×

Uyarı

JUser: :_load: 932 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.

JUser: :_load: 2207 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.

JUser: :_load: 75 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.

Seviyeli Eleştiri

Temmuz 26, 2014

Ocak 2011'den beri gündemi uzaktan izledim, Temmuz başından beri, yani yaklaşık bir aydır da gündemi daha yakından takip etmeye çalışıyorum. Bu bir aylık süre içinde pek suya sabuna dokunmadım, anlamaya, gözlemlemeye çalıştım, önce bir fikrim olsun istedim.

Fasulye bile olmadığımı, nimetten sayılamayacağımı bilmeme rağmen, burada toplum adına, toplum için bir şeyler yazmaya çalışıyoruz. Doğru ya da yanlış, hayatım boyunca hep “muhalefet” cephesinde oldum.

İktidar” adı üstünde, zaten “muktedir” sesini bir şekilde duyurur. Sesini duyuramayan kesimin sesi olmaya çalışmak düşer bize.

Ocak 2011'den bu yana pek bir şey değişmemiş!   

Sayın KESER’i yeni emekli olduğu dönemde tanıdım. Karargâhın içini, oranın işleyişini iyi bilen, fikirleri, planları olan ve benim bu hareket içinde mutlaka olması gereken biri olduğunu düşündüğüm genç bir meslektaşım olarak tanıdım.

Toplumumuz da aynı ışığı görmüş olmalı ki seçildi, seçildiği ekiple aralarında yaşanan sorun her neyse, yolları ayrıldı, olağan üstü genel kurul yaşandı ve tekrar seçildi.

Hakkını teslim etmek lazım, eksiği ile fazlasıyla basında ciddi olarak, ilk kez bu kadar geniş yer aldı sorunlarımız. Yazılanlar arşivdedir, Anıtkabir’e 17 kişi ile çelenk koyarken, binlerce kişi ile çelenk konmaya başladı.

15 Mart yürüyüşünde, 120 bin rakam telaffuz ediliyor, siz deyin 50 bin, sonuçta rekor sayıda meslektaş yürüdü.

Bilebildiğim kadarı ile rekor sayıda üye kaydı, rekor miktarda mali destek sağlandı.

Yönetime aday olanlar, ya da bir şekilde muhalefet edenler bunları görmeli!

Ancak eleştiriler de gözardı edilmemeli;

  • Mali yapının şeffaf bir şekilde ortaya konmaması,
  • Genelkurmay ile ilişkilerin koparılmış olması,
  • Henüz bir kazanım elde edilememiş olması,
  • Toplumun yeterince bilgilendirilmemesi,
  • Toplumla yeterince diyalog kurulmamakta oluşu,

Makul ve mantıklı eleştirilere herkesin saygı duyması gerekir. Yönetimin de toplumun beklentilerine cevap vermesinin bir zorunluluk olduğunun, bir görev olduğunun idraki içinde olması gerekir.

Bu gün TEMAD Yönetiminde olanlar BİZİM meslektaşlarımız. TEMAD ise bizim derneğimiz. Eleştirirken bu gerçek unutulmamalı! Kimsenin kişiliği, şahsiyeti hedef alınmamalı. Hele kurumsal yapıya asla zarar verilmemeli.

Açıklığın ve şeffaflığın olmadığı yerde ise söylentilerin önünün kesilemeyeceği bilinmeli.

İlk ve en önemli ihtiyacımız birbirimize, yani kendimize saygı… Bunu başarabilirsek gerisi gelecektir.

BAŞTA GÖREVDEKİ MESLEKTAŞLARIM OLMAK ÜZERE TÜM  ASTSUBAY CAMİASININ, AİLELERİNİN RAMAZAN BAYRAMLARINI KUTLARIM.

ÜÇKAĞIT

Aralık 15, 2013

Üçkağıtçılık hakkında sosyolojik bir saptama yapmak bazen çok kolay görünse de, ucunun bucağının nerelere kadar dokunacağını kestirmek biraz zordur. O nedenle bu tür saptamaları yapanların ya daha büyük üçkağıtçı, ya da sütten çıkmış ak kaşık olması gerekirmiş gibi gelir bana… Ama her ikisi de değil isek yazmayalım mı? Tabii ki yazacağız. O halde yapmamız gereken, biraz da kendimize iğneyi batıra batıra yazacağız.

Seksenli yıllarda rahmetli Kemal Sunal’ın bir filmi vardı. “Üçkağıtçı”. Bu film saygıdeğer rahmetli sanatçımızın sosyolojik mesajları komedi ile birleştirerek halen daha onu hiç görmemiş küçük çocuklarımızın bile ilgisini çeken filmlerinden biridir. Ama üçkağıtçılar filmlerde anlatıldığı kadar komik ve sevimli olmuyor...

Üçkağıtçı” kelimesinin açıklamasını yapacak olursak kısaca şunu diyebiliriz. Bir işi usulünce yapmaktansa, hilesine kaçıp kandırarak yapmaya çalışanı tanımlayan bir mürsel mecaz deyimidir. Tabii ki daha bir çok tanımı vardır.

Malumu bu kadar izah ettikten sonra insanları cahil yerine koymadan yolumuza devam etmenin vakti geldi.

Çarşıdan aldım bin tane, eve geldim hiç yok.” Bilin bakalım nedir? Bilemediniz değil mi!.. Çok basit. “Ceviz” Bilememeniz de normal. Çünkü bu bana geçerli bir bulmaca.

Geçenlerde arkadaşımla arabada giderken yol kenarına park etmiş ceviz satan bir kamyonet gördük. Arkadaşım fırsatları değerlendirmeyi çok sever. Hemen beklenen kelimeyi söyledi. – Hadi bakalım şu cevizlere, uygunsa alırız. Neyse cevizci bize birkaç ceviz kırdı verdi. Hepsi birbirinden güzel… Mis gibi cevizler… Ama arkadaşım fiyatını beğenmedi almadı. Ben de ayıp olmasın diye iki kilo ceviz aldım. Ne de olsa o kadar ceviz yedik. Hanım cevizleri görünce alay edercesine güldü. Daha önce yine başarısız bir ceviz maceramız vardı. -Nereden buldun bunları? Sorusunun içinde “yine” kelimesi gizliydi. Ama ben anlamıştım. “-Yoook. Bu sefer farklı. Kırdırdım, tadına baktım, aldım.” dedim. Neyse o da uzatmadı. Akşam oldu. Çaylar demlendi. Tam o sırada aklıma aldığım ceviz geldi. Hanıma seslenecektim ama vazgeçtim. Kendim hallederim, şimdi ortalığı batırdığımı söyler, getirmek istemez diye iç geçirdim. Sofra bezini serdim.  Sarımsak dibeğini ters çevirdim. Ceviz poşetini ve bir tabağı yanıma aldım. Hem biraz ceviz kıracaktım. Hem de tadına bakacaktım. Çayımdan bir yudum çektim.  Tokmağı istediğim kadar hızlı vurmakta da serbesttim. Biz beşinci kattayız. Alt katlarda kimse yok. Sadece birinci katta oturanlar var.

-Ya Allah… kırılmıyor. Bir daha… Ya Allah… Ceviz hafifçe çatladı. Sonra içinden un ufak olmuş ceviz parçacıklarını çıkarmaya çalıştım. Sanki Altın madeninden altın tozlarını topluyorum. Neyse o cevizi heba ettim. Sıra ikincide… Daha dikkatli olmalıyım. –Ya Allah… Yine aynı… Üçüncü, dördüncü, beşinci derken bir çok ceviz kırdım. Ancak hepsinin mazereti farklı idi. Kiminin içi kurumuş, kiminin içi simsiyah küf, kimi de çetin, parçalanmadan çıkmıyor. İlaç niyetine birkaç ufak ceviz parçasını ağzımıza atabildik bizim iki numara ile... İki numara kim mi? Malum küçük oğlum. ( Yoksa nerdeeee…)

Söylenerek sofra örtüsünü kaldırdım. Bizim hanım bu işten çok zevk almıştı. Ben de ondan duyacaklarımı bilsem de, yine de söylenmesi hoşuma gidiyordu. –Senin alacağın cevizden hayır gelmez. Kabul et! Ceviz almayı bilmiyorsun. Hem ceviz öyle sokaktan alınmaz. Ceviz bir bilinenden veya marketten alınır. Adam sana geçen senenin küflü cevizlerini kakalamış… Sonunda bilindik yine o kelime. –Eeee biz hata yapınca kızıyorsun. Kendine hiç bakmıyorsun... Neyse çürük ceviz ibadetinden sonra, söylenme duasını aldık ve olayı tamamladık. Bunu neden söylüyorum. Çünkü ilk değil bu yaşananlar ve edilen laflar…

-Vay üçkağıtçı cevizci vay… Nasıl da kandırdı beni…

Sonra açtım facebook’u biraz paylaşımları okudum. Balçiçek hanım Genelkurmay İkinci Başkanı ile röportaj yapmış. Röportaj yapılan beyin lakırdılarını analiz edecek değilim. TEMAD heyetinin Kıbrıs’taki izlenimleri, Yüksekova’dan gelen çığlıklar her şeyi anlatıyor. Batı cephesinde değişen bir şey yok.

Benim yeni yeni söyleyeceklerim var.

OYAK konusunda daha önce sık sık eleştiri yapardım. OYAK’ın assubayları kandırdığını ve subayların arpalığı olduğunu söylerdim. Nitekim bir Amiral çıkıp aynen şöyle bir açıklama yapıyor. “-Ben isteseydim bir OYAK işletmesinin yönetim kuruluna girer, ayda iki toplantıya katılır, paramı alır kenara çekilirdim.”  Cevap veriyorum. “-Sayın Amiralim gerçekten teşekkür ederim böyle bir üçkağıtçılığa tenezzül etmediğiniz için.

Son aylarda Assubayların intiharları ile ilgili olarak medyada kendimize yer bulmaya çalıştık. Her ne kadar Genelkurmay İkinci Başkanı intiharları az bile bulsa da, kendimizce tepki gösterdik. Onun bir Norveç veya İsviçre Genelkurmay İkinci Başkanı gibi rahat görev yapamamasının sebebi olan bir orduya mensup olmanın ve kendisine yakışamamanın utancı içinde olmamızı beklemiyordur sanırım kendisi. Ama ben bir utancın içine düştüm. Bir yıl önce Kıbrıs’ta intihar etmiş bir assubayın eşinin, facebook’ta  Astsubay eşleri dayanışma grubunda, bir dertleşme paylaşımında düşürüldüğü durumu affetmeyeceğim. İçinde bulunduğu zorlukları, grup lideri konumundaki bayanla paylaşan, bir nevi içini döken acılı astsubay eşi maalesef bir meslektaşımız tarafından tersleniyor ve refüze ediliyor. O an birden eşim gözümün önüne geldi. O acılı eş yerine benim eşim de olabilirdi. Eşi intihar eden bir eşten hangi cevabı, nasıl bir lafı bekliyorsunuz. “İyi oldu. Hep eve çürük ceviz getirirdi. Kurtuldum.” mu desin?  Şunu çok iyi bilmek gerekir ki, Eşleri şehit olan veya intihar eden asker eşleri acılarını açmayı çok sevmezler. Bir çok acılarını iç dünyalarında yaşarlar. Hem küskün, hem gururludurlar. Eşinin manevi huzuruna zarar vermekten çok çekinirler. Eşi intihar etmiş bir insanın ruh halini düşünmek gerekir. Nitekim bu üzücü yazılar ilgili gruptaki yönetici bayan tarafından daha fazla üzüntüye sebep vermemek adına kaldırıldı. Ancak biliyorum ki o meslektaşımız intiharlar için Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde protestoya katılmıştı. Aynı meslektaşımız, kişisel hürriyetleri zedeleyici, nefes almayı bile zorlaştıran, TEMAD hukukçularını isyan ettiren, yeni disiplin yasasını da şiddetli savunuyordu. O halde sormak istiyorum. Neyin peşinde? Sayın meslektaşımızın davamıza inanmadığı halde aramızda dolaşan üçkağıtçılardan olmadığına inansam da, ifade ettiği düşünce bizi parçalayıp yem yapıyor. Üçkağıtçıların ekmeğine yağ sürüyor. Bu olayı neden yazdım? Bazen insanlar kendini savunamaz. O durumlarda o kişilerin savunulması gerekir. Ben o acılı astsubay eşini yazılarıyla kıran arkadaşımıza bu paylaşımını kaldırmasını hatırım için rica ettim. Ancak kaldırmayınca yönetici toptan kaldırdı. Durumun önemine binaen buraya aktardım. Bu makalemde de kendisine tekrar sesleniyorum. Ya özür dile! Ya da seni toplumun vicdanı ile baş başa bırakıyorum.

Hani diyordum ki geçen yazımda “Selam.” Mevlana haftasında biraz mistik, biraz da kış gecesinin verdiği duygusal bir “Selam”. Karanlığın ortasındaki yalnız bir çığlığa kapıları kapatmak, sonra da kahvede, dernekte, birlikten beraberlikten, paylaşmaktan, sahip çıkmaktan, dayanışmadan söz etmek bir acılı eşe kulaklarımı kapatıp camiaya “Selam” vermek bana yakışır mı?  Bizim en çok maruz kaldığımız, şikayet ettiğimiz “istismar” değil mi? Nitekim Genelkurmay ve Hükümet’te bize aynısını yapmıyor mu?  Heyhat… Bir önceki kucaklayıcı “Selam” yazısından sonra, bugün bir Diyojen sözünü kullanıyorum. Bilinçsizlikte sınır tanımayan davranışlar içine giren arkadaşlarımıza tek lafım var kibarca “Gölge etme başka ihsan istemem.

Ankara’da bir gösteri, miting olunca davulcular peydah olur. Durumdan istifade ederler. Yani nerede bir kalabalık var, oraya yanaşıp üç beş menfaat sağlayanlar olur. Bunlara da üçkağıtçı diyecek halimiz yok elbette. Sonuçta onlar ekmeğinin peşinde. Bizim dikkat etmemiz gereken bizim meslektaşımız olup da bizim kalabalığımızı kendine istikbal görmekten başka bir aidiyet duygusu olmayan üç kağıtçılardır… Canım onları da bir kenara atacak değiliz ya… Al gülüm, ver gülüm.  Ama bir yere kadar. Hakkıyla yer edinmiş yazarlarımızı, gazetecilik yapanlarımızı, siyasi parti aday adaylarımızı tenzih ederim.

Toparlarsak bir üçkağıtçı vardır. Bir de o üçkağıtçının üç kağıdı... O nedenle üç kağıtçı olmasak da üçkağıt olabiliriz. Hâttâ, üç kağıda da gelebiliriz.

Beşinci sınıf matematikte çıkarma konusu şöyle anlatılır. Eksilen- Çıkan = Fark. Ben de üç kağıtçılığı bir çıkarma işlemi olarak görüyorum. Üçkağıtçı-Üçkağıt = İnsan

Ceviz meselesine dönelim. Ana fikir: Demek ki insan tekrar tekrar aldanabiliyormuş. Demek ki bir kişi ikinci kez de çürük ceviz alabiliyormuş? Kendi kendime, Sinirlenme!.. Üzülme!... Hayıflanma!... Desem de boşuna…

Saygılarımla…

Bu güne dek TEMAD yönetimleri arasında en  öne çıkan yönetim sayın Keser yönetimidir. Dikkat ederseniz öne çıkan yönetim diyorum!

Mücadelede temsilcimiz TEMAD yönetimidir, bu konuda hiçbir arkadaşımızın farklı düşündüğünü zannetmiyorum.

Bizler yeri geldiginde övecek,teşekkür edecek ama günü geldiğinde de eleştirme hakkımız olduğunu düşünüyoruz, bazı kalemler...

Sayfalarımız bir geniş resimi bir yere dek yansıtmaktadır. Yansıyan ve yansıltılmayan bölümler ilgi ile izlenmektedir.

Bir güven kaybının, ümitsizligin, hızla artış gösterdigi dikkat ile izlenmektedir. Hiç kimse 22 Ağustos sonuçları ile bu pencereyi kullanarak bakmamalıdır.

Yönetim uzun zamandır bir çok çağrıyı önemsemeden yol almaktadır. Acaba bu tutum bir ego mudur yoksa aşırı öz güven midir? Bir çok noktadan sevdalıların tüm çağrılarına kulak vermemenin anlamı nedir?

EGO VE ÖZGÜVEN..

Hepinizin bildiği üzere özgüven, kendimize yani özümüze duyduğumuz güvendir, ego ise ''ben'' anlamındadır! Aslında özetle mesele şudur; özgüven kendinin bilincinde olmaksa ego bunun ‘başkalarına’ ispatı için vardır. Bana sorarsanız ikisinin bir arada bulunması imkansızdır. Çünkü gerçekten kendine güvenen insan asla başkalarının sırtını sıvazlamasına ihtiyaç duymaz. Ego balon gibidir esasında. Aman dikkat bu çizgiden uzaklaşmalıdır.

Bu güne dek beni sayfalarda bilenler, tanıyanlar sayın Keser'e olan güvenim ile tanımışlardır.

Bu tutumumu ağır kelimeler ile de eleştiren arkadaşlarım da oldu. Aslında doğru olan da inandığın ''doğruların '' peşinden gitmektir. Ve bunu yapıyorum özenle.

Bu gibi makamlarda oturanların tavır takınma hakkı olmamalıdır. Benim de ne küsme ne de tavır koyma hakkım olamaz. Dolayısı ile BAŞKANIMIZIN birinci görevi herkesi kucaklamak olmalıdır.

Sorunları yakinen bilen, adım adım takip ederek yazan, çizen fikir üreten kesimler var. Yaşadıgımız çok hareketli bir dünyada hükümetler dahi politikalarını sürdürürken konulara çeşitli danışmanlar vasıtası ve bir çok pencereden yaklaşmakta ''özel toplantılar'' ile görüş almaktadır.

AMAÇ EN DOĞRUYU BİRLİKTE YAPMAKTIR.

    *BASIN BİZLERE KARŞI NİÇİN DUYARSIZ ?
  • *BASININ YÜZÜNÜ BİZLERE DÖNMESİ İÇİN NELER YAPILABİLİR ?
  • *GENELKURMAY İLE GERİLEN İLİŞKİLER VE ÇÖZÜM YOLLARI!
  • *MERKEZİ PROTESTOLAR YERİNE AYNI TARİHLERDE BELİRLENEN NOKTALARDA BELİRLENEN İŞLEVLER
  • *KISA SÜRELİ DE OLSA ''İTAAATSİZLİK '' EYLEMLERİ
  • *TAM SAYFA GAZETE İLANI-BİLBORDLARA AFİŞLER

Bu gibi konular bir masada tartışılmalı ve çözüm yollarının çizgileri belirlenmelidir. Şu gercegi de gözardı etmeden PES GRUBUNUN  eski etkin duruma getirilmesinin kırgınlıkların  sona erdirerek yeni bir ruh ile ele alınmasının önemini vurgulamak isterim.

Artık sayfalarımızda kendimiz çalıp kendimiz oynadıgımızın farkında olarak gerçekler ile yüzleşmeliyiz.

Saygılarımla...

Atilla ABAYLI *İZMİR

HASİP SARIGÖZ

Eh Ersen Ağabey, benim kendi kendime gururlandığım  kişisel bir  zaafımı siz de keşfettiniz ve  sayenizde sonunda böyle bir iş de başıma sarıldı ya; alacağınız olsun..

Şaka şaka , kötü bir durundan söz etmeyeceğim.  Sözü benim  kitap eleştirmenliğine getireceğim de, onu anlatmak istiyorum.  Emekli Assubaylar Org. Sitesi  altı yaşında olduğuna göre, beş yıl kadar önce olsa gerek, henüz Emekli Assubaylar Mynet Mesaj Grubumuzun devam ettiği dönemde, bütün grup üyesi  meslektaşlarımızın yaptığı gibi, ben de grupta zaman zaman becerebildiğimce mesaj konular üzerinde yorumlar yapmaya, yeri geldikçe de konularla  ilgili anılarımı içeren mesajlar yazmaya çalışıyordum. Yazdıklarımla ilgili olarak, o günlerin keskin sirkesi  Sevgili Ahmet Özden Ağabey  “ Ya arkadaş ben senin yazdıklarını çok rahat okuyorum” dedi, övgülerini belirtti. Ardından bu cesaretlendirici cümleyi birkaç meslektaşımdan daha duydum.  Bir süre sonra da Ersen Ağabey, Emekli Assubaylar Org Sitesi’nde  köşe yazısı yazmamı önerdi. Aslında meslek branşım yazmayla pek  ilgisi olmayan bir branş; elektronik teknisyenliği.  Doğrusu ilk başta, branşınla ilgili olmayan bambaşka konularda yazarak onlara bir şeyler vereceğim diye insanların önüne çıkmaya kalkmak beni korkuttu.  Ancak söz konusu olan meslektaş camiamızdı ve benim de yazının başında gurur duyduğumu söylediğim, gerek oturduğum apartmanın yaşamında, gerek içinde bulunduğum bir  camiada, gerekse yaşadığım ülkede olsun, “toplumun  çıkarlarını her şeyin önünde tutmak “ gibi bir zaafım vardı. Ersen Ağabey sanırım bu zaafımı keşfetmişti.  Gerisini biliyorsunuz. Bir çok  meslektaşım gibi ben de, Emekli Assubaylar Org. Sitesi’nin, internet ortamında meslektaşlarımızın bir toplanma yeri olması için, elimden geldiğince  davulculuk  yapmaya gayret ettim; bu konuda takdir sizlerin.

Sadece internetten tanışıklığım olan meslektaşım Em.Assubay Sami Başkaya, mesleğimizle ilgili anılarını anlattığı, “Prangalı Düşler” adlı bir kitap yazmış.  Kitabı aldım okudum,  bildiğiniz  üzere, kitabın bende bıraktığı izlenimleri, içimden geldiği gibi geçen yazımda  bu köşeye yazdım. Yine yüz yüze hiç tanışıklığımın olmadığı, sadece internetten adını bildiğim meslektaşım Hasip Sarıgöz de, adı bu yazının da başlığı olan “Türk’ün Karakterinin Deşifresi” adlı bir  kitap yazmış. Artık günlük yaşamımızın bir parçası haline gelen, internette sosyal paylaşım diye bir durum var.  Hasip Sarıgöz  kardeşim bir paylaşım vesilesiyle internette yaptığı bir yorumda, “Ağabey ben de bir kitap yazdım. Tamamen olmasa da, kısmen benim kitabım da ordumuzla ilgili. Benim kitabımı da değerlendirir misin” dedi ve bir anlamda benim başım kel mi demeye getirdi. Çık işin işinden çıkabilirsen. Karşımdaki bir meslektaşımdı ve benim yapabileceğime inandığı bir konuda benden yardım istiyordu. Bu durumda bana, niçin olmasın demekten başka seçenek yoktu. Olduk mu size bir de durduk yerde  kitap eleştirmeni. Ersen Ağabey’e şakayla karışık sitemim ondandır.

Bu da işin şakası.  Bu durum karşısında bana da, işi inşaatçılık olan bir  meslektaşın emek verip, kafa yorup, kendi branşıyla  uzaktan yakından ilgisi olmayan tarih alanında bir kitap yazabiliyorsa, görevden kaçmak olmaz, meslektaş hatırına çiğ tavuk bile yenir deyip, branşın  elektronik teknisyenliği olsa bile bu kitabı değerlendirme  konusunda elinden geleni yapmak düşerdi ki ben de onu yaptım.  Hem  bir kişi bile olsa, benim bu kitap hakkında el yordamıyla da olsa  bir şeyler  yazmam nedeniyle meslektaşlarım tarafından bir fazla kitap okunacaksa  niçin olmasın dedim, kolları sıvadım ve önce kitabı okudum.

Assubay Hasip Sarıgöz’ün yazdığı kitabının adı “Türk’ün Karakterinin Deşifresi”.  Kitap 510 sayfa. Meslektaşımız  bu kitabı yazarken, 97  kitap ve dokümanı, 26 tane araştırma inceleme, 22 tane gazete dergi, 49 tane internet sitesi televizyon programı olmak üzere, 194 değişik kaynağı derinlemesine kılı kırk yararak bir bilim adamı titizliğiyle incelemiş, üzerine kendi birikimlerini de ekleyerek bu beyin ürünü kitabını ortaya koymuş.   Bir meslektaşı olmaktan yaptıklarıyla gururlandım. Kendisini peşinen kutlarım. İşte benden istenen, bu kadar büyük emek verilerek  yazılan bir eseri, okumam ve şurası eğri şurası doğru diyerek değerlendirme  yapmamdı. Benim anlayışıma göre, böyle bir emek ürünün üzerine   ahkam kesebilmek için, bu 194 tane kaynağı  en azından karıştırıp bilgi sahibi olmak gerekir Bu mümkün olamayacağına göre, kitabı okuduktan sonra, sadece bana hissettirdiklerini sizlerle paylaşabilirdim. Ben de onu yapmaya çalışacağım. Sürçü lisan edersek afola.

Türk Ulusu tarihi yazan değil yapan bir ulustur” sözünü duymuşsunuzdur. Bilinen  veri ve kaynaklardan hareket edip  tarih konusunda araştırma  yapmak  zor bir iş,  konu yazılı kaynaklar yönünden fakir olan Türk Ulusunun  tarihi üzerine araştırma yapmak olunca araştırma yapıp insanların önüne bir eser koyabilmek daha da zor bir iştir. Anadolu’da ayrı ayrı bölgelerde bulunan yarım düzine  Yunus Emre mezarının, bir o kadar değişik bölgede bulunduğu  iddia edilen Karacaoğlan’ın yaşadığı köyün, ülkemizin  yanında daha  birkaç değişik Türki ülkenin kendi  ülkelerinde yaşadığını söyleyip sahip çıktığı Nasrettin Hoca Fıkralarının  veri olarak kullanıp Türk  tarihi üzerine bir şeyler  yazıp eser ortaya çıkarılacağını düşünün ne demek istediğimi anlarsınız. Bu işler derin birikim, kılı kırk yaran  titiz çalışma ve biraz da yürek ister.  Bu nedenle meslektaşımı   tekrar kutluyorum.

Astsubay Hasip Sarıgöz, kendi  anlatımıyla, Batı Anadolu’nun Kurtuluş Savaşı esnasında Yunan işgali görmüş  bir köyünde doğmuş büyümüş.  Tarih konusuna daha çocukluk döneminde, köydeki yaşlıların Kurtuluş Savaşı anılarını dinledikçe merak sarmış.  İyi ki de merak sarmış; sarmasaydı belki Türk Ulusunu anlatan böyle bir eser ortaya çıkmayabilirdi.  

Rastlantı bu ya, kitap elime geçtiği günlerde internette, “Bombıram“ adlı, Orta Asya  ülkelerinden birine ait bir türkü paylaşımı izlemiştim.  Türkünün ve sözlerinin içinde “Yüreklerge ses bergip”,  “Köz yastı kısganmazlar” gibi hepimizin ne dediğini ilk duyuşta   kolayca anlayabileceğimiz sözler geçiyordu.   “Adriyatik Denizi kıyısından Çin Seddi’ne kadar olan coğrafyada, Türkçe dışında bir dile gerek duymadan seyahat edebilirsiniz” sözünü hep duymuşumdur.  Türk Ulusu’nun böyle büyük ve köklü bir ulus olduğunu biliyordum. Ancak son yıllarda ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntıları biliyorsunuz.  Bu kitabı okuduğum sürece de bir yandan Güneydoğu’dan iki günde bir beşer  onar  şehit gelmeye devam etti, ediyordu.  Ayrıca coğrafya olarak  dünya enerji kaynaklarının dibinde yaşamamıza rağmen dünyanın en pahalı enerjisini  kullanan bir ülkeyiz ve  bu ülkenin yurttaşları olarak yarınlara umutla bakamıyoruz. Türk Ulusunun tarihini , özelliklerini geniş olarak   irdeleyen    bu  kitabı  baştan sona biraz da “Bu büyük ulus niçin bu durumda?” sorusunun yanıtını bulabilir miyim umuduyla okudum..  Bu sorunun  yanıtını tamamen  buldum sayılmaz ama , bir  meslektaşımızın beyin emeği  ürünü olan bu kitaptan, kimi konuları ilk kez olmak üzere çok şey öğrendim. Kimi konuları da yine bu kitap sayesinde tekrar hatırladım...

Yeri geldi, söylemek zorundayım. Yazarımızın saptadığı Türk'ün asırlardan süzülüp gelen bu özelliklere sahip olduğuna ben de yürekten inanıyorum.   Ancak kitabım okuduğum süre boyunca, “Türk'üm doğruyum” diyebilmenin bile yasaklanmak istendiği,  “Ne mutlu Türk'üm diyene“ cümlesine kulp takılmaya kalkıldığı, yurttaşı olduğumuz bu devletin  bir Türk devleti olup olmadığı konusunda zaman zaman tereddütte  düştüm.

Değerli yazarımız kitabına Türk’ün karakterini “savaşçılık, adalet, özgürlük, fedakarlık, kahramanlık, merhamet, üste kesin itaat, vatanseverlik, maddi ve manevi sağlamlık, yüksek onur ve sadakat, kanaatkarlık ve  mütevazılık, ırkçılığa karşı çıkma gibi iyi karakter özelliklerinin yanında, kolay asimile olma, geçmişi çabuk unutma ve geri çekilmeyi başarılı olarak yapamama gibi zayıf karakter özelliklerine de sahip olan Türk Milleti’nin, karakteri ile kan bağı ve genetik kodları arasında , hiç de küçümsenmeyecek bir ilişki söz konusudur.” diye özetleyerek başlamış ve bu konuları ayrı ayrı geniş şekilde incelemiş..      

1941 yılında Hitler’in orduları Yunanistan’ı işgal eder ve Yunanistan’ın kendisi için bile yetersiz olan gıda stoklarına Rusya Cephesi’nde savaşan Alman ordularına göndermek üzere el koyar.  Açlıktan kırılma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Yunanistan’ın ilk yardımına koşan ülke ise, , daha 20 yıl önce toprakları Yunanistan tarafından işgal edilmiş olan ve bir kurtuluş mücadelesi  sonucu ordularını Ege  Denizi’ne döken,  kendisi de o yıllarda  kıtlık yaşayan Türkiye’den başkası değildir.  Savaş ortamında tehlikeli sulardan geçip, Pire Limanı’nda  aç Yunan halkı tarafından havaalanında hacı bekler gibi dört gözle beklenen geminin adı Kurtuluş Vapurudur. Bu bilgi benim daha önce bir yerlerde okuduğum ama unuttuğum, bu kitap sayesinde tekrar hatırladığım ilginç bir bilgidir.

Sanki bu durumda yaşadıkları dönem ve yöre açısından biraz zorlama yapılmış gibi geldi ama örneğin  şu bilgiyi de ilk defa bu kitaptan öğrendim. Harran’da doğan ve Kenan Ülkesinde peygamberlik yapan Hazreti İbrahim’in Orta Asyalı ilk Türklerin hakanı  Oğuz Han’ın  damadıymış.

Her güzelde bir kusur bulunur; kadı kızında bile.  Bu güzelliklerin, yani kitabın içeriğinin de bence bir eksiği,   bir de fazlalığı var.  Bunları da belirtmeden geçemeyeceğim.  Eksik bulduğum yanı şu. Kitapta Türk kadınına, Türk anasına yer verilmemiş değil verilmiş. Ancak, üzerinde yaşadığı vatanın adı “Anadolu”,  dilinde  “ana vatan”, “at avrat silah”, “ana gibi yar” imgeleri olan bir ulusun diğer uluslardan ayırt edici özellikleri anlatılırken Türk toplumunda özellikle  İslam  öncesi kadının yeri Türk’ün  karakterini anlatan bu kitapta daha uzun ve ayrı bir başlık altında anlatılmalıydı derim.

Gelelim Kitaptaki fazlalığa.  Evrensel   bir sonuç ortaya koymak için, böyle bir kitabın yazımında,   bence konulara daha çok bilimsel yaklaşım gösterilmesi gerekir.  Bir kişinin ve kişilerin meydana getirdiği toplumun karakterinin tayininde, şüphesiz dini inancın çok büyük yeri vardır.  Tanrısal kurallar manzumesine dayalı olan dini inançlar sorgulanamaz. Şu inanç iyidir şununki kötüdür diye sınıflandırılamaz, tartışılamaz, sadece inanılır ve  saygı duyulur.  Tartışma ve sorgulama ise bilimselliğin olmazsa olmazıdır. Bu kitapta olaylara çok fazla inanç penceresinden bakılmış, ayet ve hadislere gereğinden  çok fazla atıfta bulunulmuş gibi geldi. Peki bunun ne gibi bir sakıncası olabilir? Cevap:  Şayet bir  toplumun karakterinin şifreleri, ayırt edici iyi hasletleri,  hep  getirilip getirilip dini inanca, ayete hadise dayandırılacak olursa, örneğin birisi de çıkar, en hafifinden   “sanki  bu ülkede yaşayan insanları organizeymiş gibi, istisnasız  her mesire yerinde ve güzelim parklarda,  oturma banklarının yanlarında bulunan  ay çiçeği çekirdeği kabuğu öbeklerinin oluşturulmasında  insanların dini inançlarının belirleyiciliği var mıdır?”  sorusunu soruverir ki; bu soru hiç de hoşumuza giden bir  soru olmaz..

Bu anlatacaklarım ise bu kitaba bir eleştiri değil,kendimce bir tespit. Böyle bir durumun gerçekleşmesinden hep korkmuşumdur. Sanırım olayın üzerinden on yıl kadar geçti oldu. İzmir’de bir marketler zincirinde satılan hazır çiğ köftelerin içinde domuz eti çıkmıştı. Daha sonraki yıllarda ayrıca bu konuda yasal bir düzenleme yapılıp yapılmadığını bilmiyorum, ancak bu o olaydan sonra şarküterilerde  içinde çiğ et bulunan çiğ köfte satılmaz oldu. Şu anda marketlerde adına çiğ köfte denilen bir şeyler satılıyor ama bu madde   bildiğimiz çiğ köfte değil; baharatla yoğrulmuş bulgur lapası. Yani bu çiğ köfteye domuz eti katılma olayı hazır çiğ köfteyi kirletti; şarküterilerde hazır çiğ köfte satma işini bitirdi. Bu kitapta Türklük anlatılırken Kur'an ayetlerine atıf yapılarak “Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır” denmiş, “ateş ve demiri eritmek“ denmiş, Türklüğün Çanakkale’de yazdığı destan anlatılırken  gizemli bulut hurafesi bile kitapta kendisine  yer bulmuş  ama, Türklerin zor anlarında engelleri yok ederek kurtuluşu nasıl  gerçekleştirdiğini anlatan, Türklüğün olmazsa olmazı “Ergenekon Destanı” nın sanki etrafında dolaşılmış ama atlanmış.   Yoksa korkularım gerçek olmuş, Ergenekon Destanı’nın  kirletilme  amacı başarılmış mı dersiniz?

Meslektaşımız tarih boyunca Türk’ün karakterinin  şifrelerini anlatmakla kalmamış, kitabın son bölümlerinde ülkemizin bu gün karşı karşıya bulunduğu sorunlara çok  yerinde çözüm yolları da önermiş. Aşağıdaki alıntılar bu bölümlerden yapılmıştır.

“Kerkük bir Kürt kentidir diyen, ikinci Körfez Savaşında Kerkük’ün tapu ve nüfus kayıtlarını yok ettiren ve Kuzey Irak’taki  PKK’lı teröristlere yıllardır verdiği destek herkesçe malum olan ve bu yönüyle de her bir şehidimizin mübarek kanını ellerine bulaştırmış olan Barzani ile; sazlı sözlü toplantılar yaparak sorunların çözülebileceğini zanneden devlet büyükleri, bu tip davranışlardan vazgeçmelidirler”

“Kim ne derse desin yapılacak iş bellidir. Kandile çullanılacak, direnen eşkıya hakkın rahmetine, direnmeyenler de Mehmetçiğin süngülerinin ucunda Habur’a yürüyeceklerdir. Dost veya düşman bütün dünya da görecektir ki, teröristin Habur’dan girişi davulla zurnayla değil ancak böyle olur.”

Bu mutlaka okunması gereken güzel eserle ilgili olarak bu kadar ipucu yeterli.  Yoksa kitabın tamamını alıntı yapmam gerekecek. Siz en iyisi benim anlattıklarımla yetinmeyin, aşağıda vereceğim telefondan meslektaşımıza bir merhaba deyin tanışın. Kendisi  bu kitabı nasıl edineceğiniz konusunda bilgi verecektir veya size postalayacaktır. Sayın Hasip Sarıgöz’ün beyin ürünü göz nuru bu güzel eserini okumakla çok şey öğreneceksiniz.

Hasip Sarıgöz
GSM: 0532 685 97 94

yeni-yonetim

Saygıdeğer  Meslektaşlarım,

Mücadelenin en kırılgan noktası umutsuzluktur! Bir yazımda “henüz muhataplarımızın ön yargılarını değiştiremesek bile biz değişmeye başladık. Eleştiriyor, sorguluyoruz. Bu bir kazanımdır” dediğimi hatırlayanlar olacaktır.

Bunun sonucu olarak; bizi temsil etmek için aday olanların bizlere saygı duymamaları, seçilmek için gösterdikleri gayreti sorunlarımız çözmek için göstermemeleri, kişisel hesaplarla hareket etmeleri ve statükodan vazgeçmemeleri yüzünden eleştirdik. Onlar, eleştirilerimizden yararlanmak yerine 'başarısızlıklarını gizlemek adına' sanal kişiler aracılığıyla ve bizzat kendileri tarafından bu mücadeleye gönül verenleri dışlamaya çalıştılar. Bizi temsil etmekten aciz kalanların tüm hesaplarını alt üst ederek bu yönetimden kurtulduk. Bu, bizlerin ve kararlılığımızın başarısıdır.

TEMAD yönetimine seçilen Sn.Ahmet KESER ve ekibini kutluyorum. Sorunlarımızın çözümünde yapacakları çalışmalarda, başarılı olmaları için, maddi ve manevi desteğimiz ile 'şartsız olarak' yanlarında olacağımızı, sizler adına bir kez daha hatırlatırım!

İyi niyetle başlayan iktidarlar ateşten gömlek giyerler. İşleri zordur! Bizler bunun bilinçindeyiz. Daha önceki yönetimde de olduğu gibi, bu arkadaşlarımızdan mucize değil, iyi niyet ve şeffalık bekliyoruz. Kendilerini izleyeceğiz. Belirttiğim gibi, desteğimiz ile birlikte gördüğümüz aksaklıkları da eleştirmeye devam edeceğiz!

Eleştiri mükemmele açılan kapının anahtarıdır. Donanımlı liderler eleştirilerden güç alırlar.

Değerli meslektaşlarım, bizler yıllarca ön yargılarla tahakküme varan sosyal ve ekonomik haksızlıklara uğradık. "Kol kırılır, yen içinde kalır" dediğimizde bu kez kanadımız kırıldı! Oysa bizim isteklerimiz bazılarına altın tepside sunulan ayrıcalık değildir! Biz sadece ADALET-EŞİTLİK VE İNSAN ONURUNA SAYGI istiyoruz!..

Asb.Güçbirliği Platformu'muz tarafından 'sorunlarımızı basın ve ilgililere iletmek için' hazırlanan "BİZ KİMİZ, NE İSTİYORUZ?" yazısındaki haksızlıklarımız ve bunların çözüm önerileri, bu yönetim tarafından da bilinmektedir. 

Yeni seçilen arkadaşlarımızın "umut" olduğunu belirtmiştim. İnanıyorum ki yanılmıyacağız! Bu arkadaşlarımız yeni seçildiler. Teşkilatlanmaları ve programlarını hazırlamaları için kendilerine kısa bir süre izin verelim. Ardından birlikte el ele, gönül gönüle büyük bir assubay ailesi olarak mücadelemizi sürdürelim. Biz haklıyız ve assubaylar hak ettiklerini elde edeceklerdir. Arkadaşlarımızın da, bu güçlü ailenin temsilcisi olan TEMAD’a üye olmalarını ve çalışmalarımızı takip etmelerini lütfen sağlayalım.

Sn.Ahmet KESER ve yönetim kurulu üyelerini tekrar kutluyor, çalışmalarında başarılar diliyorum.

Güneşin doğmadığı gün yoktur. Bu bayrak yarışını birlikte mutlaka kazanacağız. Saygılarımla...

Sayfa 2 / 2

Son Eklenenler

Copyright © 2006 Emekli Assubaylar. Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım İhsan GÜNEŞ