, ömrünü hebâ eden fakat en önemlisi de emeğinin karşılığını alamayan vasıfsız bir işçi tanımı çıkıyor ortaya.
Bir astsubay olarak benim bu yapdıklarımdan sadece birisini bir işveren, işçisine yapdırsa Anayasa madde 18’i ihlâlden soluğu mahkemede alır. (Bkz.↓)
Bu hakikâtleri inkâr edebilir miyiz?
Bugün astsubayların hâlâ görev tanımları yok ise, hâlâ kadro unvanı yok ise, görevde bir terfi mertebesi yok ise bunun suçlusu Sn. İlker DEMİR midir?
Bugün astsubaylara okulda verilen eğitim yeterli değil ki mezuniyetden sonra dizi dizi hizmetiçi eğitimler veriliyor. Hiçbir akademik değeri olmayan bu merdivenaltı kurslarla eğitim açığını yamamaya çalışıyorlar.
Harb okulundan sonra subaylar yüksek lisans ve harp akademileriyle beslenirken astsubaya merdivenaltı eğitim verilmesini içinize sindirebiliyor musunuz?
Bunlara kim yanlış diyebilir?
İşde mevcut ve haklı tesbiti Sayın DEMİR kendi sözcükleriyle ifade etmiş.
Elin gâvuru kendi astsubayına “akademi” eğitimi verirken senin adamların ne yapıyor?
Hırsızın hiç mi suçu yok?..
İlkey beyin tesbitlerine bir şerhim var; Öğrendiği konulardan birisi astsubayın esas konusudur. Mesleğidir. Ve her astsubay, kendi konusunun usdasıdır.
İşde Sn. DEMİR ile ayrıldığımız tek nokta burasıdır.
Bu cümleden olmak üzere şu satırın müellifi diyor ki;
Bugün bizler, astsubaya verilen 2 senelik eğitimin yeterli olmadığını iddia ediyorsak “Yarı uzmanlık, yarı cahillikdir!”diyen İlker bey ile aynı noktada buluşuyoruz.
Her ikimiz de aynı tesbiti
Sadece farklı cümleler ile ifade ediyoruz.
Hepsi o kadar.
Dışarıdan bakan bir gazetecinin gördüğü bu hakikâti, Genelkurmay Başkanı Nejdet bey niye görmez?..
Sorulması icâb eden asıl suâl budur, canlarım...
Doğru söyleyeni daşlamak yerine ilhâm almalıyı bilmeliyiz.
Akıllı adam; yanlışdan, doğru elde edebilendir.
(Devam edecek)
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
*** Kaynakca üçüncü (son) bölümdedir.
Okumak için resimi tıklayınız
İkisi de pizzacıların memleketi İtalya’dan geldi bize...
Her ikisi de bugün artık kullanılmayan, ölü bir dil olan Lâtince kelimeler.
Birincisi, geldiği memleketde bir şehirin adı...
Aynı zamanda sığır, dana ve domuz etinin karışımından bu şehirde yapılan sucuğa verilen isim. (Bkz.→)
Sucuk deyince biz Türklerin aklına memleketim olan Afyonkarahisar geliyorsa
İtalyanların aklına da Bologna geliyor.
Bologna sözcüğü Bononia kelimesinden türemiş.(¹)
Afyonkarahisar ismi üç sözcükden mürekkep birleşik bir kelime; Afyon, kara ve hisar...
Tesadüfe bakınız ki Afyonkarahisar’ın üçüncü kelimesi gibi Bononia sözcüğünün anlamı da hisar demekmiş.
Aynı denize kapısı açılan, iki ayrı memleketin iki farklı şehrini iki aynı hususiyet meşhur etmiş; Sucuk ve hisar...
İkinci kelime, bir pizzacının icat etdiği kokulu suya verilen isim. Bu kokulu suyu 1709 senesinde bir İtalyan vatandaşı imâl etmiş. Fakat bugünkü İtalyanların ataları Lâtin senyörleri bu suya hiç rağbet göstermemiş. Hâl böyle olunca da mucidi, soluğu Almanya’nın Köln şehrinde almış. Uyanık İtalyan, tezgâhı burada açmış. İmâl etdiği kokulu suyu Köln ahalisi pek sevmiş. Adam su satmış, servet yapmış!..
Köln, bildiğiniz üzere Almanca bir kelime. Lâtince colonia kelimesinden türemiş. Anlamı müstemleke, sömürge demek. Kokulu su meşhur olunca Köln şehrinin ahalisi, Köln kelimesinin Lâtince’si olan colonia ismini vermiş.
Tıpkı bizim lokuma ecnebilerin Türk lokumu dediği gibi...
Biz Türkler de bu kokulu suyun ismindeki C harfini, Almanca’da söylendiği şekilde K olarak telâffuz etmişiz.
Ve evlerimize gelip gidenlerin avucuna teklifsiz boca etdiğimiz kolonya çıkmış ortaya. (Bkz.→)
Mevsimler divânında söz aldı karakış fırtınası şimdi! Dış kapının dışına dayandı kış.
Tekâüt aylıklarınızın nısfını doğal gaza vermeye hazır olun! Zirâ okgalı bir zam bindirecekler pek yakında, haberiniz ola!
Okumak için tahassür ile açdığınız bu sayfaya gelince...
Makâlemizin konusu, sizi elvan çeşit güzel kokular ve sosis sucuk salam konusunda irşâd etmek değil, bilesiniz!
Bu vazifeyi ortalıkda bilâ bedel icrâ eyleyen beyni midesine yapışık hazcı, sazcı, gazcı şarapperestler hapazla nasıl olsa...
Yeni yılda “emekliye zam!” müjdesi de veremiyoruz...
Zirâ sitemiz idaresi bombayı henüz patlatdı. Camiamıza hayırlı olsun!..
Üstelik hepimizin işi gücü var. Vakit, tedârik görme vakdi. Malûm, gaz, tuz, cızz!..
Sucuğu, T.C. Ordusunun “İlk kamu görevlisi” Genelkurmay Başkanına verin! Alışkındır, kendisi pek sever...
Kolonya ise bizim fakirhanede... Müsait bir zamanda buyurursanız limonlusundan bolca ikrâm etmesi de bizden olsun!
Mürekkebimi asıl vakfetmek istediğim konu, şu günlerin netameli bir sözcüğü olan “süreç” ile alâkalı...
Başladı, durdu, bitti, öldü, gitdi diye yutturmaya çalışdıkları süreci, meselenin erbablarına bırakıyoruz şimdilik kaydıyla. Herkesin diline pelesenk etdiği ve fakat içinde ne olduğunu bir iki insanın bildiği o meşum ve mel’un süreç değil bizimki.
Bunun adı, Bologna Süreci...
Bakınız, neler olmuş yiğit meslekdaşlarım!..
Jandarma Genel Komutanlığımız, JAMYO’da henüz bir faaliyet tamamlamış. Bologna Süreci isimli bu faaliyeti aşağıda gördüğünüz resmî yazısında kamuoyuna ilân etmiş.
JANDARMA ASTSUBAY MESLEK YÜKSEK OKULU (JAMYO)
Jandarma Astsubay Meslek Yüksek Okulu 4752 sayılı Kanun ve Astsubay Meslek Yüksek Okulları Yönetmelik esaslarına göre 2003 yılında eğitim öğretime başlamış ve 2005 yılında ilk mezunlarını vermiştir.
Jandarma Astsubay Meslek Yüksek Okulunda, Bologna Sürecine dâhil olma çalışmaları 2011 yılında başlamış ve 2012 yılında süreç tamamlanmıştır.
Avrupa’da ortak bir Yükseköğretim alanı yaratmayı hedefleyen Bologna Süreci, 19 Haziran 1999 tarihinde İtalya’nın Bologna şehrinde, 29 Avrupa ülkesinin yükseköğretimden sorumlu bakanlarının katıldığı toplantı sonunda Bologna Bildirisi’nin yayınlanmasıyla başlamıştır. Halen, dünyada 48 ülke bu sürece dâhil olmuş, 24 ülke ise bu süreci takip etmektedir.
Türkiye, 2011 yılında Prag’da yapılan toplantıda Bologna Süreci’ne dâhil olmuş ve Yükseköğretim Kurumu (YÖK)’nun koordinatörlüğünde Yükseköğretimin yeniden düzenlenmesi çalışmalarına başlamıştır. Türkiye’deki yüksek öğretim kurumlarının tamamı, 2012 yılı sonuna kadar bu sürece dâhil olacaktır.
Bologna süreci ile;
|
Bu süreçte, Avrupa Yeterlilikler Çerçevesi 2008 yılında, Türkiye Ulusal Yeterlilikler Çerçevesi ise 2010 Yılında belirlenmiştir. Bu doğrultuda, her bilim alanının Yeterlilikler Çerçevesi ve bu alanda eğitim veren programların yeterliliklerinin belirlenmesi çalışmaları başlatılmıştır.
Bu kapsamda;
Yeni düzenleme ile;
JAMYO’nun Bologna Süreci’ne dâhil olmasının bakınız hedefleri neler imiş! Bir kere daha kıraat edelim ve hemen peşinden nacizâne fikrimizi serdedelim;
Bunu yapmak için niye Avrupa’nın kapısını çalıyorsun? Kendin yapmak için aklın yetmiyor mu?
Hayrola? Üç guruş döviz getirsinler diye köle muamelesi yapdığın kendi vatandaşının emeğini Avrupa’ya haraç mezat satdığın yetmedi galiba. Astsubaya verdiğin ön lisans diplomasını Avrupa tanısa ne olacak? Yoksa bu kez de Avrupa’ya Türk Jandarma Astsubayı mı ihraç edeceksin?
Bu mesnetsiz sözü söyleyenlerin dillerini eşşek arısı soksun e mi? Anlı şanlı gomutanlarımız diyor ki; ben seni sadece iki sene okuturum. Bu eğitimin adı da ön lisansdır. Ondan sonra sen çal, sen oyna! Lisans yapmak ise senin gözel gönlüne galmış gayrı. Basdır parayı! Dikey geçişde çeşitlilik gani nasıl olsa! Seç birisini... Git, kendi paranla iki sene daha oku ve lisans diplomanı al. Nasıl olsa hiçbir işe yaramayacak. Gönül diyork ki al o diplomayı! Dür, bük ve bu lafı edenlerin...
İşde bu söze diyecek bir şey bulamıyorum. Kuyruğunu kovalayan köpek deyimi geldi aklıma birden.
İşde bu mesnetsiz söze acı acı gülmekden başka bir şey gelmiyor içimden. Tam bir kurnaz kurmay lafzı boş bir tümce... Vermeden almak, sadece Allah’a mahsusdur. Toprağa ne verdin ki toprakdan ne bekliyorsun? Sürec öncesine göre jandarma astsubayına ilave olarak ne verdin ki sürec sonrasında hizmetlerin etkinliği artsın Allahaşkına?
Buraya kadar yapılmak istenen, kırağının bile çalmaya tenezzül etmediği gara patlıcanın faziletinden daha ehven değil. Bunu herkes bilsin.
Yukarıda okuduğunuz evrak, aslında Bologna Süreci’ni anlatan örütbağ sitesinin sayfasında yayınlanan İngilizce yazının bir tercümesi. Başka bir şey değil! Jandarma Genel Komutanlığı karargahından birisi o sayfaya girmiş. Gördüğü İngilizce metni tercüme etmeye çalışmış. Çalışmış diyorum çünkü tercümeyi yaparken İngilizce aslında mevcut olan çok önemli bir cümleyi atlamış. Hüsniyetle yaklaşıp gözünden kaçmış diyemeyiz. Çünkü bir kelime değil, beş kelime değil. Sayfada üç satırlık yer tutmuş koskaca bir cümle! Gözden kaçar mı?
Şimdi, geliniz biz bu folim karesini burada donduralım. Metini tercüme eden mütercimin kasden kıvırdığı fakat çevirmediği cümleye bir bakalım. (3) (Bkz.↓)
Kırmızı çizgiyle altını çizdiğim birinci sözcüğün Türkçesi “Lisans”, ikinci sözcüğün Türkçesi “Yüksek lisans” demek. Bu iki sözcüğü aklınızda tutun lutfen. Başına gelenleri makâlemizin aşağıdaki bölümlerinde fâş eyleyeceğiz.
Yukarıdaki pencerede mavi renk ile boyadığım İngilizce cümlenin Türkce’ye tercümesi şöyle oluyor;
Bologna Süreci’nin temel amacı; Avrupa’da Yüksek Öğretimine olan rağbeti artırarak rekabeti geliştirmek, kolay anlaşılır programlar ve diplomalar ile lisans ve yüksek lisans düzeyinde eğitimler temin ederek ülkelerarası öğrenci hareketliliğini ve iş imkanlarını kolaylaşdırmakdır.
Yukarıda tarassut etdiğiniz İngilizce metinde, Bologna Süreci’nin amacı açıklanmış. Bu amaç, temel bir şarta bağlanmış; “Lisans ve yüksek lisans düzeyinde eğitim vermek.” Sürecin can direği işde bu can dostlarım!... Bunu da bir kenera yazınız.
Görmezden geldikleri bu temel şartın ortadan kalkması ile Bologna Süreci’nin içini boşaltmışlar! Netice itibariyle de bu süreci, jandarma astsubaylarına hiçbir faydası olmayan sahte bir ilaç haline getirmişler.
Avrupalı’nın yapdığı iyi, güzel işleri yapmaya anlaşılan kafanız basmıyor.
Fakat yapılan iyi güzel işleri ifsâd etmeye, iğdiş etmeye gelince kurnazlıkda, hinlikde sınır tanımıyorsunuz.
Türkiye’nin 2011 senesinde imzaladığı Bologna Süreci’nin hedefi Avrupa devletleri arasında içerik ve nitelik bakımından eğitim birliği temin etmekdir. Bu bu sürece dâhil olmak da gönüllülük esasına dayanır. Sürece dâhil oldukdan sonra da şartlarını yerine getirmek her ülkenin kendi hür iradesine bağlıdır. Fakat imzaladıktan sonra anlaşmanın hükümlerine uymak ve şartlarını tam olarak yerine getirmek gerekir. Uluslararası hukuk anlayışı ve kabul görmüş devlet ahlâkı bunu icap etdirir.
Sağ tarafdaki gördüğünüz kendi resmî örütbağ sayfasından aldığım 8 Kasım 2003 tarihli Berlin Bildirgesi’nde sarı renkli tümcelerde bakınız bu konuda neler demiş elin oğlu. (4) (Bkz.↓)
Jandarma Genel Komutanlığının evrağındaki madde imlerine dikkat ediniz. Sağda görülen İngilizce sayfanın madde imlerinin aynısı!..
Başka söze hâcet var mı, gara gözlü goç garındaşlarım?..
Anayasa’nın bütün hükümlerini gözünüzün önüne getirin. Ben, Anayasa-babayasa tanımam diyebilir misin? Bir maddesini bile reddediyorum diyebilir misin? Bu memleketin vatandaşıysan şayet Kanun’larına nizamlarına harfiyen itaat etmeye mecbursun. Kaçamazsın, kıvıramazsın... Aksini yaparsan nargilenin marpucuna mapushanede ince ince çızık attırırlar adama.
Niyetin ne ise akibetin odur. Başka yolu, çığırı yokdur bunun...
Niyetin kötüyse akibetinin iyi olmasını beklemek aymazlıkdan başka bir şey değildir.
Sağlam bir bina, ancak sağlam direk üzerinde durabilir. Binanın direğini kesersen o binanın altında kalırsın.
1999 depreminde öyle olmadı mı?
İşde, Bologna Süreci’nde de durum aynen bu minval üzeredir.
Jandarma, lisans eğitimi şartını tırpanladı
Ve Bologna Süreci külliyen kepdi...
Ya şartlarının tamamını kabul edersin ya da hiçbirisini.
Ya tamamen içindesindir ya da tamamen dışında...
Ya tamamen reddedersin ya da tamamen kabul edersin.
Hamama gidenin niyeti terlemekdir, değil mi yiğitler?
Avrupa devletleri kendi çocuklarına en az lisans düzeyinde eğitim vermek için çırpınırken sen, değirmenci Ali’nin kör beygiri gibi aynı yerde dön dön dur.
Kapının eşiğine çakdırmadan ayağını koy. Ne içeri gir ne de dışarı çık! Sonra da süreci tamamladığını ilân et.
Çık ortaya ve jandarma astsubayının eğitim kalitesinin artacağını ve seviyesinin yükseleceğini idddia et.
Bu iddiaya olsa olsa
Filimci âkil Gadir inanır,
Gazcı Muammer güler,
Şeyinin şeyini şey etdiğim
Bülent de ağlar!..
(Devam edecek)
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
*** Kaynakca üçüncü (son) bölümdedir.
Astsubay Bizimdir -2-
Subay gomutanlarımız bütün bu gel-git, yap-boz, fırfırlar ve yılankavi kıvırmalarda bir o yana bir bu yana savrulurken bize;
Gedikli zabit,
Gedikli küçük zabit,
Gedikli Subay,
Küçük zabit,
Gedikli erbaş,
Çavuş dediler!
Hangi ismi verdilerse dar geldi bize...
Sığdıramadılar...
Daha doğrusu biz sığmadık!
Tam 62 bahar, güze döndü bugüne kadar...
Rahmetli Huysuz İhtiyar’ın Avanak Avni’si bile “Gıı!..” deyip olmazı başardı ve kararını verdi!
Fakat subay takımı, bugün astsubay diye isimlendirdiği asker kişilerin ne olduğuna hâlâ karar veremedi!..
Şimdi bu Kanun’u değişdirmeye yelteniyorlar. Daha iyisi olmayacağını şimdiden buraya yazıyorum. Çünkü yapmaya niyetleri yok! Biliyoruz... Yeni Kanun’da bakalım daha neler yumurtalayacaklar!.
Gedikli zabit de
Gedikli küçük zabit de
Küçük zabit de
Gedikli erbaş da
Çavuş da bizimdir!
* * *
“Gedikli erbaşlar, askerî ortaokul öğrencileri gibi giydirilir, beslenir, aylık alırlar!” dediler önce.(¹⁰)
Sanat okulunu başarı bitiren gedikli erbaşları mühendis (astteğmen) olmak üzere teknik okullara gönderdiler.(¹⁰)
Sonra, NATO örümceği ağlarını ördü Türk Ordusunun başına. Amerikanperest üç beş subayımız gıçı çakıldaklı coni’nin ordu teşkilâtını örnek aldı. İyi taraflarını enedi, kırpdı, yoldu, budadı. Leyleğin gagasını kırpdı, ganedini yoldu. Ayağını kesip biçdi. Sonra da gendi gendini gandırıp garga guşu oldu dedi!..
Zaman, bugün olduğu gibi o dönemde de astsubayların aleyhine işledi...
Bu kez de “Astsubaylar, erat gibi beslenir ve giydirilirler!” dediler bir vakit sonra.(¹¹)
Gedikli erbaş iken mühendis olmak üzere teknik okullara gönderdikleri astsubaylara bu kez de NATO’ya intisâb etdikden hemen sonra tahsil müesseselerine gitmeyi yasakladılar.(¹¹)
Ve kendi parasıyla okumasını engellediler.(¹¹)
Mühendis bizimdir!
* * *
Teknisyen olduk!
Bozuk tayyareyi tamir ettik,
Uçurduk!
1936 senesinde, Atatürk Cumhurbaşkanı iken pilot yapdılar bizi.
Astsubay, tayyareye bindi...
Tamir edip uçurduğu uçak ile bu kez de uçdu!
Pilot oldu!
Ahmet TOZLUKLU, Numan SEMERCİ oldu!(¹³)
Türkiye’nin ilk kahraman havacısı oldu...
Kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası ile taltıf edildi.
Meslek hayatı muhteşem birincilikler ve ilk’ler ile dolu...
1949 senesinde, İsmet İNÖNÜ Cumhurbaşkanı idi.
Vazgeçdiler astsubaylara pilot eğitimi vermekden...(¹⁴)
Teknisyen de
Pilot da bizimdir!
* * *
ATATÜRK,
T.C.’nin ilk Cumhurbaşkanı sıfatıyla bir Kanun buyurdu.
Numarası 1492.
Sene 1929...
Bu Kanun dedi ki; “Deniz ve hava küçük zabiti olarak yirmi sene hizmet edenler arzu etdikleri takdirde askerî tekaüt Kanun’una tevfikan son aldıkları maaş üzerinde tekaüt edilirler...”
Maddenin son cümlesine dikkat buyurunuz! Emekli edilen astsubayları M.S.B.’de, şayet orada münhâl kadro yok ise devletin sair kurumlarında işe yerleşdiriyor. Subay ağzıyla “yerleştirilebilir” demiyor! Bu ifade ile memura takdir hakkı vermiyor! Yerleşdiriyor...
Vatana ömrünü hasreden astsubayına Atatürk Türkiye’sinin gösderdiği vefâya bakar mısınız? (Bkz.↓)
Bugün biz astsubaylar
Emekli olurken “son maaşın yarısını” bile alamıyoruz!
1929 senesinde nasıl olur da “son maaaşın tamamı üzerinden” emekli olabilirler?
Herhalde bir yanlışlık olmuşdur
Diyorsanız,
Söyleyelim!
Yanlışlık olmamış...
T.B.M.M. ve Sayın Refik SAYDAM Başkanlığındaki zamanın hükümeti
Ve Genelkurmay Başkanı, Mareşal Sayın Fevzi ÇAKMAK
Aynı irâdeyi ve kararlılığı 1940 senesinde bir kere daha gösterdi.(¹⁵) (Bkz.↓)
Zamanın Cumhurbaşkanı, Sayın İsmet İNÖNÜ.
Subay idi.
Başbakanı, Sayın Refik SAYDAM.
Tabip subay idi.
Millî Savunma Bakanı, Sayın Ahmet Naci TINAZ.
Subay idi.
Bu Kanun’a olur veren zamanın Genelkurmay Başkanı ise
Mareşal Sayın Fevzi ÇAKMAK.
Tam 23 sene hizmeti ile
T.C. Ordusu’nun en uzun süre Genelkurmay Başkanlığını yapan asker.
Atatürk’ün en yakın, en sâdık, en çok güvendiği silâh arkadaşı,
Askerlik dehası bir subay idi.
Millî Mücâdele başlamadan önce kendisi Orgeneral (1’inci Ferik) rütbesinde idi.
Atatürk, Tümgereral (Mirlivâ) rütbesindeyken ordudan istifa etmişdi.
Fakat hiç tereddüt etmeden Atatürk’ün emrine girdi.
Ve Millî Mücâdele muharebelerinde desdânlar yazdı.
Mareşalliğe terfi ettirildi.
Atatürk, İsmet İNÖNÜ’den önce Başbakanlığı O’na teklif etdi.
“Paşam, ben askerlikden başka bir şey bilmem!” deyip
Atatürk’ün teklifini nazikce geri çevirdi.
Ve tam 23 sene boyunca Genelkurmay Başkanı olarak “en iyi bildiği işi” yapdı.
* * *
Eyyâm-ı bahurun hüküm sürdüğü günlerde İstanbul’daydım.
Eyüp Mezarlığına bahusus gidip
Bu mübârek insanın,
Bu muazzez subayın kabrine kadar çıkdım.
Mütevâzı mezârının kenarına çöküp
Aziz ruhuna
Gönülden bir Fatiha okudum.
Mekânı cennet olsun!
* * *
Ekseriyeti emekli subay olan Cumhuriyetin kurucu gücü ve irâdesi,
Orduda çok sağlam bir nimet-külfet dengesi tesis etdi.
Emeklilik konusunda subay-astsubay ayrımı yapmadı.
İkisine de “son maaş üzerinden” tekaüt olursun dedi.
Subay takımı, taa 1929 senesinden buyana, “son maaşları üzerinden” tekaüt ediliyorlar.
Fakat astsubaylar ise 60 seneden beri “son maaşlarının yarısını” bile alamıyorlar.
Verilen hak, geri alınır mı?
Astsubay denen asker kişinin
“Son maaş ile tekaüt olma hakkını”;
Kim,
Ne zaman,
Hangi sebeple gaspetdi?
Sene, 2013... Dünya, güneşin etrafında tam 84 kere devir etdi...
Bugün emekli edilen astsubaylar, son aldığı maaşın yarısını bile alamıyorlar...
İktisadî ve mâlî bakımdan devletimiz 1929 senesinden daha da mı kötü durumda?
Bu acı gerçek de
Maaşının yarısını alan da bizimdir!
* * *
Öyle ya da böyle!
O isim ya da bu ad!
Bu tarif ya da öteki tefrik!
Şu rütbe ya da o unvan...
Olsun!
Kudreti özünde, mayasında, ruhunda saklayan şerefli bir mesleğin erleriyiz vesselâm!
Erbaş diye,
Astsubay diye,
Asker diye,
Memur diye çarpan yürekler bizimdir!
* * *
Mustafa Kemal; siperlerde, cephelerde ömür törpülemiş, erat ile birlikde aynı safda harp etmiş, aynı tayını yemiş, aynı üzüm hoşafına kaşık sallamış muharip bir subay idi...
Dört cephede, yedi düvel ile cenk etmiş idi. Askerin ve askerliğin kıymetini, kutsiyetini bilen bir subay idi. Ne demişdi taa 1912 senesinde; “Ben, askerliğin herşeyden ziyâde sanatkârlığını severim.”
Atatürk, askerliği bir sanat, bir meslek olarak telâkki etdi hep. Bugünün harp görmeden general olmuş subayları ise askerliğe her ne demek ise “hayat tarzı” olarak bakıyorlar.
Askerliğe bakış hususunda Mustafa Kemal ile bugünün subayları arasındaki temel fark işde burada yatıyor yiğitler!
Mustafa Kemal hem muharip, hem de gâzi pâyesiyle şereflendi. 1974 Kıbrıs Barış Hârekatından buyana 40 seneyi geride bırakdık.
Bugün yakaları madalya müzesi gibi kalabalık ceket giyen general/amiral subaylarımızdan kaçı muharip? Kaçı gâzi?..
“Arkadaşlar! Askerlik, meslek değildir! Bilâkis hayat tarzıdır!” diye şırdandan çiğ çiğ laflar üfürdüler önce.
Bu laf-ı güzafı yumurtalayan subaylarımız, 2002 senesi geldiğinde bu kez de okulumuzun adını değişdirdiler; Deniz Astsubay Meslek Yüksek Okulu!
Gıçlarından yumurtaladıkarı bu kaka renkli inci mucibince askerliğin “hayat tarzı” değil de “meslek olduğunu” kendileri ikrâr etdiler utanmadan.
Hem de Atatürk’den tam 101 sene sonra...
Bunu söyleyen subaylarımız, askerlik mesleğini mirâs olarak devraldıkları Atatürk’ün 101 sene gerisinden geliyorlar der isek yanlış mı olu acap?..
Sanat da olsa
Hayat tarzı da olsa
Meslek de olsa bizimdir!
* * *
Ankara’nın Çankaya semtinde bir sokağa verdiler rütbelerimizden birisinin ikinci yarısını.
Kanun’da yazıldığı şekliyle vermeyi beceremediler.
Üst taraf kaval, alt taraf şeşhâne misâli ucube bir kelime çıkdı ortaya.
Oraya
Başçavuş sokak dediler...
Orada bir köy var uzakda,
Serhat İlimiz Ağrı’nın hudutları içinde...
Tavsırından gördüm.
Şipşirin, yemyeşil bir dağ köyü...
Çünkü
O köye de Başçavuş ismini verdiler...
Başçavuş Köyü de
Başçavuş Sokak da bizimdir!
* * *
Bizim hakkımızda bütün bunları yaparken ve tomar tomar Kanun’lar hazırlarken
Bizlere sadece bir tek şey sordular;
Adımız ve Soyadımız...
Babamızdan miras adımız da
Ecdâdımızdan miras Soyadımız da bizimdir!
* * *
Milletler, desdânları ve o desdâna konu olan kahramanları ile var olur.
Desdândır milliyet şuurumuzu besleyen, büyüten, tazeleyen, anamızın ak sütü gibi...
Desdândır varlığımızı vakdi gelmemiş zamanlara taşıyan...
Türk’ler, insanlık tarihinin en muazzam, en muhteşem desdânlarını yazmış yegâne milletdir.
En uzun desdânı yazmak da Türk’e nasib oldu.(¹⁷)
Allah’ın inâyetiyle daha nice muhteşem, daha nice muazzam daha nice görkemli desdânlar yazacağız, insanlık var oldukca...
* * *
Uzak Asya’da yaşayan atalarımız daima iki at ile sefere çıkardı.
Birisine biner, diğerini yedeğinde götürürdü.
Bindiği at yorulunca onu hemen yedeğe alır ve yoluna yedekdeki at ile devam ederdi.
Atından inmeden alış veriş yapdı.
Sohbetlerini, toplantılarını atının üzerinde yapıp
Cenk kararını bile atın üzerinde verdi.
At yorulur, sırtında taşıdığı Türk yorulmazdı.
Gece gündüz demeden günlerce, haftalarca, aylarca ata bindi.
At üzerinde karnını doyurdu..
At üzerinde uyudu..
Tarihde hiçbir millet
Türk kadar at ile bütünleşemedi.
Acıkdığında atın sütünü içdi. Daha da acıkınca, yedek atın sağrısını hafifce çizdi ve atı öldürmeyecek kadar kanını içdi.
Çaresiz kaldığında
Bu kez zayıf olan atını tereddüt etmeden kesip yedi...
İşde bu özelliğinden dolayı Türk’ü dünya yeryüzünde hiç kimse durduramadı...
Sayıları çok fazla olmasına rağmen bir avuç savaşkan ruhlu bu insanın akınlarından bıkdılar, usandılar!.. Atı ehlileşdiren, koşu takımını icât eden, ata gem vuran; dünya’nın en iyi yayını yapan bu insanlara tarih; güçlü, kuvvetli; güzel, yakışıklı anlamına gelen “Türk” dedi.
Sonu gelmez bu akınları durdurmak için bir çâre düşündüler kendileyin. 6 mete kalınlığında, 7 metre yüksekliğinde ve yirmi bir bin yüz doksan altı kilometre uzunluğunda dünyanın en uzun duvarını yapdılar.
Ekvator’dan ölçüldüğünde dünya’nın çevresinin uzunluğu kırk bin kilometredir. Türk’ü durdurmak için yapılan bu duvarın uzunluğu, dünya’nın çevresinin yarısından fazladır.
Şimdi bu duvara dünya’nın bilmem kacıncı harikası diyorlar. Ve uzay adamları fezâdan görebiyorlar.
Bu duvarları yapmak için memleketlerindeki daş, gaya, ne varsa hepsini kullandılar. Yetmedi! Daş bulamadıkları yerlerde ölesiye çalışdırdıkları işçilerin kemiklerini dolgu malzemesi olarak kullandılar. Fakat Türk ismini verdikleri bu atlı adamların ardı arkası kesilmez akınlarını gene durduramadılar...
Dünya’nın en uzun duvarını yapdıracak kadar düşmanına korku veren kağanlar bizimdir.
Dünya’nın gelmiş geçmiş en kuvvetli, en büyük ordusunu teşkil eden Cengiz Han bizimdir!
Yeryüzünde bir benzeri daha olamayan büyüklükde devlet kuran Timuçin (Cengiz) Han bizimdir!
Dünya’nın ilk düzenli ordusunu teşkil eden ve dünya’nın en büyük devletini kuran Mete (Oğuz) Han bizimdir!
Dünya’ya hükmeden bu eşsiz kahramanlar bizimdir!
* * *
19 yaşında padişahlık kaftanını giydi. Kömüşlere çekdirdiği kadırgaları, don yağı ile yağladığı tomrukların üzerinde kaydırıp bugünkü tophane tepelerinden aşırarak Haliç’e indirdi.
Dünya’nın “karadan gemi yürüten ilk adamı” oldu.
Hiç beklemedikleri bir yerden vurulan Doğu Roma’lılar ne yapacağını bilemedi.
Ulubatlı Hasan şehit olacağını bile bile İstanbul’un burclarına Türk Bayrağını dikdi.
Bin elli sekiz sene boyunca yedi düvelin muhasara edemediği Bizans İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’u sadece elli üç günde fethetdi. Ve Peygamber Efendimizin (sas) “Konstantiniyye bir gün fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onun askerleri ne güzel askerlerdir.” hadis-i şerifinin müjdesine nâil oldu.
Orta çağı kapatdı,
Yeni çağı açdı!
Fatih sanıyla maruf oldu.
Ulubatlı Hasan da
Fatih Sultan Mehmet de bizimdir!
* * *
Her cinsiyetden, her rütbeden kahramanların eşsiz desdânlarıyla doludur şanlı tarihimiz.
Desdânlar yaşasın ki kahramanlar yaşasın.
Kahramanlar yaşasın ki yeni desdânlar yapalım.
Yeni desdânlar yapalım ki Türk Milleti zamanın unutkanlığına dirensin.
Yeni desdânlar yapalım ki Türk Milleti zamanın sonsuzluğunda var olabilsin!..
Desdâncıya düşen ise bu kahramanları yazıya kayıtlamak.
Desdâncı yazıyla sabitlesin ki desdânlar yaşamaya devam etsin...
Desdân yapan kahramanın ne cinsiyeti vardır.
Ne de rütbesi...
Kaç yaşında olduğunun ne ehemmiyeti var ki?
Desdân yapan kahramanlarımız,
İstiklâl Harbinde;
Başçavuş Halide Edip oldular,
Tarsuslu Onbaşı Adile oldular...
Tabur Komutanı Binbaşı Halit Bey’in 12 yaşındaki kızı Nezahet Onbaşı oldular...
Yiğit vatan erleriyle aynı siperde yurdunu bekledi, aynı cephede cenk etdiler.
Şehit düşdü...
Gâzi pâyesi aldı.
İstiklâl Madalyasıyla taltıf edildi.
Bu analarımız, bizim bilip bulup yazabildikerimiz...
Kayda geçirilmeden yitip gitmiş, bugün bir mezar daşı dahi olmayan adı sanı unutulmuş daha nice kahraman çavuşlar, onbaşılar, başçavuşlar var...
Onlara Halide Başçavuş,
Tarsuslu Onbaşı Adile,
Nezahet Onbaşı dediler!
* * *
Kışlada nöbetçi idi. Acıkdı. 24 saat ayakda kalır da insan acıkmaz mı?
Acıkır!
Peki bu 24 saatlik nöbet için askeriyemiz o adama 1 guruş fazla mesai parası öder mi?
Ödemez!
Bu meseleyi gündem eden var mı?
Yok!
Gaflete düşdü. Bir hata edip devletin 4 yumurtasını kırıp kaygana yapdı. Bunca senelik asker idi ilk defa böyle bir yanlış yapmışdı.
Nöbetci Amiri Erol bey bu büyük vak’ayı hemen keşfetdi. Düşman gâvuru hudutu atlayıp bu yana geçse belki bu kadar acele etmez idi. AYİM’in Tekirdağ şubesine haber uçurdu. Yarbay Erol bey, yapdığı bu hafiyelik ile hukuk tarihinin aptallar mahzenindeki yerinin tapusunu aldı.
Mahkeme günü geldi çatdı. Hâkim Teğmen Uğur, aldı yeni Askerî Disiplin Kanunu'nu eline. Açdı gara gaplı gapağını. Sağ elinin baş barmağını ağzına götürüp tükürükledi önce. Sonra, çevirdi sayfaları yegân yegân...
Henüz üç beş sayfa çevirdiydi ki buldu aradığını. Bokunda mavi boncuk bulmuş afacan çocuk gibi sevindi. Gibisi fazla! Zaten kendisi daha çocuk yaşdaydı. Fakat babası yaşındaki bir askeri huzuruna celp ettirdi. Muhakeme edecek idi. Sevinci gözlerinden okunuyor, ağzından duyuluyordu. Şöyle yazıyordu çevirdiği sayfanın kenar köşelerinde;
“Kahvaltı listesinden farklı olarak 4 dane boklu tavuk yumurtasını kırdırıp kendine kaygana yapdırmak suretiyle memuriyet nüfuzunu kötüye kullanıp kamuyu 91 kuruş zarara uğratmakdan 180 gün hapis cezası verile!”
4 dane boklu yumurta...
Ederi sadece 91 (doksan bir) guruş!
Kırıp yemenin cezası
180 gün hapis hayatı...
1 gün hapisde yatmanın bedeli
Sadece yarım guruş!..
Askeriyede özgürlük ne gadar ucuz...
Subayın astsubaya bu yapdığını
Gâvur bile yapmaz...
Genelkurmay Başkanımız Nejdet bey
Afyonkarahisar’da koca bir kangal sucuk yedi, afiyet oldu.
Başçavuş (!) 4 yumurta yedi.
Üstüne datlı niyetine 180 gün hapis cezâsı ikram etdiler...
2013 senesinde değiştirip eskisinden daha da berbat etdikleri yeni (!) Askerî Disiplin Kanunu'na göre insan özgürlüğü işde bu kadar ucuz...
O’na Başçavuş dediler!
Saat tamircisi fakir bir babanın üç çocuğundan birisiydi. Camları kırık, sıvası dökük, sofası bile olmayan iki göz bir evde doğurdu anası onu. Asker olacağım baba diyordu daha üç yaşında iken. Elektronik Elektrik Mühendisi oldu. Fakat içindeki askerlik ateşini söndüremedi.
Babasından gizlice sınavlara girdi, kazandı. Subay olmak istiyordu fakat Astsubay oldu. Kendisi gibi fakir bir Anadolu çocuğu Teğmenle evlendi. Görevine giderken trafik kazasında şehit oldu.
O’na Hamiyet Astsubay dediler!
* * *
Ömrü cepheden cepheye, harbden harbe koşmakla geçdi.
Millî Mücâdeleye başlarken Padişah O’nu görevinden azletdi.
Sonra da peşine hafiyeler salıp idâma mahkûm etdi...
Fakat o başaracağına hep inandı...
Mücâdelesine devam edebilmek için ömrünü hasretdiği subaylık mesleğinden, Tümgeneral (Mirlivâ) rütbesindeyken hiç tereddüt etmeden istifa etdi.
Vatan mücâdelesini şahsî ikbâline yeğledi…
Subay oldu, devlet adamı oldu.
Sonra da yaşadığı yüzyılın en büyük kişisi.
Sonra, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu.
T.B.M.M., O’nu Cumhurbaşkanı seçdi.
Düşman gâvurunun Time isimli dergisi bile O’nu ondokuzuncu yüzyılın en büyük adamı seçdi.
Türk Milleti, O’nun vatan sevgisini Gâzi unvanı ve Mareşal rütbesiyle taltıf etdi.
O, 1283 yaka numarasıyla okuduğu Harb Okulunda, sınıfının Çavuşu idi.(¹⁸)
Adı Mustafa Kemal idi.
Türk Milleti O’na
ATATÜRK dedi!
* * *
Çanakkale Harbinde,
26. P.A. 3.Tb. 10. Bl. 1.Takım Komutanı idi.
25 Nisan 1915 günü Gelibolu Yarımadası'nda Ertuğrul Koyu'na çıkarma yapan 3000 askerden oluşan İngiliz kuvvetini, komutasındaki 66 askeriyle on saat mavzer atışlarıyla sahile mıhladı.
O ve dört silah arkadaşı hariç hepsi ölesiye harp etdi ve gönüllü olarak şahadet şerbetini yudumladı.
Kopan bacağını tüfeğinin kayışı ile bağladı ve sağ kalan dört arkadaşıyla birlikde Alçıtepe’ye çıkdı. Sırtını kayaya yasladı. Yanındaki dört arkadaşlarıyla birlikte savaşarak şahadet mertebesine erişdi...
Savunmanın şiddeti karşısında bir adım ileri gidemeyen İngiliz Generali Nepier, bu kahramn Çavuş ve askerlerinin yoğun tüfek ateşini görünce karşılarında bir tümen (on bin asker) olduğunu zannetdi. Mevziyi ele geçirdikden sonra siperde sadece 62 Türk Erinin cesedini görünce gözlerine inanamadı. Bir kez daha saydılar! Gene 62 Türk Eri olduğunu gördüklerinde hayretden donakaldılar...
Bizim kaynaklarımız on saat diyor. Fakat yabancı kaynaklar onüç saat...(¹⁹) Dakikaların bile hayatî önemi haiz olduğu savaşda, onüç saatlik bu gecikme gâvur İngilizin sahile asker çıkarma planını alt üst etdi. Kendilerine verilen plandaki saate göre harekete geçen düşman kuvvetleri birbirinden habersiz ve düzensiz olarak savaşa başladı.
Onüç saatlik bu gecikme, savaşın kaderini Türkler lehine değişdirdi.
O’nu ve emrindeki takım arkadaşlarının celâdetini anlatmak için hâtırasına bir Şehitlik inşâ etdiler.
Ve kitâbesine Çanakkale Vâlisi Namık Şevik Bey’in şu muhteşem veciz kıt’asını yazdılar:
Bir kahraman takım ve de Yahya Çavuş'dular
Tam üç alayla burada gönülden vuruşdular
Düşman, tümen sanırdı bu şahane erleri
Allah'ı arzu ettiler, akşama kavuşdular!
Genelkurmay Başkanlığımız örütbağında bir sayfa açmış. Adı “Tarihden Kesitler/Çanakkale Muharebelerinden Kesitler ve Fotoğraflar.” Bu sayfanın her yerini tefrika tefrika subay tavsırlarıyla doldurmuşlar!..(²⁰)
Gâvurun subayı bugün diyor ki; “O Çavuş ve Mustafa Kemal gibi askerlerin aldıkları kararlar Çanakkale Harbi’nin seyrini değişdirdi. O Çavuş ilham verici çünkü bir avuç askerin devasa bir savaşın sonucunu değiştirebileceğini gösterdi.”(²¹)
Bu kahraman Çavuş’un hayranı!..
Üstelik bunu da
İzmir’e kadar gelip
Dünya’nın gözü önünde mertce söylüyor... (Bkz.→)
Ya bizim Genelkurmay Başkanımız?
Bu Çavuş hakkında ne düşünüyor?
Diyecek iki çift kelâmı var mı?...
Sağolsunlar!
Çanakkale Muharebelerini anlatan sayfasında Genelkurmay Başkanlığımız,
İstiklâl Madalyasına lâyık görmediği bu kahraman Çavuş’dan hiç bahsetmemiş!
Bir tavsırını bile koymamış!..(²²)
Genelkurmay Başkanımıza göre böyle bir Çavuş
Târihde herhâlde hiç yaşamadı...
O’na Ezineli Yahya Çavuş dediler!
(Devam edecek)
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
*** Kaynakca üçüncü (son) bölümdedir.
Evvelki Bölümü Okumak İçin Resimi Tıklayınız
Astsubay Bizimdir -1-
Takdir-i İlâhidir! Başımızın üstünde yeri vardır. Bu satırları okuyan siz kıymetli karilerin çok iyi bildiği üzere, Kur’an-ı Kerim’i kıraat etmek sünnetdir. Fakat dinlemek farzdır.
Yüce rabbimiz; dinleyene, okuyandan hem daha fazla mesuliyet yüklemiş. Hem de daha fazla sevap vaadetmiş.
Allah’ın hikmeti biter mi?
Kıyaslamak haddimize değil! Sümme hâşâ! Fakat şahsî kanaatimiz odur ki emekliassubaylar.org adresindeki âcizâne yazdıklarımızı okumanın da kıraat edenlere bir nebze faydası olsa gerekdir.
Okumak, yazmak ve konuşmak!.. Allah’ın sadece biz eşref-i mahlûkata bahşetdiği muazzam kâbiliyetler... Herkes bildiğince ve yetdiğince yapar bunları ömrü boyunca...
Bir de dinlemek vardır... Fıtrî bir özellikdir! Handiyse Allah, insan dâhil her mahlûkata vermişdir... Kolaydır, eğitim gerekdirmez. Anlamak, bu fiilin şâhikasıdır, tâcıdır!
Susmak ise kişinin kendi tercihi!..
Okuyan da
Yazan da
Konuşan da
Susan da bizimdir!
* * *
İnsanoğlu yazıyı icâd edeli çok olmadı. Şunun şurasında sadece dört küsur bin sene... Fosil dedikleri bir kemik parçası buluyorlar toprağın derinlerinde. Ve diyorlar ki Dali insanına ait olan bu kafatası ikiyüzdokuzbin sene önce yaşadı...(¹)
Biz Türklerin dünya ismini verdiğimiz şu gezegende insanoğlunun ikiyüzdokuzbin senelik yaşı ile kıyaslandığında dört bin sene ne kadar da kısa kalıyor değil mi?
Tıpkı gemi ile gemicik gibi...
Ses, düşüncenin dilidir. Sesi yazı kalıbına dökmenin yegâne malzemesi de sözdür. Ne kaa köfte, o kaa ekmek, değil! Ne kadar çok söz, o kadar çok cümle... Ne kadar çok söz o kadar zengin ve keyifli ifade. Söz ya da kelime dağarcığı diyoruz ya işde ondan!...
Binlerce senelik sözlü tarihin ve nihâyet insanoğlunun son dört küsur bin senelik yazılı tarihinde kayıda geçirilmiş her neviden bilginin, tecrübenin, emeğin ve aklın taktirinden süzülerek bugünlere geldi kelimeler. Kelimeler milleti türetdi, millet de kelimeleri... Kendilerini türeten milletin en kıymetli ekin hazinesi oldular. Ve tabi ki ortak malı...
Türk, mutlu, ne, diyene... Bu kelimeler binlerce seneden beri söz dağarcığımızda öylece duruyordu. Bunca senelerden beridir insanlarımız bu kelimeleri milyonlarca kere farklı şekilde sıraya dizdi. Ekledi, çıkardı... Sildi, yazdı... Söyledi, dinledi... Sayısı bilinmedik cümleler kurdu.
Fakat bir gün bir adam çıkdı ortaya! Ve bu bildik kadim kelimeleri, tarihde hiç kimsenin yapamadığı şekilde şöyle sıraya dizdi; “Ne mutlu Türk’üm diyene!”
Adam, bu kelimeleri veciz yapdı.
Bu veciz de o adamı Atatürk!
Ve bu veciz, o adamın öz be öz malı oldu...
Kadınların doğum sancılarıyla aşık atacak sancılar çekmek bahasına şu fukara aklımıza takılanları kalem huzurunda kağıda nikâhlıyoruz.
Sonra da emekliassubaylar.org ismiyle maruf bezistânda sergiye çıkartıyoruz.
Fakat duldalarda alesta bekleyen kimi meslekdaşlarımız, var olsunlar, sözlerimizi hemen aşırıyorlar. Daha mürekkebi kurumadan kendi kalemleriyle nikâhlıyorlar. Bir değil, iki değil. Defalarca yapıyorlar bunu. Fikir ve bilgi itibarıyla; ruh ve üslûp itibarıyla bize özgü olan sözlerimiz bir de bakıyoruz farklı tezgâhlarda başka isimler altında piyasaya sürülmüş!
Kimisi daha cingöz davranıp
Yazdığımızın tamamını kesip yapışdırmış
Altına kendi adını yazmış ve
Arkadaşına göndermiş!...
Bizce mahsuru yok!
Varsın alsınlar!..
Varsın yapsınlar!..
Dağlar kadar pirinci var ise dereler kadar sade yağ bizden olsun!
Isıtmak ve ışıtmak için odunu var ise odu da bizden olsun!
Fikirlerimizi, bilgilerimizi yazmak hakkımız,
Paylaşmak ise özgürlüğümüzdür!
Ancak, aşırmak asla!..
Bu işi yapanlar şunu bilsinler ki kaynak gösterirler ise “ödünç almak” olur!
Kuralı da budur.
Fakat kaynak göstermezler ise “aşırma”...
Başkasının mayaladığı yoğurdun üzerinden gizlice gaymak sıyırmak ahlakî midir?
Emeksiz yemek olur mu?
Yakışır mı adama?..
Olmaz ki!
Böyle de kesip yapışdırılmaz ki!..
Hem, kul hakkıdır!
Vebâli çokdur!
Bedeli de yokdur!
Yarın Hakk’ın huzurunda hesabını veremezsiniz!
Meslekdaşlarımızın bilgisinden istifâde etmeyi
Biz kendimize vazife,
Bilgiyi aldığımız kaynağı tebâruz ettirmeyi de
Gurur vesilesi bilmişiz.
İlle de makâlenin sonuna yazmak gerekmez!
Usuldendir...
Geliniz, izhâr etdiğiniz “emeğe saygı” konusunda samimî iseniz aldığınız bilgi kaynağını fâş ediniz!..
Hele bir de bu aşırmaları okuyup(!) beğenen, güzelleyen, yorumlayan, tavsiye eden, dürten, gıdıklayan, cimcikleyen, mıncıklayanlar var ki…
Gülesim geliyor!..
Aslı dururken
Sûretine teveccüh edilir mi?..
Ödünç alıp kaynak gösteren de
Aşıran da bizimdir!
* * *
Müsbet olmak kaydıyla her türlü muhalefete açık olmalıyız. Çünkü doğruyu ve iyi bulmanın ilk şartı budur.
En iyi, en mahir meslekdaşımız başkanlık koltuğuna oturmalı... Şiarımız da budur!
Muvazzaf iken kişiye değil de makâma saygılı davranıp itaat etdik. Bir kere oraya oturmuşsa Başkan sıfatını taşıyan o arkadaşımıza şartsız koşulsuz destek ve tâbi olmalı, tazim etmeliyiz.
Bunu en iyi biz biliriz. En iyi biz yapmalıyız.
Namaz kılmak için arkasında saf tutduğun imamın yaşına başına bakıyor musun?
T.C. Ordusunun astsubayları gibi muazzez bir zümreye önderlik etmeye niyetin var ise şayet. Ki bu da hakkınızdır. Dönem sonunu bekleseydiniz ya! Yol arkadaşlığı da bunu icâb ettirir idi. Ve meslekdaşımız Sayın Canan BIYIKLI’nın yapdığı gibi mertce çıkıp ortaya başkanlığa oynasaydınız! Sizlere bu yakışır hem de daha hasiyetli olur idi. O zaman biz de belki sizlere destek verirdik. Kader arkadaşı deyip ardına düşdüğün kişiye bunu yapmak insana yakışmaz. Hem üç yarım senede yüzseksen derece dönülmez ki!..
İki küsur dönem Başkanlık yapdı.
Tam da Başkanlık goltuğuna gıçı diş geçirdi, artık kalkmaz diyecekdik!
Bir de bakdık ki bir keser geldi
Ve söküp atdı o paslı mıhı yerinden.
Sonra o paslı mıh, sabık Başkan sıfatını alıp şapkasını halefine devretdi. Fakat iflâh olmadı bir türlü... Alışmışdı bir kere! İçerideki irlanda’lıların işaret fişeğiyle yatdığı gaflet uykusundan uyanıverdi hemen.
Rahvan rahvan koşdurup siyah renkli blazer ceketinin çifte yırtmaçlarını yellendire yellendire “senelik asil üyelik aidatını” ödemeye gitdi.
Ödedi de...
Basdırdı çil çil dört dane kiremit renkli on’luk pangonotu masaya.
Aldı aidat makbuzunu eline!
Ben de varım dedi!
Sonra da çifte kıvrılmış pontulunun paçalarını çemreyip başkanlığa yeniden namzet oldu...
Demişdik ya! Kusursuz cinâyet olmaz diye! (bkz.) En mükemmel fâil bile cinâyetde iz bırakır diye...
Öyle de oldu. Dernek Tüzüğü’nün 9 ve 10’uncu maddeleri dolandı ayağına. Asil üye olmak için üyelik aidatını ilk üç ay içinde vermek gerek. Asil üye olmayan, başkanlığa aday olabilir mi?..
Demek ki kendisine haber uçurulasıya kadar hiç umudu yokmuş. Yokmuş ki senelik aidatını vakdinde ödememiş!
Takdir-i ilâhi olsa gerek. Eden, bulur elbet!
Kaderin okgalı bir sillesini yedi ömrünün son deminde.
Az tamah çok işler açdı başına...
Göle çaldığı maya tutmayınca o da akıllı davranıp bir iyilik yapdı kendine...
Evinin yolunun tutdu...
Kuytularda ellerini ovuşduran fırsatcılar hayaları avuçlarında bekleyip de gerdeğe giremeyen güveye döndü.
Son on senenin en yüksek beraberlik ve eylem ruhunu yakalamışken ve biz astsubayların hak arama mücâdelesi olağanüsdü bir dönemeçden geçerken iktidar heveslileri istifa edip sessizce kenara çekilmeliydiler.
Kenara çekilenler de köşelerinde oturmaya devam etmeliydiler.
Köşe, kahve, meşe, Ayşe, neşe...
Önce, manzarası gözel asude bir köşeye şöyle keyifle kurul!
Sonra, el değirmeninde taze çekdiğin iri daneli kahveni meşe közünde köpürde köpürde pişir! İsder yandan çarklı, ister şekerli...
En son olarak da al Ayşe’yi karşına...
Dadına doyulmazından en neşeli sohbetleri dillendirmek de senin gözel gönlüne galıyor gari...
Haa! Unutmadan!..
Bir de senelik asil üyelik aidatını vakdinde ödemek! Hepsi bu kadar.
Astsubaylar adına yapabilecekleri en iyi şey bu idi. Fakat beceremediler.
Biz, adaylık mücâdelesini tenkit etmiyoruz. Bilâkis destekliyoruz.
Bizim itirazımız, mücâdelenin biçiminedir.
Bu eşhasın başına gelenler müstâkbel adaylara ibret olsun!
Biz gene de vakit ayırıp emek veren bu meslekdaşlarımıza teşekkür borçluyuz.
TEMAD’ın sağlam seciyeli, önder ruhlu ve kişilikli başkanlara ihtiyacı var.
Çok şükür şimdilerde sıkıntısını çekmiyoruz.
Emekli astsubayların biricik derneği TEMAD,
Fikir ayrılığına düşdüğü üyelerini
22 Ağustos 2013 tarihinde icrâ edilen 1’inci olağanüsdü kurultayda saf dışı bırakdı.
Emniyet musluğu açıldı!
Genleşen gazlar dışarı atıldı!
TEMAD, safralarından âzâde oldu!
İdare, tekrar işbaşı yapdı...
İdare heyetinde yapdığı başarılı ameliyatıyla Başkanımız Sayın Ahmet KESER,
22 Ağustos kurultayını kendi lehine fırsata çevirmeyi bildi.
Tabanını genişletdi.
Güven tazeleyerek ve kuvvet kazanarak çıkmayı başardı.
Daha iyisini bulup ortaya çıkartasıya kadar en iyisi Sayın Başkan KESER!..
Zor zamanlar,
Zoru bozan adamlar isder garayağız yiğitler!
Zora hükmeden adamlar,
Bu kokuşmuş ayakların oyununu bozdu.
Akl-ı selim, ihânete galebe çaldı.
Yapmak zordur
Bozmak kolay...
Yapan da bizimdir!
Bozan da bizimdir!
* * *
Başından sonuna kadar biz düşündük, karar verdik!
Emeği geçen herkesi tarih kayıt etdi.
Tertipledik ve icrâ etdik...
Sonra da Dünya’ya armağan etdik.
Birincisini ikibinoniki senesinde kutladık...
Kaderdaşı ve çocuklarıyla birlikde yirmidörtbin meslekdaşımız ictimâ eyleyip dertleşdik...
İkincisini gene memleketimizde kutlayacağız.
Sonra üçüncüsünü misâfir edecek başka bir memlekete uğurlayacağız.
Birincisi muhteşem idi!
İkincisi daha da görkemli olacak, olmalı...
Herkesi tavşan ve keçileriyle namlı bu şehire,
ATATÜRK’ün manevî huzuruna bekliyoruz...
17 Ekim Dünya Astsubaylar Günü bizimdir!
* * *
Kahramanı doğuran millet,
Desdânı doğuran da kahramandır.
Desdân ne doğurulur ne de doğurur!
Desdân, besler,
Desdân, yaşatır.
Hem kahramanı,
Hem milleti...
* * *
Sü beyleri kendi desdânlarını
Kirâlık kalemlere sipâriş verdiler.
Biz kendi desdânımızı
Kendimiz yazacağız!
* * *
Demiri dövelim, çelik olsun.
Güzeli sevelim, ferik olsun.
Yiğidi övelim, kahraman olsun.
Kahramanı da biz kağıda verelim,
Desdân olsun!
Şimdi desdân vakdi...
* * *
Her desdânın kahramanı vardır.
Adı,
Bir de konusu!..
Desdânın kahramanı, Astsubay!
Adı, gene Astsubay!..
Konusu da yakın tarihimiz boyunca astsubaya biçilen sıfatlar, isimler, unvanlar...
Ve tabiki en hafif ifadesiyle, yapılan haksızlıklar...
Onlar desdân yapdı...
Bizim sehmimize de
Dividi hokkaya daldırıp
Kağıt üzerinde dolaşdırmak düşdü!
Tükensek de tüketen zamanın sonsuzluğunda...
Anlatacak sizlere, bildiğini kendileyin...
Desdâncı burada!..
Haydi!
Buyurun desdânlar âlemine...
Desdânlar bizimdir!
* * *
Millî Savunma Bakanları ve Genelkurmay Başkanları
Her dönemde farklı isimler ve unvanlar verdikleri
Bu asker kişilerin
Hakkını vermedi,
Memnun etmedi.
Fakat
Onlardan bir türlü vazgeçemedi...
Ve...
Bugün meriyyette olan mevzuata göre “astsubay” dediğimiz asker kişiler;
Kimdir (statü)?
Asker midir?
Memur mudur?
Nasıl tarif edilir?
Meslek midir?
Hayat tarzı mıdır?
Ordu teşkilâtındaki konumu (hiyerarşi) nedir?
Son bir asırdan beri bu asker kişilerin ne olduğuna karar veremediler.
Bilinmedik tarihlerde elvan çeşitli isimler, sıfatlar, unvanlar yakışdırdılar...
Astsubay denen asker kişinin ne olduğunu, nasıl tarif edeceklerini mütalâa etdiler imil imil...
Ve nihâyet dediler ki;
“Gedikli zabitler, ne zabit ne de askerî memur değildirler!”
“Gedikli zabitler, gedikli küçük zabitlerdir!” (Bkz.↓)
* * *
Tabanca, tam 60 sene subayların tekelinde kaldı T.C Ordusunda. Mezun olduğumuz sene bize de vermediler. Yeniler bilmez! Genelkurmay Başkanımız bu memleketin astsubayından zatî tabancayı tam 60 sene esirgedi. Sadece subaya hak gördü.
Komutan unvanı verip dağ başına gönderdiği gencecik astsubayların,
Zatî tabancası yokdu!
Kendilerini müdafaa edemeden,
Eşkıya baskınında kahpe kurşunlarla can verdiler.
* * *
Astsubayı bugün hâlâ “ast komuta kademelerinde” görevlendiriyor. (Ek Madde-21) (²)
* * *
Gedikli Erbaş’lıkdan Astsubaylığa terfi(!) ettirdikleri astsubayları, erat gibi giydirmekden vazgeçdiler o senelerde. T.C. Ordusu’nun astsubayına rütbe işareti seçmek için zamanın idarecilerinin yapdığı düzenleme aslında Amerikan deniz astsubay rütbe işaretlerinin kötü bir taklidi idi.
Nedim TINAZ Deniz Astsubay Kıdemli Başçavuş Gölcük Astsubay Orduevi Müdürü (1959-1960) |
Gölcük’de 10 sene görev yapdım. Orduevine girişde hemen sol tarafdaki duvarda müdürlerin resimlerinin konulduğu bir levha vardı. Bu resmi ben de o levhada gördüm.(³)
Ortadaki resmi, Kara Kuvvetleri arşivinden aldım. Örütbağ sayfasına eklediği için Kara Astsubay Meslek Yüksek Okul Komutanlığına cidden teşekkür ederim. Çünkü kendi tarihine sahip çıkmak adına takdir edilesi, güzel bir tavır.
Deniz Astsubay Meslek Yüksek Okul Komutanlığı, Gedikli Zabit ve Gedikli Erbaş resimlerinden bir danesini bile kendi örütbağ sayfasına koymamış.(⁴)
Sağdaki resim ise bir Denizci Gedikli Zabite ait. Kılıç taşıdığını farketmişsinizdir.(⁵)
Astsubay rütbe işaretleri omuzda olsun mu olmasın mı tartışması artık bitmişdir. Dünya’nın çeşitli ordularına bakıldığında hemen hepsinde astsubay rütbe işaretleri omuzlardadır. Türk Astsubayları rütbe işaretini kolunda taşıyan bir iki ülkeden birisidir. Emsâl olarak gösderdiğim Amerikan Ordusu’nda astsubay rütbe işaretleri omuzda değil diyebilirsiniz!
Coni’lerin de astsubay rütbe işaretlerini omuzlarına alacakları günler uzak değil!..
Coni’nin ordusundaki astsubayın konumu ile bizim ordumuzdaki astsubayın konumunu kıyaslamanın imkânı yok. O memleketde astsubaya verilen hakkın hukukun değil tamamı, yarısını biz alsak memleket düğün bayram olur... Bu sebepden dolayı mukayese etmek mümkün değildir.
Ayrıca,
Evet, Coni’nin rütbe işaretleri kol pazılarındadır. Fakat rütbe değil de hizmet süresine göre tespit edilen subay/astsubay maaş oranları orada kimseyi rahatsız etmiyor. Vicdanları sızlatmıyor. Bize 60 senedir yapılan maaş haksızlığı Coni’lerin ordusunda yok.
İkinci husus daha önemli! Coni’lerin astsubayları Er’likden Orgeneral/Oramiralliğe kadar terfi edebiliyor. Kuvvet Komutanı, hattâ Genelkurmay Başkanı olabiliyor. Bu kural bizim subayların yapdığı gibi laf salatası, leylek lakırdısı değil! Lafda kalmıyor. İşde örneği;
J. Mike BOORDA, lise eğitimini yarıda bırakıp 1956 senesinde Coni’lerin Deniz Kuvvetlerine Er olarak girdi. Kanun’larının kendisine tanıdığı terfi hakkını kullandı. Astsubay oldu. Sonra da subay. Ve Oramiralliğe kadar terfi etdi. 1994 senesinde Coni’lerin Deniz Kuvvetleri Komutanı oldu.
Yurtdışı görevindeyken Napoli’de bu subay ile defalarca biraraya geldik. Törenlerde, toplantılarda sohbet etdik. Tavsırında görüldüğü gibi kendisi temiz yüzlü, son derece kibar ve insan canlısı bir subay idi. O zaman Oramiral idi. Sohbetlerinde Er’likden Oramiralliğe nasıl geldiğini iftiharla anlatırdı.
Tek örnek bu değil elbet.
1960 senesinde başlatılan “Er’likden Orgeneralliğe Terfi” düzenlemesi kapsamında Larry D. Welch, 1951 senesinde Er olarak Hava Kuvetlerine girdi. Orgeneralliğe kadar terfi etdi. 1986 senesinde Coni’nin Hava Kuvvetlerine Komutan oldu.
John SHALİKASHVİLİ, 1958 senesinde Er olarak Kara Kuvvetlerine girdi. Orgeneralliğe kadar terfi etdi. 1993 senesinde Coni’lere Genelkurmay Başkanı oldu.(⁶)
Yukarıda anlattıklarımız çok uzaklarda zuhur etmiyor! Atlantik denen derya’nın hemen öteki yamacında... Karargâhda kendi yıldızlarını parlatmakla meşgul olan Conisever subaylarımızın bu olup bitenlerden haberi var mı? Var elbet!
Peki bu konu hakkında ortaya dökecek bir tek fikirleri var mı acap? Mamayı sadece kendilerine akıtan bu çeşmenin suyunun bir 60 sene daha böyle çağıldaya çağılaya haksızlığa akacağına gerçekden inanıyorlar mı?
Ağzından sular akıtarak peşinden koşduğun adamlar kendi erlerine “orgenerallik” imkânı veriyor. Peki sen ne yapıyorsun? Kendine ezel-ebed “baş” lığı hak gördün. Ayaklar, baş olamaz dedin utanmadan. Harbiye’de, birinci sınıf iaşeler ile büyütüldün. Cumhurbaşkanı olacaksın ninnileriyle uyutuldun. Yüksek dağın guşu oldun, selviye gondun hep!
Atatürk size, akıl ve bilimi mirâs bırakdı. Fakat siz, devletin mamalarının mirâs bırakıldığını farz ve kabul etdiniz.
Bu vatan üzerinde senden daha fazla hakkı olan, emeği olan, alın teri, kanı, canı olan; senin maaşını ödeyen vatandaşların evlatlarının “göt” dedin! “Ayak” dedin! (bkz.)
Bizim derdimiz, subaya öykünmek değil. Bunu herkes bilsin!
Ben, astsubay olarak vatanıma 34 sene hizmet etmekle müftehirim. Astsubay olduğum için Allah’ıma çok şükrediyorum. Çocuklarıma bırakacağım en iyi mirâs, babalarının astsubay olmasıdır.
Bizim çabamız, Türkiye’deki astsubaylık mesleğini dünya ölçeğinin de üzerine çıkartmak.
Bize “muasır medeniyet seviyesinin yükseğini”(⁷) hedef gösteren kişiden...
Bizim gündeme getirdiğimiz asıl konu, biz astsubayların öncelikle özlük haklarıdır.
Bu mesele halledilse şeffaf bir terfi usulü zaten kendiliğinden ortaya çıkacak.
Biz Türk Astsubayları, 50 seneden beri memleketimizde ve dünya’da meydana gelen değişme, gelişme ve refahdan hak etdiğimiz ölçüde hak almak istiyoruz. Subaylar bunu 50 seneden beri zaten yapıyor...
Hak eden astsubayın subay olmasının da astsubaydan çok memlekete faydası olur. Coni’nin Er’inden Coni’nin Astsubayından bu memleketin insanının eksiği yokdur fazlası vardır, evvel Allah. General olacak niteliği haiz astsubay meslekdaşlarımız elbet var. Bunu en iyi bilen Genelkurmay Başkanımızın kendisidir.
Astsubay rütbe işaretlerinin omuzlara alınması için zamanında karar veren subaylarımızı yeri gelmişken burada şükranla ve tazimle yâd edelim. Çünkü bugünün Genelkurmay Başkanları, astsubay rütbe işaretleri konusunda 60 sene evveline ait bu kavravış ve anlayışın bile hâlâ gerisinde duruyor.
Dünya’da hâl ve gidiş böyle. Fakat astsubay rütbe işaretlerinin dünya’da kabul görmüş ölçülere getirilmesi konusunda gündemlerinde herhangi bir çalışma olmadığını Genelkurmay Başkanımız resmen açıkladı. Türkiye’de de ise bugün itibariyle vaziyet böyle.
Bir zaman sonra çark etdiler.
Rütbe işaretlerimizi
Tekrar pazılarımıza takdırdılar...
Coni’den aşırdıkları önceki rütbe işaretlerimizi
Kesdiler, gırpdılar, yoldular, budadılar, enediler.
Ve garga guşu oldu dediler...
Hem ceket ve paltonun kol ağızlarına takdığımız rütbe kıdem işaretlerimizi çaldılar birer birer..
Hem de 6 sene daha nöbet yazdılar...
Biraz Alaman, biraz İngiliz, biraz Amerikan Bahriyesinden çalıp kırpıp kıyafet düzdüler subaylarımız kendilerine allı pullu.
Fakat astsubay dedikleri asker kişilerin rütbe işaretlerini nereye koyacaklarını bilemediler!
Dünya’nın en büyük deniz zaferlerine imza atan denizcilerin torunları olan subaylarımız kendi töresine özgü, kendisine has bir kıyafet bulamadılar bunca zamandan beri.
Türk’e özgü kıyafet ve rütbe işareti ihdas edemeyen Genelkurmay Başkanımız, astsubay rütbe işaretleri konusunda dünya’nın bugün geldiği noktayı da görmezden geliyor.
Pazıda da olsa
Omuzda da olsa
Rütbeler bizimdir!
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
(Devam edecek)
1923, 2596, 499 ve 4699 derken, başladığı yerde bitdi!..
1923 ile Milletin vekili verdi. 2596 ile darbeci Millî Güvenlik Konseyi’nin eli kanlı 5 subayı geri aldı.
Gasbetdikleri az geldi arsız subaylara. Zal Mahmut lâkabıyla maruf subay emeklisi kerizci Cumhurbaşkanı “urun ha!” deyip ferman çıkarmışdı bir kere! 499 ve 4699 ile subaylar son darbeyi urup hakkımızdan “1 kademe daha” gaspetdiler...
Bu darbeyle, doğduğu yerde öldürüldü. Tıpkı Âdem (a.s)’ın oğullarından Kabil’in kışkançlık sebebiyle garındaşı Habil’i öldürdüğü gibi!..
Başbakanlık föterini giydi, astsubaya “1 derece” verdi. Cumhurbaşkanlık föterini giydi, astsubaydan “1 kademe” geri aldı.
Önce “1 derece” verdiler. Sonra geri aldılar. Bir gün geldi bu kez de “1 kademe daha” gasbetdiler.
16 Nisan 2008’de 1/4’ünü verdiler. Ertesi gün geri aldılar. 4 sene sonra geri verdiler.
Şu gel-git, şu ver-al, şu yaz-bozlara, şu fırfırlığa, şu kararsızlığa, şu dönekliğe bir bakar mısınız?..
Tam bir muammâ değil mi? Memuruyla subayıyla devlet adamı sıfatını haiz haysiyet fukarası edepsizlerin yüksek öğrenimde intibak konusunda biz astsubaylara atdığı bu kazığın esasını anlamak için gelin bu muammanın gözüne ucu sivri nodullu bir üvendire batıralım! Batıralım da eyyâm-ı bahurun hüküm sürdüğü şu mübârek Ramazanda kim ne halt etmiş herkes görsün, herkes bilsin garayağız yiğitler?..
Astsubayı Taşlamak isimli girizgâhımızı takiben Cumhurbaşkanı ve Astsubay, Anayasa Mahkemesi ve Astsubay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Astsubay ve Genelkurmay Başkanlığı ve Astsubay isimli makâlelerimiz evveli heftelerde sevenleri ile kucaklaşdı. Pek muhterem çilekeş hanımları ve kıymetli çocuklarıyla birlikde sayıları milyonlar eden emekli ve muvazzaf astsubaylara ve okuyanlarına hayırlı, kademli olsun!
Astsubayı Taşlamak isimli makâlemizde 30 Mayıs 2013 Perşembe günü siz kıymetli kariler ile kavilleşdiğimiz üzere, sıra geldi tefrikanın altıncı ve son halkasına. Milletin Vekilleri ve Astsubay ismiyle maruf işbu makâlemiz de çok şükür emekliassubaylar.org sitesinde matbuat dünyasına gözlerini bugün açdı...
Bu Kanun hükmü ile yüksek öğrenimde intibak konusunda astsubayların bu kez de “devlet memuru ile emsâl olmadığına” hükmetdiler. Böylece astsubaylar, intibak konusunda devlet memurlarının da aşağısına düşürüldü.
499 sayılı KHK’nin meriyyete girdiği 1993 senesinden buyana yüksek öğrenim gören astsubayların maaş intibakı devlet memurlarına göre “1 kademe aşağıdan” yapılıyor.
Sebebi her ne ise yüksek öğrenimde intibak konusunda geçen zaman içinde astsubayların aleyhine olmak üzere devamlı bir kötüye gidiş var. Sürekli bir hak gasbı var. Siyasetcisiyle subayıyla idare yeni haklar vermek şöyle dursun biz astsubaylara daha önce verilen hakları bir bir geri alıyorlar.
Allah, insanları iyi âmel üzere yaratmış dediydik evvelki kelâmlarımızda. Bu sebepdendir ki insanların iyi, güzel, faydalı ameller etmesi beklenir. Bu cümleden olmak üzere pek tabidir ki; veren el, alan elden üstündür; yapan adam, bozan adamdan kıymetlidir; mert kişi, nâmert kişiden yücedir; iyilik yapan, kötülük edenden faziletlidir; doğuran kul, öldüren kuldan mübarekdir, azizdir.
Edep sahibi, vicdân ehli, yüreğinde Allah korkusu, insan sevgisi ve şaşmaz yanılmaz kuvvetli bir adâlet duygusu taşıyan bir kısım civanmert ve hamiyyetperver millet vekili; daha iyiye, daha âdil ve hakkâniyetli paylaşıma doğru koşdu zamanın bir behrinde.
Çünkü bu vekiller biliyordu ki Türk Ordusu; dünyanın en kavi, en donanımlı ordularından birisiydi.
Çünkü bu vekiller biliyordu ki; “ordu, midesinin üstünde ve fakat astsubayların sırtında yürür idi”
Orduyu, ancak cephenin en önünde harp eden askerler kahramanlaşdırır. Sığınaklara çömelip cenk edenleri menzil dışından dürbün ile temâşâ eyleyenler değil! İlk cümlenin yüklemine “kim” sualini sorarsanız, cevap olarak “astsubay”ı bulursunuz. Aşağıdaki satırlarda bahsedeceğimiz vecizinde Atatürk de öyle demiyor mu?
Önderliğini sağ tarafınızda tavsırını gördüğünüz Konya Milletvekili Sayın Şener BATTAL’ın yapdığı bu vekiller görmüşlerdi ki; 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın gerçek kahramanları; cephenin en önünde, Mehmetciğin başında, Yonan gâvuruyla burun buruna, diş dişe, can cana cenk eden T.C. Ordusunun astsubayları idi. Elini, kolunu, ayağını, bacağını ve nihâyet biricik canını, kendinden aziz ve mukaddes bildiği vatanı uğruna gözünü kırpmadan fedâ etmişdi astsubaylar.
Dünya’nın en kavi ordusuna da dünya’nın en iyi, en donanımlı astsubayı yakışır dediler. Öyleyse dünya’nın en iyi astsubayını yetiştirmek için ne icâb ediyorsa biz yapmalıyız diye düşündüler. Ve bunu yapmanın şerefi bu Meclise ait olmalı diye hep beraber kavilleşdiler.
Bu nokta-i nazardan bakıldığında; zamanın 39’uncu Hükûmetin Başkanı Çoban Sülü, lengeli fötür şapkasını alışkın olduğu üzere bir kere daha alıp gitmeyi değil fakat astsubayların bu hakkı alması için kellesini bile vermeyi göze aldı.(¹)
Bu ulvî düşünceden hareket eden vekiller, devletden bir kuruş yardım almadan, kendi parasıyla yüksek öğrenim tamamlayan astsubaylara, devlet memurlarına kıyasen “1 üst dereceden” maaş intibakı veren 1923 sıra sayılı Kanun’un 37 inci maddesini 3.7.1975 senesinde T.B.M.M.’de kabul etdiler. (Bkz. ↓)
Çünkü bu vekiller biliyordu ki “Ben, bu orduyu astsubaylar ile de idare ederim!” diyen Başbakanı bu memleketin bölücü ve irticaî subayları idam etmişdi.
Zamanın mangal yürekli yiğit Milletvekilleri de verdikleri bu karardan dönmemek üzere İspanya Fâtihi Ziyad’ın oğlu Tarık’ın yapdığı gibi, gemileri kendi elleriyle yakdılar hasbiden.
Bu faziletli ve mukaddes hakikâtlerin rehberliğinde yola çıkan Türk Milletinin vekilleri, T.C. Ordusunun astsubayının eğitilmesi, çağın gerekdirdiği bilgi ve maharet ile mücehhez olması ve neticeten dünyanın en iyi astsubayı olması yönünde mesai yapdı. Nefes tüketdi, ter dökdü, emek harcadı, çaba sarfetdi...
Fakat darbeci alabacak birkaç subay ve bu gürûhun dümen suyunda kayık yüzdüren eyyamcı milletvekilinden hâkimine kadar diğer bir kısım memur da meşin cüzdânı uğruna meşin vicdânlarını karartdı.
Bütün bu güzelliklere, tekâmüle matuf çabalara engel olmak için hiç utanmadan rahvan rahvan koşan bu darbeci subayların kuyruğuna takıldı. Ve T.C. Ordusunun astsubayının dünyanın en iyi astsubayı olmasını engellemek için ellerinden gelen orostopolluğu arkalarına koymadı. Şerefini ve izzet-i nefsini ekmeğine katık etdi arsızca. Bölücü subaylara dalkavukluk ve yalakalık yapmak için bütün bu haksızlıkları, kanunsuzlukları ve edepsizlikleri yapmakdan geri durmadılar. Darbeci utanmaz subaylara şirin görünüp o koca işkembelerine devlet kesesinden sadece biraz daha ılık mama akıtmak için...
Kötülük, sonunda iyiliğe teslim oldu! Hattâ kötülük, iyiliğe Meclis binasında ve milletin gözleri önünde alenen tecavüz etdi!.. Haset-fitne-fesat üçlüsü birlik olup adâlete galebe çaldı! Ve ne yazık ki ecnebî folimlerinde olduğu üzere, hikâyenin sonunda gene kötüler gâlip geldi!
T.C. Ordusunun astsubayına yüksek öğrenimde devlet memurlarına kıyasen “1 üst dereceden” maaş intibak hakkını veren 1923 sayılı Kanun’un meşhur 37’inci maddesinden bahsediyorum. Bir başka ifadeyle, 926 sayılı T.S.K. Personel Kanun’u 137’nci maddesinin c fıkrası...
1923 sayılı Kanun Meclis’de kabul edilip Resmî Gazetede neşredildikden sonra tam 7 ay boyunca tatbikata konulmadı. Zamanın Millî Savunma Bakanı Sayın Ferit MELEN, Kanun hükmünü işletmemek için ayak sürüdü... Zamanın Genelkurmay Başkanı bu Kanun’unu baltalamak, savsaklamak ve nihâyet tatbik etmemek için elinden gelen orostopolluğu ardına koymadı.
Bu dümeni farkeden Antalya’nın hamiyyetperver ve cin göz Milletvekili Sayın Ömer BUYRUKÇU, Kanun’u niye tatbik etmiyorsunuz diye Meclis’e okgalı bir soru önergesi verdi. Bu tarihde Genelkurmay İkinci Başkanı sıfatını taşıyan Zottirik labıyla maruf darbe sanığı subay, bu Kanun maddesini iptâl ettirmek için ağzından salyalar akıtarak karargâhda iştahla fazla mesai yapdı. Anayasa Mahkemesine ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesine emirler, talimatlar gönderdi. Daha sonra da gecekondu inşa eder gibi kendi elleriyle teşkil etdiği M.G.K.’nin başına kendi tayin etdiği zamanın Başbakanı ve subay emeklisi emir eri Bülent ULUSU’ya emirler yağdırdı. (bkz.)
İptal edilmesine kadar geride kalan 5 aylık sürede ise T.C. Ordusundan sadece 17 astsubay bu hakdan istifade edebildi.
80’li yaşına rağmen Keşişdağı’nın kışın karlı, yazın dumanlı şâhikalarında kaplan gibi tek başına gezerek bir aşağı bir yukarı koşdurup sivrisineklere tereyağ, arılara hâlis çambalı kusduran ve hattâ azgın tekelerden süt çıkartan bu meslek çınarımızın bu vesileyle bir kez daha elinden öper, ailesiyle birlikde kendisine sağlıklı ve uzun ömürler temenni ederim. (bkz.)
Hatırlanacağı üzere biz astsubaylara 1/4’ü, 25 Mayıs 2012 tarihinde verildi. Hem de devlet memurlarına ve subaylara verilmesinden tam 37 sene sonra. Bu tarihe kadar “T.C. vatandaşı olup da birinci derece dördüncü kademeyi alamayanlar sadece astsubaylardır” diye başda TEMAD olmak üzere biz astsubaylar her yerde lâfı güzâflar üfürdük. Hattâ bu yanlışımıza Meclis’deki konuşmalarında Milletin Vekillerini dahi ortak etdik. Demek ki ortaya atdığımız bu iddia doğru değilmiş! Demek ki TEMAD’ın galınbok Başkanları, onların yardımcıları ve biz astsubayların, 1923 sayılı Kanun’dan hiç haberimiz yokmuş. Haberi olanlar da bu hakikâti bildikleri halde bilmezlikden gelmişler.
Pişdârlığını Jandarma Astsubay Kıdemli Başçavuş Sayın Mehmet KAYALI’nın yapdığı hazır tüfek bekleyen 17 astsubay meslekdaşımız, birinci derece dördüncü kademeyi taa 1975 senesinde almışlar. Hem de kanırta kanırta. Almışlar almasına da bu hakikâti bu 17 astsubaydan başka bilen olmamış!
“Birinci derece dördüncü kademeye yükselme hakkı verilmeyen tek meslek zümresi astsubaylardır” demek yerine “Astsubaylar 1976 senesinde gasp edilen hakkını geri istiyor” fikriyle meydana çıkıp hakkımızı arasaydık daha etkileyici, daha inandırıcı, daha tesirli olmaz mıydı?
Sen TEMAD olarak, sen astsubay olarak kendi davanın aslını asdarını bilmezsen kim bilecek?
1975 tarihinin hükûmeti, astsubaylara “1 derece yukarıdan” intibak hakkı verdi. Türkiye, hak hukuk bakımından 1975 senesinden daha da kötü bir durumda mı? Bugün TEMAD’ın ve bizlerin böyle bir talebi, böyle bir hedefi var mı?..
Devam edelim konumuza...
İşbu kara kararında şöyle kara bir inci yumurtaladı AYİM; “Yüksek öğrenimde intibak konusunda “Astsubaylar, asker değildir. Devlet memurudur!” Biz astsubaylar da bu zokayı yuttuk(!) tabi ki.
AYİM, karar metnini açıklamadığı için bu rezil karara imza atan emir eri hâkim subayların kim olduğunu tabiatıyla bilemiyoruz. Bu âdi ve alçak karara imza atanların kim olduğunu bilemesek de lanetimiz ve bedduamız muhataplarını bulacak inşallah! Milyonlarca astsubay ve akrabalarının nefreti ve laneti siz AYİM üyelerinin üzerine olsun? Bu karara imza atan hâkim subayların hepsini Allah tez elden helâk edecek inşallah!..
Bir zaman gelir ve;
Altını, ateş ile;
Kadını, altın ile;
Adamı, kadın ile sınarlar.
Yüce Rabbimiz de her kulunu bu dünyada birşeyler ile imtihan eder. Kimine para-pul; kimine mevki-makam; kimine şan-şöhret; kimine de unvan-rütbe verir. Ve bir damla sudan hâlk etdikten sonra akıl bahşetdiği kulunu, kendi haline bırakır. Gerisi, artık kulun kendi aklına, nefsine, vicdânına, ahlâkına ve sütüne kalmışdır. Kimisi hayırlara, kimisi de şerlere vesile olur bu imtihanda kendileyin! Yapdıklarının hesabını da mizân günü Allah elbet sorar. Bu kaderden şimdiye kadar kaçabilen, kurtulabilen oldu mu hiç? Olmadı!.. Kullû nefsin zâikatul mevt, değil mi?
“Bizim oğlanların başı” zottirik Ahmet Kenan’ı da makam ve rütbe ile sınadı şu yalancı dünyada Yüce Rabbimiz.
Fakat, ezelebed astsubay düşmanı olan ebleh Ahmet Kenan ne yapdı dostlar? Haydi, söyleyin! Aklınızdan geçeni şu fakir de biliyor! Papyonlu kedi hikâyesini duymuşsunuzdur!.. Ne olursa olsun, ne giyerse giysin, nereye giderse gitsin; ne yaparsa yapsın; kedi, kedidir. Fâre görünce hemen aslına rücû eder ve o fâreyi kovalamakdan kendini alamaz!
Zottirik Ahmet Kenan da fâre peşinde koşan kedinin yapdığını yapabildi ancak. Düşman peşinde koşacağına kendi milletinin ve kendi astsubayının peşinden koşabildi. Memlekete hizmet edeceği yerde yapa yapa darde yapdı! Çünkü kuturu buna yetiyordu. Çünkü, hamuru bu kadar idi... Çünkü Ahmet Kenan gibi harcıâlem kumaşdan çıksa çıksa zottirik gibi darbeci bir subay çıkabilirdi. Öyle de oldu!.. Çünkü kafası, basa basa ancak darbeye basdı.
Bir çeşni nevinden pek de bilinmeyen bir malumatı ekelim makâlemizin üzerine müsaadenizle! Böylecene belki daha rahat okursunuz. Domurcuk çayda dem, yandan çarklı dibek kahvede köpük, sıcak sahlepde tarçın niyetine bu bölüme serpişdirdiğimiz hakikât şöyle;
Sene, 1978... Vakit, askeriyemizin yüksek kademelerinde terfi vakdi... Sınıf arkadaşı merhum Alpaslan TÜRKEŞ’in tavsiyesi üzerine, Kara Kuvvetleri Komutanlığına zottirik Ahmet Kenan’ı tayin eden er kişi kim, biliniz bakalım? Zamanın Başbakanı Çoban Sülü. Bu atamayla Çoban Sülü, zottirik’e Genelkurmay Başkanı olma yolunu açıyor kendi elleriyle.
Gel zaman, git zaman... Al takke, ver külâh. Darbe kapıyı çalıyor... 12 Eylül darbesini yapdıkdan sonra biliniz bakalım, zottirik ilk iş olarak ne halt etdi? Kendisine Genelkurmay Başkanlığı yolunu açan kararnameye imza atan Çoban Sülü’nün bileklerine kelepce takdı hemencecik. Zottirik, Çoban Sülü’ye olan minnet borcunu, onu Zincirbozana hapsederek ödedi.
Görgüsüz birini kaymakam yapdılar! Gıcır makam goltuğuna gıçını goyup mesaiye başladığı ilk gün ne yapdı bu densiz?.. İşde zottirik de benzerini yapdı, lengeli fötürlü Çoban Sülü’ye!..(²)
“Çift ikramiye ile emekli”(³) olmak hayali kuran ebleh bir subayı Ege yöresinin tarlalarından şevketibosdan kopardır gibi kulağından tutup terfi ettirirsen işde böyle olur Sülü Çoban. Yemlersen böyle hain gara gargayı, oyuverir gözünü!
Zottirik, makam ve rütbe ile sınanırken azması için Allah o’na “koş ya kulum Ahmet Kenan!” dedi. Zottirik azacak, böylece cehenneme girmeyi sağlama bağlayacak idi peşinen. İmdi o artık hem Dövlet Başkanı hem Genelkurmay Başkanı hem de darbe artığı Millî Güvenlik Konseyi’nin Başkanıydı. Aslında başka başkanlıkları da var da bu makâlemizde saymaya değmez! Dövlet kademesinde üsdüne oturacak başka başkanlık da kalmadıydı zaten. Ne de olsa üstüne çöreklendiği Türkiye Cumhuriyeti’nin en kudretli ve tek adamıydı. Beslemeden asdığı asdık, beslemeyip de kesdiği gene asdık idi! Ali ezen, kelle kesen idi. Köpeksiz, hem de sahipsiz memleket bulduydu nasılsa. Eteğine dolanan diğer “bizim oğlanlar” ile beraber değneksiz dolaşıyordu arsızca.
Darbeci subaylar ve onların gıçını yalayan bazı devlet memurlarının ayak oyunlarına meze olup oradan oraya sürüklenen, örselenen, hırpalanan, tepiklenen, itilen kakılan bu Kanun maddesinin idam sephasına giden işkence ve çile dolu serüveni 1975 senesinde T.B.M.M.’de başladı! Ve başladığı tarihden tam 7 sene sonra gene aynı yerde kurulan dârağacında hitâm buldu! Sandalyeye tekmeyi de zottirik atdı netekim.
T.C. Ordusunun astsubayına yüksek öğrenimde “1 üst dereceden” intibak hakkı veren Kanun’un başına gelenler çiğ tavuğun, pişmiş kellenin, haşlanmış hindinin, kızartılmış kazın hattâ fırınlanmış kuzunun bile başına gelmedi.
T.B.M.M.’nin biz astsubaylara 1975 tarihinde verdiği hakkı, Zal Mahmut lakabıyla maruf kerizci Cumhurbaşkanı Fahri beyin fıştaklamasıyla önce, 9.7.1976 tarihinde Anayasa Mahkemesi’nin meşin suratlı, ve emir eri gibi davranan birisi gugu çiçeği kılıklı asker olmak üzere 7 hâkimi “kısmen” iptâl etdi. Bir başka ifadeyle, bu Kanun maddesinin hükmünü kelimenin tam anlamıyla iğdiş etdi.
1923 sayılı Kanun’un 37'nci maddesindeki hüküm ile, yüksek öğrenim tamamlamış astsubayların maaş intibakları, devlet memurlarına kıyasen “1 derece yukarıdan” yapılacak idi. 1976 senesinde, Anayasa Mahkemesi bu hükmü iptâl etdi. Yüksek öğrenimde intibak hakkı bakımından astsubayların, devlet memurları ile “emsâl” olduğuna karar verdi.
Bilâhare, 12 Eylül subay darbesinin esdirdiği kapuska kokan rüzgârını ve zottirik’in kaba gücünü arkasına alan Askerî Yüksek İdare Mahkemesi, 16.9.1981 ile 12.2.1982 tarihleri arasında bir tarihde gizli bir celseyle toplandı. Bu toplantının tarihini bugün dahi bilemiyoruz. Çünkü, bu toplantıda verdiği kararı bugün bile AYİM’in hâkim kılıklı subaylarının yüreği açıklamaya yetmiyor. Arsızca saklıyor bizden.
Bu gizli celsede, “Astsubaylar; asker değildir! Bilâkis, devlet memurudur” şeklinde mesnetsiz ve sapkın bir karar tesis etdi. Ve astsubayın hakkına bir darbe de AYİM vurdu. Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Astsubay isimli makâlemizde fâş etdiğimiz üzere, AYİM’in bu konuda verdiği meş’um kararının gerekcesinin de ne olduğunu bugün dahi bilemiyoruz.
Bildiğim kadarıyla AYİM, re’sen dava başlatamıyor. Öyleyse bu kararı vermesi için AYİM’e birisi dava açmış olmalı? Anayasa Mahkemesine verdiği yalan yanlış dolu beyanında astsubayın aleyhine takındığı tavrına bakılırsa davayı sanki M.S.B. açmış gibi görünüyor. Mahkemede davalı kim idi? Davacı kim idi? O zaman itibariyle bile emeklisi muvazzafıyla sayısı 150.000 bin civârında olan astsubaylar adına bu davayı kim, hangi hukûkî gerekceye istinaden nasıl başlatdı ve karara bağladı?
Kanunlara ve nizamlara mehel karar veren bir mahkeme, kararını saklamaz! Dünyaya fâş eder, değil mi? Astsubayın maaşı hakkında AYİM’in verdiği bu karar, kimse korkmasın, kainat sırrı değil neticede. T.B.M.M.’nin gizli celse tutanakları bile kendi örütbağ sitesinde cümle âleme tellâlsız ilân ediliyor bugün. İnsan, kendini utandırmayacak bir şeyi niye saklar? Bizlerden bu kararını bugün dahi sakladığına göre AYİM’in bu karar gerekcesi konusunda bir kuyruk acısı var. Veya eteğinde goçdaş şağı büyüklüğünde daşlar var. Ya da bu kararda AYİM’i bugünün koşullarında zor durumda bırakacak başka orostopolluklar gizli.
Ben, bu karar metnini istemek için M.S.B.’ye iki kere dilekce gönderdim. Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Astsubay isimli makâlemizde bahsetdiğimiz üzere AYİM, bu karar metnini vermeye tenezzül etmedi.
Üçüncü dilekcemi Başbakanlık BİMER’e gönderdim. M.S.B. verdiği cevapda şöyle diyor; “Talep etdiğiniz karar metnine AYİM’in internet sayfasından ulaşabilirsiniz.” Ben dilekcemde, karar metninin tarih ve numarasını talep etdim. Karar tarih ve numarasını bildirmek dururken M.S.B.’nin verdiği cevaba bakar mısınız? İyi niyetli ve samimi geliyor mu size? M.S.B.’den bir albayın imzalayıp gönderdiği bu cevabın devlet ciddiyeti ile alâkası var mı?
M.S.B’nin verdiği bu cevabın doğru olması ihtimâli bencileyin pek düşük de olsa merak edenlerin bakmasını rica ediyorum. Bu kararı gerçekden orada yayınlıyorlar mı acap?
Demidir, zülfü yâre dokunalım bu arada ve soralım! TEMAD sitesine farklı zamanlarda iki kere yazı gönderip sordum. Lâkin cevap alamadım. AYİM’in bu karar metninin bir örneği TEMAD’da var mıdır acap? Yoksa şayet, TEMAD’ın elde etmek niyeti var mıdır? Bu karar metnini elde etmek için TEMAD bugüne kadar herhangi bir hukukî işlem yapmış mıdır?..
Daha sonra AYİM’in aldığı bu kararı emir telâkki eden zamanın darbe artığı Millî Güvenlik Konseyi’nin beş generali devlet işini, orduyu sevk ve idare görevini bir yana bırakdı. Astsubayın bu hakkını gasp etmek için 12.2.1982 tarihinde 2596 sayılı Kanunu çıkartdı. Bu düzenleme ile astsubayın yüksek öğrenim hakkını 1975 öncesine ircâ etdi. Daha doğrusu gasp etdi. Bu Kanun maddesiyle Millî Güvenlik Konseyi, yüksek öğrenimde intibak konusunda astsubayların “devlet memuruyla eşit hakka” sahip olduğuna karar verdi.
İmdi, burada mis gibi kokan demli domurcuk çayınızdan, yandan çarklı dibek kahvenizden ya da sıcak sahlebinizden büyükce bir yudum hüpletin. Bu arada da aşağıdaki belgelere yakından bir nazar eyleyin.
Zal Mahmut lâkaplı Cumhurbaşkanı kerizci Fahri beyin ricasını emir telâkki eden Anayasa Mahkemesi, hukuk kaidelerini ve meslek ahlâkını ayaklar altında çiğnemekde beis görmedi. Ve subay emeklisi Fahri beyin buyruğunu hemen yerine getirdi. Yüksek öğrenim görmüş astsubaylara, devlet memurlarına kıyasen “1 üst dereceden” intibak hakkı veren T.B.M.M.’nin 1923 sayılı Kanun’unun 37’nci maddesinin ilgili hükmünü iptâl etdi.
Görevi yerine getirmenin keyfiye coşan Anayasa Mahkemesi, bu Kanun maddesine bir darbe vurması için AYİM’e havale etdi. Astsubaya vurulan darbeler silsilesinde AYİM, kapalı kapılar ardında gizli bir celsede aldığı bir karar ile “astsubayların asker değil fakat devlet memuru” olduğunu keşfetdi. Bu kararın ardından AYİM, astsubayları hedef gösterip topu zamanın Başbakanı subay emeklisi Bülent ULUSU’ya yuvarladı.
T.C. Ordusunun astsubayına darbe indirme sırası imdi darbeci bizim oğlanların işgâl etdiği Millî Güvenlik Konseyi’nde idi. Alışkanlık işde, can çıksa da huy çıkmıyordu! Aldığı bu kafa pasını zottirik’in parmak işaretiyle emir telâkki eden zamanın Başbakanı subay emeklisi Bülent bey, AYİM’in verdiği emri derhâl yerine getirmek üzere hemen kolları sıvadı. 16 Ekim 1981 tarihinde, tarihe dikkat buyurunuz, emir eri Bülent bey, Millî Güvenlik Konseyi’ne bir dilekce verdi ve şöyle dedi (Bkz. ↓);
Yukarıdaki evrakda yazanlara lutfen pür dikkat ediniz muhterem astsubay silahdaşlarım!... Tâbiri câizse emekli subay Bülent bey bu dilekcesiyle mandanın mâbadına suyu gaçırıyor!..
AYİM’in biz astsubaylardan saklamaya çalışdığı bir bilgiyi subay emeklisi Başbakan Bülent ULUSU burada fâş ediveriyor kendiliğinden! İstermisiniz? AYİM’in bizlerden köşe bucak sakladığı karar gerekcesi yukarıdaki evrakda görülen yalan ifadelerden ibaret olsun! Öğreneceğiz elbet!
Hemen ardından Meclis Plan ve Bütce Komisyonu devreye giriyor. 22 Ocak 1982 tarihinde Millî Güvenlik Konseyi’ne bir evrak gönderiyor ve şöyle diyor (Bkz. ↓);
Yukarıda temâşâ eylediğiniz evrak mucibince ve AYİM’in emriyle harekete geçen 44’üncü Hükûmetin Başbakanı subay emeklisi Bülent bey ve Bülent beyin parmak işaretiyle hazırlığa başlayan Meclis Bütce Plan Komisyonu, astsubayın yüksek öğrenim hakkını iğdiş etmek için kolları sıvadı. Ve devletin mesaisini, kağıdını, mürekebini astsubayın hakkını gasp etmek için hovardaca harcamaya koyuldu.
Millî Güvenlik Konseyi, darbeci başı zottirik başkanlığında toplandı ve 7 sene evvel zamanın T.B.M.M.’sinin verdiği kararın bu kez tam aksi yönünde bir karar verdi. Ve “Astsubaylar asker değil, devlet memurudur” diyerek 1923 sayılı Kanun hükmünü 2596 sayılı Kanun’un 1/c maddesiyle 12.2.1982 tarihinde iptâl etdi. (Bkz. Madde 1/c ↓)
Basında sık sık bahsi geçiyor. Görüyoruz ki 12 Eylül darbesini yapan bizim oğlanları yargılıyorlar. Hem darbeci subaylar yargılanıyor hem de yapdıkları 82 Anayasası yargılanıyor. Bu Anayasa’ya karşı nefret o düzeye geldi ki artık kimse sahiplenmiyor. Hukukcusuyla siyâsetcisiyle insanların kâhir ekseriyeti gayri meşru kabul ediyor. Muhalefetiyle iktidarıyla bütün milletvekilleri zottirik’in yapdığı bu Anayasa’yı kökden değiştirmeye çalışıyor.
Madem ki 82 Anayasa’sının bugün itibariyle gayri meşru olduğu yönünde kuvvetli bir kanaat var öyleyse bu Anayasa’yı yapan iradenin arkasındaki Millî Güvenlik Konseyi’nin mevcudiyeti ve kabul etdiği Kanunlar da gayri meşrudur.
Şu hakikâti herkes görsün, herken anlasın! T.B.M.M.’de vekillerin toplandığı salonun duvarında doksan seneden beri ne yazıyor? Hâkimiyet (Egemenlik) Kayıtsız Şartsız Milletindir! Peki, bu darbeci eli kanlı 5 subay Milletin hâkimiyetini temsil edebilir mi? Asla temsil edemez!.. Çapları, kuturları, bilgileri, kumaşları ve hele hele yürekleri yeter mi? El cevap; asla yetmez!..
Öyleyse yiğit astsubay meslekdaşlarım, 12 Eylül subay darbesi ne kadar gayri meşru ise yukarıda gördüğünüz darbeci 5 subayın yapdığı 2596 sayılı Kanun da o kadar gayrimeşrudur. Darbeci subaylar, Yüce Türk Milletinin ve Meclis’in irâdesini ayaklar altında çiğnereyerek bu Kanun’u çıkardılar. Bir başka ifade ile bu Kanun alenen gayri meşrudur.
Darbeci subayların yapdığı darbe ve darbe mahsulü Anayasa bugün ne kadar tartışmaya açık ise bu Kanun da o mertebede tartışmaya açıkdır. TEMAD, bu fikirden hareket ederek bu Kanun maddesinin iptâli yönünde derhâl hukukî bir hamle başlatmalıdır.
Darbe yapıp Genelkurmay Başkanlığı’nin üzerine çöreklenen eli kanlı 5 subay, bildik bir çirkefli tezgahı sahneye koydu. Gene bir zarf ve mazruf orostopolluğu! Olmadı astsubaya, oldu subaya!..
Astsubay, bahâne; subaya, şahâne! Astsubayın yüksek öğrenimden neşet eden “1 derece yukarıdan” intibak hakkını gaspeden darbeci subaylar, 27 maddelik aynı Kanun torbasının içine, kendileri için çifte kaymaklı bir makam tazminatı sakladı, iyi mi? Hem de damga vergisi hariç, sair bütün vergilerden muaf olmak şartıyla (Bkz. Ek Madde 18 ↓).
Yukarıda mezkûr Kanun hükmünün Ek Madde 18’inde görülen cümlede yazılı iki hususa yakından bakınız.
Birincisi, Kanun’un kabul edildiği oturumu yöneten Başkan’ın kim olduğuna dikkat duyurunuz.
İkincisi, sadece Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarına tazminat verilmiş, çok değil demeyiniz! Bakınız neler olmuş müteakip yıllarda;
1 12/2/1982 tarihli ve 2596 sayılı Kanunla 926 sayılı TSK Personel Kanununa eklenen Ek 18 nci madde ile Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanına makam tazminatı ödenmesine imkân verildi.
2 26/6/1984 tarihli ve 241 sayılı KHK’nin 39’uncu maddesi ile Orgeneral ve Oramiral rütbesindeki subaylar da makam tazminatı kapsamına dâhil edildi.
3 24/12/1986 tarihli ve 265 sayılı KHK’nin 3’üncü maddesi ile Ek 18’nci madde değiştirildi ve makam tazminatı general ve amiral rütbesindeki personelin tamamına teşmil edildi.
4 09/04/1990 tarihli ve 418 sayılı KHK’nin 21’inci maddesi ile 926 sayılı TSK Personel Kanununa V sayılı Makam Tazminatı Cetveli eklendi ve kıdemli albaylara da makam tazminatı ödenmeye başlandı.
5 27/12/1991 tarihli ve 475 sayılı KHK’nin 10’uncu maddesi ile anılan Cetvelde yer alan “kıdemli albaylar” ibaresi “albaylar” olarak değiştirilerek, albay rütbesindeki subayların tamamına makam tazminatı ödenmeye başlandı.
6 13/07/1993 tarihli ve 486 sayılı KHK ile de kıdemli albaylar ve albaylar için farklı makam tazminatı göstergesi tespit edildi. Aynı rütbede olan subayların farklı makam tazminatı alması bakımından dikkat çok çeken bir durumdur.
7 19/12/1996 tarihli ve 568 sayılı KHK’nin 3’üncü maddesi ile 926 sayılı TSK Personel Kanununa ekli V Sayılı Makam Tazminatı Cetveli değiştirilerek, yarbay rütbesindeki subaylara da makam tazminatı ödenmeye başlandı.
Sadece subaylara verilen her türden işbu tazminatlar konusunda şu fakirin dikkatini celbeden bir bit yeniği var. Size anlatayım;
Bilginiz üzere KHK’ler, kısa yoldan amaca ulaşmak için olağanüsdü hallerde başvurulan kesdirme bir hukuk yordamıdır. Meclis’in gerçek iradesini asla temsil etmez. Zamanın hükûmetlerinin bu hususu sulandırıp hiç lüzumu yokken tomar tomar KHK çıkartması Anayasa Mahkemesinde sık sık dava konusu edilmiş. Yapdığı inceleme sonucunda dava edilen KHK’lerin önemli kısmını Anayasa Mahkemesi iptal etmiş.
Fakat subayların cebine çeşit çeşit tazminat girmesi için çıkartılan KHK’lerin bugüne kadar hiç birisine kimse dokunmamış. Hiçbirisi dava konusu edilmemiş. Şayân-ı dikkat bir vaziyet, değil mi?
Yüksek öğrenim gören astsubaya verilen intibak Kanunu’nu fener bosdanındaki teveğin dibinden daş ayıklar gibi arayıp bulan ve iptâl eden Anayasa Mahkemesi, subayların elvan çeşitli tazminat KHK’lerine niye dokunmaz?
Çekirge istilâsını bilirsiniz. Yüz milyonlarcası sürü halinde aynı anda saldırır! Ortalıkda ne bulursa bir iki dakika içinde sömürür, yer bitirir. Hattâ kendi ölülerini bile!.. Hızlı bir istilâ biçimidir. Seyretmekden başka bir şey gelmez insanın elinden.
Lâkin hızlı istilâ etmenin kötü bir tararfı vardır; hemen fark edilir!
Hızlı istilâ etmenin bu mahzurunu bilen Genelkurmay Başkanımız ve kuyruğuna takdığı Millî Savunma Bakanımız, makam tazminatı konusunda hiç acele etmedi. Çünkü kendileri çekirgeden akıllılar ya! 12 Eylül subay darbesinden sonra memleketi zapt-ü rapt altına alıp idarenin üzerine yuvalanan zottirik; Dövlet Başkanı, Genelkurmay Başkanı, Millî Güvenlik Konseyi Başkanı, Bülbül Ötüşlü Kanarya Sevenler Derneği Başkanı ve Nü Ressamlar Derneği Başkanı olduğu bir zamanda Kanunları dulda köşelerde kısdırdı. Ve “bizim oğlanların” el kaldırıp indirmesiyle subaylara tazminat veren 2596 sayılı bu Kanun’u 1982 senesinde kabul etdiler.
Astsubayın yüksek öğrenim kıdem hakkını gasbetmek için kalkan eller bu kez de subaylara makam tazminatı vermek için kalkdı. Kendileri çaldı, kendileri oynadı!
Allah rahmet etsin! Kervan, yolda düzülür dediydi babamın anası Emsâl ebem. İpdil bir Kanun çıkart. Gerisi gelir nasılsa. Alışmış, gudurmuşdan beterdir, değil mi? Bu Kanun’a yaslanarak kısa yoldan 6 dane daha KHK çıkart ve Kanun’u ilisdire çevir.
Kendi çıkartdıkları bu Kanun’u dayanak gösterip hemen hemen her sene gizliden gizliye birer KHK çıkartdılar. İstilâyı, afedersiniz, makam tazminatını böyle yaparak hem zamana yaydılar hem de Kanun’da tazminat hakkı olmayan subaylara teşmil etdiler. Ve böylece Meclis gündemine taşımadan, görüşmeden sadece kulislerde ayartdıkları Bakanların imzasıyla gizlice kabul ettirdiler. Niye böyle yapdılar? Subayların, havuduyla yutduğu çifte hörgüçlü tazminat develerini kimseler görmesin, kimseler fark etmesin diye!.. Subaylar, çekirge mi?..
Nasıl buldunuz babayiğitler? Mükemmel bir dümen, kibar bir yol, şirin bir yordam, şahâne bir tabiye (taktik), harika bir tezgâh (strateji) ve nihâyet kurnazca bir tuzak, değil mi?...
Bilirsiniz, KHK’ler sadece olağanüsdü hallerde başvurulan ve tatbik edilen bir hukuk çığırıdır. Bu anlamda Meclis’in iradesini yansıtmadığı için tartışmaya müsaitdir. Subayların cebine sırf biraz daha fazla para girmesi için çeşit çeşit tazminat KHK’leri peydahlamanın olağanüstü bir önceliği, ehemmiyeti var mıdır? El cevap, elbette yok. Çünkü ne diyor muhterem subaylarımız? Önce Vatan. Peki, dillerinden dökülen bu kelâmın doğru olduğunda samimi iseler şayet memleketde hayat günlük seyrinde, vatandaş kendi hâlinde devinip giderken niye olağanüstü bir hukuk kuralını işletdiler? Efendim?...
İşde, subayların vatan sevgisi diye gıçlarını yırtdıkları bu hudutsuz soytarılıkların arkasında aslında böylesi ballı-gaymaklı ve elvan çeşit tazminatların hepsinin birden sadece kendi midelerine indirilmesi gerçeği yatıyor can dostlarım!
Astsubay hakları söz konusu olunca pişkin pişkin “Valla arkadaşlar defalarca hükûmetden istedik fakat onlar vermedi”, “Devletimizin imkânları dahilinde..”, “Bir sistem bütünlüğü içinde..” ya da ucuz beylik laflarıyla “Statü” deyip konuyu kendi akıllarınca kapatıyorlar. Fakat sıra kendilerine gelince çifte hörgüclü hecin devesini havuduyla yutmakda sınır tanımıyorlar. Ebemkuşağı renkli binbir türlü KHK’yi tereyağından kıl çeker gibi kaş ile göz arasında şıp diye çıkarttırıyorlar.
Astsubayların hak taleplerini duyunca karınlarına sancılar giren ve hakkımızı vermemek için onyüzbin dereden çamurlu su getiren özel Genelkurmay Başkanımız, bugün bir KHK de biz astsubaylar için çıkarttırsın bakalım. Çıkarttırsın da niyetinde samimi olduğuna biz de kanaat getirelim. Ne dersiniz? Yapabilir mi?..
İmdi ben bu kaltabanlığı yapanlara; bölücü, şeref fukarası, gerici, kerizci, gugu çiçeği, edepsiz, alabacak, darbeci, dinazor vb. sıfatlarını takarsam suç mu işlerim? Söyleyin Allahaşkına! Günaha mı girerim garındaşlar?..
Elbette kepâzelik Makam Tazminatı ile sınırlı değil. Komutanlık Tazminatı, Kadrosuzluk Tazminatı, Görev (Hizmet) Tazminatı, Temsil Tazminatı... Hepsinde de durum aynı. Bu tazminatların tamamını senelerden beri sadece subaylar mideye indiriyor! Mefhumu muhalifinden söylersek, Genelkurmay Başkanlığı bu tazminatların hiçbirisini astsubaylara vermiyor.
Bütün bu edepsizlikler yetmezmiş gibi bir de Görev (Hizmet) Tazminatı var ki astsubaylara yapılanlar neresinden bakarsanız bakın tam bir arsızlık örneği... Bu hususu Makam Tazminatının Fesat Sarmalı isimli makâlemizde fâş eyledik. Bâdı hevâdır, okuyunuz! Hem de sevapdır.
Karnı gövdesinden geniş ve omurgasız üç beş haset-fesat asker düşmanı subayı keçekülâh etmediğimiz sürece biz astsubaylara yapılan bu hudutsuz adâletsizlik ve ölçüsüz haksızlık devam edecek, bunu böyle bilelim. 1980 darbesini yapan subaylar ile içinde olduğumuz 2013 senesinin komuta kademesinde oturan subayların bu tazminatlar konusunda zihniyetleri birbirinin tıpatıp ruh, beden ve zihniyet ikizidir.
Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz diyen gözlüklü, göbekli ve kısa boylu o ebleh Cumhurbaşkanı’nın kemikleri sızlasın! Zottirik Ahmet Kenan, makam tazminatı Kanun’u çıkartdı. Kendinden sonra o goltuğa gıçını goyan gomutanlarımız, bu Kanun’a yaslanarak ve çakdırmadan farklı tarihlerde 6 KHK daha çıkartdılar. Tıpkı ötürüklü göt gibi zırt-pırt bir daha, bir daha, bir daha... Ve KHK çıkartmaya doymadı utanmaz subaylar! Bakalım sırada kendileri için hangi KHK’ler var?..
TESUD’un dolduruşuyla vecde gelen Genelkurmay Başkanımız, makam tazminatını şimdi de binbaşı rütbesindeki subaylarına vermek için kıvranıyor. Ve duldalarda köşe bucak mehel bir fırsat kolluyor. Bu fesat kumpanyasında gene astsubay iki kademeli kıdemli başçavuşlar öne sürülüyor. Hüsniyetli bazı meslekdaşlarımız da bu gizli tuzağı kanıksamış ve peşinen kabul etmiş görünüyorlar. Merak etmesinler! Yanıldıklarını görecekleri günler yakındır. Çünkü torbanın içinde gene sadece subaylar olacak.
Makam tazminatını binbaşılar için kotardıkdan sonra aynı ya da başka bir tezgâhı yüzbaşılar, üstteğmenler, teğmenler ve astteğmenler için sahneye sürecekler tabi ki.
Kendi parasıyla yüksek öğrenim yapan T.C. Ordusunun astsubaylarının “maaş intibak meselesini” anlayabilmemiz için evvela bu konuda devlet memurları hakkında Başbakanlığın yapdığı düzenlemeleri tetkik etmemiz gerekiyor. Bunun iki sebebi var.
Birincisi; malumunuz AYİM, yüksek öğretim konusunda astsubayın asker değil fakat devlet memuru olduğuna karar verdi.
İkincisi, Genelkurmay Başkanlığı, astsubayların eğitim hakları konusunda hep devlet memurlarını geriden takip etdi. Devlet memurları için yapılan düzenlemelerin daha kötüsünü, hem de gecikdirilerek astsubaylar için yapdı. Çünkü astsubayları perişan eden yüksek öğretim intibakı konusunda subayların tuzu kuru idi. Çünkü subayların artık bu konuda alacak başka bir şeyleri kalmamışdı. Çünkü bu konuda verilebilecek her şey subaylara mezun olduğu gün verilmişdi.
KEY ödemelerini hatırlayınız. Subaylara lojman tahsis edildiği için KEY aidatı ödemediler. Bu sebepden dolayı KEY alacakları da olmadı. Astsubayların kâhir ekseriyetine lojman verilmediğinden dolayı kirada oturmak zorunda kaldılar. KEY aidatı, astsubayların maaşlarından kesildi. Üstelik tercih hakkı vermediler. Gün gelip çattı ve hükûmet KEY’leri iade etmeye karar verdi. Fakat devletin kurumları, bizden aldığı aidatları doğru dürüst kayıtlara geçirmedi. Üsdelik maaşımızdan kesdiği aidat karşılığında bize herhangi bir belge de vermedi. Ödeme günü geldiğinde hesaplarlar alt üst oldu. Maaşımdan 7 sene boyunca KEY aidatı kesen görev yapdığım 3 askerî kurum, peşin peşin kesdiği aidatlar karşılığında bana belge veremedi. Dediler ki sizde belge varsa getirin bir bakalım!... Vermediğiniz belgenin, belgesi mi olur pzvnkler?
İşin içinde subaylar olmadığı için gerek M.S.B. gerekse Genelkurmay Başkanlığımız bu meseleye türkü çığırı çığırı yaklaşdı. Ve binlerce astsubayı KEY mağduru etdi. Okuduğunuz bu sözleri kağıt üzerine akıtan şu fakir de KEY mağdurur kendileyin. Başından son gününe kadar maaşımdan kesdikleri halde sadece 12 (oniki) TL tahakkuk ettirdiler. Almadım. Ve bugün itibariyle bir tekaüt maaşına denk gelen KEY paramız köy sandığına kaldı.
Makâlemize kaldığımız yerden devam edelim. Biz astsubayların yüksek öğrenimden neşet eden maaş intibak hakkının iğdiş edilmesini konuşuyorduk, değil mi?
İşin içinde astsubay olduğundan dolayı Genelkurmay Başkanlığı, astsubayların yüksek öğrenim intibakı konusunda hep önce bekle-gör, sonra da oyala yöntemine başvurdu. Çünkü bu meseleyi zamana yayıp gecikdirmeyi kendi menfaatine daha uygun buldu.
Yüksek öğrenim intibakı konusunda önce devlet memurları yürüdü, iz bırakdı. Genelkurmay Başkanlığı ise ancak memurların izinden gitmeyi tercih etdi. Üstelik her zaman ve kasden gecikmeli olarak...
Astsubayların özlük haklarının iyileştirilmesi konu edildiğinde hiç acele etmedi. Söz konusu hakları önce devlet memurları aldı. Genelkurmay Başkanlığı daha sonra harekete geçdi. Misal, TSK Personel Kanunu...
Başbakanlık, 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unu 1965 senesinde hazırlayıp meriyyete sokdu. Fakat Genelkurmay Başkanlığı 926 sayılı TSK Personel Kanun’unu ancak 2 sene sonra, meriyyete koyabildi.
Bir örnek daha; Harb okullarının öğretim süresini 1 tek günde önce 2 seneden 3 seneye, daha sonra da 4 sene çıkartdı. Fakat astsubay okullarının 1 sene olan eğitim seviyesini ise harp okullarından tam 32 sene sonra 2 seneye çıkartdı. (bkz.)
Sadece bu iki örnek bile Genelkurmay Başkanlığının astsubay meselesine bakış açısını çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bunları yazıp söyleyince bize “muvazzafları tahrik ediyorsunuz!” diyorlar. Peki bu haksızlıkları yapan subaylara biz ne diyelim?..
1923 sayılı Kanun konusunu yazmaya karar verdiğim günden buyana zihnimde sürekli vecd-i zikir eyleyen ve fakat cevabını bulamadığım bir sual var, can dostlarım! Bu sorunun cevabı, biz astsubaylara yapılan bütün hak gasplarının odağıdır, merkezidir, rahmidir.
12 Eylül 1980 zottirik darbesinden hemen sonra, 1981 ile 1982 arasındaki bir tarihde Askerî Yüksek İdare Mahkemesi, gizli bir celseyle toplandı ve astsubaylar hakkında bir karar verdi. Bu kararında AYİM dedi ki; “Yüksek öğretim intibakı konusunda astsubaylar, 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unda tasnif edilen Genel İdare Hizmetleri sınıfına dâhil devlet memurdur.”
Astsubayların devlet memuru cenderesine sokuşdurulması konusunda bildiğimizin hepsi bu kadar. Çünkü astsubaylar hakkında verdiği bu karar metnini AYİM, biz astsubaylardan hâlâ gizliyor.
Bugün bu memleketin Başbakanı da devlet memuru, Cumhurbaşkanı da devlet memuru. Fakat, subayların hiçbirisi devlet memuru değil. (bkz.)
Devlet memuru kardeşlerimiz yanlış anlamasınlar. Bizim reddiyemiz, devlet memuru olmaya değil. Devlet memuru olmak da biz astsubaylar için şerefdir. Bizim itirazımız, hangi Kanun’a tabi olduğumuzu bilmemek. Memurlar, 657’ye tabi. Subaylar, 926’ya tabi. Peki, ya biz astsubaylar hangi Kanun’a tabiyiz Allahaşkına?..
AYİM bu sapık kararını, aşağıya sûretini yapışdırdığım 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’u madde 1’de görülen hükme aykırı olarak verdi. Duymayanlar da duysun gâri!.. (Bkz. ↓)
Edes’li selim(!) akıllı bir işadamımız, devletin bankalarından birisinden usulsüz kredi almak istedi. İşi kolayca kotarmak için o bankanın engin tecrübeli civan müdürüne rüşvet verdi. Çevirdiği dolap ayağına dolaşan bu işadamı birgün soluğu mahkemede aldı.
Mahkeme hâkimi, banka müdürüne sordu; Rüşvet aldığınız iddia ediliyor. Ne diyeceksiniz?
Banka Müdürü cevapladı; Hayır almadım! Rüşvet aldığımı iddia eden varsa belgesini göstersin!
İşadamı hemen atıldı ve hiddetle şöyle bağırdı; Rüşvetin belgesi mi olur, lan pzvnk?
AYİM’in astsubayları devlet memuru sınıfına sokması da en az bu rüşvet kadar ahlâksızdır, Kanunsuzdur. Bunu söylemek için hukuk ilmetmeye hâcet var mı? Üstelik yukarıda gördüğünüz üzere bu Kanunsuzluğun belgesi de var. Üsdüne basa basa kasden ve hile ile Kanun’u çiğneyen hukuk katili AYİM’in bu zorbalığına, arsızlığına, bu kanun tanımazlığına bakalım kim, ne zaman dur diyecek!
AYİM’in bu kepâze kararını unutmamak üzere bir kenara koyalım ve konumuza devam edelim.
Bu mukaddimeden sonra zihnimiz işin ayrıntılarını kavramaya hazır hâle geldi zannımca. Şimdi gelelim biz astsubayların yüksek öğrenimden neşet eden maaş intibak hakkına. Bu hususda devlet ricâlinin eyyâm-ı bahuru yaşadığımız şu ikibinonüç senesine kadar yapdığı icraata bir nazar eyleyelim.
Meselenin kolay kavranması için bu konuda bugüne kadar yapılan düzenlemeleri zaman/olay bağlantısı içinde ele alacağız.
Zamanın Cumhurbaşkanı, Zal Mahmut lakabıyla maruf kerizci Fahri bey. Başbakanı, Çoban Sülü.
Bizim anlayacağımız kelâm ile izah edelim. Yüksek öğrenimi Kanun’daki lafzıyla “üst öğrenim” intibak hakkı, 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’una tabi olan memurlar için, 1897 sayılı Kanun ile 15.5.1975 tarihinde ilk defa verildi. (Bkz. ↓)
“Madde 36 bent (A) alt bent (12–d) – (15/5/1975 tarih ve 1897 sayılı Kanunun hükmüdür)
d) Memuriyette iken veya memuriyetten ayrılarak (87 nci maddeye tabi kurumlarda çalışanlar dahil) üst öğrenimi bitirenler, aynı üst öğrenimi tahsile ara vermeden başlayan ve normal süresi içinde bitiren emsallerinin ulaştıkları derece ve kademeyi aşmamak kaydıyle, bitirdikleri üst öğrenimi giriş derece ve kademesine memuriyette geçirdikleri başarılı hizmet sürelerinin tamamı her yıl bir kademe her üç yıl bir derece hesabıyla ilave edilmek suretiyle bulunacak dereceve kademeye yükseltilirler.”
İşbu Kanun’a göre, yüksek öğrenimde geçen her başarılı 1 seneye karşılık 1 kademe maaş intibak hakkı verildi. Bu hak, bugün hâlâ aynen geçerlidir. Örnekleyelim; 2 senelik eğitime 2 kademe, 3 senelik eğitime 3 üç kademe, 4 senelik eğitime karşılık olarak da memurlara 4 kademe maaş terfisi verilmesi hükme bağlandı.
Devlet memurlarına bu haklar verilirken Genelkurmay Başkanlığı olanları seyretmeyi yeğledi. Çünkü bu düzenlemeler subayları ilgilendirmiyordu.
Yüksek öğrenim yapan astsubaylara, devlet memurlarına kıyasen “1 üst dereceden” intibak hakkı veren 1923 sayılı Kanun’a burada temas etmeyeceğim. Merak buyuranlar bu konu hakkında daha önce yazdığımız 4 makâleyi inceleyip işin aslını öğrenebilirler.
1 sene sonra, 1976 senesinde Anayasa Mahkemesi bu Kanun’un bu hükmünü iptal etdi. Bu konuda yapılan orostopollukları da bu dizinin önceki makâlelerinde izah etmeye çalışdık.
Bizim oğlanların başı zottirik; Dövlet Başkanı, Genelkurmay Başkanı, M.G.K. Başkanı vs ...
Başbakan, emekli subay Sayın Bülent ULUSU.
Millî Savunma Bakanı, Sayın Ü. Haluk BAYÜLKEN.
1976’dan 1982’ye kadar geçen 6 sene içinde astsubayların yüksek öğrenim intibakı konusunda Genelkurmay Başkanlığı hiçbir düzenleme yapmadı. Elleri böğründe hoyuk gibi bekledi.
12 Eylül subay darbesinden sonra 1982 senesine gelindiğinde zottirik, 2596 sayılı Kanunu çıkartdı. Bu Kanun’un getirdiği hüküm ile astsubaylar 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unda tarif edilen “Genel İdare Hizmetleri” sınıfa dâhil memur kabul edildi. (Bkz. ↓)
Madde 137, fıkra 4, bend (c) – (12/2/1982 tarih ve 2596 sayılı Kanunun hükmüdür.)
Astsubaylar hakkındaki gösterge tabloları EK - VIII sayılı cetvelde gösterilmiştir. Görevde iken yükseköğrenimini bitiren astsubayların intibakı; 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun Genel İdare Hizmetleri sınıfında aynı yükseköğrenimi bitirenler için tespit edilen derece ve kademelerden hizmete başlamış kabul edilerek yapılır.”
Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim! Biz astsubaylara 1975 senesinde verilen “1 üst dereceden” intibak hakkımız, bu Kanun ile gasp edildi. Fakat hemen aşağıdaki satırlarda bahsedeceğimiz üzere, 1993 senesinde astsubayların intibak hakkı, yukarıdaki Kanun maddesinde öngörülen seviyenin bile “1 kademe” gerisine götürüldü.
Yukarıda görülen düzenleme şunu ifade ediyordu. Yüksek öğrenim konusunda astsubaylar, 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’una tabidir. Bu konuda, “astsubaylar, devlet memurudur.” Genel İdare Hizmetleri sınıfına dahil memurlara verilen başarılı her “1 seneye” karşılık “1 kademe” yüksek öğrenim intibak hakkının aynısı astsubaylara da verilir.
Bu tarihlerde bu hakdan istifade ederek “bire bir” intibak yapdıran meslekdaşlarımız var mı, bilmek isterim doğrusu!
Cumhurbaşkanı, tabi ki Çoban Sülü...
Başbakan, Prof. Dr. Tansu ÇİLLER.
Millî Savunma Bakanı, Polis Müdürü Nevzat AYAZ.
Genelkurmay Başkanı, Orgeneral Sayın Doğan GÜREŞ, İkinci Başkanı Orgeneral Sayın Fikret KÜPELİ.
9 Ağustos 1993 tarihinde İkinci Başkanlık görevine gelen ise Hava Orgeneral Sayın Ahmet ÇÖREKCİ.
1993 tarihine gelindiğinde çok tuhaf bir olay zuhur eyledi. Çifte vatandaş Tansu ÇİLLER başkanlığındaki zamanın 50’nci hükûmeti 499 sayılı KHK’yi Meclis’den geçirdi. Bu KHK’de mezkur düzenleme ile, devlet memurlarına verilen hakkın aynısını vermek şöyle dursun astsubaylara 1982’de verilen intibak hakkını(!) daha da kötüye götürdüler.
“Astsubaylar hakkındaki gösterge tabloları EK-VIII sayılı cetvelde gösterilmiştir. Yükseköğrenim yapmış olan astsubayların intibakı; 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun Genel İdare Hizmetleri Sınıfında aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tespit edilen derece ve kademelerden hizmete başlamış kabul edilerek yapılır. Bu intibaklar bir defa ve personelin fakülte, yüksekokul veya meslek yüksekokulunu bitirdiğine dair resmi belgeyi ibraz edip müracaatını yaptığı tarihteki derece ve kademelerine, 2 yıl süreli yüksek öğrenim için 1 kademe, 3 yıl süreli yüksek öğrenim için 2 kademe, 4 yıl süreli yüksek öğrenim için 1 derece ilave edilerek yapılır. 5 yıl ve üzerindeki öğrenimlerin 4 yıldan fazlası için kademe verilmez.”
Yukarıda yazılı satırları şu fukara okudu. Her iki Kanun hükmü arasında en ufak bir benzerlik göremedi, bulamadı. Bir de siz okuyunuz can dostlar. Söyleyin bakalım, 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’u, madde 36 “ORTAK HÜKÜMLER” bölümü, fıkra (A), (12) numaralı bent, (d) alt bendinde bahsedilen hüküm ile 926 sayılı TSK Personel Kanun’u madde 137/c’de bahsedilen hüküm arasında en ufak bir benzerlik var mı?
Zamanın Başbakanı çifte vatandaş Tansu bacının biz astsubaylara atdığı bu çifte budaklı ve hattâ yağsız kazığın esbab-ı mucibesini anlamalıyız yiğitler!
Hiç kuşku yok ki zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın Doğan GÜREŞ ve bilhassa İkinci Başkanı Orgeneral Sayın Fikret KÜPELİ’nin bu hakkımızın gasbı konusundaki paylarını görmeliyiz.
İkinci Başkanlık görevi 9 Ağustos 1993 tarihinde devir-teslim edildi. Bu tarihden sonraki görevi Hava Orgeneral Sayın Ahmet ÇÖREKCİ teslim aldı.
İşbu KHK Meclis’de görüşülüp kabul edilirken Sayın ÇÖREKCİ de astsubayların hakkının alenen gasp edilmesini elleri cebinde ve ıslık çalarak seyretdi.
“Çiller'e hayrandı!
Öylesine hayrandı ki,
GÜREŞ Paşa bir röportajında “Tansu Hanım şak diye emrediyor; ben, tak diye yapıyorum!'' demiş, adeta emir subayı gibi konuşmuştu! (⁴)”
Görev süresinin uzatılacağı işaretini alan etekli (⁵) GÜREŞ Paşamız, sırf ikbâli uğruna bu emeline nâil olmak için eteği boklu Tansu hanımın dizinin dibinde dolaşmış ve fazladan 1 sene daha Genelkurmay Başkanlığını koparmışdı.
T.C. Ordusunun astsubayının yüksek öğrenimden neşet eden “1 kademesinin” gaspbedilmesini de Başbakan Tansu hanım şak diye emretdi,
Sağ cenahınızda tavsırını gördüğünüz bu üç komutanımız, biz astsubaylara yeni haklar vermek şöyle dursun, elimizdeki hakkımızı gasp etdiler.
Kendileri söylüyorlar. Komutan, yapdığı iyi işlerden olduğu kadar kötü işlerden de sorumludur. Bu düzenleme ile sayın komutanlarımız ailesiyle birlikde milyonlarca astsubayın vebâlini ve bedduasını aldı. Ve biz astsubayların sırtına kelimenin tam anlamıyla bir hançer daha sapladılar.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu madde 36/d’nin mevcut kapsamını iyice daraltan söz konusu bu KHK, 926 sayılı TSK Personel Kanunu madde 137/c’ye de ilk defa girdi. Çünkü bu tarihden önce böyle bir hüküm yok idi.
Böylece, astsubayların 1982 senesinde mevcut olan “bire bir” yüksek öğrenim intibak hakkı, 1976 senesine göre bile daha kötü bir duruma götürüldü. 657 Sayılı Devlet Memuru Kanun’u ile T.C. vatandaşı olan her memura “1 seneye 1 kademe” kıstasına göre verilen yüksek öğrenim maaş intibakı, astsubaylara gelince “1 kademe eksik” olarak verilmeye başlandı. Etekli-Küpeli-Çörekci Paşa üçlüsünün bu konuda yapdığını, astsubayların azılı düşmanı olan zottirik bile yapmadı biz astsubaylara.
1993 senesinde “1 alt kademeden” yapılmaya başlanan biz astsubayların yüksek öğrenim intibakları, bu makâleyi okuduğunuz ikibinonüç senesinde bile hâlâ aynı şekilde “1 alt kademeden” yapılıyor.
“1 üst dereceden” diyerek astsubaylara 1975 senesinde verilen yüksek öğrenimde maaş intibak hakkı, tam 20 seneden beridir “1 alt kademeden” yapılıyor. Nereden, nereye?...
Cumhurbaşkanı, hukuk timsâli diye hakkında güzellemeler düzülen Sayın Ahmet Nejdet SEZER.
Başbakan, Kıbrıs Fâtihi diye yutturulan Halkcı Bülent ECEVİT.
Genelkurmay Başkanı, Orgeneral Sayın Hüseyin KIVRIKOĞLU.
İkinci Başkanı, Orgeneral Sayın Mehmet Yaşar BÜYÜKANIT.
12 Eylül zottirik darbesinin dayatdığı örfî idare döneminde ve aslında darbecilerin devamı olan hükûmetler, akla ziyân tûl-i emellerini kısa yoldan tahakkuk ettirmek için hovardaca KHK’ler çıkardılar.
Bu dönemde o kadar çok KHK çıkartmışlar ki ne zaman, hangi KHK’yi imzaladıklarını kendileri bile takip edememiş. Öyle ki zamanın hükûmetlerinin yürürlükde zannedip bu KHK’lere istinaden meriyyete koyduğu bazı KHK’lerin çokdan yürürlükden kaldırıldığı ya da Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği çıkmış ortaya.
Zottirik, Cumhurbaşkanlığı goltuğundan gıçını galdırıp gözyaşlarına gark olarak Marmaris’in yolunu tutduktan sonra, kendisinin devrinde sürekli tecavüz altında tutulan hukuk, memlekette tedricen işlemeye başladı.
Devlet memurlarının özlük haklarını düzenlemek için çıkartılan KHK’ler de bu aymazlıklar silsilesinden nasibini almış. Hükûmetlerin bu konuda çıkartdığı KHK’leri Anayasa Mahkemesi birer ikişer iptal etmeye başlamış. İntibaklar konusunda kabul edilen KHK’leri Anayasa Mahkemesinin iptal etmesi üzerine bizim askerî ricâl hemen mesaiye başlamış.
KIVRIKOĞLU-BÜYÜKANIT ikilisinin görevde olduğu 28.6.2001 tarihinde Meclis, 4699 sayılı Kanun’u kabul etdi. Bu düzenleme ile, 499 sayılı KHK’de bahsedilen câri durum, böylece Kanunlaşdırıldı. 4699 sayılı Kanun ile yapılan aslında malumun ilâmından başka bir şey değildi.
Fakat bu muhteşem ikili, astsubayın mevcut hakkının gasbedilmesine sessiz kalarak bu haksızlığa çanak tutdular. Tıpkı oduncu-tilki hikâyesinde, oduncunun yapdığı hainliği bu ikili biz astsubaylara yapdı. Üstelik astsubayların hiç bir suçu günâhı olmadığı halde...
Böylece astsubayların yüksek öğretimden neşet eden “bire bir” kıstasına göre yapılan intibak hakkından ”1 kademe” gasbedilmesi Kanun hükmüne bağlandı.
Bu Kanun hükmü, şu satırları okuduğunuz ikibinonüç senesinin Mübârek Şehr-i Ramazanda bile hâlâ meriyyetdedir yiğit kâriler!..
499 sayılı KHK, 1993 senesinde Meclis’de görüşülmeden konuşulmadan Bakanların imzasıyla meriyyete konuludu. Zamanın Cumhurbaşkanı Çoban Sülü de incelemeden bu KHK’ye basdı imzayı.
Fakat 2001 senesinde bu hak gasbı Meclis’e getirildi ve herkesin görüşüne açıldı. Astsubayların yüksek öğrenim hakkından “1 kademe” gaspeden bu Kanun maddesinin Meclis’de görüşülmesi esnasında kimse söz almadı. İşin aslını merak eden olmadı. 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’una açıkdan aykırı olduğuna bakmadı. Astsubaylar, Meclis’de tam anlamıyla câmi avlusuna terkedilimiş bebe gibi sahipsiz kaldı.
Bu Kanun maddesiyle, Anayasa’nın eşitlikle ilgili 12’nci maddesinin alenen ihlâl edildiğine kimse aldırmadı.
Genelkurmay Başkanının niyeti belli. Himmet beklemek saflık olur. Sağ tarafınızda tavsırını gördüğünüz zamanın Millî Savunma Bakanı olan Sayın Sabahattin ÇAKMAKOĞLU’nun dilleri de dut yedi! O gün Meclis sıralarında oturan kelleler sayıldı. Eller kaldırıldı, Eller indirildi. Astsubayın “1 kademesini” gasp eden bu Kanun maddesi kabul edildi.
El-ân kelâmlarını okuduğunuz er kişi de işbu Kanun maddesinin mağdurlarından birisidir babayiğitler.
İnsanların rızkıyla oynamak işde bu kadar basit muhterem meslekdaşlarım. Say kelleleri, kaldır elleri!.
Peki, bu maddenin hazırlanması için M.S.B. ve Genelkurmay Başkanlığında tezgâhın kurulması, Meclis’de görüşülmesi, onay için Cumhurbaşkanı’na gönderilmesi esnasında TEMAD neredeydi? Kanunda var olan bir hakkı durduk yerde gasp eden bu namussuzlara karşı en az onlar kadar namuslu ve en az onlar kadar da cesur olup karşılık verdi mi?
Ne oldu da önce 1993 senesinde 499 sayılı KHK ile daha sonra da 2001 senesinde kabul edilen 4699 sayılı Kanun ile astsubaylar, devlet memurlarının da aşağısına itildi? İntibakların Seyir Defteri isimli makâlemizde bahsetdik. Devlet memuru sınıfına dahil olmayı kendilerine zül sayan ve “sınıflar üstü mahlukât olan” subaylar, nasıl oldu da vatanın bekâsı uğruna şahadet şerbeti içmeye namusu ve şerefi üzerine yemin eden astsubayları, kendi rızkı için sekizbeş mesai yapan devlet memurunun bile aşağısındaki bir mevkiye itdi?
Görüyorsunuz değil mi? Subaylara Evet olan cevap, astsubaylara gelince eşşeğe ters bindiriliyor ve nasıl da Hayır oluveriyor. Devleti idare eden şeref fukarası memurlarının adâlet anlayışı, eşitlik kavrayışı işde sadece bu kadarcık can dostlar...
Üstelik biz astsubaylara bu haksızlığı yapan 57’nci Hükûmetin Başbakanı halkcı Bülent Ecevit. Zamanın Cumhurbaşkanı da Anayasa Mahkemesi Başkanlığından devşirilen ve adâlet timsâli diye yutturulan Ahmet Necdet SEZER, iyi mi?..
Astsubayların yüksek öğrenimden neşet eden maaş intibak hakkının gasp edilmesinde, 2001 senesinde çevirilen dolaplar 1976 senesinde yapılanlardan kadar önemlidir.
Zamanın Genelkurmay Başkanı, uluslararası tank yenileme ihalesinde devleti 687.5 milyon dolar zarara uğratan Orgeneral Sayın Hüseyin KIVRIKOĞLU.(⁶)
İkinci Başkanı ise Orgeneral Sayın Mehmet Yaşar BÜYÜKANIT. Kıdem düzenlemesi için çıkartılan Kanun esnasında 2008 senesinde Meclis, astsubaylara “birinci derecenin 4'üncü kademesini” vermişdi. Hem de devlet memurlarına ve subaylara verilişinden tam 37 sene sonra. Bizler bu haberi işitince “helâl olsun sayın komutanlarımıza. İlk defa astsubay açılımı yapdılar” diye sevindiydik.
Fakat hemen ertesi gün dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın Mehmet Yaşar BÜYÜKANIT “ordunun disiplini bozulur” hezayanıyla Meclis’i gizliden tehdit etdi ve astsubaylara verilen bu hakkı iptâl ettirdi. Bu haber, “Astsubaya 90+1 golü” başlığıyla basında yer aldı.
Bu cümleden olmak üzere, komutanım deyip sırtımızı döndüğümüz Sayın BÜYÜKANIT paşamız, biz astsubayları sırtından bir değil, tam iki kere hançerledi.
Birincisi 4699 sayılı Kanun ile 2001 senesinde, ikincisi 6318 sayılı Kanun ile 17 Nisan 2008 senesinde. Hatırınız hoş olsun sayın BÜYÜKANIT!..
Bir ülke tasavvur ediniz. Bu ülkenin memurları, kendi astsubaylarına yeni haklar vermek yerine, Kanun’larda mevcut olan hakları budayıp yüzbinlerce astsubayı perişan ediyor. Akıl ehli insanlara bu geriye gidişi anlatmanın imkânı, ihtimâlı yok canciğerler!
T.C. Devleti, içinde yaşadığımız şu 2013 senesi de dâhil olmak üzere lisans düzeyinde eğitim görmüş ve teğmen rütbesiyle mezun olmuş bir Genelkurmay Başkanı görmedi. Pek muhterem Genelkurmay Başkanlarımızın özgeçmişine bir dikiz atınız. Şu anki Başkan da dâhil olmak üzere bugüne kadar Başkanlık yapmış komutanlarımızın tamamı 2 senelik harb okulundan “astteğmen” rütbesiyle mezun oldular. Fakat harb okulundan astteğmen rütbesiyle mezun olduğunu özgeçmişine hiçbiri yazmaz. Çünkü astteğmen rütbesini kendileri için tahkir edici bir rütbe ve hattâ zül sayarlar.
Atatürk’ün bizzat teşkil etdiği Türk Dil Kurumunun 1988 senesinde neşretdiği sözlüğe bakınız. “Ast” kelimesiyle başlayan bir tek, evet sadece bir tek sözcük görürsünüz; Astsubay!.. Yülgümüzü kılağılamakdayız! Sırası gelecek elbet! Bu rezilliğe imza atan TDK’nın beyni göbeğinden beslenen subay kılıklı mamacı memurlarının bizden bir tıraş alacağı var. Hem de sinek kaydıran cinsinden...
Bizim subaylarımız “Ast” kelimesini görünce istavroz görmüş vampir gibi oluyorlar. Çünkü astteğmen rütbesi, “Ast” kelimesi ile başlıyor ya! Kendilerine ait rütbelerden sadece astteğmen rütbesinde “Ast” kelimesi var ya! Bu kelime sadece biz Astsubaylara yamanmış ya!...
Bu anlayışın bir dışa vurumu olarak Genelkurmay Başkanlığı, kurnaz bir ayak oyunuyla 1971 senesinde astteğmen rütbesinde subay mezun etmeye son verdi. Sırtında kambur olarak gördüğü astteğmenlik’den kurtulan GenelKurmay Başkanlığımız, astteğmenleri basamak olarak kullanıp harb okulu mezunu teğmenleri, emsâli devlet memurlarına göre 50 seneden beri mesleğe “1 derece” yukarıdan başlatıyor. Ve bu uygulamayı Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi, Genelkurmay Başkanı, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve T.B.M.M., Anayasa’ya aykırı bulmuyor.
Yüksek öğrenim gören astsubayların maaş intibakları ise 1993 senesinden buyana emsâli devlet memurularına göre “1 kademe aşağıdan” yapılıyor. Ve bu uygulamayı devletin aynı kurumları Anayasa ve sair mevzuata aykırı bulmuyor. Tarifi mümkün olmayan sapık bir adâlet anlayışı söz konusu burada yağız yiğitler. İmdi, aklımdan geçenleri şuraya bir yazsam ...
Bu hak gasbına ilave olarak astsubaylar, emsâli devlet memuruna göre bugün hâlâ “1 derece aşağıdan” memuriyete başlatılıyor. Daha mesleğe başladığı gün astsubayın, 2 senelik hizmete karşılık gelen 2 kademesi gözümüzün içine baka baka utanmazca gasp ediliyor. Astsubaylara reva görülen bu iki intibak işlemine göre, astsubaylar devlet memuru bile sayılmıyor.
Astsubayın hakkını gasp etmek için T.B.M.M. çatısı altında kurulan çadır tiyatrosunda sergilenen kepâzelikler kumpanyası bu kararla da sınırlı kalmadı.
Bu kez de astsubayların yükselebilecekleri derece/kademe konusunda bir orostopolluk daha tezgazlanıp sahneye konuldu 2008 senesinde.
Genelkurmay Başkanlığı, 1/2’den maaş alması gereken yarbay rütbesindeki subayları 1992 senesinden beri 1/3’ünün etrafından dolandırarak Kanunsuz olarak 1/4’ünden maaş ödedi. Yapdığı mâli incelemede bu hırsızlığı tespit eden Sayıştay, Genelkurmay Başkanlığını suçüstü yakaladı. Suçluluk nöbetine yakalan Genelkurmay Başkanlığı alelâcele hazırladığı 6318 sayılı Kanun’un 57’nci maddesini, suç basdırmak kabilinden 22.5.2012 tarihinde Meclis’den bir çırpıda geçirtiverdi. Böylece yarbay rütbesindeki subaylara tam 20 sene boyunca Kanunsuz olarak ödemenin üstünü kendince örtdü. Örtü olarak da astsubaylar birinci derecenin dördüncü kademesine intibak ibaresi kullanıldı.
Hedef saptırmak ve suç basdırmak için bu Kanun maddesiyle astsubaylara “birinci derecenin dördüncü kademesine” kadar yükselme hakkını lutfetdi. 2008-2012 tarihleri arasında geçen 4 senede ne değişdi de astsubaylara bu hakkı verdiniz muhteremler? BÜYÜKANIT paşamızın ifadesiyle hani “ordudaki disiplin” bozulacakdı?
Takdir-i İlâhi bu olsa gerek canciğer dostlarım! Düne kadar “olmaz, olamaz, olabilemez!”, “ordunun disiplini bozulur!”, “asla vermem, kat’a verdirtmem!” itirazlarıyla gıçını yırtan alabacak dinazor subaylar, birinci derece dördüncü kademeye yükselme hakkını astsubayların ayağına kadar gidip vermek zorunda kaldı. Peki bu ikircikli hareketin sebebi ne? Ya bugüne kadar vermemekle hatâ etdiniz ya da şimdi vermekle hatâ etdiniz. Bu iki ihtimalden hangisi doğru?
Genelkurmay Başkanlığımız 1/4’ünü vermesine verdi de çok küçük(!) bir zaman farkıyla.. Bu hakkın, devlet memurlarına ve subaylara verilmesinden tam 37 sene sonra... Üstelik içini boşaltarak!
İyi bilirsiniz! Devlet hizmetinde devamlılık esasdır. Devlet, Kanun’ları tatbik etmeyi kendi memurunun namusuna, haysiyetine ve şerefine emânet eder. Yapdığı işi takip etmesi için her memurun başına bir değnekci koyamazsınız. Devletin işlerini icrâ etmek üzere görev alan memurlar Kanun’ları her hâl ve şartda ve herkese eşit tatbik etmekle mesuldur. İstisnası olamaz! Derler ya; Memurlar fâni, makâmı bâkidir. Memur değişse de Kanun’ların tatbikindeki usul, esas, ölçü değişmez.
Yüksek öğrenimde intibak hakkı ve memuriyete başlangıç derecesi konusunda devlet kimin için devamlı oluyor? Kimin için inkitaya uğratılıyor? Kanun’lar kime gelince nasıl uygulanıyor? Kime gelince nasıl görmezlikden geliniyor ya da iğdiş ediliyor? Bu soruların cevabını bugün artık biliyoruz.
Anayasa Mahkemesi Başkanlığı koltuğunda oturuyordu kendi hâlinde. Cumhurbaşkanlığını rüyâsında görse inanmazdı. Bu kişiyi zamanın Başbakanı Halkcı Bülent ECEVİT birgün saraydan kız kaçırır gibi kaçırdı. Ve Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtdu. Bu kişinin adı, Hâkim Ahmet Nejdet SEZER idi. Cumhurbaşkanı Ahmet bey, bu Kanun maddesi önüne geldiğinde imza atmadan önce zahmet edip şöyle bir okusaydı Anayasa'nın 12’nci maddesindeki eşitlik ilkesine alenen aykırı düştüğü gerekçesiyle Meclis’e geri göndermekden ya da veto etmekden başka çaresi yokdu. Görünen o ki hâkim kisveli Ahmet Nejdet bey bu Kanun maddesini okumaya ne zahmet etmiş ne de tenezzül. Yazıklar olsun!
Hak, verilmez! Alınır, değil mi, babayiğitler? Hele hele devletin âli makamlarını istilâ eden geniş karınlı fakat cüce beyinli darbeci muhannetlerden himmet hiç beklenmez! Bu hakikât bugün de can yakıcı bir kılıkda pişmiş kelle gibi karşımızda öylece sırıtıyor.
Dünyanın en iyi, en kâmil Kanun’larına sahip olmak elbette önemlidir. Ancak dünyanın en iyi Kanun’larına sahip olmakdan çok daha önemli ve bir husus vardır; Bu Kanun’ları harfiyen tatbik edecek donanımda ve yetkinlikde namuslu memurlara sahip olmak. Kanun’larını tam anlamıyla icrâ edecek memurlarınız yok ise en iyi Kanun’lara sahip olmanın sahiden hiçbir kıymet-i harbiyesi yokdur.
Kanun’u tatbik etmenin Kanun yapmakdan çok daha mühim ve şart olduğunu anlatmak için Atatürk bakınız 1 Aralık 1921 tarihinde Meclis’deki nutukunda ne demiş; “Halbuki Efendiler, her şey Kanun yapmaktan ibaret değildir. Bilâkis, her şey o Kanunları tatbik etmek ve ettirmekten ibarettir… “Tatbik eden, icrâ eden, karar verenden daima daha kuvvetlidir!” (⁷)
Asırlara hükmeden ve kulaklara küpe olası Atatürk’ün bu vecizini T.C. Ordusuna uygularsak, biliniz bakalım; takbik eden, icrâ eden kim? Karar veren kim? Kim olmazsa, kim olmaz, olamaz? Söyleyiniz bakalım; Kim, kimden daima daha kuvvetlidir?..
İsmi lâzım değil! Biz, onun ismini bir kiraz çeşine vermişiz. İkinci İskender olma sevdasıyla kendisinden öncekilerin yapdığı gibi tam donanımlı onbinlerce askerinin önünde, bilmem kacıncı haclı seferine çıkdı. Kölelikden paşalığa kadar terfi eden Deve kasabı lâkaplı Ahmet Paşa’nın savunduğu Akka Kal’asını muhasara etdi. İki saatde Kal’ayı zapdedip yoluna devam etmek istiyordu. Fakat dediğini yapamadı. Muhasara esnasında deve kasabı Ahmet Paşa’dan yediği Osmanlı tokadından sonra yandım anam deyip donunu bile toplayamadan gıçını tutarak Fransa’ya doğru kaçmaya başladı.
Türklerden yediği bu Osmanlı tokadından sonra arkasına bakmadan kaçarken “Türkler yenilir fakat asla mağlup edilemez!” diyen bu ecnebi asker zamanın birinde şu vecizi irâd etdi; “Asker, midesi üzerinde yürür!” Doğru söze ne denir? Tamam, aldık kabul eyledik. Atatürk’ün yukarıdaki emrini duydunuz? Asker midesi üzerinde yürür ise söyleyiniz bakalım babayiğitler! T.C. Ordusu, kimin sırtında yürür?..
Yüksek öğrenim gören astsubayları “1 kademe aşağıdan” intibak ettiren 4699 sayılı bu deli gömleği, nefes aldığımız şu lahzada bile Anayasa’nın 12’nci maddesine açıkdan aykırıdır şekerpârelerim! Tartışmasız, hilafsız; şeksiz, şüphesiz! Devletin bütün memurlarına ve pek tabi ki subaylara taa başından beri verilen “birinci derece dördüncü kademe” konusunda 50 sene boyunca biz astsubaylara yapılan haksızlık ne kadar açık ve belli ise bu husus da o kadar açık ve bellidir! Bu Kanun’un altına imza atanlar alenen Anayasa suçu işlediler. Daha ne diyelim? Kanun tanımaz bu zorbaların analarına-avratlarına, gelmişlerine-geçmişlerine küfür mü edelim?
Peki, yüksek öğretimde intibak konusunda astsubayları devlet memurlarının aşağısına iteleyen bu Kanun maddesi Meclis’de görüşülürken 1993 ve 2001 senesinin TEMAD idarecileri ne yapıyordu dersiniz? Bu Kanun maddesinin iptâl edilmesi için hiç olmazsa Meclis’e ya da Cumhurbaşkanına hitaben bir satırlık bir dilekce verdiler mi? Yoksa, sayın komutanlarına umarsızca biat edip huzur-u âlilerinde el pençe divan mı duruyorlardı? Hazırola geçip yüksek ökçeli ve cam cilâlı ayakkabılarıyla topuk selamı çakıp tekmil mi veriyorlardı? Elleri armut topluyor; dilleri dut diyor; burunları havada, başları bulutun üzerinde geziyor; ayakları da düğünlerde, davetlerde, eğlentilerde elvan çeşitli şeker mi eziyordu?
Ya da bugünkü TEMAD idarecileri! Gündeminizde böyle bir konu, böyle bir madde, böyle bir hak talebi; hele hele avukatınız vasıtasıyla açdığınız bir dava var mı? Bu Anayasa suçunu mahkemeye taşımak için bugüne kadar ne yapdınız? Hırsızın niyeti bellidir de ev sahibinin hiç mi suçu yok?..
Tüzük izin vermiyor demeyiniz! Kelâmullah değil neticede! Günün ihtiyacına göre tâdil edin gayrı...
Söze konu olan Genelkurmay Başkanlığı’nın dillere destan, bebelere fisdan icraatlarıysa şayet, cevap maalesef, evet! Niyedir, şu fakirin aklı yetmiyor! Halbu ki biz, “Oğul, atayı geçer” diyen bir milletin evlatlarıyız. Fakat tecrübe ederek gördüm ki ekseriyetle gelen, gideni aratdı. Özellikle seciye bakımından, şahsiyet ve haysiyet bakımından...
1993 senesinin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın GÜREŞ, İkinci Başkanı Orgeneral Sayın Fikret KÜPELİ ve Orgeneral Sayın Ahmet ÇÖREKCİ ile 2001 senesinin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın Hüseyin KIVRIKOĞLU ile İkinci Başkanı Orgeneral Sayın Mehmet Yaşar BÜYÜKANIT’ın intibak konusunda biz astsubaylara yapdığı kötülüğü “çift ikramiye” ile emekli olma hayâli kuran (⁸) “Bizim oğlanların kıdemlisi” zottirik bile yapmaya cesâret edemedi.
Fakat siz beşiniz, elinizi uzatıp astsubayların yüksek öğrenim intibak hakkından “1 kademeyi” gasp etdiniz! O pis ellerinizi astsubayın taa midesine sokup bir kuru lokmasını daha çaldınız! Ve yüzbinlerce astsubayın âhını aldınız. Zottirik’in haline bakıp ibret alın. Caddelerden, sokaklardan, okullardan (⁹) ve kışlalardan (¹⁰) isimleri siliniyor Ve olur olmaz yere konulan heykelleri kaldırılıyor birer birer. (¹¹) Sıra size geliyor! Buradan fâş ediyorum! Beşiniz de iflâh olmayacaksınız!
Ey bu kararın altına imza atan vekiller ve subaylar! 1982 tarihinden sonra geçen 11 senede ne oldu da astsubayları devlet memurlarının altına itdiniz? Nerede eşitlik? Nerede hakkâniyet? Vicdânınız yok, anlaşılan. Fakat Anayasa’yı böylesi açıkdan ve edepsizce ihlâl etmeye utanmadınız mı?
Astsubaylar tavuğunuza kışt mı dedi? Tekerinize taş mı koydu? Subayların yapdığını yapıp darbeye mi teşebbüs etdi? Ensenize tokat, o yağlı goca gıçınıza barmak mı atdı? Yoksa ananıza avradınıza küfür mü etdi? Önce 1993 senesinde çıkartılan KHK ile sonra da 2001 senesinde çıkartılan Kanun ile yüksek öğrenim gören astsubaylara sizlerin yapdığı bu haksızlığı, bu edepsizliği, bu alçaklığı, bu namertliği 12 Eylül’ün darbeci subayları bile yapmadı.
Edebiyle, şerefiyle davranana lütuf ile, hörmet ile mukabele ederim. Fakat bir pundunu bulup sizin gibi edep ve şeref fukarası mamacıları duldalarda yakalarsam ne yapacağımı iyi biliyorum!
“Bir üst derece” verelim diye yola çıkdılar. Verdikleri bu “1 dereceyi” geri aldılar. Daha sonra “bir alt kademeden” intibak kararıyla son noktayı koydular. Tam bir çadır tiyatrosu! Tam bir meddah oyunu. Tam bir karaların karası mizah örneği! Tam bir rezalet!
Hakkını yemeyelim; “1 üst dereceden” intibak etsin diyenler ile “1 bir alt kademeden” intibak etsin diyen diller, kafalar ve havaya kalkıp inen eller aynı değil tabi. Veren ellere de hörmetimiz sonsuz...
Verenler;
1974 Kıbrıs Barış Harekâtında kahramanlaşan astsubayı taltıf etmek isteyen ve Milletin hâkimiyetinde, Konya Milletvekili Sayın Şener BATTAL’ın önderliğindeki T.B.M.M.’nin hamiyyetperver yiğit vekilleri...
Verilen bu “1 derecelik” meşru hakkı geri alanlar ise 12 Eylül subay darbesinin arifesinde “Bizim oğlanların” peydahladığı darbe artığı Millî Güvenlik Konseyi!.. İşde, bu muhammes çetenin üyeleri;
Ahmet Kenan EVREN, Nurettin ERSİN, Mehmet Nejat TÜMER, Tahsin ŞAHİNKAYA ve Sedat CELASUN.
Bu farkı mutlaka ortaya koymamız gerekir.
1982 senesinde bizim oğlanların yapdığı bu küstahlığın devamı olarak;
Önce 1993 senesinde KHK ile “1 kademe” daha gasbeden GÜREŞ-KÜPELİ-ÇÖREKCİ üçlüsü.
Ve daha sonra da 2001 senesinde bu hak gasbını Kanunlaşdıran KIVRIKOĞLU-BÜYÜKANIT ikilisi...
Bu Kanun maddesi görüşülürken, Meclis’de hiçbir milletvekili söz almadı. “Dünden bugüne ne değişdi de astsubayların intibak hakkını gasp ediyorsunuz” diye Allah kulu bir milletvekili çıkıp da sormadı.
Basından;
1975 neşetli Jandarma Astsubayı olan meslekdaşımız Osman Nuri GÜRSESOĞLU hakkında basın şunları yazıyor;
“Osman Nuri Gürsesoğlu, 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleştirildiğinde 5 yıllık astsubaydı. Darbeden sonra, Ankara 8. Jandarma Bölge Komutanlığı Muhafız Destek Kıtalar Komutanlığı'na tayini çıktı. Gürsesoğlu, burada kısa süre görev yaptıktan sonra, dönemin Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun'un yakın koruması olarak atandı. 1990 yılında astsubaylıktan istifa eden Gürsesoğlu, Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görev yaptıktan sonra emekli oldu.”
Osman Nuri Gürsesoğlu, 1980 darbesinin TSK’nde en çok etkilediği kesimlerin başında astsubayların geldiğini ifade etti. Dönemin astsubaylarının konuşturulması halinde bugün bile darbeye destek veren bir tanesinin bile bulunamayacağının altını çizen Gürsesoğlu, “Astsubaylar, 1980 darbesi öncesinde özlük haklarını yavaş yavaş alıyorlardı. Ancak, darbe gerçekleştikten sonra bu hakların verilmesinin bile bahsi kesildi. Bir daha gündeme bile getirmedik. 12 Eylül'den sonra, astsubay olarak kendimizi tıpkı bir zenci olarak görüyorduk. Darbenin ardından, astsubay ve uzman çavuşlara inanılmaz baskılar yapıldı. Hiç kimse korkusundan sessini çıkarmıyordu. Bizlere köle gibi davranmaya başladılar.” diye konuştu.” (¹²)
Tam yeridir. Bu taşı gediğine koyalım; Hekimden değil, çekenden sor dediydi ebemdedem. Meslekdaşımız Sayın GÜRSESOĞLU’nun bu saptamasının eksiği var fazlası yok, değil mi dostlarım?
Çeşitli isnatlarla suçlanıp tevkif edilen subayların arkadaşları ve aileleri birçok şehirin kalabalık meydanlarında ayın her Cumartesi günü ictimâ ediyorlar.
Tertipledikleri ve “sessiz çığlık” adını verdikleri bu nümayişlerde ellerinde şöyle yazılar taşıyorlar; “Askerin düşmanı, düşmanın askeridir.” Ya da “Düşmana askerlik eden, askere düşmanlık eder.” Doğru söylüyor bu beyler ve hanımlar. Fakat burada da kurnaz davranıp gene bir post kapmaya çalışıyorlar. Şöyle ki, burada, “asker” kelimesi ile “Mehmetciğin” üzerinden duygu sömürüsü yapmaya çalışıyorlar. Bundan vazgeçsinler. İçeride kimlerin yatdığını bu memleketde bilmeyen yok gayrı!
Siz muhteremler, “asker” için değil fakat arkadaşınız ya da akrabanız olan “subaylar” için orada sessiz çığlık atıyorsunuz. Bunu gizlemeyin. Asker diye çağırdığımız mehmetciğin, bugün mahkemelerin suçladığı subaylar ile uzakdan yakından ilgisi yok. Çıkın ortalığa ve yiğitce şunu haykırınız; “subaya düşmanlık eden, düşmana subaylık eder!” Bu bir.
İkinci hususa gelince... Subaya düşmanlık eden, subayın düşmanıdır diyorsunuz. Aldık, kabul etdik! Peki, yakın koruması olarak canını emânet etdiği, sırtını yasladığı, üzerine basıp general olduğu astsubaya bugün bile hâlâ köle gibi davranan, zenci muamelesi yapan, ihânet eden, gözümüzün içine baka baka haklarımızı gasbeden ve astsubaya düşmanlık eden subaylara biz hangi sıfatı yakışdıralım muhteremler? Var mı cevabınız?..
Yüksek öğrenimde intibak konusunda biz astsubaylara yapılan bu haksızlığın sebebini araştırıp, bulup mutlaka anlamalıyız kıymetli yiğitler. Bunu yapmazsak şayet bir zaman gelir âdi, nâmert, şerefsiz birileri daha nice yağlı kazıklar daha atar biz astsubaylara.
4699 sayılı Kanun maddesi bugün bile hâlâ meriyyetdedir. Şu satırların müellifi de bu Kanun maddesinin mağdurudur. Bu Kanun sebebiyle yüksek öğrenimden neşet eden intibak hakkımdan bir senelik hizmet anlamına gelen “1 kademe”yi M.S.B’nin şalvarının arkasına saklanan Genelkurmay Başkanlığında görevli üç beş bölücü şeref fukarası subay gasp etdi. Bu hakkımı gasp edenleri Allah ne biliyorsa tez zamanda öyle yapsın inşallah!
Doğu Roma’nın elleri hayalarında gezen şehvet müptelâsı keşişleri, meleklerin cinsiyetini keşfetdi,
İnsanoğlu, İtalyan kâşif Kristof Kolomb’un “India” dediği toprakların “yeni bir kıta” olduğunu keşfetdi,
Dünya’nın “tepsi gibi düz” değil de “portakal gibi yuvarlak” olduğunu Vatikan papazları dahi kabul etdi,
Hattâ, yumurta mı tavukdan yoksa tavuk mu yumurtadan çıkar? diyenler de anlaşdı. Münâkaşa bitdi.
Fakat cumhurbaşkanından milletvekiline; subayından hâkimine ve hâkim kılıklı emir eri subayına kadar devletimizin şunca adamı; “astsubayın, asker mi yoksa devlet memuru mu olduğuna” hâlâ karar veremedi.
Akılları mı yetmiyor? Ya da niyetleri mi kötü? Sizce hangisi?
Elin adamları, maddenin en küçük zerresi olan atom çekirdeğini bile parçaladı. Fakat bizim adamlarımız(!) astsubaylar hakkındaki kendi sapkın peşin hükümlerini bir türlü parçalayamadı.
Yukarıdaki özetde görüldüğü üzere kimi zaman “astsubay, askerdir” dediler, kimi zaman “astsubay, devlet memurudur” dediler. İşlerine nasıl geldiyse astsubayı o kalıba sokdular.
Subaylar mı? “Subaylar, sınıf üsdü mahlukatdır” demişdik ya! (bkz.)
Sen ne paylaşılmaz, sen ne anlaşılmaz, sen ne mübârek bir adammışsın be astsubay!..
Ey subaylar ve devletin âli makamlarını işgâl eden memurlar! Kalkın ayağa! Bugün bir karar verin! Ve o kararı bir daha sakın değiştirmeyin; Astsubaylar; asker midir? Yoksa devlet memuru mudur?
Fesat, kindar, kıskanç ve hırsı boyundan büyük birkaç kaltaban subay, basiretli ve vicdân ehli insanların bu çabalarını kösteklemeseydi şayet bugün biz, ordumuzu içden içe kemiren astsubay meseleleri ile yüz yüze gelmez, dağları aşan bu sıkıntıların altında ezilmezdik.
Yapılan bu namussuzlukdan, haksızlıkdan, adâletsizlikden, utanmazlıkdan, döneklikden, hainlikden kimler kazançlı çıkdı? Fitne-fesat sarmalında tezgahlanan bu çirkef oyununda kaybedenler belli! T.C. Ordusunun sayıları milyonları geçen astsubayları, hanımları ve çocukları...
Bilirsiniz! Düşmanın düşmanı, dostdur diyen bir kelâm-ı kibar vardır. Peki, bu orostopolluğun kazanan tarafı kimler? Kimler, kimin ekmeğine yağ sürdü? Düşman kim? Düşmanın düşmanı kim? Düşmanın dosdu kim?.. Düşman ile işbirliği yapan kim?..
Darbeyi yapan mamacı subaylar. Her darbeden sonra kendi dünyalıklarını tahakkuk ettirmek için dizi dizi Kanunlar çıkartan, gene mamacı subaylar. Subaylar, bir eli yağda bir eli balda keyif çatarken astsubaylara yapılan ve zulüm kertesinin de çok ötesine varan bu tahkir, bu tezyif, bu haksızlıklar, hainlikler, edepsizliklerin hesabını ne zaman soracağız?
Kendilerine bunca haksızlık, hukuksuzluk, hainlik yapılsa da Genelkurmay Başkanlığı intibaklarını “1 kademe aşağıdan” yapsa da astsubaylar, kendi paralarıyla okumaya ve kendilerini bu yüzyılın ihtiyaçlarına göre mücehhez olmaya azimle ve sebatla devam edecekler. Hedefleri; dünyanın en donanımlı, en bilgili, en mahir, en mükemmel ve düşmana parmak ısırtan astsubayları olmak.
Bu hedefe ulaşmak için; eğitime daha çok önem atfedecek, rızkından daha çok para ayıracak, daha çok okuyacak, daha çok araştıracak, daha çok öğrenecek ve daha çok bilecek... Alnının terini, elinin emeğini, ömrünün varını ve damarının kanını ve en nihâyet biricik canını sermaye edip Türk Milletinin Ordusuna daha fazla, daha iyi hizmet etmek ve daha faydalı olmak için elinden gelenden daha fazlasını yapacak.
Astsubaylar, ordunun kendine özgü karmaşık yapısı ve ağır görev koşulları içinde daha fazla görev ve daha fazla mesuliyete talip olacak. Bu tekâmülün doğal neticesi olarak da daha fazla söz hakkı ve daha fazla refah payı isteyecek. Komutanlar kulaklarını açsınlar ve bu hususu iyi anlasınlar!
Astsubaylar, Anayasa’nın kendisine verdiği her türlü hakkı almak için daha fazla çalışacak. Şimdiye kadar hiç olmayan bir azim ve kararlıklık ile hak arama mücadelesine devam edecek.
Astsubayın büyüdüğünü, gelişdiğini, donandığını ve aradaki bilgi farkının kapandığını gören subay da, masa başında kağıt üstünde kalem oynatıp ya da eli gıçında oraya buraya kuru emirler yağdırmakdan vazgeçecek. Sahaya çıkmak, kendine çeki düzen vermek ve daha çok ter dökmek zorunda kalacak. Bundan başka yol, bundan başka yordam, bundan başka çığır yokdur.
Kendiliğinden gelişen ve olgunlaşan bu hareket içinde Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığına düşen ise basiretli ve selim akıllı davranmakdır. Bu kurumların üzerine düşen vazife, astsubayların yükselen sınıf mücadelesinde dile getirdiği taleplerine samimiyetle yaklaşmak ve bir an evvel çözüme kavuşturmak olacak. Gecikmenin bedelini en başda kendileri ödeyecekler.
Önce, subaylar ve devlet memurları astsubayı taşlamamayı öğrenecek. Başından beridir hak etdiği değeri astsubaya verecek, saygıyı gösterecek.
Astsubayın, subayın rakibi değil fakat yardımcısı olduğunu görecek. Beden, ruha; et, kemiğe muhtâc olduğu kadar en kıvrak akıl dahi tecrübeye muctâcdır. İnsanın doğruyu bulması için aklı ile bilgisini harmanlamakdan gayrı çaresi yokdur.
Subaylar, sırf kendi menfaati için bölmek yerine âdil bölüşmek şartına teslim olacak! Bugüne kadar Astsubaylardan gaspetdikleri hakları bir bir geri verecek. Astsubayların bugün istediklerini de verecek. Son olarak, subay ve astsubay sımsıkı kucaklaşacak ve helâlleşecek. Bunun aksini yapanlar hiç şüphesiz mutlaka helâk olacak! Ve tarih bunları asla affetmeyecek.
İkincisi; Devlet idare etmek, ciddiyet, samimiyet, sebat isder. Devlet memuru olmak da şerefli, haysiyetli, vicdânlı olmayı ve âdil davranmayı icâp ettirir. Devletin memurları; “o subaydır, kepçeyle ver ona; bu astsubaydır, yok buna” demeyecek. Akıl, vicdân ve gönül tahtında düşünüp doğru tartıp âdil karar vermeyi öğrenecek.
O beyler, o subaylar! Astsubayın bedduasını almayın! “30 senelik bile olsa senin başçavuşun, benim 1 senelik taze teginmenimden fazla maaş alamaz!” diyen paşamızın şu an içinde olduğu durumdan ibret alın. Kendisini Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna sırtında taşıyan astsubaylara, devr-i iktidarında köle muamelesi yapan bu zottirik şimdi “Kimseye hayrım yok! Ölmek istiyorum!” diye yalvarıyor. Yalvarıyor da Azrail (a.s), onun canını almaya tenezzül etmiyor. Çünkü bu muhteremin hayrı şöyle dursun biz astsubaylara pek çok şerri oldu!
Bu paşamız, astsubayların çok ahını, türlü türlü bedduasını aldı? Yüce Rabbimin hikmetinden sual olunmaz! Canını şimdilik almıyorsa vardır elbet bir bildiği...
1923, 2596, 499 ve 4699 derken tefrikanın hitâmına vâsıl olduk! Anayasa’nın açık hükmüne güvenip kendi parasıyla üniversiteye devam eden T.C. Ordusunun astsubaylarının Kanun’dan neşet eden yüksek öğrenim intibak hakkını devleti temsil eden cüce beyinli subay ve memurların gasp etmesinin üzerindeki esrar perdesi, AYİM’in verdiği karar müstesna olmak üzere, şu an itibariyle zevâl buldu. Tarihin şaşmaz yanılmaz unutmaz kadim belleği bu konuda yapılanlar hakkındaki nihâi hükmünü verdi.
Allah başımızdan eksik etmesin! Meslek çınarlarımız Sayın Mehmet KAYALI ve Sayın Ersen GÜRPINAR’a bu konuda verdiğimiz kavlimizi de böylelikle edâ etdik. İşbu Kanunlar hakkında “filan tarihde filanca şahıs filan filan demişdi; bir de şuna bak; şunu bir kere daha tetkik et!” mealinden tarçınlı akîde şekeri tadındaki rikkatli tavassutlarına da inşallah artık mahal kalmadı.
İmdiye kadar eksik gedik dillendirilen, parça bölük kağıda dökülen, taksit taksit anlatılan bu konu, bugün itibariyle muacceliyet kesbetdi. Bu konuda artık söylenecek söz kalmadı!
Milletin Vekilleri ve Astsubay isimli işbu makâlemizin yayınlandığı gün itibariyle;
Mânâlar; sûrete,
Sûretler; şekile,
Şekiller; cisime,
Cisimler; resime,
Resimler isime dönüşdü!
Yalan ile gerçek; iyi ile kötü, ete kemiğe büründü!
Eğrisiyle doğrusuyla hakikât, nihâyet bu sayfalarda zuhur eyledi!
Zaman, biz T.C. Ordusunun astsubaylarına yapılan bu derin haksızlıkları, bu hudutsuz adâletsizlikeri, bu küstahlıkları bir an önce telâfi etmek ya da ettirmek zamanı. Hem de müstâcelen!
Anamın çoban olan babası rahmetli Hakkı dedem birgün “Oğul! Kepenek altında er yatar” dediydi.
Kepenek burada!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
İçinde doğduğumuz her evin; yemek yediğimiz her sofranın; yaşadığımız her sokağın; her mahallenin, nâhiyenin, şehirin; bir ruhu, târihi, bir nidâsı, bir simgesi, bir fârikası vardır bu memlekette. Tercih hakkımız yokdur başlangıçda. Mecburen ortak oluruz kaderine bütün bunların, iyisiyle kötüsü ile...
Her türden sayısız zenginliği, her çeşit güzelliği, her neviden eşşiz nimeti ile
Allah’ın özenerek yaratdığı bir memleketin ahfâdıyız vesselâm.
Hangi dağına gitsek, hangi yolundan geçsek, hangi çayını boylasak, hangi deresinde çimsek, hangi ağacına tırmansak, hangi pınarından su içsek, bir başka güzel!..
Kıymetini bilene birer ibret alâmeti olan bu eşsiz güzelliklerin hepsi Allah’ın bizlere bahşetdiği nimetlerdendir.
Çalap’ın bizlere ihsan etdiği nice lütuflara ilâve olarak;
Mekânları unutulmaz yapan, farklılaştıran, insanın bakışını çelen, hâfızasına nakşeden bir de insan mârifetiyle vurulmuş mühürler, güzellikler vardır. Yontulmuş bir taş, bir pınar, bir bina, bir köprü, bir câmi, bir heykel...
Mekânları emsâlinden farklı yapan bu eserleri de sanatcılarımız hediye etmişdir bizlere.
Eşyayı benzerinden ayıran özelliğe fârika denir.
Yaşadığımız mekânları emsâlinden ayıran özelliğe geliniz biz de fârika diyelim pek muhterem can dostlarım.
Yaşadığımız yeri târif etmek için bazen sâdece bir kelime yeter de artar bile... Karamürsel’de oturduğumuz binanın önünde kocaman bir ıhlamur ağacı var idi. Şimdi hâlâ yerinde mi acaba? Kimbilir kaç yaşında. Kim dikdi ise Allah O'ndan râzı olsun. “Yağmur yağar yeşil otlar bitirir, Yel esdikce kokuların getirir” demiş, “Dağlar” isimli şiirinde Karacaoğlan. İşde, bizim sokakda da aynısı olur idi o senelerde. Vakdi gelince açdığı hârika çiçekleriyle gözlerimizi okşar ve bütün sokağı aylarca mis gibi kesif bir ıhlamur kokusu doldurur idi. Öteki mahallenin ahalisi bile yolunu biraz uzatmak bahâsına bizim sokakdan geçer ve ıhlamur ağacının o güzel râyihasını doyasıya çekerdi ciğerlerine. Bu sokağa niye Ihlamur Ağacı Sokağı ismini vermemişler, hâlâ merak ederim. Bizim sokağımızın fârikası da işde, bu ıhlamur ağacı idi.
Kömür desem, aklınıza ne gelir? Bakın, hemen tahattur etdiniz! Nereyi kasdetdiğimi bildiniz.
Anıtkabir
Ya da pişmaniye?..
Değil mi?..
Biricik bile özelliği, yâni fârikası olmayan bir tek çakıl taşı arasam şu memlekette, bulacağıma dair hiç umudum yok dostlarım. Biz astsubaylara yapılan tahakküme varan haksızlıkların zevâl bulacağına dâir pek kuvvetli umudum vardır da. Bir fârikası olmayan dulda bir yer bulacağıma dâir hiç umudum yokdur. Arasam da bulamam, inanın... Hepsinin en az bir dâne fârikası var desem hani, geliniz, itimat buyurunuz şu Eski Tüfek bahriyeli fakire...
Burada ismini zikredemediğim köşe başlarının, çakıl taşlarının, ağaç diplerinin, dere boylarının, göllerin, nehirlerin, ırmakların, denizlerin, dağların, bağların, bahcelerin, ovaların, tepelerin, yaylakların, kışlakların, köylerin, kasabaların, şehirlerin ey necip, ey güzel insanları!
Bana gönül koymayınız, e mi? Tevessül etsek hani yaza yaza bitiremeyiz.
Vakıa, Cumhuriyet düşmânları kapattılar. Kitap basdığımız kağıdı bile artık ithâl ediyoruz, gınayı yakalım! Hani faraza SEKA, istediğimiz kadar kağıt tedarik etse, mürekkebimiz Çene suyundan gelse, ömrümüz de vefâ etse
Ve
Evliya Çelebiye öykünüp de nice uykusuz geceler boyunca kağıt üstünde kalem yüzdürmeyi göze alıarak yazsak bile sitede yayınlayacak yer bulamayız. Yayınlamakda ısrar etsek, bu kez de sihirli elleriyle sitemize hayât veren kaytan bıyıklı bahriyeli, nam-ı diğer ADMIN Semih KOÇ, durduk yerde bam telinden bozuk çalabilir.
Allah sağlıklı ve uzun ömürler versin. Kendisiyle henüz teşerrüf etmedim. Basındaki tavsırlarından görmüşlüğüm var kendisini sâdece. Hakkında emekliassubaylar.org sitesi dolaylarında bir yerlerde ikâmet ettiğine dair pek kuvvetli tevatür dolaşan bir de dâvamızın bayrakdârı Ersen GÜRPINAR var. Maazallah “Astsubaylara tahakküme varan haksızlıklar” deyip yurt çapında yayınlanan bir gazetede hakkımızda elvan çeşit tefrikalar neşrebilir ki, işde en çok bu ihtimâlden çekinirim.
Değirmenci Ali’nin kör beygiri dolaşdırdığı gibi lafı kıyıda kenarda dolaşdırmayı bırakalım da
Viya böyle deyip sadede gelelim, gönüldaşlar!
Dünyâ’ya gözlerinizi Zonguldak ilinde açdı iseniz şâyet; dizleri romatizmalı, eli yüzü gözünün karasından daha da karalara bürünmüş emekdâr bir madencinin evlâdı olmalısınız.
İlk çığlığınızı seymenler diyarı Ankara’da attıysanız bordro mahkûmu bir memurun nüfusuna yazarlar sizi.
Göbeğinizi Kocaeli’de kesdiler ise şâyet bahriyeli bir astsubay ya da subayın çocuğu olmanız pek muhtemel.
Benim göbeğimi Kocaeli’nde kesmemişler, anam dedi. Nüfusuna kayıtlı değilim. Bu güzel şehirde görev yapmış bir askerin çocuğu da değilim. Keşke olsa idim. Hanımım buralı değil. Olsa idi şâyet, iftihar ederdim. Ellerinizden öperler çocuklarım da Kocaeli’nde doğmadılar. Mâdem bütün bunlardan değilim de ben neyim? Ben, kimim öyleyse babayiğitler?..
Ben; dostarım, doğduğum memleketimden ayrılıp yüce milletime hizmet gâyesi ile intisap etdiğim Türk Bahriyesinde
İki elinizin parmaklarının sayısından yüzde otuz daha fazla bir süre bu şehirde vakdin bir sehminde görev yapmış bir Deniz Astsubayıyım.
Eşim ve çocuklarımın beni en çok özledikleri,
Yolumu gözledikleri, bekledikleri şehirdir Kocaeli...
Hanımların bahriyeli kocalarından,
Çocukların bahriyeli babalarından,
Bahriyeli babaların ise;
Hem hanımlarından hem de çocuklarından en çok uzak kaldığı bir şehirdir burası...
Sokakları bol bol iyot kokan,
Ve fakat
İyotdan daha ziyâde gönülleri hasret kokan bir şehirdir Kocaeli...
Körfezin efendisi, denizlerin kurdu bahriyelilerin yuvasıdır Kocaeli...
İlk gemi görevine başladığım yer.
Son gemi görevimi tamamlayıp fiili denizciliğe vedâ etdiğim yer!
Hem ilk limanım, hem de son limanım!
En güzel ve unutulmaz arkadaşlıkları yaşadığım; dostluk ve komşuluk bağları kurduğum şehir.
Bütün bunlara ilâve olarak, biz denizci astsubayların medâr-ı iftiharı olan Yuvaya Dönüş Anıtı’nın yuvasıdır Kocaeli.
Makâlemin başında arz etdiğim gibi, doğduğumuz yeri seçme hakkımız olmasa da
Öldükden sonra yatacağımız yeri seçme imkanımız var çok şükür!
Akrabalarıma vasiyet etdim. Karamürsel Belediye Başkanına da buradan sesleniyorum; Hak vâki olup da imamın kayığına bindiğim gün beni hemen Karamürsel mezarlığına defnediniz. Hiç beklemeden, mümkünse aynı gün... Beni her dâim heyecana garkeden İzmit Körfezin’in o büyülü sularına bakmak istiyorum yatdığım yerden. İsrafil Aleyhisselâm Sûr’a üfleyinceye kadar da Karamürsel son limanım olsun!
Her mefhum, muhalifi ile kâimdir. Âşık olmaz idi, olmasa Maşuk! Vuslat olmaz idi, olmasa firâk!
Biz de bu yalın ve katı gerçeğe inat
Yüreğimizde yanan vatan ateşiyle sevdiklerimizi arkamızda bırakıp yüksünmeden katlandık o hasret kokan günlerce, haftalarca, aylarca devam eden seyirlere, deniz görevlerine...
Aynı gemide, aynı kaderi paylaşdığım vatan sevdalısı, birisi yek diğerinden merdâne yüzlerce, binlerce bahriye astsubay ve subayı.
Ve en önemlisi
Anadolu’nun doğurup emzirip büyütdüğü ve kutsî vatan hizmetine gönderdiği başımızın tacı Levendlerimiz, elbetde...
Komutanımız, mükemmel insan Deniz Kurmay Albay Baha EREN,
İkinci Komutanımız, koca gemiyi taksi gibi mahâretle kullanabilen Deniz Kurmay Yarbay Doğan DENİZMEN...
Meslekdaşlarım Telsiz Astsubayları Mustafa OĞUZ, Hasan TAŞCI, İsmail BAKIRLI, Cevat DEĞİRMENCİ, Cemil AKDERE, Küçük Mustafa, Küçük Cevat... Çocukları Hakkıcan, Aslıcan, Ozanalp, Berkay...
Telsiz kamarasında benim kahrımı çekip kaderime ortak olanlardan şu an aklıma gelenler... Büyüklerim, küçüklerim... Hangi birisinin ismini yazayım buraya? Gönül koymasınlar bana lutfen. Yazmakla bitiremem ki. Dile kolay; deniz görevimin son yılında, 1998 senesinde toplam olarak 290 gün denizde kalmış idik. Analar böyle has yiğitler doğurup vatan hizmetine göndermese idi şâyet o kıyâmeti andıran, yer ile göğün herc-ü merc olduğu mahşerî fırtınalar ile baş edilir miydik? Bitmek tükenmek bilmeyen, uzayıp yüzyıl olan gemi görevleri çekilirmi idi hiç? Hasret dolu gecelere yârenlik eden gönüllerde sabah olur muydu?
Ihlamur kokan sokakda, alt katımızda oturan kumcu Hüseyin abi; eşi, benim ablam Saadet... Oğlu utangaç ve yakışıklı topcu Cengiz, kızı güleç Sabahat. Az muhlamasını yemedik Saadet ablamın. Duydum ki Hüseyin abim hastay imiş. Ellerinden öper, Allah’dan âcil şifalar dilerim kendisine...
Çapraz alt katımızda oturan bacanak dediğim ve kardeş bildiğim İpekkağıt işcisi Musa, hanımı Cemile, oğlu Mehmet, kızı Büşra. Ailecek vurup kendimizi yollara o civardaki mesire yerlerinde, dağlarda, tepelerde, ormanlarda az benzin içirmedik demirden atlarımıza.
Üst çaprazımızda oturan ve bahçesinde iki kiraz bulsa birisini bize getiren diğer Hüseyin abi ve hanımı ablam Nazmiye.
Ihlamur ağacının hemen yanındaki bakkal dükkânını işleten Ersen bey ve güzel, maşşallah dedirtecek kadar akıllı kızı Nur...
Sütcümüz Calba Cahit, zerzevatcımız İbo abi, litreyle çamaşır suyu satan çatlak sesli Mehmet abi ve diğerleri...
Hepimiz memleketin bilmem hangi köşesinden çıkıp gelmişiz bu hasret kokan şehire. Maksat vatana, millete bir nevi hizmet, başka bir şey değil.
Akrabamız, anamız, babamız doğdukları şehirlerin kaderini paylaşırken
Bizim sehmimize de Kocaeli düşmüş!..
Sıkıntılı ve dar zamânlarımızda bize abi olan, abla olan, kardeş olup kol kanat geren bu güzel insanların hepsine buradan selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Biz askerler, vatana hizmet etdik; bu güzel insanlar da bizlere... Haklarını nasıl öderim ki? Bir daha görmek nasip olur mu bilmiyorum. Allah hepsinden râzı olsun. Haklarını helâl etsinler. İşte, bunlar da bizim mahallenin fârikaları...
Kocaeli’ni benim gözümde değerli ve unutulmaz yapan bunca güzelliğe bir fârika daha ilâve etmek isdiyorum yüksek müsaadenizle. Gölcük Ana Deniz Üssü’nün içinde; Nizamiye girişinde, yolun tam ortasında o muhteşem heybeti ile duran anıt...
Hanımı; her iki kolu ile birden kocasını belinden hasret ile sımsıkı kucaklamış!
Kızı; sol kolu ile anasının sırtına, sağ kolu ile de babasının sol koluna zarifce dokunmuş. Ve anasıyla babasını adeta birbirine mühürlemiş!
Sayılmadık günlerden, gecelerden sonra
Uzak yoldan, bilinmedik görevlerden yuvasına dönen bahriyeli astsubay;
Sağ kolu ile hanımını sol omuzunun üzerinden aşağı doğru nârince belinden kavramış!
Ve sol eli ile de kızını sol elinden sıkıca tutmuş.
Kızının sağ omuzuna kendi sol eli ile şefkât dolu bir his ile dokunmuş!
Ve avını yakalamış bir kartal gibi kavramış...
Hanımı, kocasına,
Kızı babasına bakıyor hasret ve muhabbet dolu gözlerle.
Denizci astsubay da tahassür dolu bakışını hem eşine hem de kızına adamış!..
Hasret dolu günlerden, aylardan sonra kavuşmanın sevinci ve heyecanı ile birbirlerine kenetlenen üç insan,
Aynı hissiyâtın potasında eriyip handiyse yek vücut olmuş.
Târiflerin dar geldiği, sözcüklerin kifâyet etmediği doyulmaz bir aile saadeti bundan daha güzel nasıl anlatılır ki?
Her insanın bir hikâyesi vardır.
Her hikâyenin de bir kahramanı...
Bizlerin hikâyesi, Türk Deniz Kuvvetleri; Türk Deniz Kuvvetlerinin kahramanı da Deniz Astsubaylarıdır, can dostlarım.
Götür bir Rus’u hamama! Üç defâ kesele, altından Türk çıkar!
Alın bir savaş gemisini, neresini kazırsanız kazıyın!
Kazıdığınız her yerde bahriyeli astsubayın ömrünün varını, alnının terini, elinin emeğini, gözünün nûrunu, parmağının izini görürsünüz.
Türk Deniz Kuvvetleri savaş gemilerinin hâfızası, hakîki sâhibi, emekcisi ve esâs vurucu gücü olan astsubaylara duyulan vefâ, şükran ve minnetin bir nişânesi olarak
Deniz astsubayını tasvir eden Yuvaya Dönüş Anıtı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda Deniz Astsubayına ithaf edilen ilk ve tek anıtdır. Bu bakımdan biz Deniz Astsubayları için fevkalâde önemlidir.
Bu cümleden olmak üzere Yuvaya Dönüş Anıtı hediyelik şeklinde imâl edilmelidir. Hasreti, saadeti, sevgiyi, şefkâti, huzuru, tahassürü, tutkuyu ve aile olmayı bu heykelden daha güzel anlatan başka bir teberik bulamazsınız... Her astsubay, en az iki dâne satın almalı, birini eşine dostuna hediye etmelidir. Dört müşteriniz şimdiden hazır, şu bahriyeli fukaradan söylemesi.
Hesabı tutulmamış kaç gün, kaç hafta; belki de kaç ay birbirine hasret kalmış aile efrâdının; ananın, babanın ve çocukların vuslatı ve yek vücut olması taşa bundan daha güzel nasıl nakşedilir ki?..
Tecrübey ile sabit, biliriz. Benim de ömrümün en güzel dönemi olan evliliğimin ilk on senesi işte böyle geldi geçdi Levendler! Elleriyle şekil verdiği heykele yüreğindeki hissiyâtını da büyük bir mahâret ile katan
Ve
Biz denizcilerin hissine böylesi vukufiyet ve yetkinlik ile tercüman olan Prof.Dr. Sait RÜSTEM’e bu vesileyle bütün denizci astsubaylar nâmına buradan saygı ve hörmetlerimi gönderiyorum.
Seferden yuvasına dönen Bahriyeli Astsubay, eşi ve kızı ile doyasıya sarılıp kucaklaşa dursun,
Deniz astsubaylarını tafdil eden bu anıtın hikâyesini geliniz dostlar, biz birlikde yazalım târihin ebedî belleğine.
Zamânın Donanma Komutanı, merhum Oramiral Güven ERKAYA... Kıbrıs Barış Harekâtında eski T.C.G. Kocatepe Muhribinin Komutanı. Muharip bir Komutan ve 1974 Kıbrıs Gâzisi. Konuşmakdan çok dinlemeye meyyâl, herkesin fikrine kıymet veren, adâlet duygusu çok kuvvetli, dirâyetli, teşrihci, son derece zeki, akl-ı selim;
Bir o kadar da şefkât dolu bir insan her şeyden önce. Yapmacık tavırlardan, teşhircilikden, ucuz kahramanlıkdan ve hele dalkavuklardan nefren eden bir asker.
Harp Filosu Komutanı ise Tümamiral Salim DERVİŞOĞLU. Pamuk dede desem kâfi gelmez. Evladım git şu pencereden kendini aşağı at dese, hiç tereddüt etmeden atlarsınız hani. Korkduğunuzdan değil ha! Bilâkis, sevip, saygı duyduğunuzdan elbet! Oramiral Güven ERKAYA için söylediğim her şeyi Tümamiral DERVİŞOĞLU için de söylemek, kendisini sitâyiş ile yâd etmek benim için ne büyük bir keyif. Mizaçları birbirine birebir benzeyen iki müstesna Komutan...
Sayın ERKAYA’yı rahmet ve şükranla, Allah uzun ve sıhhatli ömür versin Sayın DERVİŞOĞLU’nu da tâzim ile yâd ediyorum huzurunuzda.
Bu dönemde bu satırların yazarı da T.C.G. Oruçreis Fırkateyn’inde Telsiz Branşı Kıdemli Astsubayı idi. Kendileri ile sayısız defâ bir araya geldik. Her iki subay ile aynı havayı teneffüs etdik. Gemimizi kaç kere teşrif ettiler. Karavana yedik, çay içdik, sohbet etdik.
Her ikisi de teşrifatcılıkdan hazzetmez ve tek başına gezerdi. Teftiş edeceği yerleri, her zamanki hâli ile; askerleri, günlük kıyafetinin içinde; herkesi, işinin başında görmek isterdi. Bu sebepden dolayı biz denizcilerin gönlünde bu iki subayımızın çok müstesna bir yeri vardır.
Yuvaya Dönüş anıtı hakkında bilgi arar iken, heykeltıraşı Prof.Dr. RÜSTEM’in Seymenler diyârı Ankara’da yaşadığını öğrendim. Heykelin hikâyesini, heykeli yapan sanatcısından duymak heyacan verici bir fikir idi. Bu maksat ile kendisini atölyesinde ziyaret etmeyi tasarladım.
Sayın RÜSTEM’in telefon numarasını buldum. Cumhuriyetimizin doksanıncı yılını idrâk ettiğimiz bu senenin üçüncü ayının ilk Cumartesi günü öğleden sonrası Sait Hocamı aradım ve niyetimi kendisine fâş etdim. Sağolsunlar, “Gelin, görüşelim” dedi. Dâvete icâbet etmek gerek değil mi? Biz de Prof.Dr. Sait RÜSTEM ile görüşmek üzere ertesi günü maaile yola vurduk kendimizi.
Dört tekerlek üzerinde yarım saatlik bir yolculukdan sonra, Sait Hocamın mahallesine vâsıl olduk. O civarda oturan bir mahalleliye Hocamın adresini sorduk. Bir çay içimlik daha gittikden sonra tatlı bir tesadüf eseri Sait Hocamı, oğlu Ahmet Can ile birlikde bakkaldan gelir iken evinin önündeki yolda gördük!
Ben, hocamı tavsırından tanıyordum. Fakat kendisi beni hiç görmemişdi. Yanına varınca arabayı durdurdum. Selâm verir vermez sanki Sait Hocam bizi bekliyormuş gibi hoşgeldiniz dedi ve eli ile atölyesini gösterek arabamızı park edeceğimiz yeri işâret etdi.
Bir Pazar günü öğle üzeri Sait Hocamın atölyesinde buluşduk, tanışdık. Kısa ve hoş bir hasbıhâlden sonra Yuvaya Dönüş heykeli konusunda sohbete koyulduk.
Buyurun, Yuvaya Dönüş heykelinin hikâyesini, heykeltıraşı Prof.Dr. Sait RÜSTEM’in kendisinden dinleyelim;
"Zamânın Donanma Komutanı Oramiral Güven ERKAYA’dan heykel yapmak üzere bir dâvetiye aldım. Akabinde Gölcük'e gidip kendisi ile makâmında görüşdüm. Benden, denizci askerin seferden dönüşünde ailesi ile kavuşmasını anlatan bir heykel yapmamı ricâ etdi. Heykelin adı hemen orada kendiliğinden ortaya çıkdı; Yuvaya Dönüş!"
Hazırlayıp dosyaya koyduğu resimlerde bana heykelin bütün özelliklerini Sait Hocam tek tek anlatdı.
"Hocam" dedim, "heykele konu olarak astsubayın konulmasını Komutanımız mı istediler yoksa sizin kendi tercihiniz mi?” diye sordum.
“Bana verilen dosyada astsubay resimleri vardı. Heykele konu olarak Denizci Astsubayın seçilmesi Sayın ERKAYA’nın kendi tercihidir” dedi.
"Heykel üzerinde çalışmaya hemen başladım. Önce bir kaç eskiz çizdim. Kendisine gönderdiğim eksizlerden, şu an heykelini yaptığım örneği seçdi Sayın ERKAYA. Bu örnek üzerine, bire bir ölçüde çamurdan bir maket hazırladım. Bu maketi görmeye kendisi atölyeme bizzat geldi. Çamurdan numuneyi eni konu inceledikten sonra “Tamam hocam. Elinize sağlık, çok güzel olmuş, dedi. Sayın RÜSTEM, “Hattâ” diyerek konuşmasına şöyle devam etdi; Çamurdan örneği görmek için bizim mahalleye geldiği gün, bitişik binada düğün vardı. Sayın ERKAYA geldiğinde, bu düğün alayı ile karşılaşdı. Polisler, Komutana yol vermek üzere düğün alayının önünü kesmiş idi. Fakat komutan buna razı olmadı. Kendisi arabasında bekledi ve gelin arabasına hemen yol verdi."
"Çamur örnek konusunda anlaşdıkdan sonra alçıdan kalıp almak için polyester model hazırladım. Daha sonra da tunc madenini eritip heykeli kalıba dökdüm. İki tondan fazla tunc sarf etdim. Sonra anıtı, Ankara’dan götürüp Gölcük’de şu anda durduğu yerden biraz daha sol ve yukarı tarafda bir yere yerleştirdik. Sayın ERKAYA, anıtın daha göz önünde olması ve Gölcük Ana Deniz Üssü’ne gelenlerin ilk önce bu anıtı görmesi için şimdi durduğu yere nakletdi" dedi.
Her saatin bir hükmü vardır.
Her ziyâretin de bir zevâli...
Yuvaya Dönüş Anıtı’nın hikâyesi hakkındaki maksadımız hâsıl olmuş idi. Bizi atölyesinde ağırlama nezâketinden dolayı Sayın Profesöre teşekkür edip vedâlaşdık.
Yuvaya dönüşü anlatan bir anıt yapdırmak ve bu anıta da astsubayı konu etmek fikrinin Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı merhum Oramiral Güven ERKAYA’ya ait olduğunu, heykelin sanatcısından duymak beni ziyâdesi ile memnun etdi. Çünkü arkadaş canlısı bir insan olan rahmetli komutanın, astsubaylara dâima samimiyet, muhabbet ve şefkât hissi ile bakdığının en yakın şahidiyim. Aşağıda anlatacağım ve kendisinin yapdığı diğer iz bırakan yenilikleri de okuyunca bana hak vereceksiniz.
Heykelin yapımı, Oramiral Güven ERKAYA’nın Donanma Komutanı olduğu dönemde sağ tarafınızda tavsırını gördüğünüz Heykeltıraş Prof.Dr. Sait RÜSTEM’e sipariş edilmiş.
Sakarya Meydan Muharebesinin önemli safahâtına sahne olmuş hâkim mevzilerden biri de Ankara Polatlı’daki Kartaltepe’dir. Bugün üzerinde, Türkiye’nin en yüksek Mehmetçik Anıtı kabul edilen dev bir anıt var. Yolunuz düşerse mutlaka gidip, görün. İşletmeye yeni açılan hızlı tren hattına ait tünelin tam üzerine yerleştirilen ve düşmana “Dur!” diyen Kahraman Mehmetciği simgeleyen 32 metre yüksekliğindeki bu heykeli, Ankara – Eskişehir karayolunun uzak noktalarından bile rahatlıkla görürsünüz. Polatlı’ının fârikası da bu anıtdır dostlarım. İşte, bu anıtın Heykeltıraşı da Prof.Dr. Sait RÜSTEM’dir.
Açılış târihinde Oramiral Güven ERKAYA Deniz Kuvvetleri Komutanı,
Oramiral Salim DERVİŞOĞLU da Donanma Komutanıdır.
Sayın ERKAYA, deniz kurdu astsubayın hakkını teslim etmek için yiğidin yuvasına kadar gelmeyi kendine şeref bilmiş. Taa Ankara’dan Gölcük’e kadar gelmiş ve heykelin açılış kurdelasını bizzat kendisi kesmek nezâketini gösdermiş.
Yuvaya Dönüş Anıtı hakkında makâle yazmaya karar verdikten sonra bilgi belge derlemeye başladım. Çok aradım fakat bu Anıta ve hikâyesine dâir sâdece bir kaç resim, bir iki satır yazı bulabildim. Şu an okuduğunuz yazı, bu heykel konusunda yazılmış belki de en tafsilatlı ilk ve tek makâle. Hiçbir yerde bulamayacağınız kapakda gördüğünüz resmi bile Heykeltıraşı Prof. Dr. Sayın Sait RÜSTEM’in arşivinden kerimem aldı.
Heykelin açılışını haberleşdiren yegâne gazete olan Milliyet, o güne dâir sayısında konuya ilişkin şöyle yazıyor;
Deniz Kuvvetleri Personeli'nin seferden döndükten sonraki mutluluğunu simgeleyen “Yuvaya Dönüş” heykeli, Gölcük Donanma Komutanlığı'nda Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven ERKAYA tarafından törenle açıldı.
Kaidesiyle birlikte 7 metre yüksekliğinde olan heykeli, Heykeltraş Sait RÜSTEM yapdı. Oramiral ERKAYA “Denizciyi seferde ayakta tutan, onu karada bekleyen ailesidir. Bir denizci, görevden döndükten sonra ailesiyle buluşduğu anda yaşadığı mutluluğu hiçbir yerde yakalamayaz” dedi.
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Erkaya, heykeltraş Sait Rüstem'e şilt verdi.
Açılışa; Kocaeli Valisi Memduz ÖZ, Donanma Komutanı Oramiral Salim DERVİŞOĞLU, Donanma’da görevli subay ve astsubaylar ile davetliler katıldı.” 07.09.1997 Milliyet gazetesi.
Gazete haberinin târihi 7 Temmuz. Demek ki Yuvaya Dönüş Heykeli bir gün önce, yani 6 Temmuz 1997 tarihinde hizmete açılmış. Törene ben ve gemimdeki arkadaşlarım iştirak edemedik. Çünkü bizler o günlerde, hattâ aylarda tam 105 gün devam eden meşhur FOST eğitimi için TCG Oruçreis Fırkateyni ile İngiltere’de deniz görevinde idik.
Heykel yerine konulduktan haftalar sonra görevimiz bitti ve Gölcük’e döndüğümüzde gördük. Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir heykelin yapılacağına dâir bir haber de duymamış idik. Çünkü 1997 senesinde Gölcük’de kaldığımız günlerin yekûnu iki elimin parmakarının sayını geçmez. Gölcük’e geldikten sonra heykeli ilk gördüğümde sevinç, gurur ve heyecandan ayaklarımın yerden kesildiğini bugün gibi hatırlıyorum.
Heykelde; seferden döndükten sonra eşini ve kızını hasret ile kucaklayan bahriyeli bir astsubay üstçavuş, ailesiyle birlikte resmedilmiş. Deniz Kuvvetleri Komutanımız Oramiral Güven ERKAYA’nın bu heykele denizin kahrını çeken deniz astsubayını konu etmesi onun şaşmaz takdir yeteneğinin ve yüksek kadirşinaslığının açık bir tezâhürüdür. Kendisinin kadirşinaslığının tek isbatı bu değil. Bakınız daha neler yapdı. Eee, dostlarım; “İzden yürümek” kolaydır da “iz bırakmak” değildir!
Sayın ERKAYA, Donanma Komutanı iken bir gün âniden gemimize geldi ve şöyle dedi;
"Arkadaşlar, gemiciler olarak sizlerin çekdiği meşakkâti, ne kadar zor şartlar altında görev yapdığınızı ve yıprandığınızı iyi biliyorum. Eşiniz, çocuğunuzla; ananız, babanız ile dinlenip senenin yorgunluğunu atacağınız kamplar yapdıracağız. Herkese her yıl bir defâ kamp tahsis edeceğiz. Sizler daha fazlasını hak ediyorsunuz. Teklif dosyasını hazırlattım ve Kuvvet’e gönderdim" dedi. Bizim ile samîmi hisler ile hasbıhâl etdi, çayımızı içdi ve kendisini gemimizden uğurladık.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevi sona ermiş idi. Kendisi göremedi. Fakat inşaatını başlattığı tesislerin kurdelasını, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevini kendisinden devralan halefi Oramiral Salim DERVİŞOĞLU kesdi. Sayın Güven ERKAYA, sözünü tutmuş ve dediğini yapmış idi.
Kendisinin emir astsubaylığını yapan bir meslek büyüğünden duydum. Yazımı okursa, ismini kendisi fâş edebilir. Sayın Komutanımız; 1991 senesinde, İzmir’de Saha Komutanı iken karargâh subaylarına emir vermiş. Demiş ki astsubaylara da gece kıyâfeti (mess dress) tahsis edilmesi için hemen bir çalışma yapın ve dosyayı tezelden Kuvvvet’e gönderelim. Kendisi basiretli davranmış ve Genelkurmay Başkanlığının astsubaylara gece kıyafeti tahakkuk etdirmesinden yaklaşık 20 sene evvel bu girişimi başlatmış idi.
Bugün astsubaylara gece kıyâfeti verilmesi konusunda da merhum Komutanımız ERKAYA dirayetli ve basiretli davranmış, doğrudan vesile olmuşdur.
Dosya hazırlayıp Kuvvet’e göndermek her komutanın harcı değildir. Hele bir de astsubay hakları söz konusu ise mangal gibi yürek ister. Rahmetli Komutanımızın yüreği mangal gibi idi. Hem de koskoca bir mangal gibi...
İz bırakmak herkesin harcı değildir demiş idik. İz bırakan bir Komutan olarak ismini gönüllerimize nakşeden Oramiral Güven ERKAYA’nın biz denizci astsubay ve subaya unutulmaz bir iyiliği daha var. Onu da anlatalım da kimin neler yapdığına târih şahit olsun. Suüstü Gemi Görev Tazminâtı.
1996 senesi olsa gerek. O zamâna kadar karada görev yapan ile gemide görev yapan astsubay/subay maaşları aynı idi. Gemi hizmetimin 10 senesinde ben de böyle görev yapdım. Merhum, kendisi Donanma Komutanı iken Gölcük’de bir öğlen vakdi âniden bizim gemimize, T.C.G Yıldırım Fırkateynine çay içmeye geldi.
Gösterişden, yapmacık davranışdan ve yağcılıkdan nefret eden ve bu tür insanları şiddetle paylayan bir kişi olan Komutanımız
Her zamân olduğu gibi gemiye geleceğini gene kimseye söylememiş idi. Çalışma yerlerimizi şöyle bir dolaşdı. Bizim kamaramıza geldiğinde şöyle dedi;
"Bu mesleğe ilk girdiğim yıllarda dikkatimi çeken ve beni rahatsız eden bir husus var idi arkadaşlar. Bugün bu konuyu sizler ile konuşmak için geldim geminize. Suüstü Gemi Görev Tazminâtı. Sizler burada geminin kahrını çekerken karada görevli arkadaşlarınız ile aynı maaşı alıyorsunuz. Bu olmaz, vicdan bunu kabul etmez. Denizaltıcılar bu tazminatı senelerden beri alıyor. Gemide görev yapana şimdilik sembolik de olsa bir tazminât verilmesi için dosya hazırlattım ve dün Kuvvet’e gönderdim. Biraz bekleyin lutfen" dedi, çayını içdi ve gitdi.
Demek ki Suüstü Gemi Görev Tazminâtı konusunda, mekânı cennet olsun, kendisi her türlü hazırlığı yapmış ve bize müjde vermeye gelmiş idi. Nasıl olsa Ağustos ayında Kuvvet Komutanlığına terfi edecek, gönderdiği dosya kendi eline gelecek idi. Sayın Komutan, dediğini gene yapdı.
Kısa bir zamân sonra az da olsa gemiciliği taltıf ve teşvik eden bir suüstü gemi tazminâtı verilmeye başlandı. Rahmetli ERKAYA yeni bir yol açmış ve kendi ifâdesi ile sembolik dediği gemi tazminâtını Kânun’lara işletmiş idi. Daha fazlasını yapabilecek imkânı olsay idi şâyet yapacağından hiç şüphem yok.
Ne yazık ki kendisinden sonra göreve gelen komutanlar, Sayın ERKAYA’nın bu vasiyetine sahip çıkmadı. Gerçekten sembolik olan gemi tazminât miktarı, gemiciliği teşvik edecek, vicdanları rahatlatacak bir düzeye yükseltilmedi. Ahde vefâsızlık bu olsa gerek!..
Merhum Güven ERKAYA’nın bir farkı daha vardı. O zamâna kadar tayinler hep Mayıs ayının sonunda ya da Haziran ayının ilk haftalarında açıklanır idi. Garnizon dışına gidecekler için bu târih geç oluyor ve yeni birliğe taşınmak, ev tutmak, okul bulmak, çalışan eşlerin nakli gibi konularda ciddî sıkıntı veriyor idi.
Kendisi Kuvvet Komutanı olduğu iki sene boyunca, tayinler Nisan ayında açıklandı. Herkesin hep şikâyet ettiği ve kimsenin sahiplenmediği bu meseleye de derinden bir neşter atdı rahmetli. İki sene boyunca tayin edilenler yeni birliklerine kolayca katılabildiler. Rahat rahat evini kiraladı, taşındı, çocuğuna okul buldu, eşini naklettirdi. Kendisinin görev süresi bittikten sonra yerine gelen komutanlar bu usulü ne yazık ki devâm ettiremediler.
Bir gün yolunuz düşer de Kocaeli’nden geçerseniz, yol kenarında durup üç beş paket pişmaniye alın. Küçük hediye sevgiye; büyük hediye ise saygıya vesile olur. Pişman olmazsınız. Eşinizin dostunuzun gönlünü alırsınız.
Değirmendere’nin denize nâzır çay bahçelerinden birisine oturup bir mola verin. İzmit Körfezi’ni seyre dalarak ince belli cam bardakda çayın keyfini çıkartın. Yorgunluğunuzu hemen alır. Zamanı ise şâyet o tâze fındıklarından alıp doyasıya yeyin. Soyadı gibi uysal olan sevgili devre arkadaşım Özgün UYSAL buradadır. 30 seneden fazla oldu kendisini görmeyeli. Rast gelirseniz şâyet selâmlarımı söyleyin. Gözlerinden hasretle öperim.
Karamürsel’den geçerseniz, kime sorsanız söyler size. Bahar vaktiy ise sormasanız da olur. Ihlamur kokusunu takip edin, bulursunuz. Bizim mahalleye uğrayıp ıhlamur ağacının olduğu sokakdan şöyle bir geçin. Ciğerleriniz ıhlamur kokusuyla bayram etsin. Haa bir de sınıf arkadaşım ve Soyadını kızıma isim olarak verdiğim kardeşim Hilmi ECE var orada... Kendisi şimdi Tuzla’da bir üniversite’de Hoca... Sevaptır, selâmımı söyleyin. Gözlerinden hasretle öperim.
Bahriyelinin Yuvası Gölcük’e yolunuz düşer ise dostlar, gezinizi biraz uzatmak için bir değil iki sebebiniz var. Polyanna’ya bile taş çıkartacak kadar iyimser ve neşeli bir insan olan Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulu’ndan sınıf arkadaşım 954 Engin KORKMAZ orada. Üç sene boyunca aynı sınıfın sıralarında okuduk, aynı yatakhanenin ranzalarında yan yana uyuduk. Ne güzel günlerdi o günler...
|
Sene 1979, güz aylarından birisi... Deniz Astsubay Hazırlama Okulu ikinci sınıfta idik. Dersimiz, fizik; hocamız harika insan, mükemmel hoca Yarbay Mustafa KAZEZYILMAZ... Ders işlerken birden kapı çalındı ve sınıfa bir hanımefendi girdi. Elinde kocaman bir pasta ve şişeler dolusu çeşit çeşit meyve suyu... Engin’in anası imiş!.. Engin’in babası da deniz astsubayı idi. Hem de denizaltıcı… Doğum gününü kutlamak için taa Gölcük’den kalkıp İstanbul Beylerbeyi’ndeki sınıfımıza kadar gelmiş. Mustafa Hocamız derse ara verdi ve sınıfın içinde hep beraber Engin’in doğum gününü kutladık o dersde. 3 senelik öğretim süresinde kutladığımız ilk ve tek doğum günü idi bu... Analık bu olsa gerek.
Mezuniyetten beri görmedim Engin’i... Selâmımı söyleyin. Anasının elinden, Engin’in ve oralardaki sınıf arkadaşlarımın hepsinin gözlerinden muhabbetle öperim.
Yuvaya Dönüş’ü yayınlandıkdan 14 ay sonra yukarıda resimini gördüğünüz değerli sınıf arkadaşım Engin KORKMAZ, 9 Eylül 2014 Salı günü aramızdan ayrıldı. Kendisine Allah'dan rahmet dilerim. Mekânın cennet olsun “Seyirci” Engin kardeşim.
Sonra, gezinizin asıl hedefine teveccüh edin. Deniz Üssü’nün Doğu Nizamiye girişine doğru yürüyün ve Türk Deniz Astsubayına duyulan şükranın ve minnetin ebedî ve en müşahhas ifâdesi olan Yuvaya Dönüş Anıtını ziyâret edin.
Ziyâret etmekle iktifâ etmeyin, bir iki resim çektirin. Zira başka yerde bulamazsınız, kendi türünün biricik örneğidir. Denizci, hattâ asker olmasanız bile bir baba, bir ana ya da onların yavruları olarak sizler, bu heykelde kendinizden mutlaka birşeyler bulacaksınız. Görmek istediğiniz her şeyi görürsünüz bu Anıtda; hasret, mutluluk, saadet, tahassür, sevgi, şefkât, duygu, tutku... Hattâ daha fazlasını...
Bu dünyâda herşey nasip kısmet işidir. Kısmetde ne varsa kaşıkda o çıkar.
Deniz Astsubayı olmama rağmen
Gölcük’de iken Yuvaya Dönüş Anıtı’nın önünde ailem ile birlikte resim çekdirmek bize o yıllarda kısmet olmadı.
Fakat heykeli ile resim çekdiremesek de
Heykeltıraşı Prof.Dr. Sait RÜSTEM ve sevimli oğlu Ahmet Can ile birlikde ailecek resim çekdirmek ile bahtiyarım.
|
|
Her şehirin bir fârikası vardır. Her insanın da târihde bırakdığı bir iz!..
Yuvaya Dönüş Anıtı, Türk Donanması’nın kalbi Gölcük’ün fârikasıdır,
Yuvaya Dönüş Anıtı, Ormairal Güven ERKAYA'nın târihde bırakdığı izdir!..
Oramiral Güven ERKAYA;
Yuva Dönüş Anıt’ını yapdırdığınız için yüzbinlerce Deniz Astsubayı size bugün dahi dualarını gönderiyor.
Mekânınız cennet olsun!..
Bugün, 6 Temmuz 2013. Yuvaya Dönüş Anıtı’nın 17’nci doğum günü!
İyi ki doğdun Yuvaya Dönüş Anıtı; Nice yılllara!..
Dünya durdukca bütün heybetinle sen de yerinde öylece dur!
Fârikası olmak da târihde iz bırakmak da önemlidir, kıymetli dostlarım!
Ne mutlu, fârikası olana,
Ne mutlu, tâ rihde iz bırakana!..
Haydi gene iyisiniz yiğitler! Kömüş bayıltan sıcakların basdırdığı şu yaz günlerinde, sizlere gıyamadığımdan olsa gerek! Kendimi sizlerin yerine ikâme eyleyip cuvâldûzü önce kendi etime batırdım şöyle derinden derinden. Siz muhterem karileri ne kadar sevdiğimi varın siz tahmin edin gâri!
Sonra, sordum kendi kendime; bir şeyi niçin saklarım diye! Cevabını da sizin yerinize gene bu fakir verdi kendileyin.
Kıymetli ise saklarım! Meselâ, açlık sınırındaki üçaylığımdan guruş guruş artdırıp çıkınıma katmer katmer sardığım kefen paramı! Çünkü başkasının eline geçmesini istemem. Bir pundunu bulup da birisi parsadanlayıverse maazallah cenâzem orta yerde kalabilir!
Bir şeyi aşırmışsam, saklarım! Derler ya! Komşu boncuğunu çalan, gece takınır! Çünkü çaldığım şey bana ait değildir. Sahibi onu gördüğünde benden isteyecekdir. Uçurtma uçurduğum zamanlardan bilirim! Konu komşu, akraba yâren bahcelerinden çocukken aşırdığımız meyvelerin hepsini yeyip öğütesiye kadar orada burada dulda bir yerlere saklanır, kimselere gösdermezdik.
Beni utandıracak ise saklarım! Çünkü başkasının işitmesini, görmesini, bilmesini istemem. Meselâ, avret yerlerimi... Atletim neyse de ut yerlerimi örteni indiriversem aşağıya şimdi şuracıkda, pelit dökmüş Macar meşesi gibi göveriverirsiniz alimallah!..
Onu sakladık, bunu sakladık, şunu da sakladık... Peki, Yüce Rabbim bizi bu dünyaya hep bir şeyleri saklamak için mi gönderdi yârenler? Şöyle göğsümüzü gere gere göstereceğimiz, haykıracağımız bir şeylerimiz yok mu Allahaşkına? Var elbet! Çok şükür, var!
Gurur duyup iftihar edeceğimiz bir şeyi niye saklayalım ki? Misâl, Deniz Muhabere Astsubayı olarak şu Yüce Milletime, Türk Deniz Kuvvetlerinde ve Sahil Güvenlik Komutanlığında otuz senelik fiili hizmetim var. Hem de muvazzaf tarafından! Üstelik bu sürenin yarısına yakınını da gemilerde ifâ etmecesine...
Vatanıma, milletime alnımın teriyle ve şevk ile hizmet etdim. Alnımın akıyla da emeklilik kısmet oldu. Pişman değilim. Şimdi, eski tüfek emekli bir astsubayım. Allah devletime milletime zevâl vermesin. Çalmadım, çırpmadım! Aşırmadım, aparmadım, koparmadım! Horzumlamadım, parsadanlamadım!
Açlık hududundaki tekaüt aylığım ile tencerede pişirip kapağında yiyorum. Ben de bunlarla müftehirim ve bu hakikâti emekliassubaylar.org’dan göğsümü gere gere cümle âleme fâş ediyorum!
Kıraat edenlere para, pul veremiyoruz! Olsa, maalmemnuniye! Tükân sizin yiğitler!
Lâkin bugün bu makâlemizi okuyanlar, torunlarına elvan çeşitli şeker götürmeseler de evlerine eli boş dönmeyecekler. İki yeni ve taze bilgi edinmenin hazzını yaşayacaklar evvel Allah!
Birincisi, son 30 seneden beridir şehir efsanesi hâline gelen; dedi miydi, demedi miydi lakırdısı ile bizleri meşgul eden “Senin başçavuşun benim teğmenimden fazla maaş alamaz!” vecizinin aslını faslını; nereden nasıl neşet etdiğini ve kimin yumurtaladığını öğreneceğiz.
İkincisi de bu makâle dizisinin önceki tefrikalarında sizlere duyurduğmuz “Zottirik” lakabıyla maruf kişinin Nüfus Hüviyet Cüzdanına bir dikiz atacağız!..
İnsan, dilinin altında saklıdır dediydi ebemdedem. Önceki makâlelerimizi dikkatle okuyup da “Bu kelimeyi sen mi uydurdun? Ya da elin garibine sen nasıl Zottirik diye hakâret edersin?” deyip merakla ve biraz da hiddetle kontürlü telefonuna sarılan cevvâl yiğitlerimiz oldu. Bu meraklarından mütevellit hepsine kalbî şükranlarımı gönderiyorum buradan. Kendileri heves edip de işbu makâlemizi sonuna kadar okurlarsa şayet bu merakları bugün zevâl bulacak inşallah!
Vurmak istiyorlarsa, vursunlar! Canları sağolsun! Fakat o yiğitlerden bir tek şey istiyorum! Merak etmek iyidir de! Hele önce zahmet edip okuyup öğrensinler! Hakikâti öğrendikden sonra da vurmak istiyorlarsa işde o zaman şu fukara boynum gıldan incedir!
Türk’ün töresindendir. Gınalı 3 gurban geleneğini bilirsiniz! Gelinlik gız, gurbanlık goç ve askerlik oğul!..
Rahmetli babamın anası merhum Emsâl ebemin isteği üzerine esker yapdılar beni. Müşteki değilim! Hepsinin mekânı cennet olsun.
Sülük lakabıyla maruf dedem Süleyman, göbeğimin düşdüğü gün önce ezân okuyup göbek ismimi kulağıma fısıldamış. Sonra Emsâl ebem şöyle demiş babama;
Biz, yedi göbek öteden beri yurdumuzu bekleyen Türksoyu Türk’üz. Bu Türk yurdu, bize su verdi, içdik; taam verdi, yedik! Harb-i İstiklâlin bedelini, babalarımızın şahâdetiyle ödedik.
Bugün, şu ay yıldızlı albayrağın gölgesinde sûlh-u salâh içindeysek ve başımız gövdemizin üstündeyse şayet bunu, eskerimize borçluyuk.
Oğul, sana vasiyetimizdir! Türk’ün töresidir, uyasın! Bugün yaşadığımız huzur ve hazarın diyeti olarak bu garayağız torun, esker olacak inşâllah!”
Bu sebepden olsa gerek, hepsi de ömürlerinin son demine kadar beni, ismimden çok “Onbaşı” diye çağırdılar. Ne Emsâl ebem ne de Sülük dedem esker olduğumu görebildi. Ben astsubay oldukdan sonra bile babamın bu alışkanlığı, öldüğü güne kadar devam etdi. Onbaşı unvanını taşımakla da iftihar ederim.
Bilenler, bilir. Köylük yerde, kızları nüfusa bile yazdırmazlar. Bizim oralarda o zamanlar öyleydi. Bir erkek uşağı, en az 3 gız evladına bedel kabul edilirdi.
Biz, 6 garındaşız; 5 gız, 1 erkek uşağı! Ailemiz için çok zor bir tercih olmasına rağmen merhum babam, ebemdedemin vasiyeti üzerine ve sûlh-u salâhın diyeti niyetine kulağımdan tutup beni esker ocağına teslim etdi. Hem de 15 yaşımda.
Hz. İbrahim’in, oğlu Hz. İsmail’i kurban niyetine kesmeye tevessül etdiği gibi babam da beni götürüp ıssız bir yerde kesdeydi, kim gelip ne diyebilirdi? Rahmetli babam beni kurban niyetine kesmedi. Fakat bu millete kurbanlık niyetine, askeriyeye teslim etdi.
Gabi statü sanemi diyor ya; “Astsubaylığı siz kendiniz seçdiniz. Kimse sizi zorla astsubay yapmadı!” Şimdi, bu sözü söyleyen susak ağızlı apoletli esker düşmanı statü edepsizine bir çift sözüm var şurada söyleyecek! Lâkin edebim elvermiyor.
1000 seneden beridir şu mukaddes topraklar üzerine basıyoruz. Bugün şayet bağımsız olarak yaşıyorsak ebemdedemin dediği gibi bunu hiç kuşkusuz askerimize borçluyuz. Bölüp parçalamak için elvan çeşit orostopolluklar tezgahlansa da bugünkü huzuru temin etmek bahasına en çok şehit veren astsubay sınıfının mensubuyum. Bu şüheda ocağının bir neferi olmakla da iftihar ederim.
Bahsetmeden geçemem! Silahdaşlığın icâbıdır. Hiç olmazsa kendi devre arkadaşlarımı burada yâd etmeliyim.
Vatana hizmet için beraber başlatdığımız bu askerlik yürüyüşünü sınıf arkadaşlarımdan niceleri akla hayâle gelmeyecek sebeplerle tamamlayamadı. Mukaddes vatan hizmetine talip oldular. Bile bile gidip gönüllü yazıldılar. Ve karanlıkda ateşe doğru uçuşan pervâneler gibi vatan hizmetine koşup şahâdet şerbetini içdiler birer birer.
İşde size sadece birkaç örnek...
Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulu’nda 3 sene aynı sınıfda okuduğum arkadaşım, Soyadı gibi boyu da uzun olan Rahmetli Ömer UZUN. Melek gibi uysaldı. Huyunun mülayimliğine karşın gözü öylesine kara idi ki tarif etmenin imkânı yok!
Benim de borucu olduğum Bando takımının solo trampetcisiydi Ömer. Teneffüslerde, oturduğu masasını öyle bir tımbırdatırdı ki işitenler vurmalı çalgılar orkestrası konser veriyormuş zannederdi. Öylesine güzel trampet çalardı ki Ömercik, onun tek başına çaldığı solo trampet eşliğinde bütün okul yürümekden handiyse mest olurduk.
Babası Almanya’da gurbetciydi. Bu sebepden, öksüz gibi büyüdü. Deniz Topcu Astsubayı Ömercik, SAT olmak istiyordu. Oldu da. Ve hemen de nişanlandı. Babasının evinin önünde, İstanbul Kadıköy açıklarında eğitim için denize atdılar öğretmenleri onu, puslu ve soğuk bir bahar sabahı. Astsubaylığının daha ikinci senesindeydi. O gün denize daldı ve bir daha gören olmadı Ömer kardeşimi.
Karamürsel Astsubay Sınıf Okulunda bir sene aynı sınıfda birlikde okuduğum, Soyadı gibi kendi de temiz olan Orhan... Her daim mis gibi kokduğundan dolayı kendisine “Kokulu” lakabını takdığımız dünyalar iyisi sınıf arkadaşım Beykoz’lu Orhan TEMİZ...
Örütbağda aradım. Ne bir satır yazı, ne bir tavsır. Kendisine ait hiçbir şey bulamadım. Sağ tarafınızda gördüğünüz solmuş sararmış tavsırını kendi yıllığımdan aldım buraya.
Bizi ölüme gönderen komutanların idare etdiği askerî kurumların kendi şehitlerine bu kadar ilgisiz, duyarsız, vefâsız davranması ne acı!
Sitemizden rica ediyorum. Orhan kardeşimi, Gurur Duyduklarımız/Şehitlerimiz bölümüne ilave etsinler lutfen. (Şehidimiz sitemize eklenmiştir, bkz.)
Mezuniyet töreninde çekdiğimiz kur’a ile Telsiz Astsubayı olarak TCG Tınaztepe Muhribine tayin edildi Orhan. Astsubaylığının daha ikinci senesindeydi. Sisli bir kış günü gemisi, İzmit Körfezi’nde Aygaz isimli sıvı gaz tankeriyle çarpışdı. Telsiz Kamarasında görevinin başındayken iki astsubay meslekdaşıyla birlikde şehit düşdü. Bekârdı Orhan kardeşim. O zaman kursdaydım. Koşup gitdim Gölcük’deki cenaze törenine.
Üçüncü şehidimiz de Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulu’ndan devre arkadaşım olan DSH Astsubayı Ahmet SEZGİN. Rahmetli Ahmet B sınıfında, ben de C sınıfında okuduk tam 3 sene. Kendisi helikopterde uçucu astsubay idi. Ahmet, evliydi. Benim de TCG Yıldırım Fırtkateyni ile Kuzey Akdeniz’de, İzmir açıklarında iştirak etdiğim bir tatbikat esnasında helikopteriyle görev için havalandı o gün. Bu görev, son havalanışı oldu Ahmet kardeşimin. Helikopteri denize düşdü ve içindeki askerlerin hepsi şehit oldu.
Kısmetmiş. Cenazesine gidebildim. Hemen o civarda, Çanakkale’nin küçücük ve yemyeşil bir köyünde çok güzel bir mezarlıkda toprağa verdik Ahmedi. Subay, Astsubay, Er, Erbaş... O tatbikata iştirak eden gemilerdeki askerlerin tamamı gitdik cenaze namazına. Karacısı, denizcisi, havacısı... Köyün nüfusunun belki de 10 katı asker geldi o gün köye. Binlerce askeri karşısında gören köylüler o kadar memnun oldu ki handiyse şehidinin acısını unutdular.
Cennet ile müjdelenen bu mübârek devre arkadaşlarımın ruhları şâd olsun!
Şehit; aile ve akrabasından 70 kişiye şefaat eder, şefaati kabûl edilir. Allah, kıyâmet günü bizleri de bu şehidlerimizin şefaatlerine nâil eylesin inşallah!
Çoban Sülü ile biz astsubaylar arasındaki benzerlik nedir?
Bildiniz! Her ikisi de asker darbelerinden çok çekdi!..
Peki, Çoban Sülü ile biz astsubayların arasındaki fark nedir?
Lengeli fötürünü alıp 6 kere gitdi, 7 kere geldi. Son dönüşü, adına yaraşır biçimde muhteşem oldu! Çoban Sülü, yedincisinde Cumhurbaşkanı olarak gelmesini bildi.
Ancak biz astsubaylara vurulan sivil-asker maddî-mânevî darbeler ve silleler artan bir ivme ve şiddet ile hâlâ devam ediyor babayiğitler!
12 Eylül 1980 asker darbesinin tozu dumanı arasında Askerî Yüksek İdare Mahkemesi, “Astsubaylar, 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’una göre Genel İdare Hizmetleri sınıfından devlet memurudur” diyen mesnetsiz ve Kanunsuz bir karar verdi.
Bu kararın gerekcesini öğrenmek için 4982 sayılı Bilgi Edinme Kanun’undan neşet eden hakkımı kullanıp BİMER üzerinden iki kere dilekce gönderdim. Her iki dilekcemde de şu suali sordum;
“926 sayılı TSK Personel Kanun’una tâbi olan astsubayların;
- a. 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unda tarif edilen Genel İdare Hizmetleri sınıfına dahil olduklarına dair Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin tesis etdiği bir karar var mıdır?
- b. Karar var ise tarihi ve sayısı nedir?”
AYİM’in “Yüksek” adâleti tez zamanda tecelli etdi ve ilk dilekceme şu cevabı verdi;
Dilekce konusu, Bilgi Edinme Kanunu kapsamına girmediğinden cevap verilememiştir!
İkinci dilekceme ise verdiği cevap şöyle;
Dilekce konusu, Bilgi Edinme Kanunu kapsamına girmediğinden cevap verilememiştir.
Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Başkanlığında başvuru sahibi Şükrü IRBIK tarafından açılmış davalara ilişkin kararlar isteniyor ise; açılan bu davalara ilişkin kararlar Ek’te gönderilmiştir.
Al sana AYİM’den bir kaya, nereye istersen oraya daya!
Yeri gelmişken diyelim; muvazzaf iken AYİM’e tam 7 dava açdım. Kanun’da yazılı olmasına ve haklı olmama rağmen birisini kaybetdim. Diğer 6 davamı da AYİM başdan reddetdi.
Bu davaların hiçbirisi şahsım ile alâkalı değildir. Hepsi, astsubay aleyhine hüküm ithiva eden mevzuatdaki eksik ve yanlışlıkların düzeltilmesine matuf davalardır. İşde AYİM himmet edip bana bu davaların karar metinlerini göndermiş.
Önce AYİM’e sorduğum suali, sonra da AYİM’in bana gönderdiği yukarıda mezkur cevabı bir de siz okuyunuz. Ben, AYİM’den açdığım davalara ilişkin karar metinlerini isdemiş miyim, bir de siz söyleyiniz.
Ben, AYİM’e soruyorum; “Çanakkale Boğazı?..”
AYİM cevaplıyor; “Yanıyor gıçımın ağzı!”
Ufak ufak garınca, nenni de yavrum nenni!
Lâkin, bu nenninin sonunda uyuyan ben olmayacağım. İşde, buradan fâş ediyorum siz ala bacak AYİM’li eşeleklere!..
AYİM, bir doğruyu kırk yalana saklama telâşında. Görülen o ki yalan üzerine yalan söyleyen AYİM’in kimyâsı bozulmuş!
Ey, AYİM’in hâkim kılıklı ve apoletli işgilli büzzükleri!
Bugün, gıçınız yanıyor. Artık gizleyemiyorsunuz!
Yarın, hakkını gasp ettiğiniz astsubayların ahı tutacak ve teneşire gelesi vücudunuzun diğer uzuvları da bir bir yanacak inşallah!
Bugün, üçüncü dilekcemi gönderdim e Devlet üzerinden. Sualim, gene aynı! M.S.B’nin kurduğu çadır tiyatrosunda, ipleri Gepetto Genelkurmay’ın elinde olan AYİM kuklası, Pinokyo’yu oynamaya devam ediyor. Üçüncü sualime ne cevap verecek bakalım!
AYİM, istediği kadar bu kararını saklamaya çalışsın. Nafile! Korkunun ecele faydası yok! Bir gün gelecek, haksızlığın, adâletsizliğin utanç abidesi olan emir eri AYİM lağvedilecek. Ve biz emekli astsubaylar o gün de var olacağız. Bu ahlaksız, bu mesnetsiz, bu haksız, bu namert, bu soysuz, bu Kanunsuz kararına gerekce olarak ortaya dökdüğü incileri göreceğimiz günler yakındır yârenler.
“Ait, aidiyet” sözlerinden hazzetmiyorum. Bu kelimelerin kadınsı bir sedâsı, bir nidâsı, bir ruhu, bir hüviyeti var. Ben sana aidim, sen bana aitsin! Yok olmadı, o kime ait? Aidiyetimi kaybetdim, hükümsüzdür!
Son zamanlarda kadın eli bulaştırılsa da tarihden beri hemen bütün milletlerde erkek mesleği olan askerlere bu kadınsı kelimeyi kullanmak yakışıyor mu? Yakışmıyor!
Haydi geliniz, böğürtlenli muhallebi kıvamlı ve oje-ruj kokan bu kelimeleri kızağa çekelim! Başkanım, Sayın Ahmet KESER! Lutfen siz de bu söze kulak kesiliniz. Şayet şu fakire iltifat buyurursanız onların yerine câri mevzuatda zaten mevcut olan “Mensup, mensûbiyet, ordu mensubu, mensûbiyet duygusu vb.” diyelim yiğitler!..
Ait ve aidiyet gibi kelimelerinin yerine, genç meslekdaşlarımızın işitmediği ya da unutduğu fakat Eski Tüfeklerin iyi bildiği “Mensup, mensûbiyet” sözlerini kullanalım. Ordumuzda mensûbiyet duygusu azalmış! Şunca senede, yüzde bilmem şundan yüzde bilmem şuna inmiş! Güzel, değil mi?
Hele bir de hiyerarşi, vizyon-misyon, promosyon ve moral-motivasyon gibi börkenekden atmasyon kelimeler var ki!.. Burası neresi Allahaşkına, gardeşler? Hay bu kelimeleri terennüm edenlerin dilini... Demi ve yeri değil ki bir iki usdura da o taraflara sallasak!
atv’de beş paralık yeni bir dizi çevirmek karşılığında bunca senelik itibarını harcayıp Âkil olan Kadir İNANIR bir zamanlar ne yapmışdı dostlarım? Şu fakiri kızdırmayın! Yoksa bir punduna getirip tıpkı Kadir abinin yapdığı gibi sizi duldalarda movite ediverir ha!
Lakaplar; kişiye karşı beslenen sevgiyi, saygıyı ifade etmek için ya da o kişiye karşı beslenen nefreti dışa vurmak için yakışdırılır.
Örfümüzde vâriddir! Arkadaşa, eşe-dosda, devlet adamlarına, meşhur eşhasa, bahusus siyasetcilere ve hattâ Cumhurbaşkanlarına dahi her dönemde lakap takarız.
İttihatçılar kızdılar mı Atatürk'e “Sarı Paşa” demişler. Bu lakap tutmamış, İttihatçılar arasında kalmış. Vardır elbet bir esbab-ı mucibesi! Asker emeklisi Cumhurbaşkanlarından birisine Çivitbaş, ötekine Zottirik demişler. Birincisini varın siz bulun! Makâlemizin fitnecibaşı, afedersiniz, iç güveyi ve baş oyuncusu olduğundan nâşi biz, ikincisini fâş eyleyeceğiz.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu sene okgası çil çil liralarla alınıp satılan sarı saman bile olsa saklamaya meyyâldir insanoğlu. Bunu anlayabiliriz. Peki ya sakladığımız şeyin aslında hiçbir kıymet-i harbiyesi yok ise? O zaman niye saklamak ihtiyacı hissederiz acap? Değeri olmayan şeyleri de saklamak ister miyiz? Kendi adıma evet, saklarım! Başımı yere eğdirecek, hicap edeceğim şeyleri ben de saklamak isterim.
Bir insan tahayyül ediniz. Genelkurmay İkinci Başkanlığı görevi yapmış zamanın bir behrinde. Şimdi kendisi, o mevkiden, makamdan çok uzaklarda yapayalnız geziyor... Ve hizmet etdiği o devlet kurumu, bugün örütbağ sitesinde yayınladığı özgeçmişinde, bu asker kişinin Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapdığı tarihleri yazmamış (¹).
Kişinin kendi askerlik hayatındaki önemi şöyle dursun, memleketimiz için bile hakikâten önemli bir makamdır. İnsan, kendinden bahseder de Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapdığı tarihleri es geçer mi?
Çok aradım, sordum, soruşdurum. Aradım, taradım fakat ben bulamadım. Zannımca, birisi ya da birileri bizlerden bir şey saklıyor!
Zamanın bir sehminde sen T.C. Ordusunda Genelkurmay İkinci Başkanı olarak görev yap. Sonra, senin özgeçmişini yazan ve senin de bir zamanlar Başkanlığını yapdığını o devlet kurumu, senin o kurumun İkinci Başkanlığını yapdığın tarihi özgeçmişine yazmasın! Sarımsaklayıp saklasın! Olacak, unutulacak, sehven yapılacak iş mi?
Peki niye? Kıymetli mi? Aşırdığın bir şey mi? Seni utandırası bir şey mi? Ya da nedir?..
Soyu sopu, nesebiyle herkesin iftihar etmek hakkı vardır. Fıtraten haiz olduğumuz bu hak, lâyuseldir! Kimse dokunamaz, sorgulayamaz! Bu fikrin tezahürü olarak da ebemdedem şöyle buyurmuş; Aslını gizleyen haramzâdedir.
Mâdem hakikâtler bu minval üzere öyleyse görev yapdığın tarihin aslını, faslını niye gizlersin? Daha reşit olmamış çocukları beslemeyip bir bir asdığını gerdâniye makâmından terennüm eylediğin basın demeçlerinde cümle âleme utanmadan fâş eyliyorsun. Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapdığın tarihi sen ya da Genelkurmay Başkanlığı niçin şu an dahi saklıyor? Hakikaten meşkûk bir durum, değil mi?
Biz astsubayların şu bahtsızlığına bakınız babayiğitler! Astsubayın yüksek öğrenim intibak hakkının gasp edilmesi sürecinde Cumhurbaşkanlığı, Anayasa Mahkemesi, M.S.B., AYİM ve T.B.M.M. çatısı altında çevrilen tezgahlar silsilesinde ortaya dökülen hangi daşı kaldırsak altından aynı apoletli subay çıkıyor karşımıza. Bunların hepsine tesadüf deyip üsdünü örtebilir miyiz?
Astsubaylara en katmerli darbeleri sen vurduğuna göre ya astsubaylardan kaynaklanan onulmaz bir kuyruk acısı var sende ya da seni sıkıntıya düşürecek bir ayıbını, bir suçunu bilen bir astsubay var! Acaba hangisi?..
Bunlar söz konusu değilse o zaman astsubaya karşı beslediğin bu bitmez tükenmez kin, hınç ve nefretinin sebebi nedir, ey meçhul asker?
Bu meçhul asker, astsubayın haklarını gasp etmek için arnavut kaldırımı döşeli fitne yollarında apoletini bir o yana bir bu yana sallaya sallaya o kadar hızlı koşmuş o kadar hızlı koşmuş ki! Düz tabanlarını yağlayıp koşabileceği bütün yollları tepmiş. Dermânı ve ciğeri elverseymiş ve biraz daha hızlı koşsaymış şayet dünyadan aşşağıya düşecekmiş hani!
Astsubayı Taşlamak isimli mukaddime ile başlayan tefrikadan sonra sırasıyla; Cumhurbaşkanı ve Astsubay, Anayasa Mahkemesi ve Astsubay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Astsubay sitemiz müdavimleri buluşdu.
Ve şu anda kıraat etdiğiniz ve tefrikanın sondan ikincisi olan işbu makâlenin adı ise Genelkurmay Başkanlığı ve Astsubay!..
Makâle tefrikamızda, Millî Savunma Bakanlığı ve Astsubay ismiyle bir makâle neşretmeyeceğiz. Nâfiledir! Gâvur orucu gibi konuyu uzatmaya değmez!
Çünkü ha Genelkurmay Başkanlığı, ha Millî Savunma Bakanlığı... Konu astsubay meselesi olunca ya birincisi, ikincisinin kuyruğuna takılıyor ya da ekseriyetle olduğu gibi ikincisi, birincisinin...
Aynı küllüğün horozu, aynı teknenin hamuru; aynı tarlanın çamuru...
Yaman hırsızın, yalancı şâhidi; Bozacının, şıracısı; Havan dövücünün, hık deyicisi...
Minâre çalanın, kılıf hazırlayıcısı; Gassâlın, mezarcısı...
Çünkü astsubay talepleri söz konusu olunca bu Siyam ikizleri; aynı bağın, aynı makâmdan beraber şakıyan bülbülleri; aynı dağın beraber seken saksağanları; aynı derenin aynı anda, aynı yerden ve birlikde ısıran ısırgan otları oluveriyorlar nasılsa!
Bu eşlemeden, birisi bunu seçiyor, öteki de şunu..
Birisi, biz astsubayları minâreden atıyor! Öteki, aşağıya inip tutmuyor!
Birisi pas veriyor, öteki, daha ziyade ikincisi, yani apoletlisi gol atıyor.
Tabii, kendi kalesine!
Bir emir ile ölüme gönderip Azraili olduğun askerin az bir kısmını teşkil eden subayları sen ihyâ et, kâhir ekseriyetini teşkil eden astsubayları ise inkâr et, ihbar et, ihmâl et!
Yapdıkları, danışıklı döğüş ezelden beri.
Yok aslında birbirinden farkı. Birlikde çevirdikleri hep fitne, fesat çarkı!
Zottirik’in Harbiye’den bir üst devresi olan 27 Mayıs darbecilerinden Albay Ertuğrul ALATLI’dan tevâtüren;
Harb Okulunda her devrede genellikle her öğrencinin farklı lakapları vardır. Kendisi futbola çok meraklıydı. Bölüklerarası her maçda oynamasına rağmen atlayıp zıplayıp tam neticeye varamadığı için muzip arkadaşları adını “Zottirik” koymuşlardı. Bilhassa Harbiye’de onu hiç kimsenin ismiyle çağırdığını fazla hatırlamıyorum. Bu hoş olmayan tanımlama neredeyse yüzbaşılığına kadar devam etdi. Sonraları unutulup gitsede, ona kızan dönem arkadaşları eski günlere atfen bu lakabı maalesef gündeme getirebiliyorlar.
1923 sayılı Kanun ile yüksek öğrenim gören astsubayların maaşlarının, “devlet memurlarına nisbeten bir üst dereceden intibak ettirilmesini” Anayasa Mahkemesi 1976 senesinde görüşmüş ve Kanun’un bu hükmünü iptal etmişdi. Kararın tam iptali yönünde görüş bildiren ve davanın görüşülmesi esnasında 1 üyesi askerî hâkim subay olan mahkemenin 6 üyesi şöyle mesnetsiz ve sapık bir kanaat tesis etmişdi.
... Bir astsubaya, kendisine rütbesi ve kıdemi yönünden emir verme durumunda olan amirinden daha üstün aylık ödenmesinin askerî hizmetlerin gereklerine ve bunun doğal sonucu olan disipline aykırı düştüğü açıktır.
Bu yargının doğru olduğunu bir an için kabul edersek; askerlik görevini yapmak için orduya intisab eden 1 günlük hizmeti olan asteğmenin, 30 sene hizmeti olan bir astsubay başçavuşdan daha fazla maaş alması gerekir. Halbu ki vaziyet hem o tarihde hem de bu tarihde böyle değildir. Olamaz da! Olmasını savunmak için insanın aklını peynir ekmek ile yemesi gerekir. Böyle bir ücretlendirmeyi dünyanın hiçbir teşkilatında göremezsiniz. Bu kanaati hukuk ehli insanların söylemesi Türk hukuk tarihi için tam bir rezalet, tam bir yüz karasıdır.
Böylesi sapık bir karşıoy yazısını yazmak ile Anayasa Mahkemesinin bu 6 üyesi; “Başçavuş bile olsa benim teğmenimden fazla maaş alamaz” diyen kişi ile aynı noktada buluşdu, aynı ağulu fikirde ittifak etdi. Bu fikiri hangisinin hangisine fısladığı önemli değil. Fakat Anayasa Mahkemesi hâkimlerine, Genelkurmay’ın teneşire gelesi İkinci Başkan’ının fıslaması daha muhtemel görünüyor. Tosya pirinç unundan yapılmış muhallebi ile beslediği teginmenine kıyamayan zamanın Genelkurmay İkinci Başkanı nefret zehirlenmesine duçâr oldu ve işde bugün kendisini rezil ve zelil eden bu sapık ifadeyi yumurtaladı.
Kusursuz cinâyet yokdur. Her katil iz bırakır. Bakmasını bilen de mutlaka bir ipucu bulur. Kurşun izi, parmak izi, ayak izi... Kıl izi, tüy izi... Bunlar da yoksa; ruh izi, nefes izi, göz izi...
Akıllı olduğu zehabına kapılıp kanaviçe işler gibi cinayet işleyen kancalı kurt kılıklı bu asker kişi, işlediği her cinayetde silinmez izler bırakdığının farkında değildi. İşde onlardan bazıları; Netekim, Zottirik, beslemedik, asmadık netekim!
Bu izler, nihâyet zevâle erdi. O uğursuz ağzından çıkan sözler, sahibinin eşkâlini ele verdi.
Ve nihâyet son 40 seneden beridir biz astsubayları onulmaz sıkıntılara düçâr eden meş’um, meçhul, meşhur; “Başçavuş bile olsa bir astsubay benim teğmenimden fazla maaş alamaz netekim!” lafı üzerindeki giz perdesi aralandı!
Asker emeklisi Cumhurbaşkanı Fahri bey, Anayasa Mahkemesine söylediği yalanları ile çıkdı Hâkk’ın huzuruna!
Astsubaya vurulan her darbenin, atılan her daşın altından sen çıkıyorsun!
Sen de Türk Ordusunun subayı ile astsubayını su ve zeytin yağı gibi birbirinden ayrışdıran ve bölen bu ağulu lafın ile çıkacaksın yakın zamanda Hâkk’ın makâmına!
Bu meş’um, meçhul ve meşhur askerin Göbek Adı; Ahmet!
Adı; Kenan...
Soyadı mı? Söylemeye değmez! Namert, lakabıyla bilinir nasılsa!..
İşde yârenler, “Başçavuş bile olsa bir astsubay benim teğmenimden fazla maaş alamaz netekim!” sözünü saklamak maksadıyla Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapdığı tarihleri bu şahıs ve idare, bilerek, isdeyerek ve kasden saklamaktadır.
1975 senesinden beri ışığa kavuşmayı tahassürle bekleyen bir hakikât daha şimdi muradına erdi!
Siz kariler de çıkın kerevetine!..
Merdâne paşamız çıkımışdı meydâne. Ve darbe makâmından cümle âleme fâş eylemişdi, güzide bir futbol takımımızı tutduğunu.
Ne demişdi, anıtı büyük paşamız? “Damarımı kesseniz kanım şu ve şu renk akar!” (²)
Paşam, biz sizleri Türk Ordusunun askeri bilir idik! Askerin kanı aksa aksa kırmızı akar. Çünkü bizim kanımız rengi, kırmızı. Kanınızın rengi kırmızı değil ise siz ne siniz?
Jay Jay Okaça’ya olan muhabbetiniz de gözlerden kaçmamışdı Başkanlığınız zamanında. Kanınızın rengi gibi yoksa derinizin rengi de mi bizden farklı?
Damarlarınızda renklerini taşıdığınızı söylemekle övündüğünüz ve o futbol takımını sevdiğiniz kadar astsubayları, hele hele ekmeğini yediğiniz Türk Milletini seviyor musunuz acap?
Bir çevik paşamızın söylediğini kendi sinem ile görmüş, kendi kulaklarım ile işitmişdim televizyonda. Kendisi, Genelkurmay İkinci Başkanıydı o vakitlerde. Tutduğu futbol takımı hakkında gazetecinin kendisine sorduğu suale cevap verirken bir paşamız şöyle başlamışdı sözüne; “Şerefim üzerine yemin ederim ki!..”
Türk Ordusunda görevli bir paşa düşünün! Futbol takımı sevgisi, kara sevda kertesinin de ötelerine varmış ve askerlik şerefinin önüne geçmiş.
Söylediğini görüp duyarken de kendi ağzım, anamın yayık ayranı çalkaladığı çebiç derisinden mamûl torbanın ağzı gibi açılıverdiydi.
Yukarıda mezkur madalyalar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın Necdet ÖZEL’e bugüne kadar verilen madalyalar.. Memurluğuna başlayalı daha 2 sene bile dolmadan 3 dane yerli madalya ve 6 dane yabancı menşeli madalya.. Maşşallah! Allah ziyâde etsin.
İç güvenlik harekâtı esnasında mayına basdığı için sol bacağı dibinden kopdu. Bu sebeple, koltuk değneği ile ancak ayakda durabilen Piyade Astsubay Başçavuş Polat KATIRANCI’yı karşısına alıp TSK Üstün Cesâret ve Ferâgat Madalyası verdi.
Peki, aynı madalyayı boynunda taşıyan Nejdet bey, bugüne kadar kaç savaşa girdi? Kaç savaş kazandı? Hangi savaşda yaralandı? Kaç kere ameliyat oldu? Nejdet beyin hangi uzuvları yerinden kopdu, kesildi biçildi de bu madalyayı hak etdi?
Önce, sapasağlam yerinde duran kendi bacağına, sonra da madalya verdiği Polat Astsubayın “tahtadan yapılmış takma bacağına” bakdığında neler hissetdi acap?
Elin adamları durduk yerde bizim subayımızın boynuna niye madalya takar yiğitler?
Nejdet bey bizim ordumuzdan daha çok yabancı ordulara mı hizmet etdi yoksa?
Bakalım daha kimler, ne madalyalar takacak boynuna!
Bir de onaltıncı Türk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün yakasına bakınız. Bir tek madalya görürsünüz!
Başkomutan olarak sevk ve idare etdiği İstiklâl Harbi’nde gösterdiği muvaffakiyyetlerinden dolayı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin verdiği tek madalya; Kırmızı-yeşil şeritli İstiklâl Madalyası!
Kimin kime hizmet etdiğini bu madalyalardan daha güzel gösteren ne olabilir ki?
Önce, “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” diye bas, bariton ve tenorden bağırdılar. Bakdılar, maya tutmadı. Sonra, kafalarına çölmekden saksı düşmüş olmalı ki bu vecizdeki şartın sıralamasını değişdirdiler.
Şimdi “Güçlü Türkiye, Güçlü Ordu” diye nutuk atıyorlar. Eh, hiç yokdan iyidir. Züğürt tesellisi niyetine “He!” diyebiliriz. Hespi o gadar!
Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun Astsubaylarını perişan etmek için geçmiş ezmanda devletin böyyük makam sahibi, atanmışından-seçilmişinden ve askerinden-siyasetcisinden galınbok adamlarının çevirdiği orostopolluk silsilesi böyle idi.
Peki, astsubayların lehine olmak üzere, yüreğimizin sesini duyduğumuz şu demde asker cenahında durum ne minval üzere acap?
Basından;
Türk Ordusu, tarihinin hiçbir döneminde bu kadar itibar kaybetmedi. Bu kadar hakârete maruz kalmadı, bu kadar itilip kakılmadı. T.C Ordusu savaşda bile bunca subay, bu kadar astsubay kaybetmedi!
Sadece bir buçuk senelik Başkanlığı esnasında yapdıklarıyla, işde yukarıda gördüğünüz tahkirlere, hakâretlere, yakışdırmalara maruz kaldı Nejdet bey.
Bir değil, iki değil! Siyasetcisinden gazetecisine kadar bunca adamın hepsinin yalan söylemesinin imkanı yok!
Tahkir ve tezyif edici bunca laf-söz ortalıkda dolaşırken oturduğu koltuğa bir insanın hâlâ yapışması, izzet-i nefis ve hele hele askerliğin şerefi ile bağdaşır mı yiğitler?
Kendi şerefini korumakda aciz kalan bir komutan, kendi adamlarının hakkını müdafaa edebilir mi?
Kendisi, muhtac-ı himmet dede,
Nerede kaldı gayriye himmet ede!
Acaba kendisi hiç aynaya bakıyor mu? Bakıyorsa şayet şahsına yakışdırılan bu sıfatlardan sonra kendisini nasıl hissediyor?
Bunca siyasetciyi ve gazeteciyi, hele hele ordunun aslî unsuru olan astsubayları dahi karşısına alıp düşman muamelesi yapan Nejdet beyin gelinen bu rezil durumdan hiç mi kusuru günahı yok?
Bir önceki Genelkurmay Başkanı, “Personelimin hakkını müdafaa edemiyorum!” diyerek görev süresi dolmadan istifa etdi. (¹⁰).
Eteğinde dolaşan kurmay kılıklı ala bacak dinazor subaylarının Nejdet beyi aldatdığını artık birilerinin kendisine söylemesinin zamanı geldi de geçiyor bile!
Siyasetci-gazeteci cenahından yediği paparaları sineye çeken komutanlarımız, bir zamanlar sırtlarını yaslayıp canlarını emanet etdikleri astsubaylara diş geçirmeye tevessül etdi umarsızca!
Eşşeğe gücü yetmeyen Nejdet bey, şimdi de semerini dövmeye yelteniyor kendileyin!
Genelkurmay Başkanı sıfatıyla Nejdet bey, T.C. Ordusunun Astsubayına önce muhtıra verdi. Bu e-muhtıranın bağlantısını veremiyorum. Çünkü 04 Mayıs 2012 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı sitesinde yayına verdiği muhtırayı Nejdet bey, 10 gün sonra sitesinden apar topar kaldırdı.
Sonra, nefret nöbetine tutuldu ve Orduyu tahrik ediyor deyip dilekce vererek TEMAD Genel Başkanı Sayın Ahmet KESER’i savcılığa şikâyet etdi.
Molla Kâsım namıyla maruf Selim akıllı bir savcı çıkdı ortaya.
Ve sıygaya çekdi Nejdet beyi.
Önce, elinin tersiyle geri çevirdi, Nejdet beyin ucu kırmızı mumlu o şikâyet dilekcesini.
Sonra da tek tek yırtıp şikâyet dilekcesinin sayfalarını,
Gümüşdere’nin sularına atdı bir bir.
Asker emeklisi Fahri bey, astsubayların yüksek öğrenim intibak hakkını iptal ettirmek için 1975 senesinde Anayasa Mahkemesine dava açan ilk Cumhurbaşkanı yaftasını asdı kendi boynuna.
Ve Kerizci Fahri namıyla maruf oldu.
Fahri beyin açdığı iptal davasını sutre gerisinden sevk ve idare eden Zottirik lakaplı Ahmet Kenan; “Başçavuş bile olsa bir astsubay benim teğmenimden fazla maaş alamaz netekim!” sözüyle tarihin aptallar albümündeki yerini aldı.
Şimdiki Genelkurmay Başkanımız Nejdet bey de 2012 senesinde;
Kıraat etdiğiniz şu sözlerin müellifine sorarsanız şayet, “Sucukcu” Paşa lakabını takalım, yiğitler?
Tefrikamızın evvelki makâlelerinde ifade etdik;
Şeytan taşlayınız! Yerinde ve zamanında taşlamak vâcibdir.
Astsubayı taşlamayınız! Ve astsubayın ahını almayınız!
Lâkin, astsubayı taşlayan, iki cihânda da iflâh olmaz!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
O gün, alessabâh kalkdı. Sıcacık yatağının içinde şöyle bir doğruldu. Üzerinde, severek giydiği has ipekden mamûl dikine pembe çizgili mavi picaması vardı. Başını geriye doğru atıp gözlerini tavana dikerek uzun uzun gerindi ve doya doya esnedi. Sonra, o gün Cumhuriyet tarihinde ilk defa yapacağı iş aklına geldi. Kalın dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi. Sevincinden yırtılırcasına büyüyen ağzı, avurtlarını aşıp kulaklarına değdi.
Yatağından çıkıp odasından dışarı doğru çevik bir hamle yapdı. Ne de olsa serde harbiyelilik vardı. Sabah sporlarında takım komutanı subaylar “Yaylalar, yaylalar” türküsü eşliğinde gıçından terler boşalasıya kadar az koşdurmamışdı harbiyeli günlerinde.
Çok mâkul bir kira bedeliyle, handiyse bir kaç kilo altın çilek parasına kendisine M.S.B.’nin “görev tahsisli” olarak verdiği lojmanın salon penceresine yaklaşdı. Pencere camından dışarı doğru keskin bir harbiyeli bakışı fırlatdı. Kemik gibi soğuk ve kurşun gibi ağır, dudak çatlatan barûdî kış günleri gitmiş; yerini taze, serin ve yeşil dolu bahar günlerine bırakmışdı dışarıdaki hava. Emniyet nöbetindeki askerler, devriye nöbetine pür dikkat devam ediyorlardı lojmanın etrafında. Bilen bir gözle şöyle bir süzdü nöbetcileri... Bunu gördüğüne sevindi. Kendini bir kat daha emniyetde hissetdi.
Tam bu arada, pencereden bahceye bakan gözleri, kendisini uzaklardan alıp camdaki aksiyle göz göze getirdi. Gözleri, camdaki kendi gözlerinin buğulu aksinin içine daldı, daldı, daldı... Hâlis Vakfıkebir tereyağı misâli âdeta eriyip gitdi kendi içinde. Efsunlanmış gibiydi o anda. Üç buutlu âlemden iki buutlu âleme geçdiğini ya farketdi ya da etmedi. Dişlerini gıcırdatdığının ve sağ eliyle gayri iradî kavradığı tülleri kornişden kopartırcasına asıldığının farkında değildi. O saniyeye kadar geçen ömrünün bütün fasılları, filim şeridinin kareleri gibi saniyede 24 kere birbiri ardısıra gözlerinin önünden akmaya başladı birden...
Sen git, efeler diyarı Ege Bölgesinin, bir vilâyetinin bir nahiyesinde dünyaya hulul eyle. Orta öğrenimi oralarda ikmâl et. Sonra, dünyada eşi menendi kalmamış dar, kısır, kaba kuvvete, mutlak itaate, verilen emri sorgulamadan yapmaya dayalı köhnemiş eğitim zihniyetiyle Kara Harb Okulunun rahle-i tedrisâtından geç. Harbiyeyi itdire kakdıra zar zor bitir. Kalbur altı mezunların branşı olan ordonat sınıfından bir teginmen ol!
Sonra, palamut bir sınıf subayı iken ve kurmaylık ancak rüyâda gerçek, denizde balık iken, muhtemeldir ki aslî görevinden muaf tutularak git milletin parasıyla ve kendi hesabına bu kez de Mülkiyede hukuk ilmi oku!
Astsubaylar kışlada, arazide ter döküp ömür törpülerken sen milletin parasını cebe indirip Ankara Hukuk Fakültesinin sıcacık anfisinde sekizbeş mesai yap. Bir elinde kalem, ötekinde silgi... Bir sene, iki sene, üç sene... Yetmedi, bir sene daha. Etdi dört sene... Hukuk Fakültesinin anfisinde geçen senelerin hesabını tutan mı var? Çil çil gaymeler, belki de koçan koçan izinler Genelkurmay Babadan nasılsa!
Okuduğunuz sahifelere işbu kelâmı dökdüren şu fakir de sınava girdi kendileyin. Ve kazandı da. İşde, isbatı sağ cenahınızda! Sonra, Genelkurmay Babaya dedi ki; “Ya baba! Medet senden! Beni de okula gönder!” Babadan gelen cevap şöyle; “Subaya üniversitenin gül kokulu yolları, astsubaya kışlanın tozlu, taşlı yolları! Geriye dön! Marş marş!” Ne diyelim? Hatırın hoş olsun Genelkurmay Baba!
Neyse, sadede gelelim. Harbiyeli muvazzaf subayımız, beli gırmızı gurdeleyle kelebek şeklinde bağlanmış hukuk diplomasını eline alır. Sonra, ver iki satırlık bir istida. O gece, harbiyeli asker ve yardımcı sınıf bir subay olarak apoletlerin ile yatağa gir. Ertesi gün, hâkim sınıfından subay olarak sırtında cübbe ile uyan!
Bir gün bile avukatlık yapmadan, adliyenin rutubetli ve kalabalık duruşma salonlarının havasını solumadan, bir dane bile davaya vekillik etmeden, bir duruşmaya bile girmeden, kovuşturma nasıl yapılır daha bilmeden, öğrenmeden, anlamadan; hukuğu sadece kitaplardan üstün körü ezberlediğin kadarıyla oku ve subay hâkim ol!
Lengeli fötür şapkadan davşan çıkartmak gibi bir şey. Kül kedisi masalındaki bal kabağının iki çifte beygirli hem de frak seyisli saltanat arabasına dönüşmesi gibi bir şey. Ya da sahibinin dileğini gerçekleştirmesi için Alaaddin’in sihirli lambasının üzerine elini bir kaç defa sürtmesinden daha da goley bir iş! Mucizevî bir değişim-dönüşüm-başkalaşım değil mi?
Sağ gözü sol gözünün, her ikisi de odaklandığı salon penceresinin sisli soğuk camının üzerinde yumurta akı gibi eriyip gitmiş, yek vücüt olmuş ve nefes nefese raksa devam ediyordu. Hâlâ iki buutlu âlemde idi.
Sonra birden bire ayaklarının yere basdığını ve salon penceresinin tülünü sağ eli ile kopardırcasına asıldığını fark etdi. Hemen elini böğrüne doğru çekdi. Soğuk soğuk terlemiş ve irkilmişdi. Bir anlığına akl-ı selim galip geldi ve “Allah, Allah! Askerlik gibi silsile-i merâtibe, mutlak itaate dayalı, ölmek ve öldürmek üzerine eğitilmiş, mantık dışı bir mesleğin içinde yetişen muvazzaf bir subay; nasıl olur da akıl yürütme ve vicdan mesleği olan, öldürmekden ziyade ipden adam kurtarmayı gaye edinen bir meslek olan hâkimlik yapabilir?” diye geçirdi içinden. Fakat, son anda kendini toparlayıp “Şişşşt!.. Aklından bu geçenleri sakın ha, kendine bile itiraf etme!” deyip vicdanını karartdı. Çünkü kendi menfaati bu şekilde düşünmesini ve sadece hukukcuymuş gibi davranmasını gerekdiriyordu.
Yoksa hafazanallah; Emir Astsubayı, Şarkıcı Kibariye’nin tâbiriyle şantifilli makam arabası, anasının deyimiyle muhayyerinden makam “şöferi”, iri kıyımından makam koruması... İthâl cevizden mamûl, gomalak cilâlı makam masası; hakikî deri gaplı, döner tekerlekli ve fırfırlı makam koltuğu; ışıltılı, bol ve kalın sırmalı cırt cırtlı hâkim cübbesi... Genel Sekreteri, hukukculardan mürekkep danışmanları... Bütün bu nimetleri kim bir çırpıda elinin tersiyle itip de talim yapmak üzere kışlanın tozlu, topraklı yolunu tutabilirdi?
Saç-sakal tıraşı kuruşlarla... Çeşit çeşit yemekler tek tek liralarla... Yıkama, yağlama, boyama ve ütüleme müesseseden. İçdiği fincan fincan tomurcuk çayların lafı mı olur hiç?
24 saat korumalı, ısıtmalı, soğutmalı, köşke yakın lojman, emekli olacağı güne kadar handiyse bilâ ücret. Günlük gazete ve mis gibi kokan kahvaltılık sıcak ekmek kapıda teslim. Üstelik çöplerin toplanması, çamların kesilmesi, çimlerin biçilmesi, ağaçların budanması, yaprakların toplanması, kaloriferin yakılması, kapının önünün silinip süpürülmesi fiyata dâhil.
Bu sözlerin müellifi, 30 senelik fiili hizmet süresinin sadece altıda birini lojmanda edâ etdi. Şikâyetci değil kendileyin. Mukim olduğu astsubay lojmanında bu hizmetlerin sadece bir kaç danesi var idi.
Ne âlâ memleket değil mi? Muz Cumhuriyetlerinde bile bu neviden torpilli, yağlı ballı, gaymaklı en dikeyinden, en hızlısından böylesi bir terfi görülmedi hiç! Tanrısına hâmd olsundu, Genelkurmay Babası var olsundu. İkincisi olmasaydı, şimdi hâlâ doğduğu köyde sığırtmaclık yapan; sığırtdığı ineklerin bokundan yapdığı tezek ile harladığı guzinenin üstünde gaynatdığı darhâne aşıyla garın doyuran bir köylü olarak yaşamaya devam edecekdi. Neredeeen, nereye dedi kendi kendine.
Yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Heyecanla ve şevkle banyoya koşdu. Ne de olsa Cumhuriyet tarihinde bir “ilk” olacakdı o gün. Karargâhda olsaydı, berberi, makam odasına çağırdır ve sakal tıraşını bâd-ı hevâdan olurdu. Lâkin bugün için böyle bir imkânı yokdu. Bu kereliğine kendi göbeeni, yani, kendi sakalını kendisi kesecekdi.
Öyle de yapdı. Önce, dört bıçaklı makineyle sinek kaydı bir tıraş oldu. Şöyle bir bakdı suratına. Sanki hiç tıraş olmamış gibi görünüyordu aynadaki aksi. Arko tıraş sabununu tıraş fırçasının içine bir kere daha daldırıp iyice köpürtdü. İlk tıraşda sakalını yukarıdan aşağıda doğru kesmişdi. Suratını iyice sabunladıktan sonra bu kez de makineyi aşağıdan yukarı doğru çekdi. Ardından, ılık suyla keseleye keseleye yıkadı bütün vücudunu başdan aşşağıya.
Daha kurulanması bitmeden matbahda kızartılan ekmeğin iştah açıcı kokusu çalındı burnuna. Banyodan çıkıp geceyi geçirdiği odaya tekrar döndü. Has ipekden picamasını soyundu. Elbise dolabının kapağını açdı. Çorap, gömlek, pantolon, kemer... Sonra da ceketini giyip düğmelerini ilikledi tek tek. Aynanın karşısına geçip omuzlarına bakdı şöyle bir. Her iki omuzundaki apoletlerin üzerindeki altın sarısı beş kollu yıldızları saydı yegan yegan. Tamamdı. Sağ memesinin tam üstüne denk gelen yerde, muvazzaflık günlerinin nişânesi olan etrafı defne yaprağı çelenkli, al renkli “kıt’a brövesi” dâhil hepsi yerli yerindeydi. O, şimdi muvazzaf bir subay oldu!
Matbaha yöneldi hemen ardından. Kahvealtı hazırdı. Allah ne verdiyse iştahla yedi. Kahvesini, mülâkat esnasında Gazeteci Hanım ile makamında içeceğini dün söylemişdi Genel Sekreteri.
Sonra, banyoya tekrar gidip dişlerini fırçaladı. Siyah ayakkabılarını giyip bağcıklarını bağladı her ikisinin de. En son olarak da şapkasını kafasına geçirip merdivenlerden aşağıya doğru süzülürcesine gözlerden kayboldu.
Daha bina kapısına varmadan makam aracının kapısını açdı, hazır bekleyen Emir Astsubayı. Sanki duruşmadaymış gibi katı ve donuk bir surat ve keskin bir ifade ile “Günaydın!” dedi. Sonra, makam aracının arka koltuğunun sağ tarafına oturdu. Kapısını kendisi kapatmadı. Hiç konuşmadan sağa sola bakarak yapdığı kısa bir yolculukdan sonra, AYİM binasına vâsıl oldu.
Makam aracı daha AYİM binasının Komutan kapısının önünde durmadan, etrafdaki nöbetci heyeti koşuşdurdu. Aracın durduğu yerde, hemen tespih daneleri gibi diziliverdiler. Kapısını, kendisi değil, kapatan açdı. Kıvrak bir hamle ile ve kasılarak makam aracından indi. Kendisini karşılayan ve bir kısmı da hukuk ehli olan nöbetçi heyetine gene kısa ve kavi bir ses ile “Günaydın!” dedi. Önde kendisi, hemen arkasında avânesi, eşkin eşkin yürüyerek makam odasının yolunu tutdu.
Makam odasına girdiğinde, HaberTürk gazetesinden Yasemin GÜNER’i kendisini ayakda beklerken buldu. Gene kısa ve donuk bir ifade ile “Günaydın!” dedi gazeteci hanıma. Sonra, hemen sol tarafındaki elbise askısına yöneldi. Dün akşam asdığı yakası kalın ve bol sırmalı, cırt cırtlı cübbesini apoletli ceketinin üzerine giydi.
Lojmanda apoletli cekedini giydi, subay oldu.
İş yerinde apoletli cekedinin üstüne cübbesini giydi. Şimdi o, askerî hâkim oldu!
Önce, muvazzaf subay ol; emir ver, emir al. Ölme ve öldürme sanatının inceliklerini öğren. Bir ölüm makinesi ol! Ve mutlak bir itaat altında gözünü kırpmadan her an öldürmeye hazır bekle!
Ertesi gün, hukukcu sınıfına geçip hâkim ol, hak ver, adâlet dağıt. Bu kez de ölümden adam kurtarmaya yelten. Tâbi yapabilirsen!
Götür bir Rus’u hamama. Üç kere kesele, altından Türk çıkar, derler…
O da bir şey mi? Bizde daha hayret vericisi var!
Bizim asker hâkimlerin sadece cübbesini çıkart. Altından harb okulu mezunu muvazzaf subay çıksın!
Kuş mu?, Tavşan mı?, Ördek mi?..
Dünyada hem kuş gibi uçabilen hem ördek gibi yüzebilen hem de tavşan gibi hızlı koşabilen mahlûk yokdur, aramayınız. İtimat buyurmayan varsa açsın kitapları, baksın!
Kuş, ördek gibi yüzemez. Ördek, tavşan kadar hızlı koşamaz. Tavşan, kuş gibi uçamaz.
Kaz, hem uçar hem yüzer hem de koşar dediğinizi duyar gibiyim. Öven de sağ olsun söven de... Madem bu hayvanımız çok makbûl, o zaman işinize gelmeyince bana niye “Kaz kafalı” diyorsunuz peki?
Bir adam; hem asker, hem muvazzaf subay hem de hâkim olabilir mi? Hayır, olamaz! Maddenin tabiatına ve AYİM’in icât etdiği meşhur beylik ifade ile “Hayatın olağan akışına aykırıdır” bu.
Hayır, aksi muhaldir! Dünyanın hiçbir yerinde olamaz. Durun, durun! Afedersiniz, bir ülke hariç!
Biliniz bakalım yârenler, konusunda dünyada “ilk ve tek” olan bu ülkenin adı ne?..
Önce Harbiye, sonra Mülkiye... Ah, Belinda, ah!.. Bir atımlık barutu daha olsaydı gör bak sen o zaman. Bir pundunu bulup Tıbbiyeyi de ipe nasıl dizecekdi...
Basından;
Cumhuriyet tarihinde ve Türk TV tarihinde “ilk kez” görevi başındaki bir Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Başkanı kameralar karşısına geçdi. Genelkurmay Başkanları dışında hiç kimsenin konuşmadığı, konuşma yetkisinin olmadığı Türk Silahlı Kuvvetlerinde “bir ilk” yaşandı. Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Başkanı Hâkim Tuğgeneral Abdullah ARSLAN HaberTürk Gündem Özel'in konuğu oldu.
Kendi adamlarına asla yapmaz ya, bu seferliğine kibarlığı tutdu işde. O gün hâlis deri gaplı yumuşacık makam koltuğuna oturmadı. Yapmacık bir nezâket gösterip masasının önündeki misafir koltuğuna ilişiverdi. T.C. tarihinde “ilk ve tek” olan mülâkat başlamışdı. Hemen ardından daha söylemeden iki bardak su ve bol köpüklü kahveler geldi sehpanın üstüne.
Heyecandan cübbesinin etekleri zil, kelebek kanatları gibi yukarı kalkık hâkim yakaları bendir; pantolunun paçaları da def çalıyordu! Dün akşamdan kendi hazırladığı danışıklı döğüş sualleri cevaplamadan önce kahvesinden büyük bir yudum hüpletdi ve şöyle dedi AYİM’in hem asker, hem muvazzaf subay ve hem de hâkim Başkanı;
Dünyanın hiçbir ülkesinde AYİM benzeri bir mahkeme yoktur. Ama niçin yoktur? Güçlü devlet olmanın iki şartından birisi güçlü ekonomiye sahip olmaksa, diğeri de güçlü bir orduya sahip olmaktır. Güçlü bir ordu da ancak disiplinli bir orduyla mümkündür. Disiplinli ordunun yegane beslenme kaynağı adalet duygusudur
Suali Sayın Başkan kendisi sormuş ve lütuf buyurup hemen kendisi cevaplamış. Minareden at beni, in aşağıya tut beni!
Ordumuz güçlü, disiplinli. Aldım, kabul etdim. Peki, adâletli mi?..
Sen kendinin dünyanın en akıllı adamı olduğunu söylüyorsan bu fikir sadece seni bağlar! Sen söyle, sen inan! Sen çal, sen oyna! Sen pişir, sen ye! Ben, yemem! Senin yapmacık fikrine senden başka iltifat eden, itimat buyuran var mı, ona bak sen!
Bir hukuk adamı düşünün. Adâleti, disiplin ile ölçüyor! Sayın Başkanın bu söylediği doğru olsaydı şayet dünyadaki bütün sivil mahkemeler lağvedilir yerine asker mahkemeleri kurulur idi. Peki hakikat öyle mi, Sayın Başkanım?..
Gazeteci şöyle bir sual soruyor;
İşte, AYİM Başkanı Sayın Arslan'ın bu sual için dökdürdüğü inci daneleri;
Tuğgenerel Başkanımızın irâd etdiği bu iki cümleyi, Türkce konuşan bir Allah kulu, dil ve anlatım bakımından değerlendirsin! Önce, bu tümcelerden ne anladığını şu fakire söylesin! Sonra da 10 üzerinden kaç verdiğini... Konumuz bu değil, geçelim!..
Gazeteci soruyor; “Sayın Başkan, Çanakkale Boğazı!...”
AYİM Başkanı cevaplıyor “Yandı gıçımın ağzı!..”
Bu çağdışı uygulamalar ile AYİM’in çatısı altında nice canlar yakdınız sayın Başkan! 41 seneden beri neredeydiniz diye sormazlar mı adama? Aklınız sıçarken şimdi mi başınıza geldi?..
Sayın Başkanın söylediği lafların, Gazetecinin sorduğu sual ile uzakdan yakından hiçbir alâkası yok! Lafı dam ardından dolandırıp Gazetecinin sorduğu sorunun üsdünü örtmüş kendince. Şayet müsaade buyurursanız aynı suali şu satırlarda bir kez de şu fukara sorsun;
Sayın AYİM Başkanı;
Türk Silâhlı Kuvvetleri'nden ihraç edilen kişilerin ordudan niçin ihraç edildiğini dahi bilmemesi ve bu sebeple kendini savunamaması da eleştirilen bir diğer konu.
Peki, AYİM bu durumda nasıl karar veriyor Allahaşkına? Bir askeri ordudan atmaya nasıl karar veriyor? Tarot falına mı, kahve falına mı yoksa kuru fasulye falına mı bakarak karar veriyor?
Cevabını da gene iltifat buyurursanız şu fakir söylesin. Doğru mu, yanlış mı, varın siz karar verin gâri!
Sayın Başkanımız diyorlar ki;
AYİM kurulalı beri, bir başka ifadeyle, 4/7/1972 tarihinden beri, yani maşşallalah, tam 41 seneden beri, kulağından tutup ordudan ihraç etdiğimiz subay/astsubaylara ordudan niye atdığımızı kendilerine söylemiyoruz. Niye söyleyelim ki? Burası, isminde de görüldüğü gibi, bakınız tam şurada, başınızın üst tarafındaki duvarda asılı duran levhanın içinde büyük hurafat ile yazıyor!" Efenim, nerede kaldıydık? Haa!, “Yüksek” bir mahkeme!..
Başkanımız mülâkatına devamla;
Şu memlekette, iki şeyden sual olunmaz komutanım! Alışkanlık işde, pardon efenim diyecekdim.!Birincisi, elhâmdülillah, Yüce Tanrımızın hikmetinden! Ve tabi ki ikincisi de “Yüce”, pardon, “Yüksek” Mahkememizin verdiği karardan. Olur mu efenim? Ne münasebet! Biz, yüksek yüksek anfilerde, yüksek koltuklarda oturmuşuz, âli âli konuşmuşuz, gül kokulu nefesimizi tüketmişiz! “Yüksek” bir karar vermişiz. Karpuz teveği tutar gibi kulağından tutup bir subayı, bir astsubayı ordudan atmışız! Ben, yani kendim, yani “Yüksek” Mahkemenin General Başkanı olarak, o asker kişiyi ordudan niye atdığımı, o atdığım kişiye söyleyemeye tenezzül eder miyim hiç? Ben kim? O kim? Hâşa, siz “Yüce” Tanrı’nın emirlerini tartışabilir misiniz? Bizim “Yüksek” mahkememizin verdiği “emir”, pardon yani, dilim sürcdü, verdiği “karar” da işde aynen bu neviden bir karardır. AYİM, lâyuhtidir. Zinhar, tartışılamaz. Hattâ, hikmetinden, kararından ve kerâmetinden asla sual olunamaz! Zaten bir üst mahkeme de yoktur. Bal gibi haklı bile olsanız müracaat edip de haklı olduğunuzu ispatlayacağınız ve başınızı vuracağınız başka bir daş da yokdur!” efenim!
Nasıl? Sayın Başkan’ın kafasının perde arkasında avara kasnak yapdırdığı fakat söylemeye yüreğinin yetmediği hakikatler bunlar olabilir mi, can dostlar?
Bu paragrafın başlığına yazdığımız sualimiz şöyle idi; Kuş mu?, Tavşan mı?, Ördek mi?
Atamızın bize armağan etdiği her darb-ı meselin hayatımızda mutlaka bir yeri, bir karşılığı vardır.
Cevabımız da şöyle; Tek kanatlı kuş, kör tavşan, topal ördek!
Bir başka ifadeyle; Hem asker, hem subay hem de hâkim!
Doğru ya da yanlış, bilemeyiz. Eninde sonunda mahkeme ortaya çıkartacak. Elvan çeşitli isnatlarla bunca subay ve astsubay, sivil hapishanalerde tutuklu! Hemen hepsi niçin tutuklandığını ve suçunun ne olduğunu dahi bilmeden senelerden beri adetâ hapis yatıyor. Ve bu askerler diyor ki; “Tamam, bizi tevkif etdiniz de hiç olmazsa suçumuzu söyleyin bâri!”
Kabul edilecek bir durum değil tabi ki. Mahkemenin bu askerler hakkında kararını tez zamanda vermesi hâlis temennimizdir.
Sivil mahkemeler, daha suçunu söylemeden askerleri senelerce hapisde tutuyor. Peki, AYİM ne yapıyor? Merd-i kıptî şecaat arz ederken sirkâtin fâş ediyor. Gazeteci sormadan şöyle diyor Sayın Başkan; “Suçladığımız subay/astsubaylara savcılık tebliğnamesi göndermiyoruz.” Bu ifadesiyle Sayın Başkan, aslında şunu söylüyor; “Asker kişi ordudan tard edildiğini, atıldığı anda öğreniyor!”
Tuğgeneral Başkanın bu cümlesini şöyle tasavvur ediniz. Mûtad olduğu üzere o gün işinize gelmişsiniz. Daha önceleri hep yapdığınız gibi... Akşam mesai bitince de evinize gideceksiniz. En azından siz öyle olacağını sanıyorsunuz. Sabahleyin yağlı paslı tulumunuzu giyip tankın altına, kanalın içine, betonun üzerine uzanmış; uçak motorunun içine girmiş; gemide kazanı yakmaya başlamışsınız.
Ya da bilmem ne dağının bilmem ne deresinin bilmen ne geçidinin bilmem neresinde kelle koltukda eşkıya kovalıyorsunuz. Vakit de bilmem ne! Meslek hayatınızda daha önce hiç olmamış ve asla olmayacak bir iş geliyor başınıza! Azrail Aleyhisselâm kılığına girmiş birisi geliyor taa oraya. Ve o gün, mesainiz erken bitiyor! Fener bosdanından karpuz teveği kopardır gibi kulağınızdan tutup askeriyeden atıveriyor sizi.
At pazarından beygir seçer gibi dişlerine varasıya kadar muayene etdiğin sonra da 2 sene, 4 sene ya da 8 sene eğitdikden sonra subay/astsubay rütbesi verdiğin bir asker, bir günde sana düşman oluyorsa, bunda senin hiç mi suçun günahın yok? Bu, nasıl bir adâletdir? Bu, ne kepaze bir gufrândır Allahaşkına?
Bu hakikati de Gazeteci sormadığı halde, suçluluk halet-i ruhuyesi içinde kıvranan muvazzaf subay kökenli AYİM Başkanı kendiliğinden yumurtalıyor.
AYİM, daha adını bile sormadan, davaları dosya üzerinden karara bağlıyor. Ve daha suçunun ne olduğunu söylemeden askerleri tard ediyor. Ordudan atılan askerler diyor ki; “Tamam, ordudan atdınız da hiç olmazsa suçumuzu söyleyin bâri!”
Ey AYİM! Yiğidi ordudan at da, önce mert ol ve sebebini söyle!
Ahmet Kenan; beslemedi, gençleri hemen asdı!
AYİM de beslemiyor, askerleri hemen atıyor!
İşde, AYİM’in tecelli etdirdiği “dünya birincisi” adâlet bu, babayiğitler!
Halifeliği döneminde din, dil, ırk, milliyet ayırımı yapmadan her Allah kuluna son derece adâletli davrandı. Bu hususiyetinden dolayı Hattab’ın oğlu olan İkinci Halife Hz. Ömer (RA)’e, insanlar “haklıyı haksızı ayırmakta güçlü olan; doğruyu yanlıştan fark etmede pek mahir ve muktedir” anlamına gelen Fâruk sıfatını verdi O’na. Ve Ömer el Fâruk ismiyle maruf oldu.
Halbuki biz, din kardeşiyiz. Irkımız aynı. Milliyetimiz aynı. Zebânımız aynı. Bu tarafdan bakıldığında biz, kendimizi böyle tarif ediyor ve böyle olduğumuzu biliyoruz. Acaba o tarafdan AYİM bizi nasıl görüyor?
Peki, bu hudutsuz adâletsizlik, zalımlık ve haksızlığı yapan AYİM’e biz hangi sıfatı yakışdıracağız?
İltifat buyurup makâlemizi okuyan dostlarımız, bu bilgileri nereden buluyorsun diye soruyorlar. En iyi ve hattâ en ucuz istihbarat, açık istihbaratdır. Gazetelerde, kitaplarda okuduğunuz; televizyonda görüp duyduğunuz haberler, bilgiler açık istihbarat örneklerindendir. Gizlimiz saklımız yok! Şu mit’de bu cia’da adamımız da yok! Emaysiks’in kapısının önünden geçmedik! Biz de herkesin okuduğu, gördüğü, işitdiği bu bilgilerden istifade ediyoruz.
Bakınız, açık istihbarat neler fıslıyor!
Dünya’nın en kalabalık ülkesi, Çin, ikinci ülkesi Hindistan. Türkiye, nüfus sayısı bakımından onuncu sıralarda.
Bilginiz üzere Baro, avukatların derneği demek. Biz emekli astsubayların derneği TEMAD ise avukatların derneği de Baro. Yakın zamana kadar dünya’nın en büyük Barosu, demoskratos ve fırsatlar ülkesindeki Niv York şehrindeymiş. Sonra, bizim cingöz dava vekilleri bir pundunu bulup conilerin ensesine şöyle okgalı bir şaplak patlatıp birinciliği onların elinden gapmış, iyi mi?
Metrobüs denen otobüs azmanıyla siyâhat ederken gördüydüm. İstanbul/Çağlayan’daki Adliye Sarayı’nın bahcesine, bizim bina büyüklüğünde divâsâ bir tabela dikmişler. Neredeyse binanın yarısı büyüklüğünde... Okudum, koca koca hurufat ile tabelaya şöyle yazmışlar; “Avrupa’nın en büyük Adliyesi” Uğurlu, kademli olsun ey necip milletim!
Şu satırları okuduğunuz vakit itibariyle, dünya’nın en büyük Barosu bizde, elhamdülillah..
Avrupa’nın en büyük Adliyesi bizde, hâmdolsun...
Bu bilgiler, devletin yetkili memurlarına ait. Bu malûmatın devamı olan ve o sayın memurların demeye çatal dillerinin bir türlü varmadığı mütemmim cüz’ü de biz dile verelim!
Dünya’nın en büyük hapishaneleri ve dahi dünya’nın en çok mahkûmu da bizde...
İster iftihar ediniz, ister hicap!..
Dünya’nın en çok askeri olan ülkesi, gene Çin. İkincisi ülkesi de conilerin demoskratos ve sonsuz fırsatlar ülkesi. Asker sayısı bakımından Türkiye, dokuzuncu sırada.
Dünya’nın tek Asker Mahkemesi ve Asker Yargıtay’ı da bizde netekim! Bu tesbitden şu çıkarıma vâsıl olsak, hatâ mı ederiz acap?
Dünya’nın en çok asker mahkûmu da bizde. Yanlış mı?..
Eh, madem ki dünya’nın en çok asker mahkûmu bizde, o halde o askeriyede disiplin olduğunu söyleyebilir miyiz? Dünya’nın en çok asker mahkûmunun olduğu bir teşkilatda adâletden bahsedebilir miyiz?
Sen, 100 sene evvelinin Cezâ Kanun’larını alla pulla. Sanki yeniymiş gibi mercedes görünümlü serçe damgası vurup bu yiğit askerlere yutturmaya çalış. Yutmayanı da Askerî Mahkemeler vasıtasıyla tepesine vura vura, döve döve terbiye et! Sonra, dön gıçına de ki; “Dünya’nın ilk ve tek Asker Mahkemesi Türkiye’de!” Bu ne pişkinlik? Zorla güzellik olur mu Başkanım? Hicap edilecek yerde iftihar ediyorsun! İyi, aferim, benim oğluma!
Ateş yoksa, orada duman yokdur; bataklık yoksa orada sivrisinek yokdur; tavuk yoksa orada yumurta yokdur!
Gelişmiş ülkelerde, doktorluk çok cazip bir meslek değildir. Kapısını tıklatıp odasına girdiğinizde doktorun karşısında kasketinizi elinize alıp huzurunda boyun bükmezsiniz. Hastası olmayan bir memleketde sarrafdan daha da bahalı ilac satan eczane yokdur, servet kazanan doktorlar yokdur. Hastane de yokdur.
Adâletin kök salıp neşvü nema bulduğu ülkelerde, avukatlık sıradan bir meslekdir. Yolda avukat gördüğünüzde ayağa kalkıp ceketinizin düğmelerini iliklemezsiniz. Avukatlar da servet kazanmaz. Haksızlık, adâletsizlik olmayan bir memleketde, avuç dolusu para kazanan avukat yokdur, hâkim yokdur, savcı yokdur. Hapishane de yokdur.
Son iki parağrafdaki tümcelerde sonucu, sebep tayin eder. Mefhumu muhalifinden, bir başka ifadeyle tersinden bakalım bu kavrama; Hasta var ise her yer hastanedir. O fukara millet, bir doktorlar ordusu beslemeye mecbur edilir.
Adâletsizlik var ise herkes haksızlığa düçâr oluyorsa; her yer avukat, hâkim, savcı doludur. O fakir millet bir avukatlar ordusu beslemek zorundadır. Her yer Taksim, afedersiniz, her yer hapishanedir.
Sayın Başkanımız, AYİM’in dünyada bir “ilk ve tek” olmasıyla iftihar ediyor kendileyin. Omuzlarındaki yıldızlara bakıp kudret zehirlenmesine uğrayan muhterem Tuğgeneral Başkanımız, gerdanını gıvıra gıvıra diyor ki; “AYİM gibi mahkeme, dünya’da ilkdir!” He, Başkan, he!..
Öyleyse makarayı sar, zilleri kır, bokundaki boncukları bul ve gınayı da cübbenin yakasına yak gâri!
Sayın Başkan, AYİM’in dünya’da eşi menendi olmadığını, türünün tek numunesi ve hattâ Mohikanların sonuncusu olduğunu ayan etmiş basın açıklamasında. Gaynanamın deyişiyle akibetiniz mübârek olsun!
Hayvanatın her türlüsü yargıdan münezzehdir. Mahkemenin konusu, eşref-i mahlûk denen insandır. Mahkeme demek ceza demekdir. Mahkeme demek, mahpushâne demekdir. Mahkeme demek; insanı rutubetli, soğuk, havasız, ışıksız, bir odaya hayvan gibi kapatmak demekdir. Mahkeme demek, insana hayvandan daha aşağılık muamele etmek demekdir. Mahkeme demek, insan olmakla fıtraten haiz olduğumuz ve Allah’ın bize bahşetdiği ferdî hürriyetimizin elimizden cebren alınması demekdir.
Sen, şu vatanın has evladı astsubayı; ana rahmine düşen çocuk daha dünyaya hulul eylemeyecek kadar kısacık bir süre okut. Sonra, hiçbir hukuk kavramı ile izah edilmesi mümkün olmayan 15 sene, 10 sene mecbûrî hizmete cebret! Bir gün gelip bu çocuk, yanlış meslek secdiğini anlayınca da gel bakalım buraya de! Ya kırk satır ya da kırk katır. Beheri de AYİM’den bilâ ücret!..
İnsanın tahteşşuurunda işde böylesi imgelerle kendine yer edinen mahkeme kavramı ile övünen kişinin, beyninin ve ruhunun arka alanında sere serpe, edepsizce ve utanmadan yatan sosyo-ekono-politiko, militaryo-statüko, psiko-psişiko, de jure-defacto, etiko-tetiko ve traji-komiko kalite-realitesi ne olabilir sizce?
Sezar’ın hakkı, Sezar’a, demiyoruz! Bu söz, bu topraklara ait değil! Onun yerine, “Yiğidi öldür; fakat önce mert ol ve hakkını ver!” diyoruz.
Yerine ve duruma göre söylediğiniz bir çift söz, bir kelâm-ı kibar, hattâ bir kelime, sizi tarihde lâyemut yapabilir. Sizi tarihin ölümsüz eşhası arasına dâhil edebilir. İrâd etdiğiniz bu söz; yüz seneler, hattâ bin seneler bile geçse de unutulmaz. Bugün severek kullandığımız bu neviden sözler yüzlerce, binlerce sene öncesinden bize el sallayıp yolumuza, çığırımıza hâlâ ışık tutmuyor mu?
Dağarımızda unutulmaz yer tutan bu neviden güzel sözler, sahibinin sesidir, özbeöz malıdır. Söyleyen kişinin imzasını, mühürünü, şahsiyetini, seciyesini, mizâcını taşır. Derler ya; söz, ağızdan bir kere çıkar! Vecizler de öyledir! Artık ağızdan bir kere çıkmış ve çıkdığı şekliyle bir daha açılmamak üzere öylece mühürlenmişdir. El’in gaynatdığı aşa su gatmaya hakkımız yok! Çeşitli vesilelerle bu sözleri kullanacakların; söylendiği şekliyle ve lafzıyla, özüne sadık kalarak, bir başka ifadeyle “sözü, özüyle” kullanması her şeyden önce bir edep gereği ve temel insanlık vazifesidir.
Bu cümleden olmak üzere, senin ceddin kendisine “Devlet-i Âliyye-i Osmâniyye” ya da “Devlet-i Âliyye” demişse sen bugün “Osmanlı İmparatorluğu” diyemezsin. Senin ceddin, kendisine hiçbir zaman “İmparatorluk” demedi ki. Çünkü senin o yüce Atan, “İmparatorluk” sözünün siyaset biliminde ne anlama geldiğini iyi biliyordu. Sen “İmparator” dersen şayet, “Devlet” ile “İmparatorluk” kavramlarının siyasetteki anlam farkını bilmeyen câhil mesâbesine düşersin.
ATATÜRK, niçin “Ordular! İlk hedefiniz, Akdeniz’dir!” dedi. O şanlı ordular niçin Akdeniz’e değil de şom ağızlıların tabiriyle “Ege” denizine doğru hücüm etdi? Bu emirdeki siyaseti, derinliği, tarihî anlamı ve şuuru bilmeden, anlamadan bugünün güdük akıllı komutanları ATATÜRK’e inat “Ege” Ordusu teşkil ediyorlar!
Hz. Ömer (RA), ATATÜRK, M. Akif ERSOY... Dünya siyaset, harb ve edebiyat tarihine mühürlerini vurmuş, kalıplarını basmış namlı devlet adamı, asker, edebiyatcı. Söyledikleri vecizleri ve hattâ bir kelimeleri dahi insanlığa hâlâ yol göstermekte, ışık tutmakda, yön vermektedir.
ATATÜRK, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak için canını ortaya koymuş ve ölümü bahasına mücadale etmiş. Bu mücadelesini bizlerin okuyup anlaması ve istikbâlimizi şekillendirmemiz için kitaplaşdırmış. Ve bu kitaba NUTUK adını vermiş. Şimdi ATATÜRK, NUTUK ismini verdiyse, sen ortaya çıkıp da bu kitaba bugün SÖYLEV diyemezsin. Haddin değildir!
Zamanın menşur kayıtlarına “Harbi İstiklâl” ya da “İstiklâl Harbi” şeklinde nakşedilen bu şanlı tabire, bugün sen “Kurtuluş Savaşı” diyemezsin. Nerede bağlıydın? Kimden, nereden kurtuldun ki “Kurtuluş” diyorsun?
Merhum M. Akif ERSOY’un bir gecede kağıda döküp Türk Milletine armağan etdiği İstiklâl Marşı’na “Kurtuluş Marşı” diyebilir misin?
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ilk Kanun’u olan 1924 tarihli Teşkilât-ı Esasiye’ye bugün sen çıkıp da ANAYASA diyemezsin. Gene aynı Kanun’un daha birinci maddesinde “Hâkimiyet Bilâkaydüşart Milletindir!” diye hafızalara nakşedilen vecizeyi 90 sene sonra sen çıkıp da “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir!” diye tevil edemezsin! Bu sözleri tevil etmek hakkın ve haddin olamaz!
İsder alınız isder atınız! Siz muhterem karilere şu fâniden pek hasiyetli iki nacizâne tavsiye;
Allah’ın hikmetinden sual olunmaz! Elbet her insan, bir sebep üzere yaradılmışdır. Bu cümleden olmak üzere insan sıfatına sahip olmakla herkes saygıyı hak eder.
Kimisi hayırlara, güzelliklere, sevaplara vesile olur. Kimisi ufunet getirir, etrafına kötülük saçar; şer alır, şeytan satar!
Lâkin, şüyuu vukuundan beter misâli, kimi insanların bazı şeyleri yapmaması, yapmasından; söylememesi, söylemesinden; susması konuşmasından ehven oluyor. Bu ifadeden hareketle, T.C. tarihinde “bir ilk” olduğu iftiharla ilan edilen konuşmasını Sayın AYİM Başkanı hiç yapmasaymış daha hasiyetli olurmuş!
Ceddimizin irâd ettiği ulu sözleri niye değiştirirsin ki? Değiştirmek, tevil etmek, eğip bükmek, gurcalamak senin neyine? Sen, onu söyleyenden, yazandan, yapandan daha akıllı olamazsın! Olsaydın şayet tarih onları değil de seni yazardı. Değil mi? O sözleri söyleyenin, yazanın, yapanın, diyenin tarihdeki yerine ve itibarına bak! Bir de bugün senin tarihde, dünya siyâsetinde, bilimde, sanatda, sporda vs. durduğun yere bak!
Hepimizin bir haddi, istiabı vardır. Ve herkes bu maddî-manevî sınırlarını bilmekle mükellefdir. Tavuk-Kaz kıssasını bilirsiniz. Tavuk, Kaz’a özenip de Kaz yumurtası kadar büyük yumurtalamaya tevessül etmiş! Etmiş de ne olmuş tavuğa, yârenler?..
Ey gâfil, boşuna debelenme! Senden sonra, yarın inşallah farklı olacak. Hele sen şu tarih sahnesinden bir çekil! Lâkin, bugün itibariyle sen onlardan daha akıllı değilsin! Kibiri, küstahlığı bir kenara bırak! Senin hamurun, kumaşın, kuturun ne ki? Bunu artık idrâk et ve mübârek ceddine karşı saygıda kusur etme!
Ne de güzel demiş ATATÜRK; “İlim, tercüme ile olmaz; tetkik ile olur!” Bu vecizi ile ATATÜRK, akıl sahibi olanlara şu emri vermişdir. Edepli ol! Yüreğin yetiyorsa yeni bir şeyler söyle. Ciğerin var ise yeni bir şey icât et. Lâkin, bayağılaşma! Taklit etme. Hele hele, tevil etme. Tenzil etme! Oradan aparıp buradan koparıp aşure bişirme!
AYİM binasının Komutan kapısından içeri girdiğinizde, başınızı hafif yukarı kaldırıp ileri doğru bakarsanız, ikinci kat sahanlığının balkon demirlerinin bir yerinde şu vecizeyi görürsünüz “Adâlet, Mülkün Temelidir!” Daha sonra edepsiz birisi ortaya çıkdı ve bu vecizi “Adâlet, Devletin Temelidir!” şeklinde değişdirdi. Gözlerimle gördüm bunu 2009 senesinde.
Bu ukalâlığı bir kenara tefrik edelim. Sayın Başkanım, bu kelâmıkibar, aslında Hz. Ömer (RA)’in söylediği sözün ancak yarısıdır. Peki, öteki yarısı nerede? Gelirken yolda mı düşürdünüz yoksa? Diğer yarısını da “Yüksek” müsaadenizle biz diyelim “... Ve zulm-ü fesâd ül mülk!” Tefsir edelim “Ve zulüm, devleti eninde sonunda böler, parçalar!” Nasıl?..
Gölge, aslının türâbı olamaz! Gölgene bakıp da sakın boyunun büyük olduğu zehabına kapılma! Çünkü, değil! ATATÜRK’e özenen Ahmet Kenan’ın acınası durumundan ibret al! Sokaklara, okullara hattâ kışlalara verilen Ahmet Kenan’ın ismi şimdilerde teker teker siliniyor oralardan. Adetâ kazınırcasına!
Dünya hukuk kavramının merkezine oturmuş ve Kanun haline gelmiş bir vecizden bahsediyoruz. Hz. Ömer (RA)’nın “Adâlet, Mülk’ün Temelidir!” diye dünya adâlet tarihine mâl etdiği vecizi “Adâlet, Devletin Temelidir!” şeklinde niye değiştirdiniz? Bu edepsizlik niye? Mülk’ün, devlet olduğuna kafanız basmadı mı yoksa?
“İlim, ilim bilmekdir. İlim, kendin bilmekdir!” diye seslenmiş bizlere yedi yüz sene evvelinden Yunus EMRE, duydunuz mu? Sordunuz mu sarı çiçeğe? Sizler, kendinizi, haddinizi, kuturunuzu bilir misiniz?
Haydi, haddinize olmayarak sözünü gırpdınız. Peki, taa binüçyüz sene öncesinden “Adâlet, Mülkün Temelidir!” diye haykıran Hz. Ömer (RA)’in adâlet anlayışının bugün siz neresindesiniz? Bir Allah kulunu döve döve terbiye edebilir misiniz? Adâleti disiplin ile mi tesis edersiniz? Yoksa disiplini adâlet ile mi? Hiç akıl etdiniz mi? Hangisi önce gelir? Hangisi, hangisini besler? Hangisi, hangisinin üstünde yükselir? Hangisi olmazsa diğeri de olmaz? Hangisi hangisinin mütemmim cüz’üdür? Haydi bakalım, çık içinden çıkabilirsen. Yeter mi yüreğin?
Önce, Cumhurbaşkanı ve Astsubay. Peşinden Anayasa Mahkemesi ve Astsubay... Şimdi de Askerî İdare Mahkemesi ve Astsubay...
Astsubayı Taşlamak isimli mukaddime ile yola çıkan yazı tefrikamız sonsuzluğa uzayıp giden tarihin ufkunda yolculuğuna devam eyliyor.
Cumhurbaşkanı ve Astsubay isimli ilk makâlemizde, Meclis’in kabul etdiği 1923 sayılı Kanun’un 37nci maddesiyle üst öğrenim yapan astsubaylara ilave bir derece intibak hakkının iptal edilmesi sürecinde Cumhurbaşkanı ve M.S.B’nin birlikde çevirdiği şeytanın bile aklına gelmeyecek orostopollukları inceledik.
Makâlemizin ikincisinde, aynı vetirede Anayasa Mahkemesinde harlanan fitne ateşinde pişirilen ısmarlama ağulu aşın astsubaylara cebren ve hile ile nasıl yedirildiğini elimizden geldiği kadarıyla ortaya koyduk.
Şimdi de sırada Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Astsubay ismiyle maruf işbu makâlemiz var.
Söz konusu Kanun hükmünün iptal sürecinde AYİM, davaya müdâhil olmadı. AYİM yerine, nasıl olduysa başında Millî sıfatı olan Savunma Bakanlığı davaya hem müdahil oldu hem de müdahale etdi.
Lâkin, söz konusu davanın görülmesine iki asker hâkim tayin etmekden başka zâhiren hiçbir şey yapmamış görünen AYİM, aslında hiç de masum değildi. Dava için tayin etdiği hâkim kisveli iki subayın ikisi de mahkemede astsubayların aleyhine oy kullandı. Kanun hükmünü kısmen iptal eden 7 üyeden birisi de asker hâkim olan subayın verdiği oy ile AYİM davanın sonucunu uzakdan tayin etdi.
Bunu az bulan AYİM, dövletin muhammes müesseselerinin tesbih danesi gibi dizilip astsubaylara sırayla indirdiği silsile-i darbede sıranın kendisine gelmesini bekliyordu iştiyakla. Dut dalında sinsice ve sabırla avını bekleyen zehirli bir örümcek gibi! Çünkü, kerizci Fahri beyin ve Anayasa Mahkemesinin astsubaya indirdiği darbeleri az bulmuşdu AYİM.
Astsubaylara indirlen darbeler sağanağında, AYİM’den sonra sıra Başbakan’a yani T.B.M.M’ye gelecek ve astsubayların yüksek öğrenim hakkına nihai ve öldürücü darbe burada vurulacakdı. 1980 asker darbesinin tozu dumanı arasında T.B.M.M.’de çevirilen bu fesat dolaplarını başka bir makâlede tetebbu edeceğiz.
Şimdi, hafızalarımızı tazelemek gayesiyle, 1923 sayılı Kanun’un iptal sergüzeşdi konusunda öz bilgiler verelim ki konumuz bütünlük arz etsin;
Yüksek öğrenim gören astsubaylara ilave bir derece verilmesini öngören 1923 sayılı Kanun’un ilgili maddesini iptal ettirmek için Anayasa Mahkemesine dava açan kerizci Fahri bey, mahkemedeki duruşmaya kendisi gitmeye tenezzül etmedi.
Bu çirkin davranışıyla, Fahri bey kendine Cihan Padişahı Fatih Sultan Mehmed’in bile daha üstünde bir makam vehmetdi.
Üsdelik kendi yerine vekil de göndermedi. Hem kendisinin duruşmaya gitmeme sebebini hem de vekil göndermeyişinin sebebini lutfedip mahkemeye bildirmedi.
Söz konusu Kanun hükmünü; | ||
Kısmen iptal eden üye sayısı | 7 | ( Üyelerden birisi askerî hâkim subay) |
Tamamen iptal eden üye sayısı | 6 | ( Üyelerden birisi askerî hâkim subay) |
Tamamen kabul eden üye sayısı | 2 |
Mahkeme heyeti, hemen yukarıdaki satırda görüldüğü üzere, masaya üç ihtimalli bir karar almak için oturdu. Bu ihtimallere göre mahkeme;
1.Kanun hükmünü tamamen iptal etse, yeni bir düzenleme yapması için Meclise bir fırsat verilecekdi. Ve kuvvetle muhtemeldir ki Meclis, gene aynı kararı alacak ya da benzer bir Kanun yapacak idi.
2.Tamamen kabul etme hakşinaslığını gösterse, 926 sayılı TSK Personel Kanun’u ile subay takımına altın tepside sunulan yüksek öğrenim hakkını, astsubaylar mahkeme kararıyla alacak idi.
3.Fakat Anayasa Mahkemesi, Fahri beyin çürük dümen suyunda giderek haksızlık, gaflet ve dalâlet zincirine sıracalı bir halka daha ekledi. Kendini Yasama erki, yani T.B.M.M.’nin yerine koyan Mahkeme, verebileceği en kötü kararı verdi ve Fahri beyin tuttuğu tasa astsubayları tas tas kan kusdurdu.
Kerizci Fahri beyin Kanun’larda mezkur kelimeleri bile saptırıp yalan yanlış beyanat vermesine rağmen söz konusu Kanun hükmü; 15 üyeli mahkemede 7 üyenin oyu ile, bir başka ifadeyle sadece 1 oy farkı ile kısmen iptal edildi. Hiç şüphe yok ki mahkemeye takdim etdiği dava dilekcesinde kerizci Fahri bey dürüst davranıp Kanun’da mezkur kelimeleri eğip bükmeden, olduğu gibi kullansaydı davayı kazanması asla mümkün olmayacak idi.
Şimdi, 1923 sayılı Kanun hükmünün iptal silsilesinde AYİM’in dahlinin ne olduğunu göreceğiz.
Burada filmi karelerini bir kere daha donduralım. Yüksek öğrenim gören astsubaya, emsâli devlet memuruna göre “bir üst dereceden intibak” hakkı veren 1923 sayılı Kanun’un 37’inci maddesinin ilgili hükmünün idam sehpasına götürülüşündeki olaylara tarih sırasına göre bir göz atalım;
Konya Milletvekili hamiyetperver Sayın Şener BATTAL ve Milletvekili 6 arkadaşının Meclis’e verdiği bir önerge ile; Yüksek öğrenim gören astsubaya, emsâli devlet memuruna göre “bir üst dereceden” intibak hakkı veren 1923 sayılı Kanun’un 37’inci maddesi Meclisde kabul edildi.
Söz konusu Kanun, 11/7/1975 tarihli ve 15292 sayılı Resmî Gazetede neşredildi ve meriyyete girdi.
1923 sayılı Kanun’un 37’inci maddesinin işletilmesi konusunda ve Millî Savunma Bakanlığı’nın yazılı olarak cevaplandırmasını talebiyle Antalya Milletvekili Sayın Ömer BUYRUKÇU, Meclise şöyle bir soru önergesi verdi ve dedi ki;
Antalya Milletvekili Sayın Ömer BUYRUKÇU’nun Meclise verdiği soru önergesinin tarihine bakdığımızda, Kanun meriyyete gireli 7 ay olmasına rağmen yüksek öğrenim yapan astsubayların intibakının yapılmadığını görüyoruz. Kanun işletilseydi şayet Milletvekili Sayın BUYRUKCU durduk yerde niye soru önergesi versin? Demek ki Kanun hükmünün işletilmesi konusunda M.S.B. ve Genelkurmay Başkanlığı cenahında gizliden gizliye bir direniş, bir oyalama hattâ bir savsaklama var.
Zamanın Millî Savunma Bakanı Sayın Ferit MELEN, aynı oturumda şöyle cevaplamış soru önergesini;
Yüksek öğrenim görmüş astsubayın maaşını bir derece yukarı intibak ettirmek 7 aylık bir vakit almaz. Bir dilekce verirsiniz, iki satırlık bir evrak yazarsınız, olur biter! O günün şartlarında bile bu işlem en geç 1 ay içinde tamamlanır.
Deve boku misâli kokmayan bulaşmayan cinsinden verdiği bu cevapla aslında Ferit beyin iptal davasını görüşmeye devam eden Anayasa Mahkemesine zaman kazanmaya yönelik bir oyalama hamlesi yapdığı anlaşılıyor.
Burada bir soluklanalım. Çayımızı tazeleyelim. Yolumuz uzun. Üstelik çobançökerten dikeni dolu...
Sayın MELEN’in yukarıda gördüğünüz cevabında dikkat celbeden önemli bir hakikat var. Kerizci Fahri bey, yüksek öğrenim görmüş astsubayların intibak hakkını gasp etmek için Anayasa Mahkemesine verdiği dava dilekcesinde gerekce olarak ne demişdi? Bakalım;
Davacı Cumhurbaşkanı Fahri beyin ileri sürdüğü iptal istemi gerekçesi aynen şöyledir;
“Türk Silâhlı Kuvvetlerinde vazife görmekte olan astsubaylardan çalışkan ve yetenekli olanları ihtiyaç duyulan meslek ve branşlarda fakülte ve yüksek okullara gönderilmekte ve başarılı olmaları halinde 926 sayılı Kanunun 14 ve 109 uncu maddeleri gereğince öğrenimleri ile ilgili sınıflarda kullanılmak üzere subaylığa geçirilerek kendilerine subaylık hakkındaki hükümler uygulanmaktadır.”
Bakınız Sayın MELEN, Meclis oturumunda soru önergesine verdiği cevapda kerizci Fahri beyi nasıl yerden yere vuruyor.
Sayın MELEN diyor ki; “Silahlı Kuvvetlerin bilgisi ve personel planlaması dışında kendiliğinden fakülte veya yüksek okulu bitiren astsubayların, Silahlık Kuvvetlerde, okudukları öğrenim ile ilgili branşlarda kullanılmaları mümkün olmadığından sınıfları ile ilgili görevlerinde istihdam edilmelerine devam edilmektedir.”
Cumhurbaşkanı Fahri bey; astsubayları “Üniversiteye TSK gönderir” diyor.
Bakan Ferit bey; “Hayır efenim! Ne münasebet! Astsubaylar, kendiliğinden üniversite bitirir” diyor. Üstelik, Silahlı Kuvvetlerin bilgisi dışında diyerek Ferit bey, astsubayları hedef tahtasına oturtuyor. Astsubaylar, subay güruhu gibi karanlık mahfillerde gizli darbeler planlamadı Sayın Bakan. Anayasa’dan neşet hakkını kullanıp sadece okudular. Üstelik kendi paralarıyla..
Cumhurbaşkanı Fahri bey; “Üniversiteyi bitiren astsubaylar öğrenimleri ile ilgili sınıflarda kullanılmak üzere subaylığa geçirilir” diyor,
Bakan Ferit bey “Hayır efenim! Ne münasebet! Astsubayların okudukları öğrenim ile ilgili branşlarda kullanılmaları mümkün değildir.”
Kendi gözlerinizle gördünüz muhterem kariler! Kerizci Fahri bey bu yalanlarını 1975 senesinde Anayasa Mahkemesine gönderdiği dava dilekcesinde yumurtaladı. M.S.B.’nin küstah temsilcisi de Fahri beyin yalan söylediğini aynı Mahkeme huzurunda isbatladı.
Cumhurbaşkanı Fahri beyin mahkemeyi aldatdığını 6 ay sonra bu kez de Millî Savunma Bakanı’nın kendisi Meclis çatısı altında söyledi.
Hakkını teslim edelim! Hem küstah temsilcisi hem de Millî Savunma Bakanı Sayın MELEN, yukarıdaki hususlarda hep doğruları söyledi.
Fakat iflah olmaz kerizci Fahri bey, söylediği yalanıyla Hakk’ın huzuruna çıkdı!
Eşşek öldü, kaldı palanı; Fahri bey öldü, kaldı yalanı!
Millî Savunma Bakanı Sayın Ferit MELEN’in bu “Dam ardını dolandırma” ve “Suya götürüp de susuz getirme” kandırmacasını yutmayan bir astsubay vardı T.C. Ordusunda o vakitlerde. Söz konusu Kanun hükmünün meriyyete girdiği tarih ile iptal edildiği tarih aralığındaki tam 1 senelik zaman diliminde bir astsubayımız, Meclisin kendisine verdiği hakkın peşine düşdü hemen.
Üst öğrenim gören astsubaylara verilen “Devlet memurlarına göre bir üst dereceden” intibak hakkına müstahak olan bu astsubay; kendi parası, kendi nam ve hesabına ve hattâ Silahlı Kuvvetlerin bilgisi dışında(!) üst öğrenimini tamamladığını söyledi. Ve söz konusu Kanun hükmünün işletilerek maaş intibakının yapılmasını isteyen bir istidayı mensubu olduğu Komutanlığa teslim etdi.
İdare, önce nazlanıp çekinse de sonunda bu astsubayımızın Kanun’dan neşet eden hakkını teslim etdi. Astsubayımız, karda yürümüş ve silinmez izler bırakmışdı. Bu yiğit astsubayımızın cesaretli çıkışı karşısında elleri böğründe bîçare kalan idare statüsü, o vakit itibariyle yüksek öğrenimini tamamlamış 16 astsubayın daha intibakını aynı şekilde yapdı.
1976 senesinde birinci derece dördüncü kademeye terfi eden bu meslek çınarımızdan sonra, astsubayların aynı derece kademeye terfi etmesi için ne acıdır, tam 36 sene daha çile doldurması gerekecekdi. Bu vesileyle kendisiyle iftihar ediyor, hörmetlerimi gönderiyor ve mehabetle ellerinden öpüyorum.
Zamanın Cumhurbaşkanı Fahri bey, 89 maddeden mürekkep olan ve hemen hepsi subay lehine düzenlemeler içeren söz konusu 1923 sayılı Kanun’un astsubaya “bir üst dereceden” intibak hakkı veren 37’inci maddesinin bu hükmünü iptal ettirmek için apar topar ve kör topal Anayasa Mahkemesine müracaat etdi.
Fahri beyin ricasını emir telakki eden Anayasa Mahkemesi 1923 sayılı Kanun’un 37’inci maddesini kabul edildiği tarihden tam bir sene sonra kısmen iptal etdi. Aslında bu kısmî iptal kararı, Kanun hükmünü tamamen ortadan kaldırdı ve tam anlamıyla eski duruma dönüldü. Kısmî iptal kararı hiç bekletilmeden 15641 sayılı Resmî Gazete’de aynı gün neşredildi ve meriyyete girdi.
Böylece Fahri bey, beyaz atlı güveyini bekleyen gelinlik bir kız gibi muradına erdi ve astsubayların üst öğrenim hakkını Anayasa Mahkemesine iğdiş etdirdi.
Anayasa Mahkemesi’nin 1923 sayılı Kanun’un 37’inci maddesinin ilgili hükmünü iptal etmesinden hemen sonra AYİM aldı sazı eline. Vurdu tezeneyle teline teline! Bilemediğimiz bir tarihde ve fakat 9/7/1976 tarihi ile 12/2/1982 tarihleri arasında bir tarihde, AYİM pek gizli bir toplantı tertipledi. Bu toplantıda AYİM, hukuk cübbesinin eteğini kaldırıp kendi kıçına vurdu ve astsubayların “asker” değil fakat “devlet memuru” olduğunu kabul etdi. 657 sayılı Kanun’un birinci maddesine alenen aykırı bir şekilde “Astsubaylar devlet memurudur” diyen bir karar tesis etdi. Nasıl olsa kendisi son mertebe asker mahkemesiydi.
Dedik ya! Astsubayların baş vurup hakkını arayacağı bir üst mahkeme de başını vuracağı başka bir daş yokdu nasılsa. AYİM bunu çok iyi biliyordu.
Bu kararıyla AYİM, astsubaya indirilen darbeler silsilesinde kendi sırasını savdı. Ve darbe indirme nöbetini kendisi emekli bir Oramiral olan Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Sayın Bülent ULUSU’nun Başbakan olduğu T.B.M.M.’ye devretdi.
Kapalı kapılar ardında aldığı gizli bir karar ile “Astsubay devlet memurudur” diyen AYİM, konuyu Meclis’e havale etdi. Ne kadar olduğunu şu an itibariyle bilemiyoruz, bir zaman sonra T.B.M.M. astsubaya vurulan darbeler sağanağında kendine gösterilen hedefe tesir atışlarına başladı. 2596 sayılı Kanun ile “Astsubayların Genel İdare Hizmetleri Sınıfından devlet memuru” olduğunu tescil etdi ve 926 sayılı T.S.K. Personel Kanunu madde 137/c’ye bu kararı işletdi.
Komutanlarımızın tabiriyle “koordinasyon”, bizim ifademizle “fitneler kumpanyası” başından sonuna kadar nasıl da tıkır tıkır işlemiş, değil mi?
Yüksek öğrenim gören astsubayların intibakı konusunda gördüğü davalarda AYİM, bugün bile hâlâ hep 926 T.S.K. Personel Kanun’unun 137 inci maddesini dayanak gösteriyor. Bu konuda kendisinin tesis etdiği “Astsubaylar devlet memurudur” şeklindeki kararından AYİM dava metinlerinde hiç bahsetmiyor. Bu tavrıyla AYİM’in maksatlı bir karartma, hedef sapdırma, suçunun üsdünü örtme ve kendi suçunu Meclisin üzerine atmaya yeltendiği bütün cıbıldaklığı ile ayan beyan ortaya çıkıyor. Bir başka ifadeyle AYİM, astsubayları devlet memurları sınıfına dahil etdiği kararını sahiplenmeye ve açıklamaya cesaret edemiyor ve bu kararını bugün adetâ inkar etmekdedir.
Yüksek öğrenimde intibak konusunda astsubayları 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’una tıkışdıran bir kararı var AYİM’in. 657 sayılı Devlet memurları Kanun’un birinci maddesinin açık hükmüne rağmen nasıl oldu da AYİM sadece astsubayları bu Kanun’un madde 36’sında tesis edilen sınıflardan Genel İdare Hizmetleri sınıfına dâhil etdi? Bilen, bulan varsa Allahaşkına beri gelsin!
Bu konuda AYİM’in verdiği kararı aradım, sordum, soruşdurdum fakat buladım. Hemen aşağıdaki parağraflarda ifade etdiğim üzere dilekce hakkımı kullanıp AYİM’e de sordum. Karar metnini vermedi. Bu kara karar yerine ben de kara bir sayfa ekliyorum makâlemin bu kısmına.
Cumhurbaşkanı Fahri bey, Anayasa Mahkemesi ve M.S.B’nin dava sürecinde söylediği sözleri, verdiği kararları, ortaya dökdüğü incilerin hepsini gördük, bulduk, okuduk, tefsir etdik, tetkik etdik, anlamaya çalışdık.
Fakat sıra AYİM’in “astsubaylar devlet memurudur” diye verdiği karara gelince yukarıda gördüğünüz üzere folim kopdu, ışık söndü! Hâkim kılıklı subayların AYİM çatısı altında çevirdiği fesat tezgahından peydahlanan ufunet dolu bir zulmet sardı ortalığı.
Bu fırfırlı ve apoletli işgilli büzzüklerin çevirdiği tezgahların ve bu zulmet belâsının tez zamanda zevâl bulacağından hiç kuşkumuz yok yarenler.
Basından;
Emir saldı, içtima eyleyip, önünde sıraya dizdi onlarca yağız vatan evladını. Sonra, her iki elini arkasına dolayıp gıçının üzerinde kenetleyen o miralayımız, huzurunda “hazır ol”da bekletdiği askerlere şöyle bağırdı; “Lan... eşşekoğlueşşekler! Hepiniz g.tsünüz!”
G.tüyle inatlaşan, eninde sonunda donuna sıçar. Başka yolu, çığırı yokdur beyim! G.tünüzle inatlaşmaya karar verdiyseniz şayet paçalı donunuza sıçmaya hazır olunuz sayın miralayım!
Tarihde görülmemiş büyüklükde gülleler fırlatan toplarıyla Sultan Mehmed İstanbul’un surlarında gedikler açmaya başladığı esnada Bizans’ın ebleh rahipleri kilisede içtimâ eylemişler ve meleklerin cinsiyetini tartışıyorlardı.
Bu miralayımız, donuna doldurmak üzere kendi hazırlığını yaparken AYİM’in fâzıl hâkimleri de dışı granit gaplı akıllı binasının şıkırdımlı koridorlarında cayır cayır kavara çekip kuru fasulyenin fazîletlerini mütaâla ediyorlardı.
Sayın Başkanım, sizin ifadenizle askeriyemizdeki “Disiplinin temeli olan adâlete” ne oldu bu durumda acap? Neticeyi kamuoyu ile paylaşdınız mı? Efendim?..
Basından;
“Keneral” tutuklattı, “Kancık’a” işlem yok!
Hemen yukarıdaki altbaşlıkda tırnak içinde gördüğünüz birinci ibare bir ast’a, ikinci ibare ise bir üst’e ait. Ast’ın üst’e hakâretini tutuklamayla cezalandıran Türk Silahlı Kuvvetleri, üst’ün ast’a hakâretinde ise soruşturma açmaya gerek görmedi. Ne diyelim, hatırınız hoş olsun Sayın Başkanım!
Ağrı Eleşkirt’te generale “keneral” dediği ileri sürülen bir astsubayın tutuklanması medyada haberlere konu olurken İstanbul’da ise tam tersi bir hakâret olayında askerî yetkililerin hiçbir işlem yapmadığı ortaya çıktı.
Söz konusu ast’ın üst’e hakâret olayı, İstanbul’daki 1. Ordu’da yaşandı. Bir albay, Ocak ayı ortalarında emrindeki bir astsubaya “Kancıklık ettin!” dedi. Astsubay, bu hakâret üzerine tanık da bularak albayı şikâyet etti. Ancak aradan geçen üç ay zarfında albay hakkında herhangi bir soruşturma başlatılmadı. Astsubayla ilgili dosyaya bakan Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD) Hukuk Müşaviri Fevzi Aksoy, iki ay içinde albay hakkında bir soruşturma açılmadığı takdirde davanın zaman aşımına uğrayacağını açıkladı.
Hesabın kendisine ait olup olmadığı henüz tespit bile edilemeyen bir astsubay, tivıtır’da “Keneral” dediği için taşlanıyor ve hemen askerî mahkemeye sevk ediliyor. Sonuç mu? Falcı değilim fakat şimdiden söylüyorum. Üst’e hukukun yolları, ast’a mahkemenin yolları!
Bu da Bu Makâlenin Müellifinden;
4982 sayılı Bilgi Edinme Kanun’u kapsamında AYİM’e bir sual sordum.
Sualim şöyle;
926 sayılı TSK Personel Kanun’una tâbi olan astsubayların;
a.657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unda tarif edilen Genel İdare Hizmetleri sınıfına dahil olduklarına dair Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin tesis etdiği bir karar var mıdır?
b.Karar var ise tarihi ve sayısı nedir?”
AYİM’in “Yüksek” adâleti tez zamanda tecelli etdi ve bana şu cevabı verdi;
“Dilekce konusu, Bilgi Edinme Kanunu kapsamına girmediğinden cevap verilmemiştir” Nasıl? Beğendiniz mi dostlarım?
T.B.M.M.’nin gizli celse tutanakları bile örütbağda ayan beyan dünya âlemin ziyaretine açıkken bizi perişan eden bu karar hakkındaki bilgi, sırr-ı mahşer oluveriyor AYİM nazarında.
Bizim ellerin kekik, yarpız, çiğdem ve sümbül kokan o gözel dağlarında inikâs eden pek meşhur bir deyişimiz vardır. Şöyle der ebem ve dahi dedem; “Yiğidin malı meydanda olur!”
Onun bunun arkasına, hanımın şalvarının gerisine, apoletin altına, statü putunun bacaklarının arasına saklanmak yiğide yaraşmaz!
Kürşad desdanını tahattur ediniz! Yüreğin yetiyorsa çıkarsın meydana ve ölümüne cenk edersin. Türk’ün töresi budur!
Yok, ciğerin yetmiyorsa ve tavşan yürekliysen şayet o zaman korkdukca saklanırsın. Saklandıkca küçülürsün. Küçüldükce alçalırsın. Alçaldıkca zelil olur, kaybolur, silinir gidersin!..
Hiç şüphemiz yok! AYİM, “Astsubaylar devlet memurudur” diyen bir ferman buyurdu, bunu biliyoruz. Bilemediğimiz husus şudur ki AYİM bu fermanını biz astsubaylardan köşe bucak hâlâ niçin saklar? AYİM bugün çıkıp da kendi örütbağ sitesine bu karar metnin eklese ne olur? Kıyamet mi kopar? Eğer değilse, kıyametden öte ne var ki?
Yukarıdaki kelâmlarımızda ifade etdik. Sırr-ı mahşer ya da kozmik bilgi değil ya! Kapalı kapılar ardında, karanlık mahfillerde ve pek gizli celselerde peydahladığı bu fermanını AYİM bugünün tarihine niçin fâş etmez? Utanıyor mu? Korkuyor mu? Yüreği mi yetmiyor? Ya da ne?..
Ordunun yatak odası olan kozmik odaya girenlere ses çıkartamayıp sus pus olan AYİM, astsubay hakkında verdiği idarî bir karara kozmik bilgi muamelesi yapıyor. Sebeb-i hikmeti ne ola ki?
Askerin eblehi de böyle oluyor demek! AYİM’in Sayın muvazzaf hâkim Tuğgeneral Başkanı gazeteye verdiği ağdalı fakat içi boş demeçde ordunun temelinde adâlet var diye işkembe-i kübrâdan bol bol, kaymaklı kesekli atıyor. Hani nerede bu adâletin tecellisi? Başka söyleyecek söz bulamıyorum. AYİM Başkanının kulakları çınlasın!..
Bilindiği üzere AYİM, asker kişileri ilgilendiren askerî hizmete ilişkin idarî işlem ve eylemlerden doğan uyuşmazlıkların yargı denetimini icra eden ve hiç kuşkusuz emir-komuta zinciri dahilinde görev yapan ilk ve son mertebe asker mahkemesidir.
Genelkurmay Başkanlığının verdiği bilgidir. Askerî Mahkemelerde 2012 senesinde görülen davaların rütbelere göre dağılımı şöyle; Subay: %6 (Çoğu asteğmen), Astsubay; %84, Uzman Er/Erbaş; %76. Gördüğünüz bu rakamlar Askerî Mahkemelerin kimler için çalışdırıldığını ne kadar da güzel açıklıyor değil mi?
Türk Milleti adına karar veren bir mahkeme tasavvur ediniz. Davayı gören dairenin 5 üyesinin hepsi de subay. Daha da kepaze olanı, heyetdeki 5 hâkim subaydan en az ikisi harb okulu mezunu subay. Diğerlerinin de kimisi fakülte mezunu hukukcu subay, kimisi de harb okulu mezunu hukuk okumuş muvazzaf kisveli hukukcu(!) subay.
Hâkim sandalyesinde oturan kişi, subay! Savcı sandalyesinde oturan kişi, subay! Heyet Başkanı, Mahkeme Başkanı gene subay. Fakat sanık sandalyesinde oturan kişi ise astsubay. Gördüğünüz üzere, astsubay mahkemeye 5-0 mağlup başlıyor. Neticeyi tahmin etmek zor mu? Bu ne biçim gufran Allahaşkına? AYİM’in Sayın Başkanının dünyada “ilk ve tek” diye böbürlendiği mahkeme işde böyle bir mahkeme can dostlar! Anamın anası rahmetli Bıdıgızı ebem; “Oğul!, Zırva tevil götürmez” dediydi. Başkanın söylediği bu sözler zırvadan da daha rezil, daha kepaze bir ifade!..
Hâkim kisvesi giymiş harb okulu mezunu muvazzaf subaylar ya da en iyi ihtimalle fakülte mezunu apoletli hâkim subaylar, astsubayı yargılayacak. Davayı tarafsız olarak görecek ve âdil karar verecek, öyle mi? Ben, bu zokalı yalanı yutmam dostlar! Ha kuzu postuna saklanmış hilebaz kurt, ha hâkim cübbesi giymiş hukukcu kisveli subay. Ha kuzuyu kurda teslim etmek ha davalı bir astsubayı hâkim kılıklı subayların işgal ettiği AYİM’e teslim etmek. Her iki mefhumun aralarında hiçbir fark yok! Kurt ile kuzu masalı ya da subay kisveli hâkim ile sanık astsubay davası. Netice değişmez; birincisi, ikincisini her halûkârda “ham” yapmışdır.
Sen nesin ey AYİM? Lâyuhti mi? Ali kıran mı? Baş kesen mi?..
Millet irâdesinin timsâli olan Cumhuriyet’in üzerine çullanan asker darbelerinden Türk Milleti, çok ıstırap çekdi.
Askeriyedeki hukukun üstüne çöreklenen asker yargısından da askerler ve bâhusus astsubaylar çok ıstırap çekdi. AYİM nice haksızlıkar yapdı. Nice canlar yakdı, nice ocaklar söndürdü. Nice aileleri darma dağın ve perli perişan etdi.
Bugüne kadar kağıda dökdüğümüz makâlelerimizde yeri geldiğinde fâş eylemeye çalışdık. Ayağını basdığı her imtiyaza, elini dokundurduğu her ayrıcalığa ve kendi tesis etdiği “haklının” değil fakat “üstünlerin hukuk anlayışına” “Statü” tamgası vurup putlaşdırdığı bu ecnebi icâdı kavramın arkasına saklanan AYİM, Türk Milleti adına verdiği kararlar ile ordu mensuplarının bir tarafını ihya ederken öteki tarafını tarifsiz haksızlıklara, zulümlere garketdi.
Adâletsizlik AYİM’de artık zulüm kertesinin de ötesine vardı.
Teşkil edildiği 1972 senesinden beri tam 41 senedir bu sakat ve çağ dışı Kanun’lara göre yargılayıp önce darı danesi gibi öğütüp sonra da haber bile vermeden AYİM’in ordudan atdığı bu vatan evlatlarına ne olacak?
Yeni bir Anayasa yapılması kapsamında Askerî Yargı’nın Türk Hukukundan sökülüp atılacağı ve Askerî Mahkemelerin ilgâ edileceği basında yazılıp söyleniyor. Bu cümleden olmak üzere asker mahkemelerinin ilgâ edilmesini okuduğunuz şu sözlerin sahibi de destekliyor. Tam 41 senedir akıl, vicdan ve Kanunları katlederek verdiği fütursuz ve hoyrat kararlar ile nice subay/astsubayın hakkını gasp eden ve ahını alan AYİM ve Askerî Yargıtay tez elden lağvedilsin!
Türk insanının en baskın hasletlerinden birisi de adâlete olan muhabbetidir. Bunun tezahürü olarak da “Adâlet karşısında boynum kıldan ince!” der. Bilir ki mahkemeye düşdüğünde hakkında verilecek kararın âdil ve doğru olacağından şüphesi yokdur. Yetmişaltı milyon vatandaşın tâbi olduğu sivil mahkemelere emekli bir astsubay olarak ben de seve seve tâbi olurum. Boynumu uracaksa varsın sivil mahkemeler ursun! Sivil hâkimin en aptalı, en vicdansızı bile emir eri asker subay hâkimden daha akıllı ve kesinlikle daha âdildir. İnanın yiğitler, ehven-i şerdir. AYİM tez elden lağvedilsin.
Şayet iltifat buyurursanız, şu garip der ki; dış cephesi granit gaplı o binası da Astsubay Akademisi olarak T.C. Ordusunun Astsubayına tahsis edilsin!
Kalemini Hâk yolunda kılıç gibi kullanan ince zekâlı, sivri dilli ve âsi ruhlu şair Osman Yüksel Serdengeçti’ye sordular; “Üstad, memleketde adâlet var mı?”
Cevap tez geldi şairden; “Türkiye’de bir adâlet vardı, O’nu da Beyoğlu’ndaki bir pavyonda vurdular!”
Şimdi de sual sorma sırası bizde; Sayın AYİM Başkanı! Türkiye Cumhuriyeti Ordusunda adâlet var mı?
Onu da Merâsim Sokak’da mı vurdular yoksa?..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.