Değerli arkadaşlarım.
Assubaylarla ilgili kanun tekliflerinin konum ve durumlarını bilmek istiyorsanız buyrun görün. Her şey ortada. Önümüzde seçim var ya, nasıl olsa yine kandırır, aldatır, oyalarız düşüncesini uygulayıp, ÜÇ MAYMUNU oynayacaklar.
Maaş promosyonu geneli kapsadığı için belki çıkar. Ama korkarım burada yine önceki iyileştirmelerde olduğu gibi ASSUBAYLARI unutmazlar veya özellikle KAPSAMDAN çıkarmazlar.
Saygılarımla.
Gelinen noktada as(t)subay toplumunun değiştiği muhakkaktır. Bu değişimin hangi koşullara rağmen gerçekleştiğinden ziyade; değişimin gelişim yönünde olması toplumumuz için büyük bir kazanımdır… Gelişimi sayesindedir ki, en ağır sorunlarla, adaletsizlik sorunuyla baş başa kalmalarına rağmen, sorunlarını her zaman olduğu üzere, medeni bir şekilde dile getirmeye devam etmektedirler… Ve böyle de devam edeceği görülmektedir… Fakat bu medeni durumun, muhatapları tarafından ne derece samimiyetle değerlendirildiği büyük önem kazanmaktadır…
Dünya’nın ayaklanmalarla çalkalandığı, ülke güvenliklerinin önem kazandığı bir dönemde; çözüm yerlerinin, as(t)subayları baş başa bıraktıkları çözümsüzlüklerden uzun vadeli beklentileri nelerdir? Bunlara kafa yorulup, dikkatle üzerinde durulması gereklidir!
Dünya üzerinde yapılmak istenen değişimlere ait projelerin açıkça duyurulmakta olduğu bir dönemden geçtiğimiz bir gerçektir!
Peki, istenen değişimler, neden alenen duyurulmakta ve yapılmakta? Toplumların değerlerini, inanç sistemlerini yerle bir etmek için, yoksul ve eğitimsiz bırakılan halklara uyguladıkları yöntemler nelerdir? Dünya üzerinde yayılmış olan değişimcilerin, hedeflerini gerçekleştirmek için yapamayacakları bir şey var mı?
Onlar, insanlara güya “rüyalarında gördükleri” soruları dağıtıp, bir genç insanı ömür boyu haksız kazanca mahkûm etmenin yanı sıra, o genci korkuya dayalı minnet duygularıyla, kendilerine bağlamakta hiçbir sakınca görmemekteler…
Yine onlar, bir milletin en kutsal değerlerini, en üst düzeyde, danışıklı dövüş halinde, elbirliği ile “neden-sonuç” ilişkisi içinde olarak, siyasi anlamda ayaklar altına alabilmekteler…
Amaçları için suni gündemler yaratmak, bir ülkede yaşayan insanların “açlık, yoksulluk” gibi gerçek gündemini yerle bir edecek ve en gerekli anda, diğerlerinin aleyhine, yandaşı için avantaj sağlatmak onların işi…
Bir kurumu ayaklar altına veren ile onu ayaklar altına almak için çalışanın aynı yerden beslenebilmekte olduğu çoğu kez iş işten geçtikten sonra tarihi belgelerden, analizlerden anlaşılabilmekte… Anlaşıldığında ise, değişimin üzerinden yıllar geçmiş olmakta…
Hal böyleyken, yıllardır dile getirilmekte olan as(t)subay sorununun çözümsüzlüğünün sürdürülmesinden bir beklentilerinin olmaması, düşünülebilir mi? Düşünmek gerekli…
Bu anlamda, konunun hassasiyetliğinin bilinci içerisinde olmaya devam ederek, haksızlıkların önüne geçilmesi için izlenecek yöntem, yol büyük önem kazanmaktadır…
Dünya siyasi gündeminin hızla değiştiği bir dönemde, üstelik de ülke güvenliğini sağlamakla görevli insanların emeklilerinin sorunlarını toplumun gündeminde yer tutacak, ses getirecek şekilde, dile getirmesi için izlenecek yol nasıl olmalıdır?
Toplumun sorunlarını çözmekle yükümlü olan ve bu anlamda sorumluluk alan kişiler, dile getirdikleri sorunları, adaletsizlikleri tekrar gözden geçirerek, sorunları tanımlamalı; sorun olarak dile getirdiklerinin gerçekten de bir sorun olup olmadığına karar vermeleri gerekli.
Sonuç, sorun yoktur, fantezi olsun diye dile getirilmişti, deniliyorsa, sorun yok demektir (!).
Eğer, sorun vardır, deniliyor ve çözülmesinin gerekliliğine inanılıyorsa; her şeyin farkında olarak, donanımlı olarak, günün siyasi koşullarına uygun şekilde yola çıkılarak, gündem oluşturmak ve sonuna kadar işin takipçisi olmak gereklidir…
Yazımızı Atatürk’ün meselelere bakışı ile bitirelim:“İlim ve özellikle sosyal bilimler dalındaki işlerde ben emir vermem. Bu alanda isterim ki beni bilim adamları aydınlatsınlar. Onun için siz kendi ilminize, irfanınıza güveniyorsanız, bana söyleyiniz, sosyal ilimlerin güzel ( yapıcı ) yönlerini gösteriniz, ben takip edeyim.
Ben manevi miras olarak hiç bir ayet ve hiç bir dogma, hiç bir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen erimediğimizi, fakat asla taviz ( ödün ) vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek olan hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur. Benim Türk Milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Beden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mivher ( eksen ) üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.
Hiçbir hükmü kendi bilginize ve inanınıza vurmadan, filân veya falan Avrupalı muharrir söylemiş diye hemen benimsemeyiniz. Onların hele biz Türkler, bizim dilimiz ve tarihimiz üzerindeki hükümleri çok kere yanlış bellenmiş esaslara dayandığını görüyorsunuz.
Her yeni işten kendinden eskisini beğenmeyecek kadar yükselirse o zaman, ancak o zaman gelecek nesiller birbirinden kademe kademe yüksek seviyede bir yükselme grafiği meydana getirebilir ki, insanlığın ilerlemesinin amacı budur. ( 1918 ) Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK”
10 Mart 1898 tarihinde Bursa'da doğan Zati Sungur'un sihirbazlık sanatına merakı ilkokul yıllarında başlar; küçük sihirbazlık oyunları öğrenip okulda arkadaşlarına sunar, ancak sonraki yıllarda, giriş sınavını birincilikle kazandığı deniz astsubay okuluna başlayana kadar geçen sürede sihirbazlıkla pek ilgilenmez, orada ise tekrar küçük manipülasyon oyunları yapmaya başlar. İstanbul'daki Deniz Gedikli Okulu'nun Makine Bölümü'nde okurken, I. Dünya Savaşı sırasında 1916 yılında, denizaltı stajı için Almanya'ya gönderilir.
Savaştan sonra Almanya'nın Türkiye ile bağlantısı kesilince orada kalır, önce ortopedi atölyelerinde sonra da Köln'deki Humboldt makina fabrikasında çalışır, bu arada sihirbazlığa olan ilgisi artmıştır, sürekli bu konuda kitaplar okumaya, başka sanatçıları izlemeye ve gösteriler yapmaya başlar. Bir süre sonra profesyonel bir illüzyonist olarak çalışmaya başlar, 1920'de Berlin WinterGarten'deki gösterisi ile büyük üne kavuşur. Bir grup sanatçıyla birlikte turneye çıkar; Fransa, İtalya, İspanya, Kuzey Amerika ve oradan da 1922 yılında Güney Amerika'ya gider. Orada kendi kadrosunu oluşturup, iki saat süren gösterisi, yaklaşık 10-12 yardımcısı, iki kamyonu dolduran 10 ton malzemesi ile Güney Amerika'nın değişik ülkelerinde, Şili, Paraguay, Brezilya ve Arjantin'de sahneye çıkar. Önce Kont Sati Von Richmond sonra da Zati Bey adı ile büyük ün kazanır. 1924 yılından itibaren geliştirmeye başladığı "İnce Model Kız Kesme" oyununa son şeklini 1930'da verir; bu, sihirbazlık sanatına dünya çapındaki bir katkısı olacaktır.
7 Mayıs 1936 tarihinde Türkiye'ye döner, ülkesindeki ilk gösterilerini Fransız Tiyatrosunda (Ses Tiyatrosu) gerçekleştirir, ünü hemen yayılır, bir gece Atatürk ve maiyeti için de gösteri yapar; çok övgü alır, ayrıca ömür boyu belediye rüsumu muafiyeti hakkıyla da ödüllendirilir. Zati Sungur hem Anadolu'da, hem Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinde, hem de Kıbrıs ve Ortadoğu'da turnelere çıkar. 1938 yılında, sahnede asistanlığını yapan Necla Hanım'la evlenir, bu evlilikten iki kız çocuk sahibi olur.
1966 yılında, Dormen Tiyatrosundaki gösterilerinin ardından aktif sahne yaşamına son verir. Kurduğu Universal Sihirbazlık ve İllüzyon Hünerleri Stüdyosu'nda ürettiği sihirbazlık araçlarını halkının kullanımına arz eder ve bu stüdyoyu da Doğu Avrupa ve Ortadoğu'nun en büyük illüzyon imalat ve dağıtım merkezi haline getirir. Stüdyosunun sihirbazlık araçlarını tanıtan zengin içerikli Sihirbazlık ve İllüzyon Hünerleri Kataloğu'ndan başka Salon Oyun ve Eğlenceleri adında bir "yakın sihirbazlık" kitabını da yayımlar.
1975 yılında, Avrupa'nın en saygın illüzyon kongrelerinden biri olan Karlovy Vary İllüzyonistler Kongresi'nde (Çekoslovakya), geliştirmiş olduğu "Sihirli Zarlar" oyununu sunar ve büyük ödüle hak kazanır. 1981 yılında da yine Karlovy Vary İllüzyonistler Kongresi'nde "Sihirbazlar Kralı" ünvanına layık görülür. Sanatı ve kişiliği ile Türk halkının çok sevip saydığı ve 6 Temmuz 1984 gecesinde aramızdan ebediyen ayrılan Zati Sungur'un özel olarak yetiştirdiği bir talebesi olmamıştır. Ya da bir başka deyişle tüm Türk illüzyonistleri onun talebesidirler..
Söz Üstadımızda: .."Bir çok dostlarım ve vatandaşlarım bana müteaddit defalar sanatımı devretmek için neden bir genci yetiştirmediğimi sordular. Ben onlara ancak şimdi, düşüncemi fiiliyata çevirdikten sonra cevap verebiliyorum. Bir tek genci yetiştirmek, eski Mısır'daki büyücülerin sırlarını tek bir insana devretmelerinden başka bir değer taşıyamazdı. Geceli gündüzlü çalışarak 50 senede tekamül ettirdiğim sanatımı halkıma devretmek istedim. İstedim ki her yaştan, her meslekten herkes faydalanabilsin, hiç kimse bu zevkten mahrum kalmasın; sonra onlar ellerindeki oyunları geliştirsinler, kendileri yenilerini bulsunlar ve bu böyle sürüp gitsin. Bunun gerçekleştiğini gördüğüm anda kendimi yurduma karşı borcumu ödemiş hissedeceğim.. Bu mesleğin tekamülü için bütün hayatım boyunca çalışacağımı vatandaşlarımın bilmelerini isterim.." (1 Ekim 1965, Sihirbazlık ve İllüzyon Hünerleri Kataloğu'nun önsözünden..)
Osmanlıda da görülen ve ortaçağ dönemindeki toprağa ve soyluluğa dayalı sistem artık çökmekte, yeni keşif ve icatlar ile ekonomik oluşumlara göre yeni bir yapılanma ortaya çıkmaktadır. Maaşlı ordu, ulusal ordu, işini bilen ve teknik donanıma sahip profesyonel ordu kavramları her geçen gün gerekliliğini hissettirmekte ve bu konuda uygulamaya geçenler ile geç kalanlar arasındaki fark savaş meydanlarında net bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Modernleşme çabaları kapsamında, Osmanlı'da ilk askeri hazırlık okulu II. Mahmut Döneminde açılmıştır. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunun kuruluş aşamasında yaşları on beşin altında olan çocukların da askere alınmış olması neticesinde, bu çocukların eğitimi için Sehzadebası’ndaki eski Acemi Oğlan Kışlası adı “Talimhane” olarak değiştirilmiştir. Bu çocukların eğitimi ile ilgili olarak; Padişah II. Mahmut, Nazır Hacı İbrahim Saib Efendi tarafından yazılan takrir ve Serasker Ağa Hüseyin Paşa’nın telhisi “Nizâm-ı Talimhânei Sıbyân-ı Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adıyla 9 Zilhicce 1241/15 Temmuz 1826’da kanun haline getirmiştir. Talimhanede on beş yaşına girenler yüzbaşının tavsiyesi uyarınca Asâkir-i Mansûre birliklerine piyade neferi veya tüfekçisi, nalbant, marangoz veya katip olarak tayin edilmekteydiler. Bunlar arasında tüfekçi bölüklerine kaydedilenler onbaşı rütbesiyle yeni görevlerine başlamaktaydılar. Askerî Hazırlık Okulu diyebileceğimiz Talimhane’nin ömrü kısa sürmüştür. Talimhane’nin öğrenci kalmayışı sebebiyle ne zaman kapatıldığına ilişkin elimizde bilgi bulunmamaktadır. Çocuk neferlerin yaş durumunu dikkate alarak; talimhanenin, kuvvetle muhtemel, 1829 yılında kapanmış olabileceğini söyleyebiliriz.
Osmanlı Ordusunda rütbe terfisi başarıya, eğitim ve disipline dayalıydı. Nefer olarak başladığınız bu sistemde başarılarınıza paralel olarak çok yüksek rütbelere ulaşmanız mümkündü. Yani katı bir sınıfsal yapılanma söz konusu değildi. Harp Okullarının ve Küçük Zabit okullarının açılmasıyla birlikte mektepli ve alaylı çatışması da başlamış ve zaman zaman istenmeyen türden olaylar ortaya çıkmıştır. Özellikle Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında Türk Ordusunda başarıya endeksli terfi azalmış ve sınıflaşma oluşmuştur.
"Asakir-i Mansûre-i Muhammediye" adıyla kurulan yeni orduda "Nizamiye" adlı muvazzaf kuvvetlerle "Redif" ve "Müstehfaz" adlı ihtiyat kuvvetleri vardı. Böylece kuruluşundan beri çeşitli türde askerlerden yararlanma yoluna giden Osmanlı Devleti’nin, savaşta ve barışta tek bir ordusu bulunuyordu.
Sultan II. Mahmut, 7 Temmuz 1826 tarihinde "Asakir-i Mansûre-i Muhammediye"'ye ait bir de kanunname yapmıştır. Kanunnameye göre önceleri 1200 kişilik olması düşünülen bu teşkilat, 1500'er kişiden meydana gelen ve tertip adı verilen 8 birliğe ayrılmış, Her tertip sağ ve sol olmak üzere iki kola ayrılmış, her kolun başına ağa-yı yemin (sağ kolağası) ve ağa-yı yesar (sol kolağası) unvanı ile birer subay getirilmiştir. Her kol 100 kişiden olmak üzere "Saf" adı ile 6 kısma bölünmüş, her safın başına bir yüzbaşı atanmıştı. Yüzbaşının emri altında bulunan her on erin biri onbaşı rütbesinde idi. Bundan başka her kolun içinde kol mülazımı, yüzbaşı mülazımları, sancaktar, çavuş, topçu ustası, topçu kalfası (halife), topçu araba, cebehane ve mızıka mürettebatı, saka, bir de nefer katibi vardı. Sekiz tertibin başına Serasker Paşa ile Nazır tarafından seçilen ve Kapıcıbaşı derecesinde başbinbaşı adı ile yüksek rütbeli bir subay getirilmiş ve Masraf-ı Şehriyari Katipliği ile Süvari Mukabeleciliği arasında bulunan bir de katip atanmıştır.
II. Mahmut tarafından oluşturulan bu yapılanmada, Osmanlıdaki geleneksel çavuşluk sistemi kaldırılmış, er ile subay arasındaki küçük rütbelere “çavuşluk” sanı verilmiştir. Böylece Türk’ün geleneksel yapısı terkedilerek, batının normları kullanılmaya başlanmıştır. Uzun yüzyıllar boyunca askeri konularda çağın gelişimine uyum sağlamakta geciken Osmanlı, kendi askeri sistemini yapılandırmak yerine, geç kalmanın bir bedeli olarak, örnek alınan değil, örnek almak zorunda kalan konumuna düşmüştür. Zaten bundan sonraki süreçlerde de Türkün kendi askeri değerleri hiç yenilenemeyecek, hep batının norm, statü ve kuralları benimsenmeye devam edilecektir.
Artık bu andan itibaren dünya sathında Subay ve Assubay tanımlamaları ayrışmaya başlar. Dünya ordu anlayışında sanayileşme, coğrafi keşifler, bilimsel icatlar, ulusal ordu kavramı, zorunlu askerlik kavramı ve sanayileşmenin getirdiği sınıflaşma nedenleriyle değişmeler yaşanmaktadır. Subayların hem askeri hem de politik görevleri üstlenecek şekilde yetiştirilmesinin gerektiği, assubayların ise asıl konusunun askerlik ve seçmiş oldukları meslekleri olduğu genel kabul görür. Daha sonraki süreçlerde ayrışma iyice derinleşecek, assubaylar ordunun belkemiğini ve orta sınıfını temsil eder hale gelirken, subaylar; belirli bir rütbeyi aştıklarında tamamen aristokrat bir sınıf olma özelliğine kavuşacaktır.
1828 yılında Asakir-i Mansure-i Muhammediye terimlerinde esaslı değişiklikler yapılmış, tertip yerine "alay" , kol yerine "tabur", saf yerine de "bölük" kelimeleri kullanılmıştır. Yeni değişikliklere göre, her alay 500 mevcutlu üç taburdan meydana gelecekti. Başbinbaşılık da kaldırılarak, her alay "miralay" adında yüksek rütbeli bir subaya, her tabur da bir binbaşının emrine verilmiştir.
Bundan başka, her alaya bir "kaymakam", bir "alay emiri", her tabura da sağ ve sol ağaları adlı iki "kolağası", biri "sancaktar" ve bir "tabur katibi", yüzbaşıların komutasında kalan bölüklere de iki "mülazım", bir "başçavuş", dört "çavuş", bir de "bölük emini" verilmişti.
Bu dönemde; orduda ihtiyacı olan assubaylarımız sürekli olarak aynı görevi yapan ve bu nedenle bilgi ve becerisi ile sivrilmiş erbaşların “Gedikli” unvanı ile muvazzaf hizmete alınmaları yoluyla sağlanmıştır. Gedikli erbaşlar kıtalarda gösterdikleri başarı ve yeteneklerine göre onbaşı (Bölük Emîri), çavuş ve başçavuşluğa kadar yükselebiliyorlardı. Bu gedikli küçük zabitan ve erbaşlar aynı zamanda alaylı subaylar için de bir kaynak oluşturuyorlardı.
1826 yılından itibaren Osmanlı Devletinde de subaylar ve küçük rütbeli subaylar arasında ayrım başlar. Modernleşme hamlelerine ordudan başlayan Osmanlı, yaşadığı iç ve dış olaylar nedeniyle tam anlamıyla bir reformu hayata geçiremez. Subayları için Harp Okulları ve akademiler açarken, assubaylarını (küçük rütbeli subaylar) hala kışladan yetiştirmeye devam eder. Bunlar alaylı subaylar olarak yükselmeye devam ettiklerinde ise orduda mektepli ve alaylı subay çatışması başlar. Nihayetinde eski ile yeninin çatışması, biraz da o günlerin siyasetine bulanır ve “31 Mart Vakası” olarak karşımıza çıkar.
Modern ordu demek, top, tüfek gibi yeni silahlar, bunların mühimmatı ve teçhizatı yani bunları üretecek fabrikalar, yeni savaş gemileri yapacak tersaneler demekti. Ama bu yeni silahları, savaş araç gerecini kullanabilmek, üretebilmek, bunların eğitimini verebilmek, bu modern silahlara uygun yeni savaş düzenini uygulayabilmek için özel olarak yetişmiş kadrolara da ihtiyaç vardı. Dolayısıyla modern ordu demek bu anlamda askeri ve teknik okullar, yeni bir eğitim sistemi de demekti. Osmanlı padişahlarının reform hareketleri esas olarak bu amaca yani güçlü modern, merkezi bir ordu yaratmak için bu kurumları açmaya yönelmişlerdir.
Her yenilgiden sonra modernleşme çabaları adeta bir çırpınışa dönüyor, çoğu zaman ayaklanmalar ve isyanlarla tökezliyordu. Yenilgilere ve toprak kayıplarına rağmen asıl sorunun sebebi bulunamıyor ya da görmezden geliniyordu. Ordudaki ıslahat hareketleri ithal subaylara havale edilmişti. Donanmada İngiliz ve Amerikan subaylar, Kara Ordusunda Almanlar söz sahibiydi. Çağı okuyacak, ihtiyacı tespit edecek kimseler ortalarda görünmüyordu. Silahlar, gemiler, toplar ve cihazlar alınıyor mühendisler ve bilgili subaylar yetiştiriliyordu ama işler yine de iyi gitmiyordu.
Özellikle deniz kuvvetlerinde sorun apaçık belliydi; personeldi. Gerekli yetenekte ve gerekli sayıda subay, assubay ve deniz eri olmadıkça denizcilikte problem çözülemezdi. Bu kapsamda, 1890'lı yıllara gelindiğinde, artık Gedikli Sınıfı diye tanımlanan assubaylar için de bir okul açılması ihtiyacı doğmuştur. Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa'nın 5 Şubat 1890 tarihinde Ceride-i Bahriye Gazetesinde de yayımlanan "Gedikli Sınıfı"nın açılması emri ve “Şura-ı Bahriye”nin 3 Nisan 1890 tarih ve 21 sayılı nizamnamesi ile topçu, işaretçi, serdümen ve porsun, sanayi ve makine sınıflarında görev yapmak üzere Deniz Gedikli Subay sınıfının kurulması için bir nizamname çıkarılmıştır. Bu nizamname, modern anlamda assubaylığın resmi olarak Osmanlı ve Türk bahriyesinde ve ordusunda ilk kez bir mesleki sınıf adıyla yer alışı açısından önemlidir.
Bu nizamname ile birlikte, gemilere sivil personel alınmaması, yalnız İstanbul çocuklarından olmak üzere gedikli temin edilmesi kararlaştırılmıştır. 15 Haziran 1890 tarihinde Selimiye Gemisi'nde ilk Deniz Gedikli Sınıfı eğitim ve öğretime başlamıştır. Fakat kısa bir süre sonra uygulamada karşılaşılan sorunlar nedeniyle bu sınıf kapatılmıştır.
Burada Gedik kelimesinin anlamı üzerinde de duracağız. Gedik; İmtiyaz ve tekel anlamına gelmektedir. Resmen 1727 yılında kullanılmasına rağmen, çok daha önceleri de yaygın olarak kullanılagelmiştir. Esnaflıkta kullanılan bir terim olan Gedik, 1727 yılında İstanbul'da mal ve hizmet gereksinimlerinin karşılanmasında oluşan arz-talep dengesizliğini gidermek amacıyla belirli bir zenaat ya da ticareti yapabilmek için devletçe verilen ayrıcalık anlamına geliyordu. 1727 yılında Osmanlı'da esnafın sayısı “ustalık” adıyla sınırlandırılmış ve buna gedik denmiştir. Askerlikte gedik ve gedikli teriminin kullanılması da assubaylığı yani neferden (er ve erbaş) farklılığı ve mesleğinde ustalığı ve o mesleğin daimi elemanı (müdavimi) oluş anlamlarını vurgulamak açısından tercih edilmiş olsa gerektir. Belki şöyle de söylenebilir: Orduda da bir tür askeri lonca yapılanması düşünülmüş ve bu yapılanmanın hiyerarşik rütbe esasından ziyade bir tür ustalık, kalfalık ve çıraklık şeklinde olması hesap edilmiş ve sırf orduda yer alacakları için rütbe ihdas edilmiş, rütbeler arası hiyerarşiye fazla özen gösterilmemiştir.
Gedikli Zabit kavramı ayrıştırmanın başlangıcıdır aslında. Bu kavram, o dönem model alınan İngiliz Ordusundan kopya edilmiştir. Zaten Osmanlı’nın son dönemlerinde Kara ordusu Alman subaylara, Deniz ordusu ise Amerikalı ve İngiliz Subaylara teslim edilmiştir.
Batıdaki Gedikli Zabit yapılanması ise 13.yy’da İngiliz Kraliyet Donanmasında oluşmaya başlamıştır. O dönemde askeri deneyimleri nedeniyle Deniz Kuvvetlerinin komutası soyluların elindeydi. Bu soylular, o dönem teğmen ve yüzbaşı rütbelerini taşıyorlardı. Soyluluk ünvanı taşıyan bu subaylar bir gemide yaşamın nasıl olacağını, gemi idamesini, gemi silahlarının nasıl kullanılacağını ve bir geminin tek başına nasıl seyir yapacağını bilmezlerdi. Onlar, genellikle kıdemli denizcilerin ve gemi kaptanlarının işbirliğine ve teknik uzmanlığına bel bağlayıp güvenmişlerdi. Bu usta denizciler ve kaptanlar, gemilerin kullanımı ile ilgili teknik detaylara ve silahların çalıştırılmasına dair tüm bilgilere sahip oldukları gibi kullanmaya da yatkındılar.
Böylece, assubayların “küçük zabit” olarak başlayan ayrışması “gedikli küçük zabit” olarak devam eder. Yabancılara teslim edilen ordularımızda artık milli bir yapılanma değil, uydurabildiğin gibi uygula dönemi başlamıştır. Küçük rütbeli zabitler artık zabit değil, gedikli zabit olmuşlar ve zabit sınıfından temelli kopmuşlardır. Bundan sonraki süreçte de bir darbe daha alacaklar ve gedikli erbaş olarak (3 Mart 1924 ve 10 Haziran 1935)tanımlanacaklardır. Böylece tarihsel yapılarından epeyce uzaklaştırılmış olacaklardır. Fakat bu azimli sınıf, kendisini bilgiyle donatarak hem dünyada hem de ülkemizde çağın gelişimine ayak uydurmuş, özellikle ülkemizde, uzun soluklu mücadeleler sonrasında “assubay” olarak ayrı ve özgün bir yapıya kavuşmuştur.
(Yakın tarihimize ilişkin diğer olay ve ayrıntılar Assubaylarla ilgili Kronoloji çalışmasında yer almaktadır. Burada bazı önemli konulara değinilerek, bir sonuca ulaşılmaya çalışılacaktır.)
3 Mart 1924 yılında kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türk eğitim sistemi yeniden düzenlenmiş, bu çerçevede değişik zamanlarda on adet “Gedikli Erbaş Hazırlama Ortaokulu” açılmıştır. Bu çerçevede daha önce Gedikli Küçük Zabit, Çıraklar ya da Gençler Mektebi adını alan assubay okulları “Gedikli Erbaş Hazırlama Ortaokulu” olmuştur. Bununla eş zamanlı olarak, ordudaki hiyerarşide de assubayların konumları gayri resmi olarak (ya da yarı resmi)erbaş statüsüne indirilmiştir. (Çoğu yerde hala Gedikli Küçük Zabit olarak geçmesine rağmen Gedikli Erbaş tanımı kullanılmaya başlanmış ve bu konuda ortada bir kafa karışıklığı yaşandığı gözlemlenmiştir.)
Assubaylara karşı yapılan haksızlıkta sınıra ulaşılmıştır. Statüleri erbaştır artık.
Assubayların kendilerinin farkında olma sürecine ilişkin ilk göze batan ışıltıya Nazım Hikmet’in Donanma Davası’nda (1938)rastlanmaktadır. Burada bir avuç deniz assubayı ( o zaman gedikli erbaş konumunda) kitaplar okuyarak, kendilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Kitap temin ettikleri kaynaklardan bazıları Nazım Hikmet ile dolaylı ya da doğrudan bağlantılıdır. İşin ucu Nazım Hikmet’e kadar ulaşınca, yapılan operasyonlar neticesinde askeri mahkemede yargılanmışlardır. O dönemlerde ülkemizde yoğun bir Komünizm korkusu olduğundan, bu assubaylar ve davada yer alan siviller çok ağır cezalara çarptırılmışlar, yüzer-gezer mahkemelerde yargılanmışlardır. Çok ağır cezalandırılan bu aydınlanma girişimi sonrasında, Menderes döneminde bazı faaliyetler gözlenmekle birlikte; assubayların haksızlığa uğradıklarının farkına varıp sokaklara taştığı dönem olarak 1970 ve 1975 yılları ayrı bir öneme sahiptir. Halen assubaylar bu döneme ilişkin hikayeleri, efsaneleşmiş eylemleri ve bu eylemler sonucu acılar çeken kuşakları saygı ve sevgiyle yad etmektedir. Hatta bugünkü kazanımların pek çoğunun o onurlu eylemler sayesinde elde edildiği herkesçe kabul görmektedir. 1938 yılında başlayan uyanış, 1970’li yıllarda zirve yapmış ve assubayların hak arayışları 9 Ekim 2010 Ankara Mitingine değin onurla sürdürülmüştür.
1951 tarihli düzenlemenin eğitime yansıması gecikmeli olmuş ve 1964 yılında assubay yetiştirme sisteminde de yeni bir düzenleme yapılmıştır. Ortaokul düzeyindeki Gedikli Erbaş Okulları kapatılarak, lise düzeyinde eğitim veren “ Astsubay Hazırlama Okullar” açılmış ve ordumuzun teknik sınıflar dışındaki muharip ve yardımcı sınıf assubay gereksiniminin önemli bir kısmını bu kaynaktan karşılamıştır. Gerektiğinde ihtiyaca göre yeni okullar açılarak, bu yapı 2002 yılına kadar sürdürülmüştür.
Yaşadığımız bu yeni yüzyılda ise teknolojide yaşanan hızlı değişme ve gelişmeler, küreselleşme olgusunun etkinliğini artırması, bilgi alışverişi ve ulaşımın kolaylaşması ülkelerin ulusal ekonomilerini etkilemiş ve ekonomiyi ön plana çıkarmıştır. Bu durum, ürettikleri çok çeşitli mal ve hizmetleri, zamanında ve kaliteli olarak teslim etmek konusunda işletmelerin daha duyarlı olmalarını sağlamıştır. Ayrıca, teknolojiyi anlayan, yorumlayan, uygulayabilen, verimli ve kaliteli mal ve hizmet üretebilen yüksek nitelikli iş gücünü daha etkin duruma getirmiştir. Dünya böyle hızlı bir değişimi yaşarken, ülkemiz de bilgi çağını yakalama konusunda önemli adımlar atmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetleri de gelişen teknolojiye ve çağın yeniliklerine kendi bünyesi içerisinde ayak uydurma çabası içindedir. Günümüzde kaliteyi yakalamanın ancak alanında eğitim alan ve aldığı eğitimi uygulayabilen yetişmiş teknik elemanlarla mümkün olacağı kabul edilen bir gerçektir. Bu anlayış ve değişimlerin ışığı altında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin eğitim alanındaki ihtiyaçlarını karşılamak için, nitelikli insan gücü yetiştirilmesine yönelik olarak çeşitli çalışmalar her zaman yapılmaktadır.
Bir nevi Anadolu Liseleri, Meslek liseleri ve Askeri Liselerin karışımı olarak eğitim veren bu okullar son mezunlarını vermeleri ile birlikte tarihe karışmış, yerini akademik bir yapısı olan ve bulunduğu kuvvet komutanlığına bağlı olmakla birlikte, Yüksek Öğretim Kurumu ile de idari bağı olan Astsubay Meslek Yüksek Okullarına bırakmıştır.
2002 yılından itibaren Türk Silahlı Kuvvetlerinde sözleşmeli bayan assubaylar da görev yapmaya başlamıştır. İlk uygulama, 2002 yılında, Jandarma Genel Komutanlığı ile başlatılmış, 2006 yılında ise Kara Kuvvetleri Komutanlığı da bayan assubay alımını uygulamaya koymuştur. İlk mezunlarını 2003 yılında veren bayan assubaylar, kahraman ve cefakar Türk ve Anadolu kadınının örnek bir timsali olarak halen ordumuz saflarında görev yapmaktadır.
Halen Astsubay Meslek Yüksek Okulları olarak eğitimine devam eden eğitim kurumlarımızın lisans seviyesine yükseltilmesi çağın bir gereği olarak kaçınılmazdır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetici kademesi için bu karar çok zor bir karar olacaktır. Çünkü daha önceki deneyimler göstermektedir ki, söz konusu olan assubayların modernleşmesi ise hemen bir bağnaz yapı ortaya çıkmakta ve modern atılımları engellemeyi başarı saymaktadır.
Bugün kışlaya gelen erlerimizin çoğu yüksekokul mezunudur, dolayısıyla onlarla ilk teması sağlayacak ve emir komuta edecek assubayların da en az onlar kadar eğitimli olması kaçınılmazdır.
Burada belirtemeden geçemeyeceğimiz husus; her zaman modern adımları atmakta en öncü kurum olan Türk Silahlı Kuvvetlerimizin; bu yapısını kaybetmeye başladığı, özellikle de Assubay Meslek Yüksek Okullarının açılması kararında oldukça geç kalmış olduğudur. “Harp Okulları beyaz iskarpin giysin, Assubay okulları mezuniyete kadar siyah iskarpin giysin” (Deniz Kuvvetlerinde ama her kuvvette benzerleri var) zihniyetini taşıyanlar Türk Ordusunun gelişmesine, çağın ordusu olmasına ayak bağı olanlardır. Onlar hala ayakkabı renginde, uçuş brövelerinin tam mı yarım mı çeyrek mi olacağında takılı kalmış, şekilciliğin gazoz ağacından amuda kalkık bir vaziyette meyve toplamaya uğraşmaktadırlar.
Aydın Kulak
(Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.)
Şu an Milli Savunma Komisyonu'nda olan MHP milletvekilleri Sn.Mehmet ŞANDIR, Sn.Erdal SİPAHİ ve Sn.Hamit Homris tarafından verilen "intibaklarımız ve 100 TL denge tazminatı teklifi" ile henüz komisyona intikal etmeyen AK PARTİ milletvekili Sn.Nurettin AKMAN’ın "intibaklarımızla ilgili teklifleri" bulunmaktadır.
Sorumlulukları ve görev koşulları bizlerle kıyaslanması mümkün olmayan MYO mezunu emniyet hizmetleri, meclis stenografları, ziraat ev ekonomistleri, teknik hizmetler sınıfı mensupları 9/2'den, bu sınıflar ve daha birçok devlet memuru (tabibler, eczacılar, veterinerler, biyologlar, mühendisler, mimarlar, teknik öğretmenler, diyanet işleri personeli, harp okulu ve yüksek okul mezun subaylar, orman ve gümrük muhafaza memurları vb) lisans mezunu olunca 8'nci dereceden göreve başlayıp, 1'nci derece 4'ncü kademeye kadar yükseltilmektedirler.
Saygılarımızla
Sn.Nuretttin AKMAN'ın mail adresi: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Milli Savunma komisyonu: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Nitekim “9 Ekim mitingi eylemlerle desteklenmemesi halinde 24 saat sonra unutulur. Bu nedenle eylem kararı alınmazsa, mitinge yönetim olarak katılmayacağız” diyen ve sonunda haklı çıkan Balçova yönetimi hakkında işlem yapılması için yüksek disiplin kuruluna 'ihlal edilen tüzük maddelerini sıralayıp';“Genel başkanın verdiği emir kabul edilmemiş ve yerine getirilmeyerek aykırı hareket edilmiştir.... Gerekli araştırma ve soruşturmanın yapılmasını rica ederim” diyerek emrine uymayanların cezalandırılmasını talep ediyor. Sanırsınız ki bizler STK değil, EMEKLİ ALAYI'yız!..
Bu emri alan yüksek disiplin kurulu, mitinge katılan üyeleri 1 yıl, katılmayanları 3 yıl ihraç ediyor! Tüzükte ihracı gerektiren bir durum olmamasına rağmen, yönetim kurulu bu kararı onaylayarak şubenin yedek yönetim kurulu üyelerine teslim edilmesini ve olağan üstü genel kurula gidilmesini, aksi halde kayyum atayacağını buyuruyorlar!
Hazırladıkları dosyalarda, ikili görüşmelerde birçok hakkımızın hukukumuzun ne olduğunu bilmeyenler, doğal olarak bu şekilde hukuksuz bir talepte bulunabilirler.
Birçok konu gibi bunu da "iyilik yap at denize. Balık bilmezse halik bilir" diyerek onlara anlatacağız.
Arkadaşlarımız, hukuksuz ihraçların genel kurul’da görüşülmesi için müracaatlarını yaptılar. Görevlerinin başındalar. Yıllardır üzerinde durduğumuz milyonluk binanın şubemize tahsis işi olmasa, arkadaşlarıma; "İstifa edelim. Büyük olasılıkla bu hukuksuzluğa ortak olmamak için yedekler de görevi kabul etmeyecektir. Genel merkez olağan üstü genel kurul kararı alabilir. Ardından da malûm sanal'larını şubeyi teslim almakla görevlendirir" diyeceğim ama bizler burada şahsi menfaatimiz için değil, Assubaylara hizmet etmek için ve kendimize saygımız gereği bulunuyoruz.
Bunca uyarıdan, eleştiriden ve yaşananlardan sonra Genel Merkez yöneticileri hala olumlu dersler almamışlar!
Şube başkanları ile yapılan bölge toplantılarında ”Bugüne kadar başarılı olamadık. Sesimizi yeterince duyuramadık. Tüm şubelerimizin bulunduğu yerlerde eş zamanlı muhtelif eylemleri hayata geçirmek dahil, daha farklı neler yapabiliriz? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?” diyeceklerine, Sn.M.Ali KILINÇ arkadaşımızın Antalya toplantısından aktardığı bilgilere göre;
Daha fazla yazmayı istemiyorum. Olumlu ve başarı sağlayan bir tek çalışmanız var mı?
Bu mazlum zümrenin sorunlarını çözmek için gönüllü oldunuz. Seçilmek için gösterdiğiniz gayreti sorunlarımız için göstermediniz. Yeter artık tahammül kalmadı. Bıçak kemiğe dayandı. Kendi özeleştirinizi yapın. BİR TEMAD MASALI yazısından dersler alın. Bölge toplantılarında reklamları değil, yapacaklarınızı görüşün, paylaşın. Yönetimlerin ve üyelerin desteğini alın.Yeterli birikiminiz, gayretiniz, vizyonunuz olmayabilir. Peki vicdanınız da yok mu?
Varsa gidin kapılarında yatın. Muhtelif eylemler yapın. Biz yanınızda olacağız. Yeter ki, siz bizim yanımızda olmanız gerektiğini hatırlayın.
Saygılarımla.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Haykırdı ak tolgalı beylerbeyi 'ilerle'
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle
Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan
Bir gün yine doludizgin atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla
Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de
Hala o kızıl hatıra gitmez gözümüzde
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Lise dönemindeki edebiyat derslerinden herkes hatırlıyordur bu güzel “Akıncılar” şiirini. Akıncıların yiğitliğini, cesaretini, mertliğini ve kahramanlığını en güzel anlatan şiirimizdir bu şiir. Yahya Kemal üstadımızın ruhu şad olsun.
Türk tarihinde assubayların yerini anlatacaksak, “Akıncılarla ne işimiz var?” diye bir soru gelebilir aklımıza. İyi de “Akıncılar” olmadan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarihini yazabilir miyiz? Onların vatanı, milleti ve sancağı uğruna sınır boylarında kılıç sallayıp ok attığını, şehadet şerbetini “bal karıştırılmış süt” tadıyla severek içtiğini yadsıyabilir miyiz? Tarihteki tüm Türk devletlerinin akıncılarına çok şey borçlu olduklarını görmezden gelebilir miyiz? Belki de tarihler boyunca yaşamış tüm Türk devletlerinin uzun süreli hükümranlığının temelinde onlar yatmaktadır. Daha fazlasını söylemek için yeterli bilgimiz olmayabilir ama Türk Milletinin onlara çok şey borçlu olduğunu kabullenmemiz kaçınılmaz bir gerçektir.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarihini yazarken M.Ö. 209 yılından başlatırız hikayeyi. Aslında daha önce bu başlangıç, 1363 tarihine, Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşuna dayandırılmıştı ki, tarihsel bulgular ve bilimsel tartışmalar işin doğrusunun Metehan dönemi olduğunu kabul etmeyi zorunlu kıldı.
“Bir müddetten beri, Türk Kara Kuvvetleri'nin, yani daha gerçek anlamı ile Türk Ordusu'nun kuruluş tarihinin 1363 olduğu kabul edilerek, belirli günlerde, bu yıl başlangıç sayılmak suretiyle, törenler yapılmaktadır. Türk Ordusunun kuruluş tarihi 1363 olarak kabul edildiği takdirde, önce şu sorunun karşılığını bulmak gerekmektedir:
Türk Ordusu o tarihte kuruldu ise, ondan önceki büyük savaşlar, çok büyük stratejik hareketler ve taktik vuruşmalar kimin tarafından yapılmıştı? Bu hareketleri yapanlar ve büyük imha savaşlarını kazananlar Türk orduları değil mi idi? Meselâ; 1071 Malazgirt Savaşı'nı Türk Ordusu değil de, çeteler mi yapıp kazanmıştı? Yahut bu ordu Türk Devleti tarafından para ile tutulmuş yabancı askerler tarafından mı kurulmuştu? Bunun gibi, 1040'ta Dendanekan Savaşı'nı, 1048 Pasinler Savaşı'nı; I. Kılıç Arslan, I. Mesud, II. Kılıç Arslan'ın Haçlılarla yaptığı büyük meydan savaşlarını yapanlar Türk Orduları değil mi idi?
Milâttan önce 220'den beri tarihî belgelerle bilinen ve tarihte birinci sınıf asker diye tanınan bir millet, 16 yüzyıl ordusu olmadan yaşayacak, sonra ancak 1363'te aklına gelerek bir kara ordusu kuracak, bu ordu da yeryüzünde Türk kalmamış gibi, hep yabancılardan meydana getirilecek.
Doğrusu söylenecek söz bulamıyorum.
Bugünkü tarih bilgimize göre, ilk teşkilatlı Türk Ordusu, Milâttan Önce 209'da Tanrıkut Mete tarafından kurulmuş, verilen buyruğa kayıtsız-şartsız itaat esas kabul edilmiştir. Ordu 10, 100, 1000 kişilik birliklere ayrılmıştır.
Bundan sonraki bütün ordularımız Tanrıkut Ordusunun devamıdır. Zaman zaman değişiklikler ve düzeltmeler yapılmış, fakat ruh ve temel aynı kalmıştır.”
Lütfen Nihal Atsız’ın son cümlelerini hafızalarınıza kaydedin. Çünkü burada geçen “ruh ve temel” kavramı yazımızın sonuna doğru bazı vurgulamaları yapmak amacıyla kullanılacaktır.
Şimdi biz de benzer sorularla konumuza devam edelim. Metehan, Tanrıkut Ordusunu yoktan mı var etmiştir? Olmayan bir şeyi mi yapmıştır, yoksa zaten var olan bir yapıda bilimsel ve akılcı bir devrim mi gerçekleştirmiştir?
Bugün eski Türk destan ve söylencelerinden, tarihi yazıtlardan ve bulunan mezar kalıntılarından ulaşılan bilgiler doğrultusunda Türk Tarihi’nin bilinenin çok ötelerine uzandığı kabul edilmektedir. Öyle ki, Türk Milleti’nin başlangıcı Nuh Peygamber’in oğlu Yafes’e kadar gitmektedir.
Bilinen tarihimiz ise yaklaşık M.Ö. 1000 yıllarından başlamakta, fakat bulgular değerlendirildiğinde M.Ö. 3000 yıllarında da Türklerin kendi kültürlerini oluşturdukları değerlendirilmektedir.
Tarihi bu kadar eskilere dayanan, destanlar, efsaneler ve mitler yaratan ve kendisine özgü bir kültür oluşturan bir milletin çok daha önceden askeri bir yapılanma gerçekleştirmiş olması –hele ki asker bir millet olan Türkler söz konusuysa- hiç de şaşırtıcı değildir ve zaten araştırmalardan elde edilen bulgularla da doğrulanmaktadır. Öyleyse, şimdi “Metehan öncesinde Türklerde nasıl bir askeri yapı vardı?” konusunu incelememizin zamanı gelmiş demektir.
Bu soruyu sorduğumuzda karşımıza iki yapılanma çıkıyor. Birincisi en eski Türk devletlerinden itibaren uygulanmaya başlanan çavuşluk sistemidir ki, bu teşkilatlanma daha sonraki Türk devletlerinde de gelişerek, günümüze değin uzanmış ve bugünkü assubaylık mesleğinin de işlevsel bir parçası olarak halen sürdürülmektedir.
Bu dönemlere ilişkin “Çavuşluk” rütbesinin ne derece etkin bir rütbe olduğunu Prof. Dr. Saadettin Gömeç’in “Eski Türk Ordusunun Genel Mahiyeti” isimli çalışmasından çıkartabiliriz. Burada Sn. Kaynak, “Sü-başıdan sonra orduda en büyük rütbe, bizim kanaatimize göre Çabışlıktır.” diyor ve “Zamanını belirleyemediğimiz Yula Beğ adına dikilen Kemçik-Çirgak Yazıtında ise bir Bas Çabış ile karşılaşıyoruz.” diyerek incelemesine devam ediyor.
İkinci yapılanma ise Alplik kavramıdır. Türklerde ordu ve askerlik bu anlayış ve inanış üzerine kurulmuştur. Devletin kuruluşu, devamı ile yükselişi de, yine bu anlayışa dayanırdı. Türk devletlerinin dayandığı tek güç, ordu ile alplık ve yiğitlik örgütlenmesiydi.
Alplık, mertliğin, cesaretin, yiğitliğin ve iyiliğin sembolüdür. Son derece akıllı ve usta savaşçılar olan Alpler, insanüstü varlıklar olan "Egemenleri", yani dev düşmanlarını yalnızca usta savaşçı yetenekleriyle değil, aynı zamanda keskin zekâlarıyla alt etmektedirler. Alp, hayat boyunca insan gücünü aşan kahramanlıklar göstermekle görevliydi. Böylece alp, insanlık boyutunun üstüne çıkıyordu. Ölümden sonra da, gökyüzünde göksel tanrılar arasında yer alıyordu. Bu anlamda, dinsel bir kökene de dayanan, "alp" ve "alplık" kavramları, coğrafyanın, ekonomik üretimin ve en önemlisi büyük imparatorluklara komşu olmanın sonucu olarak doğmuş, Türk toplulukları ile Türk devletlerinde, çok büyük bir yer tutmuştur. Ancak Hunlar ile Göktürk devletinden beri, alplığa bir de bilgelik özü ve karakteri katılmıştır. Yani bu yeni olgu ile bir bilgi birikimi ve onun sistematik düşünce kurgusu kastedilmiştir.
Erken dönem Türk kültürü çevresindeki fiziksel becerilerde belirginleşen bireylerin sosyal statülerinin farklılığı dikkati çekmektedir. Nitekim alplar toplumun ideal insan tipini çizmekteydiler ve kuvvet, beceri, zekâ gibi özellikler şahıslarında sembolleştirmişlerdi. Cesurluk, gayretli olmak, çok iyi ata binmek, kuvvetli olmak (ruhî ve fizikî), hem öne hem de arkaya at üzerinde ok atabilmek, güzel kılıç kullanmak, güreşmek, dostu ve arkadaşı çok olmak ve özel bir giysi giymek gibi erdemleri de taşımak zorunda olan alpların tarih sahnesine çıkışları, Eurasya bozkırlarında M.Ö. bin yılından itibaren görülmeye başlayan ferdiyetçi eğilimli boylara denk düşmektedir. Alplık ve onunla ilgili örgütün kökeninin, Türklerde, tarihin erken döneminden de öncesi, karanlık zamanlara kadar indiğini göstermektedir. Bu nedenle, Pruşek M.Ö. 645’te alplık teşkilâtının var olduğuna dikkat çekmektedir.
Alp olan kişi yalnızca bir savaş makinası değil; gelişmiş ve olgunlaşmış bir ruha da sahip olan, bir kişi demektir. Bunun için Göktürk yazıtları büyük Türk kağanlarından söz açarken "Alp Kağan imiş! Bilge Kağan imiş!" diye bu iki özü, yan yana tutuyorlardı.
Alp tipinin ilk şeklinin hayvan avcılığı ile geçinen ve hayvan sürüleri besleyen bir toplumla ilgili olduğu sanılmaktadır. İlk kahraman, hayvana üstün gelen insan olmuş, daha sonra başka insanlarla mücadele onun şahsiyetini geliştirmiştir. Alpın ilk kahramanlığı bir hayvanı yenmesi ile başlar, daha sonra insanlarla mücadele onun kişiliğini geliştirir. Dede Korkut Destanında, küçükken bir arslan tarafından beslenmiş olan Basat da, halka eziyet eden ve gençleri öldüren Tepegöz'ü öldürerek, büyük bir üne ulaşır. Yine Oğuz Kağan Destanına benzer bir Türk masalında, Altun Han'ın oğlu, yedi katlı göğün ötesindeki canavarı yedi yıl savaştan sonra yener ve üne ulaşır. Kısacası mücadele ruhunun sembolü alplıktı. Bir alp güçlü ve kuvvetlidir, aynı zamanda bu gücünü yerinde ve zamanında gereği gibi kullanacak beceriye sahiptir. İlk atışta düşmanı vurur ve yenilmez. Oğuz Kağan ve Er Manas savaşta kimseye yenilmeyen birer dünya kahramanlarıdır. Bütün uluslarla savaşmış, Çinlileri, Hintlileri, İranlıları yenmişlerdir. Savaşta savaşarak, barışta sportif uğraşılarda (ok atma, güreş gibi) üstün gelmiş ve zaferler kazanmışlardır.
Animistik Türk dininin egemen olduğu erken dönemde, ölüm sonrasında, gökte yüce bir hayat sürebilmek için "alp" olmak şarttı. Buradan da anlaşıldığı gibi eski Türk dinî ve terbiyesi kahramanlığa özel bir değer veriyor, bu niteliği her erdemden üstün tutuyordu.
Bozkırlarda ve düzlüklerde oturup, kışın ve yazın konup göçen Türkler, oluşan doğal ve siyasi şartlar gereği, insanların en kahramanları ve savaşta en çok direnç gösterenleri olmak zorundaydı. Kahramanlığa bu derece değer verilmesi, belki de bir ihtiyacın ifadesiydi ve alplıkta vatanperverlik şarttı. Büyük imparatorlukların komşusu bulunan ve sayıca oldukça az olan Türkler, alp olmazsa, başka uluslar tarafından kolayca yok edilebilirdi. Göçebe ve savaşçı insanlar arasında bu mücadeleye dayanacak gücü olmayanların ise hiç sözü edilmez. Destanlar, mücadelede yılmayacak kahramanların hikâyeleridirler. Sürekli hareket halinde yaşama zorunluluğu ordu-millet olmayı gerektiriyordu. Uğraşıların tümü, fiziksel aktiviteler ve becerilerin geliştirilmesi ve olgunlaştırılması üzerine kurulu idi. Alpların hayatı da aynı aktivite ve motiflerle çevrili idi. Hayat şartları da alpın fizikî uğraşılar ve çevresinde yoğunlaşmasına neden olmaktaydı.
Göçebe halkları arasında da yoksul, zengin veya asil halk ayırımı yapılıyordu. Egemen olmak için yaratıldığına inanan bu toplumlar, halklarını ve imparatorluklarını da tabakalar yaratarak oluşturduklarından, yönetim bakımından da kademelendirdiklerinden, tüm hayatı da giderek yükselen rütbeler hiyerarşisi olarak değerlendiriyorlardı. Aslında asil olmayıp da savaşta dikkat çeken kahramanlar da (Bagatur) olurdu. Eğer bunlar çok büyük bir ün kazanmışlarsa asiller tabakasına dahil edilirlerdi. Yani yükselmek başarıya endeksliydi ve katı bir kast sisteminden bahsedilemezdi.
Alpler arasında çeşitlilik ve kademeleşmeler vardı. Bunlar silah kullanımındaki değişik becerilerden ve başarılan kahramanlıklardan meydana gelen sınıflandırmalardı. Göçebelerin eserlerinde, M.Ö. binyılda yaşamış "er"leri (eski Türkçede kahraman), bunların kemer ve ayna gibi belki rütbe işaretlerini, alplık destanlarını, av sırasında vurulan hayvanın kurban ve ongun niteliği kazandığı sahneleri görmekteyiz.
Alpların bir okulu ya da akademisi olduğunu da görmekteyiz. Pi-yung adı verilen alplar okulunda dans şeklinde ve doğrudan kılıç karşılaşması biçiminde, müzik eşliğinde, alpların ayinsel gösteriler yaptığı Çin kaynakları tarafından aktarılmaktadır. Genç Alplar, özellikle ok atmayı, nara atarak bir vuruşta baş kesmeyi, Türkçe "kağnı" denen iki tekerlekli savaş arabalarını sürmeyi öğrenirlerdi.
Alplar, şölenlerde, düzeylerine göre sıralanıyor ve içki kadehiyle, savaş tanrısı sembolü kılıcı tanık göstererek, büyüklerine bağlılık andı içiyorlardı. Manas destanının kahramanlarına göre antlı dostlar, "göğüslerinde canları, ağızlarında dilleri-sözleri, gemlerde atları, bohçada giyimleri bir, yani ortak olan" kimselerdir. Kırgızlar bu gibi dostlara "antlı adaş" derler ki, eski Türkçe'de "andlığ adaş" anlamındadır. Pruşek'in tahmin ettiği üzere bu şölen Skitler'in, Hunlar'ın ve Türkler'in, gök tanrısı ile savaş tanrısı sembolü "kıngırak"ı (kılıç) tanık göstererek, ant içtikleri şeklinde bir törende, birbirlerine bağlılık yemini ile ilgiliydi. Alpların bağlılık andı içmek ve "kur" denen askerî kemerle, kılıç, kama veya sadak kuşanmak gibi, Türk alp teşkilâtına özgü törenleri, kökeni çok eskiye inen ve inisiasyon (alplığa kabul merasimi) mahiyetinde zorlu sınavların sonucuydu. Ettikleri yemin gereği Alpların aralarında, eskiden beri yardımlaşma teşkilâtı da var idi. Onlarda, ulusal birlik duygusu, ulusal gurur ve ulusal gururun gereği kahramanlık çok erken gelişmiştir. Bütün bunları Göktürk yazıtları çok iyi yansıtır.
Alp, Er, Çeri, Çora, Serdar, Bahadır, Alpagut, Sökmen, Cilasun, Koca, Gazi gibi isimler alan bu yiğitlerin hiyerarşik ve sistemli bir kıdem sırası vardı. Bu anlamda, Dede Korkut'taki Oğuz beylerinin kırk yiğidi Türk mitolojisinin hiç değişmeyen bir motifidir. Her kahraman ve cesur yiğidinin, aralarında rütbe sırası bulunan böyle bir yakın çevresi vardır. Örneğin Manas; kırk Çoranın aile büyüğü gibidir. Çora’larını aştan aç, attan yaya, dondan açık koymamak, bir ganimet alındığında eşit olarak pay etmek ve kendisi evlendiğinde kırk Çora’ya da kırk kız almak zorundaydı.
İlerleyen dönemlerde, Metehan tarafından yapılacak olan askeri devrim ile Erler ve alplar, "alpagut"lar, "bagatur" (bahadır)lar arasında kurulan kademeli bağlar, orduların çekirdeği olacaktı.
Alplık kavramı Türk assubay ve subayının ana kaynağını teşkil eder. Türk devletlerinin dayandığı tek güç, ordu ile alplık ve yiğitlik örgütlenmesidir. Bu örgütlenmede de yukarda anlattığımız üzere, bir hiyerarşiden söz edilebilir. Metehan ile bu sistem yeni bir organizasyonla düzenli bir orduya dönüştürülmüş, kalan bir kısmı ise sınır boylarında görev yapar olmuştur. Düzenli ordu ile alplik sistemi son bulmamış, Türklerin İslam’ı seçmesi ile ilerleyen dönemlerde akıncılık ve alperenlik olarak yapısını değiştirmiştir.
İşte Yahya Kemal’in bu şiiri geçmişten geleceğe Alpleri, Akıncıları ve Cumhuriyet’in askerlerini, onların kahramanlık ve yiğitliğini anlatmaktadır.
M.Ö.209 yılına gelindiğinde Büyük Hun İmparatorluğu'nun kurucusu Teoman'ın oğlu Mete Han tarafından, bugünkü modern orduların düzenini teşkil eden; onluk, yüzlük sistem de denilen düzenli ordu sistemi kurulmuş ve uygulanmıştır. Bu sistemle onbaşı, ellibaşı, yüzbaşı, binbaşı gibi askeri terimler oluşmuş ve halen günümüzde de orduların temel düzeni olarak kullanılmaya devam etmektedir. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetlerinin (aynı zamanda Kara Kuvvetlerimizin) kuruluş tarihi olarak da, Mete Han'ın tahta geçiş ve düzenli orduyu kuruş yılı olan M.Ö.209 yılı kabul edilmiştir.
Mete Han M.Ö. 209 yılında tahta geçince ilk olarak ordu sisteminde değişiklikler yaptı. Emir-komuta zincirinin daha sağlıklı işlemesini, emirlerin birliklere daha kolay iletilmesini ve ordu üzerinde komuta gücünün artırılmasını sağlamak amacı ile ordu; on ve katları şeklinde sayılara ayrılarak, birlikler bu şekilde oluşturuldu. Böylece en küçük birlik 10 kişiden oluşacaktı ve bu birliğin başında bir onbaşı olacaktı. Bunun üzerinde ise 50 kişilik birliğe kumanda eden Çavuşlar,100 kişilik birliği yöneten yüzbaşılar, 1000 kişilik birliği yöneten binbaşılar ve 10.000 kişilik birlikleri yöneten tümenbaşılar yer alıyordu. Bu birlikler boylar çerçevesinde gerçekleştirilirdi. Büyük Aile 10, Boy 100, Budun ise 1000 asker sağlamakla yükümlüydü. Bazen bu rakamlar boyların ve budunların durumlarına göre değişmeler gösterebiliyordu. Bu türlü birimler Tanhu’nun, ili 24 changa ayırmasıyla bütünleşebilirdi. Tepede sol ve sağ eligler ve her iki kanatta da on birer askeri şef vardı. Toplam sayıları iki elig ile birlikte 24'tü. Bu 24 şef içinde kağan soyundan gelen prensler ile büyük askeri şeflerin karmaşık bir hiyerarşisi bulunmaktaydı. Şefler derecelerine göre az çok kalabalık bir askeri birliğin komutanı olurlardı. Bu sistem ordu komutanının emirlerinin en küçük birliklere kadar kolayca ulaşmasını sağlıyordu ve böylece komutan ordusunu satranç oynar gibi kontrol edebiliyordu. Bu tam manasıyla profesyonel bir askerlik anlayışıydı.
Düzenli ordu aşamasından sonra da Çavuşluk Teşkilatı sürmüş ve daha etkin bir aşamaya gelmiştir. Daha çok, yönetici kademeye yakın yerlerde görev alan çavuşlar, zaman içinde düzenli ordunun da vazgeçilmez bir parçası haline gelmişlerdir.
En eski Türk devletlerinden Osmanlı’ya varıncaya kadar hemen bütün Türk Devletlerinde mevcut olan çavuşluk sistemi tam anlamıyla günümüz assubaylık kavramı ile örtüşmekte, hatta zaman zaman yetki ve sorumluluklarıyla bu kavramın ötesine de taşmaktadır. Bu çavuşluk sistemi sırf on kişi ile elli kişi arasındaki nefere kumanda eden bir yapılanma olarak değerlendirilemeyecek kadar farklı bir yapılanmadır. Örneğin bu çavuşlar Çin’e elçi olarak gönderilmektedir. Bu nedenle bu sistem ilerleyen dönemlerde iyice yerleşmiş, Selçuklu ve Osmanlılarda çok farklı görevlerde kullanılmış ve en güvenilir askerler olmuşlardır.
İslamiyetten sonra Orta Asya Türk devletleri ve Anadolu Selçuklu Devleti ile Beyliklerin askerî teşkilâtı, Metehan devrinden beri süregelen askerî teşkilâtın aynıdır. Selçuklular bu askerî teşkilâtı aynen kendi bünyelerinde tatbik edip geliştirmişler ve 800 yıla yakın bir zaman İslâm dünyasında askerî ve mülkî idarelerin tanziminde örnek olmuşlardır.
Selçuklulara ait Selçuknâmelerde, serheng veya çavuş tabirlerinden her ikisi de kullanılmaktadır. Bunlar hükümdar ve saray görevlilerinden olup, posta ulaklığı ile muharebe hizmetlerinde bulunur ve daha ziyade hükümdar alaylarında mevkip’in (atlı ya da yaya giden kafile) önünde yürüyerek hizmet ederlerdi ki, Osmanlıların Divan-ı Hümayûn çavuşlarını andırırlar.
Çavuş kelimesi ve teşkilatı Anadolu Selçukluları’nda da mevcuttur. Çavuşların görevleri Büyük Selçuklulardakinin aynıdır. Bizans sarayına, sefir sıfatı ile bazı çavuşların gönderilmesi bu zümrenin ehemmiyetini göstermesi açısından önemlidir.
Büyük Selçuklu Devletinde Serheng adını alan Çavuşluk teşkilatına bir göz atarak konumuza devam edelim:
Selçuklu Ordusunda Serheng (çavuş) rütbesine sâhip bir subay gurubu daha vardır. Görülüyor ki, Serheng'ler, sarayda ve orduda olan vazifeleri dışında, ordu kademelerinde emirlerinde muayyen miktarda asker bulunan subaylık vazifesine de sâhiptirler. Fakat Serheng'lerin rütbe ve derece itibariyle saydığımız ordu kademelerinin neresinde bulunduğu hususunda kati bir neticeye varmak pek mümkün görünmüyor. Serheng'lerin, rütbe ve derece itibariyle otakbaşı’lardan ve hayl başı'lardan üstün oldukları muhakkaktır. (Kaynaklarda haylbaşı, üçtuğ ile yüzbaşılığa denk gelmekte ve uzmanlarca da böyle gösterilmektedir. Böyle olunca Çavuşluk rütbelerinin biraz karışık olsa da binbaşılığa değin uzanan bir rütbe konumunda olduğu ve özel bir statüye sahip görüldüğü değerlendirilmek zorunluluğundadır.)
Zira, büyük serheng (serheng-ı buzurg) ünvanına sâhip subaylar büyük sipah-sâlârlar (sipah-sâlârân-ı buzurg) dan sonra geçmektedir. Fakat Serheng'ler, Hâcib'lerden üstün müdür? Emirlerinde ne kadar asker vardır? Bu suallere şimdilik kati olarak cevap verecek durumda değiliz.
Çavuşlar, ordudaki subaylık vazifeleri dışında umumiyetle inzibat işleri ile meşgul oluyorlardı: Görüldüğü üzere, kumandanlarından Erdem'in hizmetine aldığı bir bâtmî'yi bizzat sorguya çeken Alp Arslan, çavuşlara emir vererek, sille-tokat huzurundan attırmıştı.
Suriye Selçuklu Devleti hükümdarı Tutuş ile Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı Süleyman Şah arasındaki mücadeleye müdahale etmek üzere, Tekrit'ten Musul'a hareket eden Sultan Melikşah'ın huzuruna bir bedevî gelerek, gulâm'larından birinin mızrağını aldığını söyledi. Sultan meselenin tahkikini çavuşluk makamı (şâvuşiyye)’na havale etti. Çavuşlar gulâm'ı ve mızrağı getirdiler. Sultan gulâm'ın elinin kesilmesini emretti. Bu misâlleri daha da çoğaltmak mümkündür.
İslam devletlerinde kölelerden oluşan ve hükümdarı korumakla görevli olan Gulamlardan da Serhengliğe yükselenler vardır. Meselâ Tuğrul Bey'in gulamlarından olup, daha bu hükümdar zamanında olduğu kadar Alp Arslan ve Melikşah zamanlarında da büyük roller oynadığını gördüğümüz Sâv-Tekin, kaynaklarda Tuğrul Bey zamanında "hâdimü'l-hâşş" ve "serheng", Melikşah zamanında ise bâzan "serheng", bâzan da “hâcib” ünvanıyla geçer (Serheng Sâv-Tekin elhâcib). Buna mukabil, aynı Sâv-Tekin bir kaynağımızda Alp Arslan zamanından itibaren emir ünvanıyla zikredilir. Verilen bu bilgiden Sâv-Tekin'in derece derece ne rütbeleri aldığını tesbit etmek mümkün oluyor:
Has Hâdim olarak saraya intisab eden Sâv-Tekin, daha Tuğrul Bey zamanında serheng'liğe, Alp Arslan zamanında hâcib'lige, daha sonra emîr'liğe yükselmişse de, Melikşah zamanında serheng ve bâzan da hâcib olarak zikredilmekte devam etmiştir. Böylece, bir emîrin menşeini tespit etmeye çalışırken, aynı zamanda gulâm'lıktan itibaren hangi rütbelerden geçerek, emirlik mevkiine yükseldiğini tespit etmiş olduk.
Serhengliğin önemini gösteren bir başka olay da kayıtlarda şu şekilde yer almaktadır: Melikşah zamanında Bağdat'a gelen meşhur Sav-Tekin (kaynakta Serheng Sav-Tekin)’i Halife'nin veziri karşıladı. Ayrıca Halife onu kabul etti. Sav-Tekin Halife'nin hilat'ına ve ihsanına nail oldu (Nisan 1084/ Zülhicce476)
Selçuklu ordusunda, bünyesi icabı, rütbe ve derece sayısı pek fazla değildi ve meselâ şimdi olduğu gibi, yüzbaşı, binbaşı, yarbay, albay, v.s. gibi, gittikçe yükselen rütbe ve derece adları pek yoktu. Gerçekten, galiba, tıpkı Sâmânoğulları devrinde olduğu gibi, Selçuklu devrinde de, rütbeler aşağıdan yukarıya doğru şöyle sıralanıyordu: Otakbaşı, veya vişakbaşı, haylbaşı (hayl: çadır)veya ser-hayl, hacib ve nihayet emir. Otak ve başı gibi kelimelerin Türkçe oluşu, bu rütbelerin hangi menşeden olduğunu açıkça göstermektedir. Bu saydığımız rütbelerdeki kumandanlar kaçar kişinin başıydılar? Otakbaşı'ların ve haylbaşı'ların kaçar kişiye kumanda ettiklerine dair kesin bilgi yoktur. Fakat otakbaşı terkibinden anlaşıldığına göre, bu rütbede olan bir subay, bir çadır dolusu askerin, yani 8-10 kişinin, aşağı yukarı bugünkü bir manganın başı idi ve orduda ilk rütbeyi teşkil ediyordu. Çağrı Bey zamanında hacib'in kumandası altında ise, umumiyetle 50 gulam bulunuyordu. Haylbaşı, 50 kişi ile 10 kişi arasındaki bir kuvvetin kumandanı idi. Bu miktar 20 kişi de, 25 kişi de olabilir. Haylbaşı'lar, subay olarak orduda gördükleri vazifeler dışında başka vazifelerde de kullanılıyorlardı. Bazen karşımıza fetihname götüren bir ulak vazifesi ile çıkmaktadır. Kumandanlık denilecek kademe ise haciblikten başlıyordu.
Çavuş kelimesi ve teşkilatı, Selçuklulardan sonra Atabeyler ve Eyyubiler vasıtasıyla, Mısır-Suriye Memluk İmparatorluğuna geçmiştir. İmameddin İsfahani’de gördüğümüz bu kelime, Memluk devri kaynaklarında çaviş, saviş şekillerinde daima zikredilmekte ve muhtelif devirlere ait kayıtlardan onların vazifeleri hakkında yeterli bilgi edinmek mümkün olmaktadır. Ebu’l-Mahâsin’in bir kaydına göre maiyetinde çavuşlar bulundurmak hükümdarlık alametlerinden biri idi. Kahire’de sultanların, Suriye’de de sultan naiblerinin maiyetinde çavuşlar bulunurdu
Osmanlı ordusunda da Selçuklulardan devralınan yapı korunmuş ve geliştirilerek uygulanmıştır. Eski Türk Devletlerinden Osmanlı Devletine varıncaya kadar hemen bütün Türk devletlerinde mevcut olan Çavuşluk Teşkilatı, Osmanlı Devleti’nde tam anlamıyla kurumlaşarak en mükemmel şeklini almıştır. Durumu daha iyi anlayabilmek için çavuşluk teşkilatı hakkında açıklamalarda bulunmamız kaçınılmazdır.
Osmanlı Devleti’ne gelindiğinde ise kuruluşundan itibaren Çavuş kelimesi ve müessesesinin, bir Selçuklu mirası olarak mevcut olduğunu görmekteyiz. Osman Gazi’nin silah arkadaşlarından Samsa ve Samsama Çavuş’un bu ünvanı daha evvelki devirlere ait olmakla beraber, Orhan ve I. Murat devirlerinde saray ve ordu teşkilatı vücuda getirilirken, bütün Anadolu beyliklerinde mevcut olan çavuşluk müessesesi de yeni devlet düzeninde yerini almıştır.
Selçuklulardan kalan ve Osmanlı Devleti bünyesinde varlığını devam ettiren her müessese gibi çavuşluk müessesesinin de Osmanlı Devleti’nde gelişerek ve önemini arttırarak devam ettiğini görmekteyiz. Osmanlı öncesi Selçuklu ve diğer İslam devletlerinde sadece saray teşkilatında görme imkanı bulabildiğimiz çavuşluk müessesesini Osmanlı Devleti’nde üç ana başlık altında incelememiz mümkün olmaktadır: Divan-ı Hümayûn Çavuşları, Kapıkulu Ocağı’nda görevli Çavuşlar ve Eyalet ve Sancak Çavuşları
Divan-ı Hümayûn’da görevli çavuşlar daha ziyade divan günleri teşrifatçılık yapar ve devlet protokolünün uygulanmasına yardımcı olurlardı. Divan-ı Hümayûn çavuşlarının tecrübelileri olan gedikli çavuşlar ise devlet için önemli işlerin takibi ve uygulanması için taşraya gönderilirlerdi.
Kapıkulu Ocakları’nda işlerin belli bir düzen içerisinde yürütülmesi Çavuşbaşı ve onun mahiyetindeki diğer çavuşlar vasıtasıyla olurdu. Bu çavuşlar savaş zamanı orduda emir komuta zincirinin sağlanmasında önemli görevler üstlenirdi.
Eyalet ve sancaklarda istihdam edilen çavuşların görevleri Divan-ı Hümayûn’da görevli çavuşlarınkine benzer. Bunlar sancak divanlarında teşrifatçılık yapar ve divan dışındaki işlerin tatbikinde beylerbeyi ve sancak beyine yardımcı olurlardı.
Çavuşluk teşkilatının gelişmesi ve buna mukabil görev taksiminin belirginleşmesi ise ancak 18. yüzyılın sonlarında mümkün olmuştur. Avrupa’daki ve özellikle Fransa, Prusya ve İngiltere ordularının modern orduya geçişleriyle birlikte bugünkü anlamda assubaylık kavramı ve rütbeleri yavaş yavaş kullanılmaya başlanmış, çağın diğer devlet orduları da yenileşme çabaları içine girmiştir. Maalesef Osmanlı'da geç başlayan orduda modernleşme çabaları, o dönemlerde pek çok savaşın ve toprağın kaybedilmesine de neden olmuştur. Ayrıca ne zaman orduda yenilik yapılmaya çalışılsa, karşılığında isyan ve başkaldırmalar modernleşme çabalarını hep sekteye uğratmıştır.
Burada bir parantez açalım ve genel bir değerlendirme yapalım:
“Tarihsel süreç içerisinde assubay rütbelerinin her daim subay kavramı içinde yer aldığı ve bu rütbeyi taşıyanların saygın görevler ifa ettikleri görülmüştür. Bugünkü rütbelerle kıyaslamak pek sağlıklı olmasa da genel bir fikir yürüttüğümüzde, Türkün tarihsel geleneği içinde assubay rütbelerinin binbaşıdan aşağıdaki tüm rütbeleri kapsadığını söylememiz mümkündür.”
Aydın Kulak
(Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.)
Kaynak
Hakkımızda ne acımasız günler geçti. Geçen her günde HAK olanları KENDİLERİNE aldılar!
Bizler için HAKSIZLIK yapılan ne kadar aylar geçti. Yapılan ve yaptıkları HAKSIZLIKLARI görmediler. Görmezlikten geldiler!
Aile bireylerimizle ÇİLELER çektik geçen yıllarca. Her geçen yıl kendi haklarının üstüne koydular. Bizimkileri geriye saydırıp, yok saydılar.
Yapılanlar İNANILACAK gibi değildi. Ama yaptıklarını ve hala da yapmaya devam ettiklerini, yeri geldiğinde ÖLÜME gidecek mesai arkadaşlarına REVA gördüler. Kendilerini İNSAN, bizleri farklı bir yaratık olarak gördüler.
Geçen süreç içinde kendileri üç,dört alırken bizlere biri bile çok gördüler.Diğer tüm KAMU personeline yapılan ARTIŞLARI görmelerine, bilmelerine rağmen bizlere verilmemesi için SUSTULAR, BİLMEZDEN, GÖRMEZDEN geldiler.
Yıllardır istediklerini yaptılar, oyaladılar, kandırdılar, aldattılar. Ama artık yolun SONUNA geldiler. Kendilerini temsil eden TSK nın en üstünde oturan kişinin "TSK nın İKİ AYAĞI vardır" derken yaptığı HAKSIZLIKLAR VE uyguladıkları ön yargılı davranışlar TSK nın OLMAZSA OLMAZI olan ASSUBAY ayağının bitip, tükenmesine neden oldular. TSK yapılan bu uygulamalardan dolayı ÖTEKİLEŞTİRİLEN Assubaylar açısından GÜVEN sorunu yaşanılan bir toplum haline gelmiştir.
Tüm bu ÖN YARGILI DÜŞÜNCE ve DAVRANIŞLARINDAN dolayı ortaya çıkardıkları bu tabloyu yaratanlar YAPTIKLARIYLA övünebilirler.
Bugün ülkenin içine sürüklendiği KAOS ve BÖLÜNME sürecine girilmeside GÖZ ÖNÜNDE tutulursa ÜLKEYİ KORUMA ve KOLLAMA görevi de unutulmuş, kırmızı çizgiler ortadan kalkmış, BÖLÜCÜLERİN her istediği "ÇOK GÜZEL ŞEYLER" olacak söylemleri ve BOP EŞBAŞKANI tarafından da YILDIZ olacağı söylenilen DİYARBAKIR için sona yaklaşılmaktadır.
Böyle bir ortamda bile ASSUBAYLARA ve HAKLARINA cevap verilmemekte HAKSIZ VE YANLI uygulamalar hala sürdürülmektedir.
Artık "Söz" ile alınacak yolumuz kalmadı. Çoktan sözün bittiği yerdeyiz. Haklı olanlar en az haksız olanlar kadar akıllı ve cesur olmadıkça, haklarını kazanamazlar, haklarına kavuşamazlar
Artık anlamalı ve bilmeliyiz ki KİMSEDEN ADİL ve DEMOKRAT olmasını bekleme hakkımız ve şansımızda yoktur. Onun için haklarımızı ALMA yolunda tüm yapacaklarımız BİZİ ilgilendirir. Bunu yapacak olanda BİZLERİZ. Gölge etmesinler YETER.
TSK yı ve BİZLERİ bu konuma getirenler, bu ayırımı yapanlar düşünsünler. Bunun sorumlusu bizler değil, bizleri ÖTEKİLEŞTİRENLER, kendilerini ERİŞİLMEZ zannedenlerdir.
2011 yılında HAKLARIMIZI alabilmek için DAHA BİLİNÇLİ, DAHA GÜÇLÜ olarak mücadele etmek için, yapılacak seçimlerde tüm TEMADLARDA haklarımızla ilgili MÜCADELE etmeye azimli arkadaşların yönetim kadrolarında yer almalarıyla SESİNİ daha gür ÇIKARABİLECEK BİR STK olarak hareket etmesini diliyorum. Bunu tüm olumsuzluklara rağmen İSTİYOR ve başaracağımıza İNANIYORUM.
2011 yılı TÜRKİYE de çalışan ve emekli ASSUBAYLARIN uğradığı HAKSIZLIKLARIN son bulacağı, ANAYASAL HAKLARA kavuşacağı, ASSUBAYLARIN DA T.C vatandaşı olarak kabul edileceği, AYIRIM ve ÖTEKİLEŞTİRİLMENİN bitirileceği, herkesin birbirini sevdiği, kucakladığı yıl olsun, saygılarımla.
Sayın Mehmet Tuncer TEMAD mesaj panosunda yuvarlak klişeleşmiş, hedef saptırıcı ve hâlâ daha toplumu aptal yerine koymaya çalışan bir mesaj yayınlamış. Ben gayet açık olarak şu soruları kendisine yöneltiyorum.
TEMAD yönetimi 9 Ekim tarihinden sonra yetkili kurumların yaptığımız yürüyüşü dikkatle değerlendirdiğini söylüyor. Sorum şudur;
Eylem vesilesi ile şimdiye kadar hükümet ve Genelkurmay’dan TEMAD’a ziyaret var mıdır?MHP’li bazı milletvekillerinin TEMAD’ı arka bahçedekilerden biri olarak gördüğünü biliyoruz. Ara sıra gelip gönül aldıklarını da biliyoruz. Ancak aynı partinin milletvekilinin televizyonda net bir şekilde, “orduda Assubaylara haksızlık yapılmıyor.” dediğini de kulaklarımla duydum. Nedir bu MHP ile yakınlaşmanızın asıl gayesi? "Yüz bin kişiyiz" deyip de neyin pazarlığını yapıyorsunuz? Bu pazarlıkta şahsi istikballer söz konusu mudur?
OYAK’a verilen isimler kimlerdir? TEMAD’daki konumları nedir? Hangi kriter ile bu isimler bildirilmiştir? Şu an OYAK’a bakış açınız nedir? AİHM’de açılan dava halen ne ahvaldedir?
Hiçbir şubenin görüşünü almadan baskın yapar gibi eylem kararı alınıp, bunu sorgulayanların hiç düşünmeden aforoz edilmesi demokratik sivil toplum örgütü davranışına sığar mı? “İyi ama neden birdenbire….” demek suç mu? Terbiyesizlik mi? TEMAD disiplin kurulu kendini İstiklal Mahkemesi mi zannediyor?
"Hiçbir faaliyete katılmayan, hiç internete girmeyen bizi eleştiriyor" diyorsunuz. Ben TEMAD sitesini sık sık takip ederim. İki aydır yaptığınız faaliyet olarak 2011 gezisi programından mı bahsediyorsunuz? Unutmayın ki eğer faaliyetlerinize katılınmıyorsa tasvip edilmiyorsunuz demektir. Körler, sağırlar birbirini ağırlıyor.
Sayın Tuncer, yapılan her şeyin karşısında olan bir kitleden söz ediyorsunuz. Hatta bazılarını hakarete varan telaffuzlar nedeniyle eleştiriyorsunuz. Hatta sizi eleştirenleri egolarının dışa yansıması şeklinde yanıtlıyorsunuz! Sayın Tuncer kötü laf sahibine aittir. TEMAD yönetimini istifaya davet etmek her şeye karşı olmak mı? Sayın Mustafa EROL’un bu iş için yetersiz olduğunu söylemek, kendisinde lider özelliği olmadığını söylemek hakaret mi? Sanal yaratıkları ortaya salıp laf söyletmek egoların nereye yansıması oluyor? Bırakınız bu tarz konuşmayı…
Üç aylık icraat diye ortaya çıkardıklarınıza bakın. Siz imza yetkisine sahip değilsiniz. Size bu süre içinde gidin de kapı aşındırın diyen oldu mu? İnsanları bir ay içinde organize etmeden yollara dökmenize rağmen on bin kişi toplandık. Bu TEMAD’ın başarısı mı? Yoksa bıçağın kemiğe dayanmasının göstergesi mi? Bunu lütfen düzgün analiz edin. Birçok emekli Astsubay gerekirse çadır kuracağını, açlık grevi yapacağını söylemesine rağmen neden atalet içindesiniz?
Merzifon’dan Ankara’ya yürüyen ( Sayın Genel Sekreter tekrar ediyorum YÜRÜYEN) meslektaşımıza reva gördüğünüz uygulama hangi duygunun veya düşüncenin ürünü? Ciddi soruyorum neden yaptınız bunu? Sırf bu tutum bile TEMAD yönetiminin zavallı ve acizliğini göstermiyor mu? En az 20 gazetede yayınlanan “Onurumu istiyorum.” diyen meslektaşınızla aynı fikirde değil misiniz? Yoksa oralardan gelip de sizin koltuklarınıza oturacağını mı düşündünüz? Her alanda Astsubay mesleğinin yılmaz savunuculuğunu yapan, o övündüğünüz yüz bin üyenizin en az on bininin toplamının yaptığından daha fazla hizmeti olan Sayın Ersen Gürpınar’ın adının her geçişinde tüylerinizin diken diken olduğunu biliyorum. Bunun sebebini sormak isterdim. Ancak sormayacağım. Çünkü cevabını biliyorum. Tıpkı eski Genelkurmay Başkanına “…onlar bizden değil….” Dediğinizi bildiğim gibi.
Toplumumuzun yanlış bilinçlenmemesi için söylüyorum. Tazminat almayan emeklilere verilen 100 TL’nin emekli Assubaylara da verilmesi çalışmasını teyit eden MSB müsteşarına neden daha önce tutulmayan sözleri sormamışlar? Teyit edilmese bile sıralanması gereken sorunlarımızı neden dillendirmemişler. Tutunacak tek dalın verilmesi planlanan 100 TL olduğunu biliyoruz. Bu paranın sizin can simidiniz olduğunu biliyoruz. Kitlelerin size karşı eylemsizlik suçlamasının makul hale dönüşeceğini de biliyoruz.
Sizler bizleri istediğiniz kadar kötü sıfatlarla lanse ediniz. Bizler Apaçiler kadar yalnız kalsak da Geronimo’nun yanında mücadele edeceğiz.
Saygılarımla